Etiket arşivi: Himmet Uç

Ebu Zer ve Bediüzzaman Said Nursi, Hakperestliğin İki Büyük Kalesi

Ebu Zer, bir peygamber çıktığını duyar merakının sevkiyle Mekke’ye koşar. Hiçbir aramanın zevki, heyecanı hakkı aramak kadar etkileyici değildir.

ALLAH RESULÜ İLE BULUŞMA

Koşan elbet varır, düşen kalkar
karataştan su damla damla akar
Arayan hakkı en sonunda bulur

Kureyş’in arasında bir garip gibi dolaştı, onun ile ilgili konuşmalara heyecanla kulak kabarttı. O’nu aradığını bilselerdi öldürürlerdi, çünkü Hak çok mahdut bir insan tarafından biliniyordu. Dinlediklerinden O’nu buldu, “Işığın şemse lüzumu derecesinde peygamber Allah için gereklidir” diyen Bediüzzaman’ın ezeli tespiti mucibince Nebiler Nebisini tek başına buldu “Sabahın hayırlı olsun ey Arap kardeş dedi” Yüreği göğüs kafesini top gibi dövüyordu, karşısında çok farklı bir insan, çok farklı bir duruş vardı. Yüreğini bedenini, havfı, haşyeti, azameti sardı. O, “Selam üzerine olsun ey Kardeş “ dedi. Bir peygamber ve bir ümmet değil sıradan iki insan gibi girdiler konuya. Ebu Zer, “Söylediklerinden bir iki şiir oku” dedi. O, “O şiir değil ki sana terennüm edeyim. O Kur’an-ı Kerim’dir” diye buyurdu. Resulullah’ın fem-i mübareğinden çıkan ayetler, susuzluktun çatlamış toprağa düşen yağmur taneleri idi,kasavet kaplamış kalbi silen bir ışıktı. Hakk’ı, hak cümleleri, ayetleri duyan Ebu Zer, hemen fetret asrının karanlıklarından bir yıldırım hızıyla geçip haykırdı” Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yok! Ve yine şehadet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve elçisidir” dedi. Hiçbir şey hidayet ile buluşmaktan daha zevkli değildir.

EN ÇOK DİKKAT EDİLECEK NOKTALAR

En tehlikeli iş hidayeti kıymetsiz bir meta gibi taşımak,
ne taşıdığını bilmemek,
ezan sesinden irkilmemek,
ayet sesine kulağı kapalı yaklaşmak,
evrenin güzelliği ile güzeller güzeli arasında irtibat kuramamak,
kendisi için hazırlanan bu evi sahibinden habersiz kullanmak,
sahibini düşünmemek.

Bunlar hidayetin kıymetini bilmemektir.

ALLAH’IN RAHMET VE HİDAYETİNİ ARAMA

Resulullah sordu (ASM) “Ey Arap kardeş kimlerdensin?” Muhatab “Gıfar’danım” diye cevap verdi. Güzeller güzelini yüzünde acı bir tebessüm oluştu, dehşet ve hayret içindeydi. Çünkü Gıfar kabilesi Mekke’nin haramileriydi, herkes onların korkusu ile yaşardı. Adları korku ile eşdeğerdi. Âleme güzellikleri tarif etmek, yaşamak, görmek ve göstermek, âlem kitabını açıklamak için gelen Hazreti Nebi( ASM) “hidayet Allah’ın elindedir, kim ona koşarsa onun olur” dedi. Güneşin pervanesi olan beşinci şahıs oldu Ebu Zer. Âlemin esrarını, insanların simyasını bilen Peygamber-i ali şan, muhatabının mizacına göre konuştu. “Şimdilik kavmine dön, bilahare emrim sana ulaşır” buyurdular.

Ebu Zer, “Nefsim kudret elinde olana yemin ederim ki Mescid-i Haram ‘da Müslüman olduğumu açıklamadıkça kavmime dönmem” Mescid-i Haram’a var gücüyle dalıyor. “Allah bir, Muhammed O’nun Resulüdür” diye haykırıyor. Bu ses Mekke’de sahibi olmayan bir garibin sesi idi, kulaklarına yıldırım çarpmıştı Kureyş’in, dövdüler bayıltıncaya kadar. Resulullah, koştu ama ellerinden alamadı. Bir çere düşündü ve buyurdu

“Ey Kureyş bu adam Gıfar’dandır, siz tüccarsınız kervanlarınız yolu o bölgeden geçer, duyarlarsa malınızı mülkünüzü talan ederler.” Bunun üzerine vazgeçtiler, zulmün sahipleri.

Ebu Zer vazgeçmez, putlara tapan iki kadının putları ile alay eder, kadınlar bağırır, tekrar Ebu Zer feci şekilde dövülür. Olaylar artınca Peygamberimiz ona “Dini açıkça yayma vakti gelinceye kadar kavmine dön.”

Ebu Zer, kavmine döndü, kavmini ve başka bir kavmi İslama çağırdı ve başardı.

HAKKI TUTUP KALDIRMAK

Bediüzzaman da bir hakperestti. Ebu Zer de her ikisi de Hak’dan sapmaların karşısına çıktılar, güçleri yettiğince engellemeye çalıştılar. Bediüzzaman kendini idrak ettiğinde Hak ve Hakikat ayaklar altında idi, o da Akif gibi;

Çiğnerim çiğnenirim Hakk’ı tutar kaldırırım dedi.

Hakikati Hakk’ı ayaklar altına alanların fasid felsefelerini ayaklar altına aldı, Hakk’ı yukarı kaldırdı. Hakikate karşı olan küfürdü, inkârdı, gafletti, dalaletti, ihanetti, din-sizlikdi, o yaptığı işle;

Küfrün bel kemiğini kırdım

diyordu. Bir davranışın karşısında değil, bütün olumsuz davranışlardaki sapmanın kaynağını düzeltmeye yerden kaldırmaya çalıştı. Bütün davranışların kaynağı olan altı imani rüknü güçlendirdi. Allah ile insanlar arasındaki irtibatı temin eden altı erkânı güçlendirerek hak ile halk arasındaki küfür ve inkâr dağlarını eritti, hidayet güneşini doğurdu. Bu tarihte rastlanmamış bir hakperestlik savaşı idi.

BİLİM VE GÖZLEM İLE HAKKI BULMA

Ebu Zer, Peygamberinin, o nurlu arkadaşının davranışından kopan tutumlarla mücadele etti. Çünkü samimi insanlar sapmalardan ötürü kötü durumlara, ezilmeye itilmeye doğru gidiyordu, onları ve Resul’ün davranış miyarını korumaya çalıştı. Onun yüzünde doğru dosdoğru yine orta yerde duruyordu.

Bediüzzaman, Hakkı asrın anlayışına uygun şekilde izah etme lüzumunu hissetti ve hak ve hakikat mücadelesini onun üzerine kurdu. Çünkü İslam batıdaki laboratuara dayalı ilimlerin gelişmesiyle, kitaplı dinlerin itikadı köhnemiş telakki edildi, hak yere düşmekle yüz yüze kaldı. Namık Kemal’in deyişi ile “lemsi ve müşahedesi nakabil” şeyler yok sayılmaya başladı. Bediüzzaman hak ve hakikati, bilimlerin ve gözlemlerin desteği ile herkes tarafından anlaşılır duruma getirdi.

Onun Hakk’ı ve hakikati savunma mücadelesinde hakperestlik davasında iki büyük silahı vardı, gözlem ve ilim. Onun eleştirisi hakkı ve hakikati yeniden yorumlamaktı.

ÖZÜ, SÖZÜ, KALBİ, DİLİ DOĞRU

Resulullah, Medine’ye göçünce, Ebu Zer bir gün Gıfar ve Eslem kabileleri ile birlikte şehre girdi, sevgilinin mescidine gittiler. Fem-i mübareğinden şu dua nebean etti “Gıfar, Allah sizi mağfiret etsin bağışlasın, Eslem Allah sizi kurtulmuş, salim yapsın.” Aynı hakikattan başka bir şeyi telaffuz etmemiş olan ağızdan Ebu Zer’e “Yeryüzü Ebu Zer’den daha doğru bir kimseyi barındırmamış, gölgelendirmemiştir.” Cesaret ve doğruluk, Ebu Zer’in mayasıydı, özüydü, cevheriydi. Özü doğru, sözü doğru, kalbi doğru, dili doğru. Ne başkasını aldatmış, ne de aldatmaya izin verecekti.

Bir gün Resulullah ona şu soruyu sordu;

“Ebu Zer, kendilerine ganimetten pay ayıran bir takım valilerle karşılaşırsan ne yaparsın ?”

Ebu Zer “Seni Hak olarak gönderene yemin olsun ki o zaman kılıcımla onları öldürürüm” dedi.

Resulullah(ASM) “Sana bundan daha hayırlısını söyleyeyim ki? Benimle buluşuncaya (ölünceye) kadar sabret”

ZENGİNLİK VE SERVETİN CAZİBESİ

Hz Ebubekir ve Ömer devirlerinde eleştirecek haksızlık görmedi. Fakat fetihler son haddini bulmuş, mala mülke rağbet artmıştı. İslam dünyası zenginleşmişti. Baş döndürücü cazibe ve saptırıcı hoşluğu, dünyanın ahiretin tarlası olması anlayışı insanlara cihadı unutturabilirdi. O servet biriktirenleri görüyor onlara sorumluluklarını hatırlatıyordu. Ama Resulullah’a verdiği söz gereği kılıcına sarılmıyordu. Ona “Gökte ve yerde Ebu Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur” demişti Allah Resulü.

O baskı ve servet kalelerine karşı çıktı. Onları eleştirdi. Ne zaman bir stoklanmış mal, baskıcı bir idare veya dünya sevgisine yönelme görse, bu sözlerini bayrak gibi açıyor, onlarla mücadele ediyordu.

HAKKI EZMEDEN BÜKMEDEN UYGULAYANLAR

İslam tarihinde yozlaşma yorumda başladı, birileri tavizden yana diğerleri tavizsizdi. Muaviye hazretleri ve çevresindekiler tavizden yanaydılar, çünkü mizaçlar hakkı tamamıyla kabul edecek safiyetini kaybetmişti.

Hz Ali ve taraftarları ise tavize yanaşmadılar, bu yüzden taviz ve duruma göre esnek davrananlar kazandılar. Hakkı ezmeden bükmeden düşünenler ve uygulayanlar gerilediler. Gıfar bunların yanındaydı, ama hakkın sürekli kulaklarında sedasının duyulmasından rahatsız oldu insanlar o da yalnızlık içinde yaşadı. Ama meşrebinden taviz vermedi.

HAKİKATİ YENİDEN İZAH ETMEK

Bediüzzaman’ın mücadelesi de buna benzer. Mesele yorumda değil hakikati izah etmekteydi. Hakikat yeni bir izaha muhtaçtı yoksa ezilmiş ve pörsümüştü. Skolâstik vadisinde kalan hakikatin yerini daha canlı ve seküler olan ilim ve şüphe almıştı. Bediüzzaman hakikatin önüne yığılan bu sedleri onu yeniden gözlem ve ilim ile izah ederek açtı ve hakikat güneşini gösterdi.

Bütün İslam dünyası uleması bir yana Bediüzzaman bir yana, İslam ve batı dünyasının maruz kaldığı yıkımı tek başına yeniden inşa etti.

Sadece İslam dünyasını değil kitaplı dinlerin dünyasını da yeniden imar etti. Bu tarihte görülmemiş bir tecdit ve imar hareketiydi. Bu yüzden Bediüzzaman’ın hakperestliği mevzi ve vakalar üzerine kurulmamış evrensel ve globaldi. Bugün eserlerinin din ve mezhep, ırk fark etmeksizin bütün dünyada yayılması, ilgi görmesi bu yüzdendi.

GELİR DENGESİZLİĞİ FİTNEYİ KIŞKIRTIYOR

En ciddi mücadelesi Muaviye Hazretlerine karşı oldu. O birçok İslam beldesine hükmediyor, insanlara hesapsız derecede mal dağıtıyordu. Şam’da birçok konut ve debdebeli saray vardı. Bu gelir dengesizliği fitneyi kışkırtıyordu. Fakir ve muhtaç insanlara dayanak noktası idi. Resulün en yakın arkadaşı ona izin verse fakirler o sarayları dağıtırdı. O zor anlarda hep sözü kılıca tercih etti, eleştirmenin ötesine gitmedi.

Şam’da Hz Muaviye ile karşılaştı, ona cesurca, eğilip bükülmeden, vali olmadan önceki serveti ile şimdiki servetini sordu, Mekke’deki evi ile Şam’daki sarayının arasındaki farkı soruyordu.

Ona ve çevresindeki debdebelilere “Allah Resulü’ne inen Kur’an’ın muhatapları sizler değil misiniz?” ve onlar adına cevap verdi. “Evet, Kur’an size hitaben indi. Ve siz onu Allah Resulü ile beraber müşahede ettiniz. Altın ve gümüşlerini hak yoluna sarf etmeyip biriktirenler için ayeti tekrarladı” Kıyamet günü o biriktirilen altın ve gümüşlerin üzerleri cehennem ateşinde kızdırılacak da bu mal toplayanların alınları yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak ve onlara şöyle denecektir. “İşte bu nefisleriniz için kasalara tıkıp sakladıklarınız. Artık topladıklarınızın acısını tadın bakalım.” (Tevbe 35)

DÜNYA MALI BİR EMANETTİR

Hz Muaviye ve yanındakilere ellerinde bulunan malları, saray ve konakları, ihtiyaçları miktarı hariç bir an evvel ellerinden çıkarmaları yolunda nasihatte bulundu. Hz Muaviye Hz Osman’a mektup yazıp, durumu anlattı. Hz Osman onu Medine’ye çağırdı. Hz Osman da onun uzakta tutulmasını istedi, Rebeze denilen mevkiye çekildi.

Halifeye karşı isyan bayrağı çekmek isteyenlere “Allah’a yeminler olsun ki şayet Osman beni en yüksek bir ağaca veya dağa asmak istese gene onun sözünü dinler, ona itaat eder, sabreder ve hüsnüniyet besler ve bütün bunların benim için hayırlı olduğunu düşünürüm.”

O hadisleri hatırlattı insanlara “ Dünya malı bir emanettir. Kıyamet günü bir utançtır, pişmanlıktır. Ancak ondan hakkı olanı alan ve verilmesi gerekeni veren kurtulur.”

Ebu Hureyre’yi bile servetinden dolayı eleştiriyordu.

Hayatı boyunca Allah Resulü ve ilk iki halifesinin sancağını taşıdı.

Kendisine Irak valiliği teklif edilince “Dünyayı üzerime asla salmayın” diyordu. Arkadaşı onun üzerinde eski bir elbise gördü ve “Bundan başka elbisen yok mu? Birkaç gün önce yanında iki yeni elbise görmüştüm “deyince, Ebu Zer “Ey kardeşimin oğlu O iki elbiseyi benden daha muhtaç birine verdim” diye cevap verdi. Arkadaşı Vallahi sen o iki elbiseye daha muhtaçsın” dedi. Ebu Zer bunun üzerine “Allah’ım bağışla! Arkadaşım sen dünyayı gözünde çok büyütüyorsun. Görmüyor musun üzerimde bir gömlek var. Ayrıca Cuma namazı için başka bir tane daha var. Sütünü sağdığım bir keçim, binebildiğim bir eşeğim var. Şu içinde bulunduğumuz halden daha üstünü var mı” diye cevap verdi.

Bediüzzaman Gıfari gibi yaşadı.

Bir avuç yemekle, bir çeyrek ekmekle günlerce idare etti. Sırtındaki cübbesinin asli parçası belli değildi, hayatında sıradan dahi sayılamayacak bir sadelik vardı. “Ben kalbime başka şeyler koymamışım” dedi ve öyle yaşadı. Onun kalbinde ibadeti ve davasından başka şey yoktu. Kimseden bir şey talep etmeden yaşadı.

Ölenlerin bir kabri, bir mülkiyeti onlara ait bir taş ile bir dikdörtgen toprak parçası mülkiyeti varken onun böyle kendinden sonra ona ait bir mülkiyeti de olmadı. Ona kabri de çok gördüler.

Ama o kalblerdeki yerini korudu ve kalbler üzerindeki hâkimiyeti her gün artmakta, dünyada mülkiyet sevdalısı olanlar, kalplerde mülkiyet edinemezler. Menfaati için başkalarına tahakküm edenler, Malik ül Mülkten bir şey elde edemezler.

Nasıl büyük peygamber ölünce zırhı rehinli ise Bediüzzaman öldüğünde de mülkiyet namına kayda değer bir şeyi yoktu. Ama “her kim kendini Allah’a mal ederse bütün eşya onun lehinde olur” sözünce bütün eşya onun lehinde idi. Bütün makul düşünen insanlar da.

PEYGAMBERİMİZİN EBU ZERE TAVSİYELERİ

O Peygamberimizden yedi şeyi almış ve uyguluyordu.
Miskinleri ve onlardan düşkün olanları sevmemi
Kendimden daha düşüklere bakıp, daha iyi durumda olanlara imrenmememi.
Kimseden bir şey istemememi.
Akraba ile ilişkimi sürdürmemi.
Acı da olsa hakikati söylememi.
Allah yolunda kınayıcının kınamasından çekinmememi.
Lahavle vela kuvvete illa billâh, sözünü çok söylememi.

Otoritenin sömürü aracı olarak kullanılmasına ve stoklamaya karşı çıkarak yaşadı. Çölde yanında bir uşak ve eşi bulunduğu halde öldü. Ona kefen olacak kadar bir bez bile yoktu.

İbn-i Mesut oradan geçiyordu, gördü Ebu Zer’i tanıdı. Ölünün yanına oturup ağladı ve Resulullah’ın onun hakkındaki cümleyi tekrar etti.” Ebu Zer’e Allah rahmet etsin

Tek başına yürür..
Tek başına ölür…
Tek başına diriltilir…

O ulaşılamayacak bir yükseklikte öteye gitti. Bizler ibret alalım diye böyle bir karakter Peygamberimizin övgüleriyle yaşadı ve gitti. Acaba onun gibiler kaldı mı ?

BÜYÜK ADAMLAR VE BÜYÜK ÜMİTLER

Bediüzzaman bütün ömrünce her olayda, hakikati söyledi. Nasıl iman esaslarını, Esma yı Hüsna’yı, eşya ve nesneleri, olayları, tarihi, Allah’ın kudretindeki tabiatı hakka ve hakikate göre izah ederek en mükemmel metin örnekleri ortaya çıkardıysa, yaşadığı dönemlerdeki bütün devlet adamlarına, ricale karşı hakikati söylemekten geri durmadı, hiç arkasına bakmadı. Birine dayanmadı, Allah’a dayandı, gariptir hiçbir zaman yenilgiyi tatmadı. En mağlub göründüğü anlarda bile büyük bir galibiyetin temelini attı ve onun üzerine dünyasını ve davasını inşa etti. Çünkü büyük adamlar büyük ümitsizlik anlarında büyük ümitleri inşa ederler, o da böyle bir insandı.

İstanbul, Ankara, Van, Isparta hayatındaki bütün kırılmalardan yeni bir felsefe ile çıktı ve kendini ve davasını yeni bir yapı ve boyutta ortaya koydu.

Her üç insan Peygamberimiz, Ebu Zer ve Bediüzzaman bir hakikatin peşinde onu korumak için hakperestane yaşadılar.

Prof. Dr. Himmet Uç

Gazab ile Tanıttırmak

Bediüzzaman Allah’ın kendini tanıttırmak için âlemin inşası ve güzelleştirilmesi, insana hizmet eden şeylerin gösterişli ve cazip olması, insanın kendinin de en güzel surette olmasını değişik yerlerde anlatır. İnsanın gözlerine ve onun arkasında aklına bu tanıtıcı ve sevdirici fiiller imanı ve ibadeti ona zorunlu hale getirir. İnsan iman ile tanımalı ibadet ile de sevmeli. Şayet bu tanımamak ve sevmemek umumi bir hal alırsa o zaman Allah sevdirmenin aksine kendini tanıttırmak için felaketler ve zelzeleler verir. Bediüzzaman’ın zelzele konusunda yaptığı açıklamalar Allah ‘ın bu felaket dili ile kendini insanlara tanıttırmak istediğini gösterir. Bediüzzaman ulûhiyet canibinden bakar olaylara, beşer canibinden değil.

Meselâ, bu âhirde, beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümâtlı isyanından, kâinat ve anâsır-ı külliye kızdıklarından ve Hàlık-ı Arz ve Semâvât dahi, değil hususi bir Rubûbiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecellî ile kâinatın heyet-i mecmûasında ve Rubûbiyetin daire-i külliyesinde nev-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyânından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri Kâinat Sultanını tanıttırmak için emsâlsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten zelzeleyi, fırtınayı ve Harb-i Umumi gibi umumi ve dehşetli âfâtı, nev-i insanın yüzüne çarparak onunla Hikmetini, Kudretini, Adâletini, Kayyûmiyetini, İrâdesini ve Hâkimiyetini pek zâhir bir sûrette gösterdiği halde; “(Sözler 160)

Beşerin isyanına karşı Allah daima insana dost yüzünü gösteren silahlarının düşman yüzlerine kullanır. Su, hava, elektrik, zelzele, fırtına, umumi harp onun insanlığa kendini tanıttırmak için yaptığı zorunlu tanıtma tavırları ve fiilleridir. Allah’ı tanıttırma işinden bir sürelik vazgeçen Hz. Yunus’a nasıl hava, deniz, gökyüzü ve balık düşmanken birden dost yüzlerini gösterir onu kurtarırlar.

Ebedi Hayatın Zelzelesi Çok Daha Ciddi

Aşağıdaki ifadede ise İkinci Dünya Savaşının insanlığa getirdiği zarardan çok Osmanlıdaki tahribatı zararlı görür. Osmanlıdaki bozulmayı baki saadetin ve ebedi hayatın zelzelesi olarak yorumlar. “İkinci Harb-i Umûmi, beşere ettiği tahribât-ı azîme, gerçi çok geniştir; fakat, hayat-ı dünyeviyeye ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde, Osmanlıdaki tahribâta nisbeten dardır. Osmanlıdaki mânevî zelzele hayat-ı ebediye ve saadet-i bâkiyenin zararına bir tahribat ve bir zelzele-i mâneviye-i İslâmiye, mânen o İkinci Harb-i Umûmiden daha dehşetlidir.“(Münazarat 148)

Osmanlı kurumları ile dine karşı her zaman saygılı bir yapı kazanmış ve İslam dininin mekânlarına, onun temsilcilerine Peygamberimizden itibaren sahip çıkmış, onların sözlerini, mekânlarını ve davalarını devam ettirmiştir.

Onun büyük bir şer grup tarafından dejenere edilmesi ikinci harbi umumiden daha büyük bir zelzeledir. Böyle anonim bir tanıma ve sevdirme faaliyetini kendine gaye eden, ilayı kelimetullah bekçisi olan Osmanlının bu özelliğinin yıkılması da yine büyük bir tahribat ve zelzeledir. Tanıtmadan vazgeçilmesi felaketleri getirmiştir.

Kur’an’ın Çok Ciddi İkazları

Bediüzzaman tanıtma ve sevdirme fiillerini kâinat ve arz gözlemlerinden hareketle ifade eder. Haşir, Ayet ül Kübra, Münacat risalelerinde gösterme ve tanıtma konusunda yoğunlaşır. Kur’an’dan hareketle tanıtma, gösterme, sevme sevdirmenin dışına çıkan bütün bu eylemleri görmezlikten gelen serkeşlik ve inatçılık yapan insanları korkutur ve tehdid eder. Çünkü olumlu görüntüler ve nimetler karşısında tanıma ve tapınmadan kaçan insanları zelzele ve kahredici olaylarla ikaz eder.

Ya maşerelcinni vel ins inistatatüm en tenfüzü min aktarissemavatıi vel ardi fenfüzü latenfüzüne illa bi sultan. Febieyyi alai rabbiküma tükezziban . Yürselü aleyküma şuvazün minnarin ve nühasün fela tentesiran. Febieyyi alai rabbiküma tükezziban. Velekad zeyyennessemaedünya bimesabiha vecealna ha rücumen lişşeyatin.“Ayetlerine dinle bak ki, ne diyor? Diyor ki

Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannit olan ins ve cin

Emirlerime itaat etmezseniz haydi elinizden gelirse hudud-ı mülkümden çıkınız” Nasıl cesaret edersiniz ki öyle bir Sultan’ın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler.

Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelal’e karşı mübareze ediyorsunuz ki; öyle azametli muti askerleri var; faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler.

Hem küfranınızla öyle bir Malik-i Zülcelal’in memleketinde isyan ediyorsunuz ki cünudundan öyleleri var; değil sizin gibi küçük aciz mahlûklar, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvvü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar.

Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki onunla öyleler bağlıdır; eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreler misillü yıldızları üstünüze Allah’ın izniyle yağdırabilirler” (Sözler 405)

İşte tanıttırmaya güzelce iman etmeyip karşılık vermeyen, nimetleri ile sevdirmeye karşılık ibadetle sevip karşılık vermeyip isyan edenlere Allah zelzele ve felaketlerle ve Kur’an’ın dili ile ve nesneler ve olaylar askerleri ile cevap veriyor, tehdit ediyor. Beşer her halükarda iman ile tanımalı ve ibadetle sevmelidir, yoksa dünyada felaket ve tehditlere uğrar, olmazsa ahirette cennet ile tehiri mümkün olmayan ceza alır.

Prof. Dr. Himmet Uç

Görsel İtikad ve İbadet Okulu: Risale-i Nur Dershanesi

GÖRSEL BİLİM VE İTİKAD OKULU

Romantizm olayları tasvir ederek insanları etkiledi, kahramanlar hayattan bir oranda kopmuş olağanüstü kişilerdi. Hugo ile bu akım doruğuna ulaştı, en olmaz anlarda büyük işler başaran bir kahraman ortaya koydu Hugo, Janvaljan tipi ile. İnsanlar bu kadar olağanüstü bir insanı bir süre sonra yadırgadılar, bilime paralel olarak Realizm doğdu.

Flaubert romanlarında görmediğim yeri anlatmadım dedi,

Madam Bovary büyük araştırmalar yaparak romanını yazdı, roman adeta görsel bir romandı. O kadar ayrıntılı olarak kaleme alınmıştı. İnsanları da gerçek hayatın içindeki insanlardı.

Bu akımdan sonra romancılar her şeyin aslına sadık kalarak özellikle görselliği ve dramatizasyonu öne alarak eserler yazdılar, Gongour Kardeşler,

Zola bu konuda daha ileri gittiler.

Romanın bu vadiye gelmesinde o dönemin bilimsel gelişmelerinin tesiri vardı.

Claud Bernard’ın görselliğe dayanan hekimlik kitabı Zola’yı tecrübî roman yazmaya itti.

Öyle ki Zola bir hekim gibi hem gördüğünü, hem de irsiyeti esas alan romanlar ile insanları bir laboratuar nesnesi gibi yorumladı ve görsel romanlar yazdı.

BEDİÜZZAMANIN ASRI VE GELECEĞİN İHTİYACINI TESBİTİ

Bediüzzaman çağın görsellik asrı olduğunu görüyordu, batıdaki ilmi araştırmalar insanın gözünü bütün değerlerin ölçüsü haline getirdi, insanlar görmedikleri şeylere inanmadılar. Özellikle Bediüzzaman’ın Tabiiyyun dediği Natüralistler insanı da tabiat gibi göz ile bağlantılı izah ettiler, Bolşeviklik ve onun manevi yönleri tamamen görsellik üzerine kuruldu.

Namık Kemal’in deyimi ile “lemsi ve müşahedesi nakabil olan şeyleri” insanlar inkâr ettiler.

İlim, anlatı yani roman, tamamen görsel bir dünyaya esir olunca Bediüzzaman her zaman her anlattığı şeyi görselleştirmek suretiyle dini, basarî bir din haline getirdi. İfadelerinde tasavvufi bahisleri izah etmek istememesi asrın görsel itikadı şablonuna aykırı olmasındandı. O meselelerin hakikatlerini realitelerini ortaya koydu.

HAŞİR RİSALESİNDEKİ ÖRNEKLER

Bediüzzaman’ın seçtiği anlatım tarzlarının anlatı tarihinde büyük bir zihnin dolaşıp en ideal anlatıları ve biçimleri seçtiği görülür.

Biz sadece doğan çocuğa bakıyoruz ama onun doğuş öncesinin, oluşum sürecinin ayrıntısından haberimiz yok.

Bir Haşir risalesi kaleme alınırken seçilen görsellik ve karakterolojik yapı ne kadar uzun bir seçme ve ayıklama ve ifade etmenin sonucudur.

Eserde anlatılan her şey görsel bir yapıda anlatılır.

Gösterdiği asar ile şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki
bedaheten gösteriyor
büyük bir celal ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor
rububiyetinin saltanatını gösteren
görünüyor ki
görmüyor musun ki
gösteriyor ki
gösterir
mizan ile iş görüldüğüne
nihayetsiz bir adalet elini gösterir
adl ve hikmeti gösteriyor
aktar-ı alem sergilerine bak
işte bak
Haşir risalesinde böyle yüzlerce bakmaya ve görmeye endeksli ifadeler var. Bediüzzaman gözünü yanına alır aklı ile birlikte dolaşır sürekli bir konuyu bu ikili arasında tartışır ve sonuca varırlar.

BEDİÜZZAMANIN ANLATIM ARAÇLARI

Melekler, Allah, ibadet, haşir, namaz tamamen görsellik üzerine kurulmuş yorumlardan sonra varılan bahislerdir.

Ölüm ile ilgili örnekleri tiyatro sahnesi gibidir.

Asrın modern anlatım kalıpları olan tiyatro, sinema ve roman, hikâye Bediüzzaman’ın anlatılarını yüklediği ama onları bizim yapımıza uyarladığı anlatım araçlarıdır.

Münazara, muhakeme, musahabe, diyalog, monologlar tamamen görsellik üzerine kurulmuştur.

Bediüzzaman’ın görsellik üzerine kurulan itikadı, yorumları birkaç doktora tezi olabilir.

Namaz bahsinde celal, kemal ve cemal gibi tanrısal görünümleri, fiziksel durumlardan hareket ederek kişiyi hayalen, zihnen ve fikren namaza hazırlar.

Bu yüzden Bediüzzaman çoğunlukta görselliği esas alan bir din ve itikad ve yorum dershanesi açmıştır.

Ayet ve hadislerin zorunluluğu ile tabiat görüntülerinin zorunluluğu arasında paralellikler kurar ve bunu temin ettikten sonra sonuca varır.

ZEHİRLİ BÖCEK ELİYLE VERİLEN ŞİFALI BAL

Mesela ikinci hakikatte kerem ve rahmeti görsellikle ifade eder.

Mesela, Bahar mevsiminde Cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüs misal libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip, hizmetkâr ederek, onların latif elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit, en tatlı, en musanna meyveleri bize takdim etmek,
hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı, en tatlı balı bize yedirmek,
hem en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek,
hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak, ne kadar cemil bir kerem, ne kadar latif bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır” (Sözler. 70)

Kerem ve rahmetini göze hitap eden bir realist tablo gibi anlatır.

Evet görsel ve akli itikad ve ibadet mektebi, Nur dershanesi.

Prof. Dr. Himmet Uç

Eğitim Çalıştayı 1. Sorusu

Dershane-i Nuriye (Medrese-i Nuriye) kavramları size neler çağrıştırmaktadır?

Risale-i Nur Dershanesi, başladığım günden bu güne kadar geçen zaman içinde, zihnimde sürekli gelişen bir yapı kazandı. Çok yönlerden bakılabilir bu mekana.

HAYATIN İÇİNDE VE DERSTE OLMA

Ben bir veya iki yönüne dikkat çekmek isterim.

Osmanlı medrese sistemi talebenin bir noktaya odaklanmasını sağlamak üzerine kurulmuştur. Bir öğrenci ne kadar dışarıdaki hayattan kopabilirse zihninin ve fikrinin ambarını doldurabilir. Şayet hem hayatın içinde, hem de dersin içinde olmak isterse, kişilikte parçalanma oluştuğu için kendini toparlayamadığı gibi bilgilerde de kopukluk olur.

Üniversite anlayışı, lise, rüştiye ve saire ise öğrenciyi gençlik ve zevklerin girdabından kurtaramadığı için yüzeysel bir bilim eğitimi almayı doğurur.

Biz zihnimizi ve fikrimizi korumak için pencereleri bile kâğıt ile kapatırdık. Çünkü insan kesretten zihnini vahdete döndürmesi için bir noktaya odaklanması gerekir.

Günlük hayatta bir noktaya odaklanıp yürümek ile medresede bir hedefe odaklanmak kişiyi toparlar, zihnin melekelerinin vahdetini korur, duygularını çağıran harici tesirlerden kurtarır ve zihninde tam bir vahdet oluşur. Böyle bir zihni yapı, kalite olarak düşük de olsa kendini dağıtmadığı için metne nüfuz eder, kendini toparlar, hafızayı dağılmaktan korur velhasıl her yönden bir yoğunluk kazanır.

BOŞBOĞAZLIKTAN KORUNMA

Bediüzzaman hayatın hay huyundan kurtarmak için kapalı ve kişiyi içine dönük imar etmek için hariç ile mümkün mertebe az uğraşan bir insan tipini ister. Siyasi, içtimai, gündelik konulara, “boğazlar meselesinde boşboğazlık” yapan bir insan tipine izin vermez.

Bir gün otomobil ile giderken, yolda bir kalabalık görür ve; “Zübeyir hele bir bak ne var orada?” o da gider bir bakar ve geri döner. “Üstadım bir şey yok.” “Zübeyir eğer bir dakika dursaydın seni kovardım” der. Zübeyir Ağabey, bir siyasi konuda çok bilgi verince “Seni kovacağım.“der. “Ben Risale-i Nur ile iktifa ettim, siz de iktifa etmelisiniz.” derken, zahiren bir yasaklama gibi görünürse de kişinin kişiliğini ve bilgi dağarcığını doldurması için böyle bir yasaklama zorunlu olur. Bu marksizmde de böyledir, teoriyi iyice belirleyene kadar kişi başka kitaplara yasaklanır, ama temel belirlendikten sonra ne okusa zarar vermez. Ama bu belli bir dönem için gereklidir.

Bana hocam, elimde velilerin hikmetleri ile ilgili bir kitabı görünce, “Himmet efendi sana nurlar yetmiyor mu demişti?” Ben sonradan bunu anladım. O yıllarda kazandığım direnci bütün ömür boyu kullandım ve kullanmaktayım.

Risale-i Nur dershanesi bir sünnet-i seniye zırhıdır, bir kaledir, kişi orada kendini, dinini, ilmini, kişiliğini, basiretini, hafızasını, hayatını daha birçok şeyi geliştirme çağında korur. Orada okunan derslerin ve kitapların getirdikleri ise, ayrı bir konu gerektirir.

Ben kişinin kendi ile yalnız kalması üzerine kurulan psikanalitik başarı konseptine uygun düşündüm.

BEDİÜZZAMANIN İNSANI KUTARMA METODU

Bediüzzaman anlatılmaz bir büyük inşacı. Bunun çok yönlü yorumu yapılmalıdır. Bediüzzaman’ın yaptığını anlamak için dünya eğitim ve bilgi tarihinin akışını iyi bilmek gerekir. Böyle bir dalalet asrı, bid’aların istilası, fesad-ı ümmet zamanında Bediüzzaman insanı kurtarmak için böyle bir metodu inşa etmiş.

Medrese modelinin ayrıntısı önemli. Bu bir araştırma konusu, daha sonra bazı nev jön gruplar yeni bir uygulama getirmişse de kemiyet olsa da keyfiyet yetersiz olmuştur.

BİLİMSEL ARAŞTIRMALAR YAPILMALI

Bizim eğitim ve edebiyat tarihimizde okuma saati kavramını Mithat Efendi Hazretleri bir defa başarmış ve okuma saatleri getirmiştir evlere. Bediüzzaman ise çok daha farklı ve geniş bir kapsam getirmiştir. Bence bunun bir sempozyumu yapılmalıdır, Risale-i Nur Dershanesi bir eğitim modeli olarak.

Ama bunu, -hep aynı şeyleri söyleyen kusura bakmasın,- arkadaşlarımızla birlikte bu işi bilimsel, sosyolojik, psikolojik, eğitim tarihi sürecinde insanlarla yapmalıyız. Kendini yetersiz görmek güzel bir şeydir. İnsan öğrenir, konunun arkasını önünü karıştırır ve gelişir. Hep aynı metinlere karşılaştırmasız bakan zihin yeniliği göremez. Dolayısı ile başka ilimlerden imdat alarak bakmak zorunluluğu vardır.

Prof. Dr. Himmet Uç

Tanımak Ve İbadetle Sevmek

Bediüzzaman tanıttırmak fiiline

Onuncu Sözde başka bir keyfiyet kazandırır. İnsana verilen kabiliyet Allah’ı tanımaya yeterli bir kabiliyettir, o kabiliyet kainat ve yeryüzündeki masnuat, sanatlı canlıları ve evrende her şeyin yerli yerine yerleştirilmesinden tanıttırmak isteyeni tanıyacak bir ağırlıktadır. Bunu anlatır Bediüzzaman.

Evet hiç mümkün müdür ki insan umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini t a n ı t t ı r s a , mukabilinde insan onu i m a n ile tanımazsa.” (sözler 71)

Demek tanımak iman demek.

Daha sonra tanıtmanın arkasından sevdirme geliyor. “ Hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse , mukabilinde insan ibadetle kendini ona sevdirmese…”(sözler 72)

Rahmetin süslü meyveleri sevdirmeyi, ana karşılık da sevmenin şekli i b a d e t l e sevmek.

Tanıtmak—iman Sevdirmek –ibadet

Bediüzzaman görsel bir din ortaya koyuyor.

Her şey âlemden yapılan gözlemlerle ortaya konuyor. İbadetle sevmenin arkasından, muhabbet ve rahmet karşılığında, şükür ve hamd ve hürmet geliyor.

Hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamdle ona hürmet etmese, cezasız kalsın, başıboş bırakılsın. O izzet ve gayret sahibi Zat-ı Zülcelâl bir dar-ı mücazat hazırlamasın”(Sözler 72)

Tanıttırmak, sevdirmek, muhabbet ve rahmet, bu üç şey mukabillerini bulursa insan ebedi bir saadeti hak eder.

Tanıttırmaya karşı — iman

Sevdirmeye karşı– ibadet

Muhabbet ve rahmete karşı – şükür ve hamd

“Hem hiç mümkün müdür ki O Rahman-ı Rahimin kendini tanıttırmasına mukabil, i m a n ile t a n ı m a k l a ve sevdirmesine mukabil i b a d e t l e s e v m e k, ve sevdirmekle ve r a h m e t i n e mukabil şükür ve hürmet etmekle mukabele eden müminlere bir dar-ı mükafatı , bir saadet-i ebediyeyi vermesin . “(Sözler 72)

Tanıttırmak- iman, sevdirmek – ibadetle sevmek- muhabbet ve rahmet- şükür ve hamd

İnsan ne kadar ibadet ederse Allah’ı o kadar sever, ibadeti ile sevgisi doğru orantılı, ibadet ne kadar zayıf ise sevgi de o kadar zayıf. Demek Hz Muhammet ibadetten ayakları yara oluyorsa bu bir sevgi tezahürüdür, herkesin sevgisi ibadeti kadardır.

Allah kendi sanat eserlerine insana açıp ona kendisini tanımasını hissettiriyorsa o da iman ile tanımalı, imanı çok olan çok tanır, az olan az tanır. Ne kadar iman o kadar tanıma.

Allah seviyor sevdiğini nimetleri ile gösteriyor, kul da seviyorsa ibadetle göstermeli

On Birinci sözde tamamen görselliğe ve eylemlere dayanan bir okumalar ve sorumluluklar zinciri vardır.

Bediüzzaman kâinat kitabı ile Allah’ın kitabı arasında müşterek okumalar gerçekleştirir, natüralistlerin boğulduğu tabiatı Allah’ı anlatan kutsal bir metne dönüştürür.

“Ey ahali şu kasrın meliki olan Seyidiniz bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımağa çalışınız.

(Demek gösterme , izhar , ve yapma tanıtmak için , insan da onu g ü z e l c e tanımalı. Çünkü yapılanlar güzeldir, karşılık da güzel olmalıdır. )

Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun sanatını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz.

(Süslemek sevdirmek içindir, süsü seyreden ve süsten anlayan estetik donanımlı insan bu güzellikleri takdir etmeli ve beğenmeli. Takdir ve istihsan sanat terimleridir., bir sanatçıyı takdir ve beğenmek , asıl sanatçı olan Allah’ın sanatlarını beğenmek, tanımak ve takdir etmek ve sevmek insanın ince bir zihinsel faaliyetidir.

Aynı sözün devamında görsel olarak yapılması gerekeni anlatır. Allah’ın sanatlarını kâinat galerisinde seyrederek ona karşı tavırlarını ortaya koyarlar. Sanatsal bir faaliyettir onu tanımak ve takdir etmek, bütün terimler sanatın terimleridir.

O Sani-i Zülcelâl’ın kendi sanatının latiflerini, harikalarını, antikalarını, sergilerde teşhirgah-ı enamda neşrine karşı “ Maşallah” diyerek takdir ederek, “ Ne güzel yapılmış” deyip istihsan ederek, “Barekallah “ deyip müşahede etmek, “Amenna “ deyip şehadet etmek geliniz bakınız hayran olarak “Hayyalelfelah “ deyip herkesi şahit tutmakla mukabele ettiler. “ (Sözler 138)

Prof. Dr. Himmet Uç