Etiket arşivi: Himmet Uç

Nesneleri Karakterize Etme ve Bediüzzaman

Kâinat canlı ve cansız varlıklardan oluşur. Klasik bir öğretidir, canlı ve cansız varlıklardan oluşan kâinat sözü. İnsan ruhuna ve aklına gıda sunmayan bir maksatlı öğreti cümlesidir.

İnsan günlük hayatında nesnelerle ilişkiler içindedir. Ceketini giyer, ayakkabısını giyer ve arabasına biner gideceği yere, otomobilinin camından bakarak gider, okulun merdivenlerinden çıkar, odasına girer.

İnsan yalnızlaştırılmış ve kendisi ile birlikte olan, kendi haz duvarlarını aşamayan bir varlık mıdır?

Yoksa etrafındaki canlı cansız bütün nesnelerle ruhsal ve bedensel irtibatları olan bir varlık mıdır?

İNSAN ve EŞYA

İnsan hem hayatını kolaylaştıran aksesuarlarıyla irtibatlıdır, hem de içinde yaşadığı kâinatla, ayrıca üyesi olduğu aile, mahalle, şehrin hayatı ile alakadardır.

Batı sanatı insanın eşyaları ile olan ilgilerini tiyatro, roman ve resim gibi sanat türleri ile ifade etmiştir. Eşyalar insanları hayata bilerek bilmeyerek bağlarlar. Yeni eşyaları alırken farkında olarak mutlu oluruz, ama bu mutluluk kısa bir süre sonra cilasını kaybeder, yeni ve kısa süreli eşya mutluluğu kendini gösterir.

Bizim geleneksel İslam kültüründe eşyalar sınırlıdır.

Medeniyet insanın ilişkiler ağını eşyalarla işgal etmiştir, insanın bedenine hizmet eden eşyalar ile zihnine hizmet eden kültürel eşyalar farklıdırlar. Tasavvufta bir lokma bir hırka bir yoksulluk değil, insanın efkârını eşyalara ve çevreye dağıtmaması için onu toplama işlemidir. Bir lokma, bir hırka lâilahe illallah demektir, Allah ve ilahlar ve la. İnsan ve en zaruri şey lokma ve hırka.! Bedeni sınırlama ruhu sınırlamadır, sınırlama üretken bir durumdur. Eşyalarının tanzimi ile uğra şan ruhunu tanzim edecek vakit bulamaz.

Savcı Bediüzzaman hapisteyken yanındakilerden birine sorar, bu adamın ne kadar parası var, neleri var biliyor musun? O da “ onun Kur’an‘ından başka bir şeyi yok ki “ der. “Ben kalbime başka şeyler koymamışım “der. Onun dünyevi şeylere ilgisi yoktur. “Çoluk çocuk gibi beni dünya ile bağlayan alakalarım da yok” der. O insan eşya ilgilerine “kalbini bağlamak “ der. İnsanın eli bağlı olunca nasıl iş göremezse, eşyalar ile bağımlı olan insanın da kalbi iş görmez. Ne kötü şey kalbini bağlamak! Kaybettiğimiz şeyler kalbimizi bağlayan iplerin ondan ayrılma acısının ağlamaya dönüşmesidir. Sadelik ruhun rahatı içindir. Çok renklilik insanın kendini hayatın objesi durumuna getirir.

İDEAL ve HEDEFLER

Bediüzzaman “gaye-i yi hayal olmazsa ezhan enelere dönüp etrafında gezerler diyor” Bu psikanalitik bir sözdür. İnsanın hayalinin bir gayesi olması gerekir, eğer yoksa o insan kendine döner kendi hayatının sıradan ayrıntısını gaye haline getirir.

Macellan’ın yeni iklimler keşfetmek isteği kendini aşmasıdır, kendi ile meşgul olsaydı, kendi içinde bağlı kalırdı.

“Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem “ diyen adamın hayalinin gayesi ortadadır.

Kalbini eşyalara bağlamak ne kadar sefil bir kelime onun için.

Hayalinin gayesi olmayan insanlar hafta sonlarını market market dolaşarak kısa süreli eşyalar izdivacı gerçekleştirdiğini görürsünüz, ne kadar da mutludurlar. Mutluluk olmadığını fark etmek zor şey.

Annem cenaze yıkamaya lastik ayakkabılarla gider, şatafattan hiç hoşlanmazdı. Mevlitlerde, cenazelerde söylediği gazellerle kendinden geçer, ben küçükken dizinde otururken çok hayretime giderdi. Ne kadar kendini bırakırdı, etrafındaki arkadaşları gazelin heyecanı ile delilirdi, ağlamalar, haykırmalar ne güzel günlerdi bu uhrevi sinemayı seyretmek.

Ne ruhtu Allah’ım televizyonu açık olan eve girmezdi.

Bir gün hatme kurarken bir türlü hatme kurulmaz, evin sahibine kız bu evde bir tuhaflık var der, meğerse evin beyi annemin gazellerini duymuş, dinlemek istemiş, o da hissetmiş, Evin hanımı beyini dışarı kovmuş “ Ben sana demedim mi hisseder “ diye, söylenir.

Bediüzzaman eşyalar ile arkadaş gibidir, onları garip , sahipsiz , şu koca kainatın içinde gurbette gibi görmez. İki taşı alır “ bakın hiçbiri birbirinin aynı değil “ der , sıradan taşların bile karakter özellikleri olduğunu söyler. Kendisini aydınlatan flüoresanların çöplüğe atılmasına bile isyan eder, bir çay kaşığına vefa gösterir, kırıldığı için çöpe atılan o kaşığı buldurur ve lehimlettirir, “insan oğlu çok nankör der”

KÂİNAT PİYANOSU

Bediüzzaman’ın eserlerinde eşyalar Tanrısal senfoniye her biri kendi misyonu ile katılırlar.

Necip Fazıl Senfonya şiirinde kainatı bir piyanonun çeşitli tuşlarından oluşan bir birliktelik olarak görür.

Bediüzzaman bütün kâinatı bir piyano gibi görür ve onların her bir tuşundan bir mana çıkarır ve hepsinin nasıl tevhid senfonisinden hissesi olduğunu anlatır.

Pencereler risalesi bu büyük piyano resitalinin en büyük bestelerinden biridir.

Birinci ve İkinci pencere eşya kelimesi ile başlar. “Bilmüşahade görüyoruz ki, bütün eşya hususan zihayat olanların pek çok muhtelif hacatı ve pek çok mütenevvi metalibi vardır. “ Eşyaların piri biz, bizim isteklerimiz ile ihtiyaçlarımız arasındaki ilişkiliyi anlatıyor.

İkinci cümle daha harika “ O matlapları, o hacetleri ummadığı ve bilmediği ve eli yetişmediği yerden münasip ve layık bir vakitte onlara veriliyor, imdada yetiştiriliyor”

İkinci Percere’de eşyanın biçimlenmesindeki manevi ve maddi dikkati anlatır. O eşyanın insanın mülkiyetine girmesinin boğucu hazzını değil, onu biçimlendiren Allah’ın biçimlendirmesini nazara verir.

İşte eşyayı bize hizmetkarlıktan azledip, Allah’ın hizmetine sokmak , onu tiplikten, karakterliğe çıkarmak budur.

Boyacı rafındaki boya karaktersiz, ama bir ressamın fırçasından bir bezin üzerine akarsa olur karakter.” Eşya vucut ve teşahhusatlarında nihayetsiz imkânat yolları içinde mütereddit, mütehayyir, şekilsiz bir surette iken, birdenbire gayet muntazam hakimane öyle bir teşahhus vechi veriliyor ki “ Vücut ve teşahhusat eşyanın şahsiyet, karakter olmasıdır. Çünkü bütün eşya birbirinden özellikleri ile ayrılıyor, bu karakterleştirmek.

Üçüncü pencerede yine eşyadan nebatat ve hayvanat ordularından bahseder. Nasıl yüksekten bakıyor , ne kadar üst bir pencereden bakıyor. Erzak, suret, silah , libas, talimat, terhisat gibi bu büyük eşya ordularını nasıl kaotik olmadan çıkarıp bir sıraya dizer.

Gelin fenomenologlar bakın eşyaya nasıl bakılır.
Dördünce de canlıların duaları söz konusudur.

NAKIŞÇI MAHARETLİ BİR USTA

Beşinci yine eşya ile başlar, daha sanatlı ve daha dikkatli bir gözlemdir bu pencere . “Görüyoruz ki (biz mi üstadım sen görüyorsun) Eşya hususan zihayat olanlar(hepimiz eşyayız) defi ve ani bir surette basit bir maddeden çıkan şeyler , gayet basit, şekilsiz, sanatsız olması lazım gelirken , çok meharete muhtaç bir hüsn-ü sanatta , çok zamana muhtaç ihtimamkarane nakışlarla münakkaş, çok alata muhtaç acib sanatlarla müzeyyen , çok maddelere muhtaç bir surette halk olunuyorlar. “ Sanat kelimesi ne vazgeçilmez bir kelime .

Çok meharete muhtaç bir hüsn ü sanat/ Bir şeyin sanat olması için meharet, beceri ve ustalık gerektirir. Demek yapan Sanatcı

Çok zamana muhtaç ihtimamkarane nakışlarla münakkaş /Nakış derinlikli bir sanat türü, ihtimam gerektirir hem de çok zamana muhtaç, bir seramiğin üzerine bir motif çizmek nakış, günlerini alır seramikcinin. Bu nakışları nakşeden elbette büyük bir Nakkaştır.

Çok alata muhtaç acib sanatlarla müzeyyen / acib sanatlar görülmemiş farklı sanatlar ile müzeyyen süslemiş onları bu da yine süsleyiciyi gösterir. / Bunlar sanat felsefesinin önemli konuları Bediüzzaman onları Alah’a uygulayarak beşeri sanatı dalalet yorumlarından tevhid yorumlarına çağırır. Nerdesin Selvador Dahi , v s

Çok maddelere muhtaç . Dördüncü ise çok maddelere muhtaç olma, onlar da bir sıra ile gelir ve yerlerini alırlar.

Bütün pencereler risalesi eşya parantezinde yorumlanmıştır.

TEVHİD DÜNYAMIZA NURANİ KATKILAR İÇİN YENİDEN BAKMAK

On ikinci Pencere ‘de yine cümle eşya ile başlar, bu sefer eşyaların kalıplarını biçim teorilerini anlatır. Ünlü bir marksist Marksizm ve Biçim diye bir eser yazmış, Bediüzzaman ve biçim diye bir eser yazılacak ama biz öldükten sonra. Yine bir marksist Lukac üç cilt estetiği için elli yıl çalışmış, ortaya bir Marksist estetik çıkarmış.

Bediüzzaman ve estetik yine biz öldükten sonra yazılacak, okuyalım arkadaşlar Allah bize İkra bismi rabbikellezi diyor, okuyalım sonra bakalım Bediüzzaman’a . On ikinci pencere’nin anahtar kelimeleri kalıp, suret, biçim , hudut’tur. Eşyanın suretlerinin k a d e r d a i r e s i n d e çizildiğini ve k u d r e t d a i r e s i n d e de giydirildiğini anlatır. Koca bir kitap bir paragraf.

On üç, On Dört, On beş her şey kelimesi ile başlar o da eşya demek. Deha bakmaz diyor yeniden keşfeder, Bediüzzaman bizim yanımızda yöremizde yer alan eşyalara yeniden bakar, eşyaların Kristof Kolombu, onları birden yeniden keşfeder. Kur’an da Allah “ Siz hala deveye bakmadınız mı ? “derken bizi halanın ironisine hapseder ve deveyi yeniden keşfetmeye çağırır.

Ayet ül kübra’nın ve Münacaat risalesinin eşyaları bizim tevhid dünyamıza nurani katkılar sunarlar. Yirmi Birinci Pencere‘de dünya sinemasının başrol oyuncusu güneşi anlatır. Nasıl bütün bu tanrısal sinemanın norm kişilerini biçimlendirdiğini ve sahneye hazırladığını yorumlar. Güneş ve arkadaşları olan büyük oyunculara dikkat eden dünya sahnesinde Bediüzzaman Otuz İkinci Pencere de Kainat denilen bu büyük ilahi oyunun en büyük karakteri olan Peygamberimizi anlatır. O “güneşler güneşidir” O gayet parlak, pek büyük ve çok nuranidir. Otuz üçüncü pencere piyanonun toplu yorumudur. Bütün bu eşyalar Kur’an penceresinden görülmüştür. Çünkü o”gayet parlak, nurani bir pencere-i camiadır”.

İşte eşyaları tanrısal karakterlerine çeviren bir büyük kalem ve göz: Bediüzzaman.

Prof. Dr. Himmet Uç

Kur’an ve Roman

Romanlarda tipler vardır, karakterler vardır.
Tipler insanların zaaflarını ve sıradan
ihtiyaçlarını kendilerine gaye edinen,
paradan, menfaatten, ziynetten, karşı
cinsten hoşlanan insandır, bu bütün
insanların ortak tarafıdır.

Tipler sıradan kişilerdir, bütün dünya romanı tiplerden oluşur, romanın bir de karakterleri vardır. Onlar özellikleri ile sıradan, alelade insanlardan ayrılırlar.

Hugo’nun karakteri belediye başkanı olduğu şehirde bir sıradan adamın mahkemesine katılır, adam hırsızlıkla suçlanmaktadır, belediye başkanı hırsızın o değil kendisi olduğunu söyler, birden sıradan ve adi bir hırsız derecesine düşer. Ama o sıradan da olsa bir garip adamın suçunu işlemiş bir adamın bunu kabullenmesi gerektiğini söyler, yıldızlardan yere düşer.

İslamın büyük romanları yazılmamış, kenarda köşede romanları vardır. Halit bin Velid, ona ashab “Kendi uyumayan ve başkasını uyutmayan adam” demişler, kendi bir yana atı bile karakter.

Öldüğünde Cenab-ı Ömer mezarı başında ağlarken uzaktan bir at sesi duyulur, dört nala bir at gelmektedir mezara doğru, mezarın başına gelir başını göğe kaldırır ve haykırır, sonra başını indirir insan gibi ağlar, ne sahne ama. Nerede bu sahnenin romanı?

Aynı adam düşman kumandanına “Sizin hayatı sevdiğiniz kadar, ölümü seven askerlerim var” der. Hz. Ömer “Anaların Halid gibi birini doğurmak şansı yok” der.

Bütün hayatı sıradanlıktan eser olmayan bir insan. Nerde onun romanı, nerede ashabın romanı nerede, bu büyük ruhlu insanların, ruhları kıyamete kadar güneş gibi kirli kalpleri yıkayan adamların romanları.

Büyük Umutlar Romanı

Mekke’de orta okul çocukları gördüm, ellerinde Kur’an ve bir de Dickens’in , İngiliz romancısı Büyük Umutlar romanının İngilizcesi , bizim İngiliz dili öğrencilerimizin okuyamadığı İngilizce romanlar. Kitapçıya sordum neden Dickens, dedi ki Dickens muhafazakar ve dine saygılı bu yüzden burada onun romanları okunuyor, okutturuluyor Peygamberin beldesinde İngiliz romancısı.

Bediüzzaman beş yüz senedir yattığınız yeter derken , her yönden yattığımızı söylüyor. Bu “nevi beşerin yıldızları olan” insanların romanını yazmamışız, Namık Kemal “Hugo olmasaydı ben olmazdım” diyor. Neden intibah ve Cezmi gibi iki roman yazdı da, asrı nurani, peygamber asrının insanlarının romanını yazmadı, güneşi arkasına alıp mumların arkasına giden aydınlar.

Hilmi Yavuz, Kur’an ve Roman diye iki yazı yazmıştı, bunları okurken roman konusunda ne söyleyecek diye düşündüm, baktım onun bakış açısı değişik.

Karakterler ve tipler

Kur’an ve mukaddes kitaplar dünya romanının atası. Çünkü Kur’an’da da karakterler ve tipler, kötü adamlar oppozite menler var. Kur’an da da gerilim var, firavun ile Hz. Musa arasındaki gerilim, inkarın ve yanlış bakış açılarının temsilcisi olan yerine göre tip, yerine göre karakterler var, onlar küfrü idare ediyor, peygamberler ise imanı. Dolayısı ile Kur’an’ın bir anlatı metni olarak özellikleri araştırılmamış, onun vaka örgüsü, şahısları, tensionu, ayetlerin başlangıç ve bitişleri, imajları, daha yüzlerce mesele edebiyatın eleştirinin alanına alınmamış illa herkes onu bir ibadet ve ahlak kitabı gibi görmek zorunda demişiz.

Akif bu yüzden bu kısır döngüyü anlatır
Ya açar bakarız nazm-ı celilil yaprağına
Ya okur geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okumak ne de fal bakmak için

İdeal Örnek Bediüzzaman’dan

Fala ve mezarlığa mahkûm edilen kitap, olmaz deyip isyan eden yok.

Bir isyan değil ideal örneği veren Bediüzzaman. Mu’cizat-ı Kur’an’iye kitabında birçok konu edebiyat olarak anlatılmış. Mebahisindeki Camiiyyet-i Harika bahsinde Kur’an’ın konu zenginliğini anlatır. Yirmi sekiz tane temel konu sayar sonra da sınırlamadığını söyler “bütün mebahis-i esasiyeyi ve mühimmeyi” der. Bütün mühim ve esaslı konuları anlatır. Kur’an’ın bütününü bir anda gören bir göz ve hafıza ile söylenir bu özetleme cümleleri. Bediüzzaman hala klasik din çemberinden çıkmayan bir takımın gündemine girmedi, bir azamet bir kendini beğenmişlik.

Şu bahisleri bir olay örgüsü içinde çocuklarımıza ve gençlerimize veren roman benzeri kitaplar yok. Kur’an’ın hikâyelerine kıssalarına günümüzün sorunlarına uygun bakış açılarını Bediüzzaman birinci ve ikinci lem’a’da, örnek verir ve ben olayları günün şartlarına uyarladım, siz diğer kıssaları güne uyarlayabilirsiniz.

Denizi deniz olmaktan çıkarır hayata benzetir, hastalıkları bedensel olmaktan çıkarır, ruhsal ve düşünsel ve günahların tesiri ile doğan hastalıkları örnek verir. O zaman Hzç Musa’nın dağdan dönünce milletin taptığı buzağı da bugün başka anlama gelir, herkesin küçük büyük bir buzağısı, onu Allah’a gitmekten engelleyen bir buzağısı yoktur demektir.

Peygamberler büyük karakterlerdir.

Onlar sıradan insanların, tiplerin sahip olmadığı zenginliğe ve sabra sahiptirler. Bir Hz. Musa hep bir hikâye, kuru hikâye kahramanı gibi anlatılır. Diğerleri de öyle, Bediüzzaman bunlardan açıkladıklarına geniş anlamlar verir bahisleri günceller. İsa, İbrahim, Yusuf hepsi birer karakter, onların etrafında yer alanlar da norm kişilerdir, Züleyha bir norm karakterdir, Yusuf’un terakkisini sağlayan olumsuz kişidir, onun hidayetini idare eden bir zemberektir. Onun meydana getirdiği gerilim ve çatışma ile kıssanın hazzı duyulur ve en güzel kıssa olur. Kur’anda fon şahıslar vardır, peygamberlerin etrafında dolaşan, canlılar ve sıradan insanlar. Yusuf’un mağarası üzerinde uçuşan kuşlar, mağara da büyük mekândır. Velhasıl biz böyle bakmadığımız için Kur’an dolaylarda, yakışıklı muhafazalarda kalmış.

Çalıkuşu romanında Feride , Sinekli Bakkal Romanında

Rabia birer kahramandırlar çocuklarımızın ve bizim zihnimizde neden Hz Peygamber hayatımızın bütün her yanını işgal eden bir kahraman gibi anlatılmamış. Peygamberimizin hayatı ile ilgili kitaplar, merdiven gibi, doğdu, savaştı, ve öldü. Bu yüzden Bediüzzaman Mucizat-ı Ahmedi’ye de Peygamberimizi bir kahraman gibi işler, en önemli davranışlarını, olaylarını örnekler. O da olmasaydı ne yapardı bu topraklar ve bu sema ve içindeki bizler.

Prof. Dr. Himmet Uç

Eleştirmen Mehmet Akif

Akif’in eleştirileri teorik mülahazalar  yığını değildir, o gözlemlere dayanarak  yorumlar ve eleştiriler yapar.

Bütün Kurum Ve Kişileri Gözlemden Geçirme

Çöküş ve yıkılış döneminin toplumsal yapısını, ferdi ve onu oluşturan yıkılmış değerleri, aileyi, sokağı, mahalleyi, şehri, camiyi, hanı, devleti, hükümeti, yöneticileri, valileri, muhtarları, kır ağalarını, imamları, şeyhleri, özetle toplumu oluşturan bütün kurumları ve kişileri keskin gözlemlerinden geçirir ve değerlendirir.

Dönemi Akif kadar canlı ve çirkin yapısı ile gözlemleyen bir romancıdan daha canlı tasvirlerle resmeden bir başka şairimiz yoktur. Biz bu metinde bütün Safahat’taki ferdi ve toplumsal, şahsi  ve kurumsal eleştirileri  gördüğümüz oranda  tespit ettik.

Akif demek eleştiri demektir, eleştirel tutumlarını bir kenara koyun  Akif diye bir şahsın kalmadığını göreceksiniz. Bütün Safahat boyunca eleştirilmeyen tutum, tavır, kurum, yok gibidir.

Genel bir yorum yapılacak olursa Akif’in bütün eleştirileri metafizik ve kozmik telakkileri, ulûhiyet ve mabudiyet ile irtibatlarını kaybetmiş, cemiyet içinde fonksiyonlarını yitirmiş, iyi yönetilemeyen ve derbeder bir hükümet veya  devlet çarkı içinde şaşkın, idealsiz insanın eleştirisidir. Bu onun eleştirilerinin  yörüngesidir, ne söylemiş ise bu çarka bağlanabilir.

Hatta denebilir ki Akif, Moliere, Volter, Ansiklopedistler, Zola, Monteskiyo, gibi bir büyük eleştirmendir.

Akif’in eleştirileri tek tek gözden geçirilince  sistematik  olarak gelişen bir harita ve tablo ortaya çıkar.

O Molyer gibi çiğ ve iğrenç toplumsal yaraları  sahnelerle verir.

Bütün manzum hikâyelerinde tiyatro kadar görsel sahneler çizer.

Semavi ve beşeri desteklerini kaybetmiş bir insanın oluşturduğu  cemiyetin bünyesi elbette iflasa  gidecektir.

İstiklal savaşı ve kazanılan yeni düzen

İstiklal savaşı bu insanın sırtındaki ve ruhundaki kirleri atıp yeni bir hamleyle yeni bir devleti kurma çabasıdır. Kirlenen çamaşırlar yıkanır yeni bir düzen kazanırlar, cemiyetler de  kirlenince temizlenmek için olayların makinesi ile hırpalanırlar, ortaya çıkanlar canlı unsurlardır.

Cumhuriyet öncesi romanlarımızın çoğu bu kirli toplumu şerh ederler. Namık Kemal’den Akif’e kadar yirmiyi aşkın  yazar ve şair hep eleştirirler bunlarda çirkinlik ve hamlık, olumsuzluk çoktur.   Tanzimat’tan günümüze edebiyatımız güzel şeylere ilgi çekmez, kötü şeylere ilgi çekerek bizi düzeltmeye davet eder, ama bozulmuş bir cemiyeti ve onun hücre taşı insanı değiştirmek ne insanın ne de eleştirmenin görevidir veya onlara çok gelen bir iştir.

Akif psikanalitik olarak hep kızgındır. Şiirinin tümünde bazı yerlerde çaresiz, bazı yerlerde kızgın ve bağırgan, çok az yerde de ümit doludur. Olayları öyle anlatır, hatta gösterir ki bütün Safahat’ı bir iki günde okursanız, tutunacak bir tahtası  olmayan okyanus  ortasındaki bir insan gibi ümit diye bir şey içinizde yeşermez. Ondan sonra tutar;

Yeis öyle bir bataktır ki düşersin boğulursun

Ümide sarıl sımsıkı seyret ne olursun

der. O kadar olaydan sonra hiçbir yaptırım gücünüz yoksa ancak ağlarsınız, ümitlerinizi değil, kırgınlık ve hınçlarınızı içinize gömersiniz.

Edebiyat eleştiri ve kötü örnek kuralı  

Eleştiriler bütünüyle insan etrafında dokunur. Akif’in kafasında  olan ideal insan, ideal Müslüman örneği her metnin içinde olsun olmasın, en azından metnin  arka planında vardır. Akif eleştirilerini metnin içinde veya arkasındaki ideal insana göre yapar. İnsan ile ilgili eleştiriler aile etrafında da birleştirilebilir.

Akif’in romanı olan Safahat’da ideal aile örneği yok gibidir. Akif’in beğendiği, etkilendiği Zola Paris’in hep olumsuz yanlarını gördüğü için çok eleştirilmiştir, Akif de hayatımızın olumlu yönlerini değil, hep hastalıklı ve elemli kısımlarını görür. Acaba onun eleştirdiği toplumda makul örnekler yok mu idi, muhakkak vardı, ama edebiyat eleştiri daima kötü örnekle söylemek istediklerini söyler. Akif de bu kuramdan dışarı çıkmaz.

Güzeli anlatma ve ayıklanmış dil

Estetik olarak güzeli anlatmak zordur, ama çirkini anlatmak kolaydır. Güzeli anlatmak için daha seçilmiş, ayıklanmış bir dil lazımdır. Ama çirkini anlatmasanız da o kendini gösterir. Akif satırların tersten perspektifi ile güzeli gösterir denebilir, onda görünenin arkasında bir iyi örneğin vurgulanmak istediği görülür.

      Sefalet gariplik, merhametsizlik
     Ulûhiyet konusundaki ihatasızlık
     Belediye hizmetlerindeki yetersizlik
     Ailelerin durumu 
     Kader eleştirisi
     Kimsesizlik
     Tanrısal eleştiri
     Meyhane, içki ve aile
     Azimsizlik ve  gayretsizlik
     İnsanın yüce mahiyeti
     Para ve hamiyet
     Dilencilik
     İstibdad, hükümdar eleştirisi
     Savaşlar ve yetimler
     Sorumlu devlet adamı
     Tembel ve gayretsiz toplum
     Meyhane ve mahalle kahvesi
     Tembellik
     Dini yanlış anlama ve çok evlilik
     İhtiyarlar, karılar, çocuklar
     Yüzeysel sanat anlayışı
     Eski nesil
     Erteleyici  insan
     Hakikati araştırma
     Kendini eleştirme
    Yöneticilerin seçimi ve duyarsızlığı
    İslam dünyasının perişanlığı ve her konudaki sefaheti
    Yanlış hürriyet anlayışı
    Aydınlarla halkın arası
    Yaş yerine gayret
    Gözyaşı yerine gayret
    Üdeba ve divanlarımız
    Dil
    Zaman
    Çalışma, dayanışma ve çalışma , gezeğenler
    Kavmiyetçilik
    Celal, cemal tecellisi
    Birlik ve dayanışma
    Büyük insanlar saygı  ve hürmet
    Ümit
   Allah ile diyalog
   Utanma hissi
   Yanlış tevekkül
   Nifak,
   Aydınların keyfiliği
   Yanlış din anlayışı
   İdeal tip ve Asım
   İdeal din anlayışı
   Millet anlayışı
   İmansızlık
   Yanlış batılılaşma
   İdeal din adamları, ideal insanlar
   Aydınlar ve din

Bu  eleştiri konuları bütün Safahat’ın ayrıntısıdır.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.org

Pencereler

Neden mimarlar binalara, evlere pencereler yaparlar. İnsanlar günlük hayatlarında hayata açılan, hayatı bir sinema şeridi gibi seyreden gözleri ile rutin işlere boğulmuş ruhları bir derece nefes aldırsınlar diye.

Pencere bir psikolojik ihtiyaç, bir ruhun nefes alma yeri. Allah ruha gözleri pencere yapmış, gözlere de pencereleri pencere yapmış, pencere kenarından seyredilen hayat zaman zaman insanı boğulduğu garabet durumlardan az da olsa kurtarır.

Penceresiz bir evde yaşamak ile hayat ile ruhu arasında penceresi olmayan bir ruhun bunalımları birbirine benzer şeyler. Bir Avrupalı şair arkadaşına yazdığı mektupta ruhunun penceresiz bir ev gibi hayat içinde bunaldığından şikayet eder.

Ne kötüdür penceresiz evlerde yaşamak. Bazen mahbuslar getirilir cezaevi arabalarından hastaneye, arabanın demir parmaklıklı bir çok küçük penceresinden iradesinin gadrine uğramış insanlar bakarlar dışarıya, rahatlamak için.

Dünyanın en büyük pencere mimarları ilim adamları veliler, peygamberler ve büyük adamlardır. Onların işi herkesten daha zor. Daralmış bir kıtadaki insanlara yeni dünyalar açmak için Kolomb ömrünü vermiş ve Amerika penceresini açmış, insanlığa yeni iklimler bulmuş. Galileo ve Newton insana fizikten yeni pencereler açmışlar.

Hazreti Peygamber Efendimiz, daralmış bir dünyada Allah’a açılan pencereleri olmayan bir garip toplumda onlara Allah’a açılan pencereler açmak için bir dağa tırmanmış ve bir varlık mağarasında bunalmış insanlığa vahiysel pencereler açmak istemiş. Ve Allah ışığı ona Cebrail tarafından göstermiş, O da o ışığa doğru yeni pencereler açmış gelen her ayet bir pencere, tam 6666 pencere, ne çok bunalmış insanlar kainatın Rabbi bu kadar çok pencere açmış ve bize oku derken bu pencerelerden bak ve hayatına dinine, sanatına ne lazımsa oku demiş, ama ilahi bir tasarım ile bu kadar pencereyi bize gerekli bulmuş, 114 büyük pencere baktıkça genişleyen, asırlardır yüzlerce yorumcunun bakıp genişliğine yeni boyutlar getirdiği büyük pencereler.

Son asırda bir adam gelmiş, ete kemiğe bürünmüş Said diye görünmüş, fersude bedenli, o eski püskü elbiseler içinde o kadar çok pencere açmış ki insanlara. Öldükten sonra dirilme hakikatı kimsenin asırlarca yol bulamayıp, pencere açamadığı bir hakikat oradan insanların varlık ötesine açılan pencerelerini kalemi ile açmış, kim bilir ne kadar insan o pencerelerden ötelere açılan manaları yakalayarak bunalmış ruhunu rahatlatmış. On iki isimden kapı açmışken, bütün esmadan kapılar açılacağını söylemiş. Kalem ve okumak fiili onun en iyi anladığı bir nesne ve bir eylem.

Hasta bir asırda, dalalet asrında, insanların materyalizmin darlığında boğulduğu bir dönemde o da bu insanların pencerelere ihtiyacı olduğunu hissetmiş, az oldu görmüş, yazarken en çok kullandığı kelimelerden biri olmuş bu pencere kelimesi. Siyasetten pencereler açmış hayata, küçük yaşta çocuğu ölen bir anneye bir pencere açmış, ona en büyük acıya tahammül için bir pencere açmış, hastalara pencere açmış, yatak ve yorgana esir olmuş olan insanlara pencere açmış, okuyan “hasta olduğuna memnun olmuş”. Ayhan Songar büyük psikolog bu büyük psikologun eserini onun yanından ayırmamış.

Bu kadar dayanılmaz çilenin içinde derdini anlatarak teşeffi etmek isteyen bir insan değil, onun derdi pencereleri itikad pencereleri olmayan insanlara itikad pencereleri açmak olmuş. Pencereler diye otuz üç pencere açmış orada bu pencerelerin otuz üç ile sınırlandırılmayacağını anlatır. Hep aynı şeyleri üzerinde düşünülmeden anlatan bir ülfet içindeki dinin eksiğinin varlığa, kozmik dünyaya, nesnelere, itikadi esaslara pencerelerinin olmaması olduğunu görmüş. O pencere kelimesini kullanırken neler düşünürdü acaba, ‘Bu kadar pencere kelimesini kullanıyorsun Üstadım neden’ diyen biri olmamış ona, ben olsaydım sorardım, nedense ona böyle soran olmamış, yaşasaydım ona o kadar çok şey sorardım ki. Bu bana göre bin yılın en sanatlı gözü olan adama. Goethe ,” Shakespeare’nin asrında yaşasaydım onun yanından ayrılmazdım “ diyor. Ama Bediüzzaman’ın yanında durmak çok zor, herkese iltifat etmemiş, Bayram dediği talebesi için köyüne birkaç defa gitmiş, işe bak , onun için köyüne birkaç kere , demek onun ruhu ile istinas etmiş önceden, ona gitmiş, Zübeyr Abi “sizinle biraz eser mütalaa edelim demiş, Hocam, Üstadın hizmeti o kadar zor idi ki fazla okuyamadık” demiş. Büyük adamların, romancıların , şairlerin yanında olsam onlara çok şey sorardım. Hazreti Hatice peygamberimize , “Ya Muhammed bu mağaraya niye bu kadar gidiyorsun“ diye sordu mu bilmiyorum. Yavuz’a Mısır’a neden gidiyorsun diye sordu mu acaba zevcesi. Mısır fatihi karşılamayı akim bırakıp gece saraya girer, eşinin odasına girdiğinde bu büyük adama, eşi ne söyledi acaba. Ne ihtişamlı giriştir, bir hükümdar olarak gidip bir Allah’ın halifesi olarak dönmek. Bilmiyorum, o kadar soracak şey var kı, ahirette görürsem sorarım , eğer onların yanına gidebilirsem, sanmıyorum ama.

Ayet ül Kübra’da, Münacaat‘ta ne kadar yeni pencereler açmış insana. Bilimin Allah’a bakan pencereleri olmadığını görmüş, bilim tarihini okumuş, bütün ilimlerden Allah’a açılan pencereler açmış ve insanlar itikadsızlığın zifiri karanlığından onun açtığı pencereler ile kurtulmuşlar. Fatih Camii’nin önünde dua ederken büyük Fatih’e, manen insan şöyle duşünür oluyor,” Ben İstanbul’u fethettim, sen ise her insana yeni itikad pencereleri açıp onları semanın yüksek katlarına çıkardın’ derdi herhalde.”

Semavat, gökler, yıldızlar, güneşler, aylar, hava boşluğu, bulut, şimşek, gök gürültüsü, rüzgar, yağmur, katreler, şimsek, hava, arz, ağaç , hayvanat, nebatat, yumurta, yumurtacık, hava, su , nur , ateş , toprak, mahlukat kafileleri, insan , bahirler, nehirler, çeşmeler, ırmaklar, dağlar, taşlar, madenler, sular, tuz, limon tuzu, sulfato, şap, yapraklar, çiçekler, meyveler, kök, dal, budak, çekirdekler, zerreler, zihayatlar, insan. Enbiya, evliya asfiya, kalpler ve akıllar,kalpler, ve Resul-i Ekrem. işte Münacaat’da insanın itikad dünyasına açılan pencereler. Cansız, şuursuz nesnelerden olaylardan, varlıklardan insanın yüzyılın mantığı ile hasta edilmiş dar itikadi dünyasında pencereler açan adam. Onun itikad dünyamıza açtığı pencereler ile ahiretteki insanların sarayları şenleniyor, o pencere açıyor ahirette de kasırlar genişliyor. Ne mutlu bu pencerelerin farkında olan ve ona göre hayata bakan, seyredenlere.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.org

Kapılar Açan Bir Büyük Fatih

    Bediüzzaman kapılar açan adam, insanların itikad dünyasını genişleten, felalaket ve inkar asrının insanlarının tıkanan itikadlarını genişleten ve onlara kapılar pencereler açarak itikadlarını güçlendiren bir büyük yazar, bir Kur’an yorumcusu.

    Kapı ve bab kelimesi onun eserlerinde önemli roller üstelenen ve günlük hayatta karşılaştığımız anlamlarından daha büyük içerik sahibi kelimeler haline dönüşmüştür. Büyük eserlerinde  b a b kelimesi onun tasarım dehasının ana kelimesidir

    Ayet ül Kübra’da birinci bab , birinci kapı on dokuz duraklı bir büyük itikad malikanesi , bir görsel  seyahattir. On dokuz değişik duraktır, durakların her biri son derece büyük manalar yüklenmiş ve gittikçe büyüyen ve kendilerinden sonraki durakların kazanımlarına birbirine ekleyen geniş ve derin ve yüksek duraklardır. Kâinattan  Halıkını soran bu Bediüzzaman her duraktan marifet yüklü olarak diğer duraklara geçer ve sonunda öyle geniş bir itikad elde eder ki  kendini dinleyelim,

     “Sonra dünyaya gelen ve dünyanın Yaratanı’nı arayan  ve on sekiz adet  mertebelerden çıkan  ve arş-ı hakikate  yetişen  bir mirac-ı imani ile gaibane  marifetten  hazırane  ve muhatabane  bir makama terakki eden meraklı  ve müştak yolcu adam “(Tarihçe 362)

    On dokuz basamaklı bir iman merdiveni ile hakikatın arşına çıkar ve aradığına muhatab olur. Yolcu nasıl bir adamdır, m e r a k l ı  ve  y o l c u  a d a m ‘dır. Bediüzzaman’ın peşinden giden merakını boş yere sarfedemez, meraklı ve yolcudur.

     Bab kelimesi Haşir denen hakikati anlatırken daha değişik bir mana yüklenir. Haşir ulaşılması güç bir imani hakikat. Bütün İslam uleması kapıları olmayan bu büyük itikad sarayının önünde saraya nasıl gireceklerini düşünürler, öte yanda filozoflar o sarayın bir başka yerinde yine o saraya nüfuz etmenin yolunu düşünürlerken, birden bu bin yıllık naslara dayanan hakikati çözen adam uzaktan görünür ve çözümsüz bu iki grubun yanına gelir ne düşündüklerini onlara sorar, onlar da

   “Öldükten sonra dirilme bir akli mesele değildir, naklidir akıl bu yolda gidemez “ derler

   Bediüzzaman Haşir risalesini yazar ve onlar ve onlar gibi düşünenlerin eline verir.

    Abdullah Cevdet haşri inkâr edecek bir eser yazmak ister, onun İstanbul’daki ilk baskısını okur ve “Adam gözle görür gibi yazmış , “ der ve vazgeçer.

    Bu büyük itikad malikânesine Bediüzzaman Allah ‘ın isim ve fiillerinden seçtikleri on iki kapı ile girer ve girdirir insanları.

    Bunlar Rububiyet ve Saltanat

   Kerem ve Rahmet,

    Hikmet ve Adalet,

    Cud ve Cemal,

   Şefkat ve Ubudiyet,

    Haşmet ve Sermediyet,

    Hıfz ve Hafıziyet,

   Vaad ve Vaid,

   Hikmet, İnayet ,

    Rahmet ve Adalet, İnsaniyet, gibi fiiller ve bunların doğduğu isimler, ve sonunda Risalet ve Tenzil kapısı.

  Bediüzzaman bu kapıları saydıkları ile sınırlı görmez. Onun buradaki kapıları Allah’ın isimlerinden girilen kapılar ve tekvini ayetler dediği kâinat kitabının şekil ve hacim giymiş ayetleridir.  Haşir bu iki  unsurun harmanlanmasından doğmuştur. İsimler ve filler ile gözlemler birleştirilmiş ortaya  Haşrin hakikati çıkmıştır. Bu yüzden delillerin anlattıkları ile sınırlı olmadıklarını söyler.

    “ Hem sakın zannetme ki

Haşri iktiza eden Esma-i İlahiye bahsettiğimiz  gibi yalnız Hakim, Kerim, Rahim, Adil, Hafiz isimlerine münhasırdır. Hayır, belki kâinatın  tedbirinde  tecelli eden  bütün Esma-i İlahiye ahireti iktiza eder, belki istilzam eder”(Sözler 137)

  Sıra tabiatta görülen ayetlerdir, onlar da sınırsızdır. “ Hem  z a n n e t m e k i ,

 Haşre delalet eden  a y a t –ı T e k v i n i ye y i şu geçen bahsettiğimize münhasırdır. Hayır, belki ekser mevcudatta sağa sola açılır perdeler gibi   v e c i h  ve keyfiyetleri  vardır ki bir vechi Sanie şehadet ettiği gibi diğer vechi de  Haşre işaret eder.  Mesela insanın Ahsen-i  takvimdeki hüsn ü masnuiyeti  Sanii gösterdiği gibi, o Ahsen-i takvimdeki  kabiliyet-i camiasıyla kısa bir zamanda zeval bulması  haşri gösterir. “(Sözler 137)

    Demek Allah’ın sanatlı yaratığı her şeyden iki perdeden biri   açılınca Allah bilinir, diğeri açılınca ahiret görülür. Eğer Bediüzzaman her isimden fiilden ve her kozmik ayetten, varlıklardan açılan kapıları izah etseydi Haşir risalesi sonsuza dek uzanan bir eser olurdu.

     İnsan şuuru başında gözü semada olduğunda yüksek gayeler ve maksatlar için yaratılmış bu koca kâinatı görür, bu Allah’ın Rububiyet ve Ulûhiyeti’nin tezahürüdür. Onu kabullenirse, kabulün karşılığı mükâfattır ve ahirettir. Reddederse ne olsun.

      Allah eserleri ile nihayetsiz ikram ediciliğini, nihayetsiz rahmetini, sonsuz izzetini ve nihayetsiz gayretini gösteriyor. Sınırlı ikram  hakkı verilirse sonsuz ikrama dönüşecektir, işte bir kapı, nihayetsiz ikram kapısı, ama dünyadaki dar evde sınırlı ikram, taki sonsuz ikrama liyakat kazanılsın, bunun hakkını veren daha büyük ikrama hak kazansın. Bütün bu ikramları görmezlikten gelen ve ibadetle kendini sevdirmeyen ne olsun..Haşrin iki kapısı var biri Cennet’e açılan biri de Cehennem’e

      Hikmet, intizam, adalet ve mizan, çok geniş ve çok hassas bir kapı.

     Birbiri içinde birbirini tamamlayan intizamı olmayan bir şeyin hikmeti, gayesi olamaz. Düzenli bir yapıdan hikmet çıkar, intizam tek başına bir şey ise iki intizamlı şey arasında hikmeti sağlayan bir denge gerekir, o da adalet ve mizan birbirini tamamlayan dört eylem. Adalet bir şeyi meydana getiren cüzler ve parçalar arasında eşitlikçi durum, mizan da onlar arasında hikmeti bozmayan denge.

    İnsan vücudunda her şey intizamlı, o intizamlı şeyler arasında bir adalet, her şeye ihtiyacı olanı verme ve ondan sonra o şeyler yani bedenin bütün cüzleri arasında birbirini işini ve fonksiyonunu bozmayan bir denge, bütün bu eylemler birbirini tamamlıyor.

    Hikmet” Görmüyor musun ki insanda bütün aza, kemikler ve damarlarda  hatta bedenin hüceyratında, her yerinde, her cüzünde faideler ve hikmetlerin  gözetilmesi “(S özler 104)          Bediüzzaman fizyoloji  ilmi ile hikmet arasında bağlantı kuruyor ve insan bedeninin fonksiyonelliğini nazara veriyor. İşte ayat-ı kevniye dediği bu fizyoloji ilmi. İnsanın her uzvuna bu kadar fonksiyonlar yükleyen bir ilah o büyük makineyi toprağa gömmez, onun önüne hikmet ve adalet, mizan ve intizam çıkar, yok olmaz der. İşte Bediüzzaman haşirsizlik eylemine Allah’ın isimleri ve fiillerinin müsaade etmeyeceğini ifade eder, aradaki paradoksu ve zıtlığını nazara veriyor.

    Bütün haşir risalesi eylem ile isimler arasındaki dengeyi kurarak haşri zorunlu kılıyor.

     Cud ve Cemal kapısından ahirete giden yol. Şu tasvir ile şu kevni ayet ile konuşur.

 “Dünya yüzünü  bu kadar müzeyyen masnuatıyla süslendirmek, ay ile güneşi lamba yapmak, yeryüzünü bir sofra-i nimet ederek  matumatın  en güzel çeşitleriyle doldurmak, meyveli ağaçları birer kap yapmak, her mevsimde bir çok defalar tecdit etmek, hadsiz bir cud ve sahaveti gösterir.” (Sözler 106)

   Böyle bir güzellik ve bolluk sahibi bütün bu kurgunun en mükemmel istifade edeni olan insanı toprağa gömerse bu ihsan ve cömertliğin  ne anlamı kalır.

      Dua ve isteklere cevap veren bir şefkat sahibi en büyük kulu olan ve  kendine muhatab ettiği peygamberinin “en sevgili mahlûkunun, en büyük hacatı olan ebediyeti “ ona vermesin, dolayısı ile bütün insanlara, onun şefkati böyle bir eylemi yapmaz.

      Bütün mevcudatı, güneşlerden, ağaçlardan, zerrelere kadar emrine itaat ettiren bir haşmetin sahibi bu dünyada geçici bir süre yaşayan en harika yaratığını sınırlı bir haşmet dairesinden daimi haşmet dairesine dâhil etmesin. Haşmeti böyle bir küçüklüğü kabul etmez. Çünkü haşmet ve azamet sıradanlığı kabul etmez.

    Hıfz ve Hafıziyetten açılan kapıdan muhafazaya ve muhasebeye geçer.

     Her şeyi kişiliğini koruyan, amalini koruyan elbette bu korumayı bir muhafaza ve muhasebe için yapacaktır, muhasebe yeri de ahirettir. En küçük bir bitkinin amalini muhafaza, edip ikinci bir baharda muhasebe neticesi amali ile dirilten, insanın  büyük amallerini zayi etmez.

    Vaad ve Vaid kapısından

   Kullarının güzel isteklerine cevap veren, kötülüklerini de cezalandırmalıdır. Güzellik ancak cezalandırma ile güzelliktir

   İhya ve imate kapısından bütün mahlûkatı  sürekli yaratan ve öldüren, öldürüp diriltmekle kâinatın büyük sahnesinde oyunları ve gösterilerini tazeleyen Allah elbette en büyük gösteri olan ahireti buradaki rollere göre inşa edecektir. Burada roller biçilmiş ve oynanıyor, rollerini güzel oynayanlara mükafat ve ödül, oynamayanlara ise ceza vermek mantıklı değil mi ?

    Bu dünya bekasız, sebatsız ama burada okyanus gibi hikmetler görülüyor, açık inayet görülüyor, kahredici bir adalet görülüyor, vasi bir merhamet görülüyor. Bunlar ile sebatsızlık, devamsızlık, bekasızlık arasındaki dengesizlik sabit, daimi ve baki bir ahireti gerektirir.

    İnsaniyet ile İsm-i Hak arasında bir bağlantı kurar.

    İnsanı yirmi değişik yönden tarif ederek onun harika ve olağanüstü kimliğini tahlil eder, bu kadar büyük özellikler ile kainatın odağına yerleştirilmiş bir canlıyı , kendinin en büyük sanat eserini , Ressam-ı ezelin tablosunu , muhatabını, mütefekkirini , esmasının aynasını, bütün isimlerinin ve ismi azamının en büyük yansımasını , onu en güzel bir surette yaratmasını , onun en güzel kudretin mucizesi olmasını, rahmet hazinesinde ne varsa  tartacak ve tanıyacak  alet ve mizanlarla yüklü müdakkik canlısını , kabiliyeti en yüksek, mahiyeti en büyük canlısı olan insanı burada toprağa gömsün mümkün mü .?

   Ona burada tattırdığı saadetin süreklisini orada vermesin. Bu ince ve çok yönlü yapı ahireti gerektirir.      Mimar Sinan, Selimiyeyi yaptıktan sonra toprağa gömer mi ,

   Mikelanj Musa heykelini toprağa gömer veya çekiçle dağıtır mı

    Picasso Guernicaa ‘sını hiç yakar mı .

   Bediüzzaman’ın bu kadar harika eserleri ahiret olmasa bir anda silinip gitmez mi ?

    O büyük adam boşa kürek sallamış  olmaz m ı ?

    Büyük bir kapı açılmış ahirete,

     bir yol keşfedilmiş ebedi hayata,

     küşad edilmiş bir Cennet kapısı

     Kim tarafından.?

     Bütün peygamberler mucizeleri ile,

     evliyalar keşif ve kerametleri ile,

      bütün asfiya muhakkik alimler araştırmaları ile ,

     Cenab-ı Peygamber bin mucizesi ile ,

     Kırk vecihle mucize olan Kur’an’ı azimüşşan bu yolu ve kapıyı, ebedi hayat yolunu ve kapısını açmışlar.

    Sinek kanadı kadar gücü  olmayan vehimler bu  b ü y ü k  k a p ı y ı nasıl kapatabilir.

   İşte büyük hakikatlere kapılar açan büyük fatih Bediüzzaman’ın kapılarından bazıları …

   Yazıklar olsun bu kapıları görüp te insanları o kapılara kadar getirmeyenlere…

 Prof. Dr. Himmet Uç