Etiket arşivi: ilim

Tarihimizin İlim İrfan Merkezleri Medreseler

Medrese, Müslüman ülkelerde orta ve yüksek öğretimin yapıldığı eğitim kurumlarının genel adı. Medrese kelimesi  Arapça ders kökünden gelir. Medreselerde ders verenlere müderris denir.MEDRESE

Medreseler de hem dini ağırlıklı Fıkıh,Tefsir,Kelam,Akaid,Hadis gibi dersler verildiği gibi.Müsbet ilimler diye adlandırdığımız Sarf, Nahv (Morfoloji, cümle bilgisi), Mantık, Adab-ı bahis (Tartışma adabı), Belagat (Güzel konuşma, retorik), İlm-i heyet (Astronomi ve astroloji),Geometri, İlm-i hesap(Matematik) gibi dersler verilirdi.

Geçen akşam  Yazarlar Birliği toplantısında  Harran Ünv. İlahiyat bölümü öğretim üyesi Yrd.Doç Dr. Cüneyd Gökçe hocamızın ‘Şark Medreselerinde Dil ve Eğitim” adlı söyleşisinden Medreseler ilgili bir kaç anekdot aktarmak istiyorum.

– Medreselerde eğitim sisteminde öğrenciler

1-Fakke

2-Talip

3-Mella (Arapça İllimle dolu anlamına geliyor).

– Doğuda ders veren  Müderrislere Seyda denir.

– Medresede tatil Perşembe ikindide başlar.Cuma günü ikindide biter.Medreselerde vaktini boşa geçirmek yoktur.Talebeler tatilde bile derslerini tekrar amacı ile birbirlerine bilmeceler sorarlar.

– Medreselerde süre ve sınıf yerine Sıra kitapları vardır.Yani 1.sınıf,2. sınıf,3. sınıf yerine 1. Kitap,2.Kitap,3. kitap yar alır.Süre sınırlaması yoktur.Bir öğrenci zeki ise çok kısa zamanda medreseden mezun olup icazet alabilir.

– Medreselerde Sarf, Nahv (Morfoloji, cümle bilgisini bilmeyen birisinin ilerlemesi düşünülemez.

– Medreselerde en önemli kitapların başında Molla Cami gelir.Kitabın asıl ismi El favadil Diyaiye Fi Şerhil Kafiye’dir.Daha sonra bu kitap çok ünlü olduğundan Molla Cami ismini almıştır.

– Hoca ve talebe arasındaki ilişki çok büyük bir saygı ve sevgiye dayanır.Talebe hocaya konuşurken 3. şahısla konuşur gibi konuşuyordu. Örnek: Zatı alilerin bizden bir isteği varımıdır ?

– Doğudaki medreselerin temelinde Arapça yer alırdı.Batı ve Karadeniz’deki medreseler  ise daha çok Kuran-ı Kerim ve kıraatine önem verirlerdi.Bu durum daha sonra bazı müderrislerin etkisi ile aynı oldu.

– Seyda yani bir müdderis her ilimden anlardı.Kendisine sorulan her soruyu cevaplayacak bilgi ve birikime sahipti.Bunun içine Matematikte,fizikte,fıkıhta,kelamda olsa her ilimde belli bir bilgi birikimine sahipti

– Medreselerde en son okunan kitap cem-ul cevami’dir.Bu kitaptan sonra talebeye icazet(Diploma) verilir.Böylece talebe artık Mella olur ve ders verebilecek seviyeye gelir.

Medrese eğitiminin verildiği dönemde öğrenci hem dini yönden hemde bilimsel anlamda çok iyi bir eğitim alırdı.

Bediüzzaman Hazretleri bu eğitimi; Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir.  Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.“ (Risale-i Nur / Münazarat) sözleriyle çok güzel açıklar.

Yani nasılki midemizin gıdası ayrıdır. Gözümüzün ve kulağımızın gıdası ayrı ayrıdır. Gözün gıdası güzel manzaralar, kulağın ise seslerdir. Aynen öyle de aklımızın gıdası ile kalbimizin gıdası da farklıdır. Aklın gıdası bilim, mantık ve fenlerdir. Kalbin gıdası ise sahibini (yaratanı) bulmak onu tanımak ve ona tesbih, namaz, dua ve ibadettir. Biri eksik oldu mu, insan da eksik olur.

– Evet birileri bize hep  medreseleri geri kalmışlığımızın sebebi olarak göstermeye çalıştılar.Batıdan getirilen bazı eğitim sistemlerini kurtarıcı olarak tanıtmaya çalıştılar.Ölçüsü ,bize uymayan bir elbiseyi giydirdiler.Bu elbise hep dikkiş attı.Hep yama ile kapatılmaya çalışıldı fakat nafile bir türlü yamalar da tutmadı.Günümüz eğitim sisteminin durumu bizim aktardığımız yanlışı destekleyen en iyi örnektir.

Başka bir durum da yukarıda bahsettiğimiz Medreseler Avrupa’nın Ortaçağ diye adlandırdığı karanlık döneminde İslam dünyasını aydınlatan İlim ve İrfan yayan merkezler konumundaydı.Avrupa için karanlık olan bu dönem İslam dünyası için günümüz de çağdaş  Avrupa  Üniversitelerinde kitapları okutulan büyük İslam alimlerinin yetiştiği dönemdir.

Hamit DERMAN

Münacat (Şiir)

Ey ebediyet sahibi

Ey ikramların sahibi

Ey yücelikler sahibi

Ey sonsuz vefa sahibi

 

Ey sönmeyen nur sahibi

Ey Beytüllah’ın sahibi

Ey Harem-i Şerif’in sahibi

Ey gariplerin sahibi

 

Ey sahipsizlerin sahibi

Ey mutlak adalet sahibi

Ey en güzel misaller sahibi

Ey en yüce sıfatlar sahibi

 

Ey dünya ve ahiretin sahibi

Ey Cennet’ül Me’va’nın sahibi

Ey Cehennem ve ateşin sahibi

Ey en güzel isimler sahibi

 

Ey hüküm ve kaza sahibi

Ey yüksek göklerin sahibi

Ey Arş’ın ve yerin sahibi

Ey azamet ve saltanat sahibi

 

Ey cömertlik ve nimetler sahibi

Ey fazl ve kerem sahibi

Ey af ve mağfiret sahibi

Ey şiddet ve intikam sahibi

 

Ey Levh-i Mahfuz ve kudret kalemi sahibi

Ey dosdoğru söz sahibi

Ey va’d ve tehdit sahibi

Ey hesap gününün sahibi

 

Ey sonsuz medh-ü senalar sahibi

Ey değişmez sıfatlar sahibi

Ey yıkılmaz saltanat sahibi

Ey mahiyeti idrak edilemeyen celâl sahibi

 

Ey hakkıyla idrak edilemeyen kemal sahibi

Ey başlangıcı olmayan

Ey ortağı bulunmayan

Ey yardımcısı olmayan

 

Ey devamlı hatırlanan

Ey dilediğini yapan

Ey belaları kaldıran

Ey mülkü devamlı olan

 

Ey lütfü devamlı olan

Ey şükre en layık olan

Ey zikre en layık olan

Ey her şeyden yüce olan

 

Ey nimetleri bol olan

Ey belaları kaldıran

Ey ortağı bulunmayan

Ey sığınanı koruyan

 

Ey mahlûkatı yaratan

Ey sıkıntıları gideren

Ey bol nimetleri veren

Ey sabredenleri seven

 

Ey her şeye hayat veren

Ey her şeye karar veren

Ey her şeye gücü yeten

Ey ölüleri dirilten

 

Ey ayıplarımı örten

Ey yaratıp düzenleyen

Ey gizlilikleri bilen

Ey cansızlara can veren

 

Ey dirilten ve öldüren

Ey ağlatan ve güldüren

Ey en güzel yaratıcı

Ey hikmeti kuşatıcı

 

Ey en güzel şefaatçi

Ey saltanatı devamlı

Ey herkesten merhametli

Ey her şeyden faziletli

 

Ey azabı çok şiddetli

Ey en iyi can yoldaşı

Ey dertlerimin dermanı

Ey kâinatın sultanı

 

Ey kimsesizler kimsesi

Ey kalplerin sevgilisi

Ey uzak olmayan yakın

Ey her şeyin sanatkârı

 

Ey fazl-u keremi daim

Ey Arş-ı A’lası Azim

 

Bize dünyada ve ahirette iyilik ver ve bizi Cehennem azabından koru!

Bizi ilimle zenginleştir, yumuşak huylulukla ahlakımızı güzelleştir, bize takvayı ihsan et!

Bizi bu dünyadan şahadet ve iman ile çıkar!

Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı nasip et! Batılı da batıl olarak göster ve bizi ondan sakınmaya muvaffak eyle!

Allah’ım! Dinimizi selamette kıl, imanımızı kalbimizden alma, merhameti olmayanları üzerimize salma!

İlmimizi çoğalt, hidayet verdikten sonra kalbimizi batıl inançlara kaydırma Allah’ım!

Âmin!

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

İbret Alınırsa Her Bir Hadise de Bir Mesaj Var!

İnsanın sergüzeşt-i hayatı, Hazreti Âdem’in (as) cennetten; dünyaya atılmasıyla başlar, o günden bu güne sosyal ve içtimai hayatın içinde müspet ve menfi hadiseler cereyan ede gelmiş, her hadise vuku buldukça insanın ibret ve mesaj alınması için tarih olarak kayda geçiyor.

Müspet hadiseler: İnsanların efdalı ve en mükemmeli olan Peygamberlerin kıssalarından, mesela, Nuh (as) gemicilikte, Musa (as) asası ile suyun çıkartması, İsa (as) tıpta, Yusuf (as) saati, Davut (as) demiri hamur gibi yoğurmakta revaç olmuşlar. Manen, insanlara sizde çalışınız tıpta, fende, ilim ve irfanda maruf ve meşhur olunuz; uçağını, uydunu, gemini, su sondajını yapma sanatında da mucit ol mesajı vardır,

Bediüzzaman şöyle diyor: “İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acib ve latif bir mizaç ile yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşitli meyiller, arzular meydana gelmiştir. Mesela. İnsan müntehab şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, zinnetli şeyleri arzu eder, insaniyete layık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.” 1

Demekki, insanın arzu ve ihtiyaçları sonsuz olduğundan imkân ve kabiliyetlerinin inkişafından terakki edilmesi gerekiyor, dolayısıyla sosyal ve içtimai hayatın meşru istek ve arzuları da ancak çalışmayla olabilir.

Menfi hadiseler ise: Gene Peygamberlerden yola çıkılırsa, ilki Hz. Âdem’in cennetten atılması, İbrahim(as)’in ateşe atılması, Nuh (as)’in tufanı, Zekeriya (as)’in hızarla kesilmesi, Yusuf (as)’in kuyuya ve zindana atılması, İsa (as)’in çarmığa asılması, Musa (as)’ın Firavun’la, Hz. Muhammed (asv)’in Ebucehil ve küffarla yaptığı mücadele ve keza Hazreti Eyüp (as)’mın hastalığı menfi ibadet olarak görünse de neticede murad-i ilahinin iktiza ettiği mükâfatlar birer imtihan sırrı olarak tezahür etmiştir.

Bazen insanın işlediği hatadan dolayı musibetlere maruz kalmıyor. Allah bir tecrübe ve imtihan olsun diye musibet verir. Musibetlerin en ağır imtihanı peygamberler ve ondan sonra âlimler ve evliyalar görmüşler, hâlbuki peygamberler masum ve günahsızdırlar, deme ki her gelen musibet günah cihetiyle değil, belki imtihan cihetiyle verilmiştir. Mülk Allah’ındır. Tasarrufta o’nundur. O’nun tasarrufunda haksızlık imkânsızdır.

Bediüzzaman Hazretleri bu konuya şöyle bir açıklık getirmiştir:

“Birinci Vecih: Cenab-i Hak, insana giydirdiği vücut libasını san’atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış; o vücut libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder, muhtelif esmasının cilvesini gösterir. Şafi ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor ve hakeza…”Mülkün maliki mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.” 2-

Menfi hadiseler,insanın bu dar-i dünya yolculuğunda karşılaşmış olduğu musibetlerdir. Eğer insan bu musibetlere karşı tahammül ederse ahreti için büyük sevap ve ibadete çevirmiş olur. Zaten insanın yaratılış gayesi ibadet ve kulluktur.

Cenab-ı Allah tahammülünden aciz kalabileceğimiz musibetlerden, belalardan bizleri muhafaza etsin, mülkün maliki olan Allah’tan gelen musibetleri de hakkımızda hayırlara vesile etsin âmin…

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR           

ALINTI

1 ve 2 – Lem’lar

Düşünmeden Öğrenmek “Zaman Kaybetmektir”!

Sizce âlim kimdir ve insanların ne kadarı ilim sahibidir? Bilmenin yolu nedir? Yüzlerce ve binlerce kitabı okumak yoluyla edindiğimiz bilgiler, ‘asıl gerçekleri’ bilmemize yeter mi? İnsanlığa yön veren binlerce bilim adamı gerçekten de bilim adamı mı? Nerede hata yapıyoruz?

Bir araştırmaya göre, insanların yüzde 90’ı hiç kitap satın almıyormuş. Alanların yüzde 90’ı da kitaplarını okumaksızın kütüphanelerinin bir köşesine atıveriyorlarmış. Artık kaç kişinin okuduğunu siz tahmin edin. Peki acaba bunlardan kaçı, bir de öğrendiklerini sorgulama zahmetine katlanıyor? Siz ve biz, okuyan şanslı azınlık arasındayız. Ama biz, kütüphanemizde kimbilir kaç tane birkaç sayfası okunmuş veya sadece içindekiler bölümüne bakılmış kitap saklıyoruz. Okuma konusunda yeterince azimli olmadığımız anlaşılıyor.

Peki ama, bizi evrenin sırlarına ulaştıran, hayatta iz bırakıcı başarılara taşıyan tek önemli yol, tek başına bol bol okumak mıdır? Eğer öyleyse, binlerce kitap okumuş pek çok bilim adamının insanlığı sürüklediği bu sapmalar nereden kaynaklanıyor? Biyolojinin her bir keşfiyle çürümeye devam eden evrim teorisini Charles Darwin hangi bilime dayanarak ileri sürmüştü? Sosyolog Auguste Comte, evrenin yaratıcısız bir mekanizma olduğunu hangi bilime kapılarak sanmıştı? Freud, tüm psikolojiyi yalnızca cinselliğe nasıl bağlayabilmişti? Bunlar gibi pek çok müthiş(!) bilim adamı, nasıl bu kadar cahil kalabilmişti?

Aslında bu hepimizin sorunu. Yarın sabah doğu ufkunda iki güneş görsek, korkudan patır patır bayılıp düşerdik. Ama her sabah bir güneş, her gece bir ay ve sayısız yıldız nedense bize heyecan vermez. Sonra, annelerin vücudunda yaratılan binlerce bebek her gün çığlıklarla dünyaya gözlerini açar. Bunlar sıradan gelir de, bir ağacın dalında bir bebeğin yaratıldığını görsek, nutkumuz kesilir. Neden?

Çünkü, biz gerçekleri öğrenmiyoruz. Gerçeklere bilim adamlarının giydirdikleri kalıpları öğreniyoruz. Gökte gördüğümüz, gerçek güneş değil, bilim adamlarının veya büyüklerimizin yorumladığı güneştir. Bu yüzden herşeyin arkasına gizlenmiş olağanüstü gerçekler bizden kaçıyorlar. Öğreniyoruz; ama düşünmüyoruz. Ezberliyoruz; ama anlamıyoruz. Bildiğimizi sanıyoruz; ama öğrendiklerimizi artırarak cehaletimizi besliyoruz. Zira yanlışı öğrenmek, cehaleti artırmaktır. Einstein der ki, “İnsan, aklının sınırlarını zorlamadıkça hiçbir şeye ulaşamaz.” Aynı fikri Konfüçyus şu sözüyle destekler: “Düşünmeden öğrenmek, zaman kaybetmektir.” Biz düşünerek mi öğreniyoruz; düşünmeden mi?

İlkokuldan üniversiteye uzanan çizgide okuduğumuz yüzlerce kitabın hangisi, bizi gerçekten düşünmeye ve sorgulamaya sevk ediyordu? Düşünmeksizin öğrendiğimizde, bilgileri zihinlerine yığan, ama hiçbir şeyin aslını ve özünü kavrayamayan, ‘bilgili’ görüntüsündeki cahillere dönüşüyoruz. Sadece sınav için, diploma için veya daha iyisi, eğlenmek, zaman geçirmek veya bildiklerimizle büyüklenmek için öğreniyoruz. Bu yolla öğrendiklerimiz de, bize kalıcı heyecan ve mutluluk vermediği için, evrenin olağanüstü boyutlarına hayranlık duyamıyoruz. Öğrenme zevkini ve coşkusunu yitiriyoruz.

Dimmet der ki, “Sistemli düşünceyi alışkanlık hâline getirmedikçe, öğrenimin hiçbir kıymeti yoktur.” Bilgilerimiz düşünme sürecinde kullanacağımız işaret taşlarıdır. Onlar, sonsuz bilinmeyenlerin yüze çıkan zerrecik uçlarından ibarettir. Düşünerek keşfedeceklerimiz, okuyarak öğrendiklerimizden yüzlerce kat daha derin içerikler taşıyacaktır. Okuyarak bildiğiyle yetinen, yediklerini kursağında bekleten kuşa benzeyecektir. Bilgi ancak düşünce yoluyla içselleştirilebilir. Öğrendikleri üzerinde düşünenler, yediklerini süte dönüştüren koyunlar gibi, nezih eserler üretmeye hazırlanıyorlar. Gözleriniz üzerinde neden kaşlarınız var? Gözkapaklarınızın, kirpiklerinizin işi ne? Başka türlü olsaydı neler olurdu? Nasıl oluyor da bütün gözler birbirine hem benziyor, hem de her biri birbirinden farklı oluyor? Gören kimdir?

Okuyarak bulacağınız cevaplarla, düşünerek bulacağınız cevaplar arasında uçurumlar göreceksiniz. Keşfetmenin yolu, düşünmek ve sorgulamaktır. Düşünmek, bilgi labirentinde sürekli çıkış yolları aramaya benzer. Düşünmek, insanın en büyük ibadetleri arasında yer alır. Peygamber (a.s.m.) düşüncenin önemini, “Bir saat düşünce, bir sene (nafile) ibadetten hayırlıdır” sözüyle vurguluyor.

Düşünce insan zekasının en temel geliştiricisidir. Zekanın bir boyutunda daha çok bilgi, diğer boyutunda da, bilgiler arasında daha çok ilişki ve bağlantı yer alır. Bilgilerimiz arasında bağlantılar kurmanın ve geliştirmenin, diğer deyişle dahileşmenin tek yolu, kişisel tefekkürden ve sorgulamaktan geçiyor.

Şu halde, işte önerilerimiz: Öncelikle, düşünceye dayanmayan, düşünceyle içselleştirilmeyen bilginin kolaylıkla kaybolacağını, pratik hayatta kullanılamayacağını, yeni keşiflere zemin hazırlayamayacağını kabul etmeliyiz.

İkinci kural: Bir bilgi öğrendiğimizde, onun üzerinde yüzlerce ve binlerce kez zihin egzersizi yapabilmeliyiz. Onu alabildiğince farklı açılardan ve farklı ilişkiler içerisinde görebilmeliyiz. Parolamız şu olmalıdır: “Bir öğren, bin düşün.”

Üçüncü kural: Sahiplenmeye karar verdiğimiz her yeni bilgiyi şu sorularla kuşatmalıyız: Niçin böyle? Bunu kim böyle yaptı? Hangi faydaları ve özellikleri içeriyor? Böyle olmasaydı ne olurdu veya başka türlü nasıl olabilirdi? Bu başka ne ile ilişkili? Bu hangi sistemin parçası?

Diğer kural: Bilgilerimizi yalnızca kitaplardan veya okullardan edinebileceğimiz saplantısından kurtulmalıyız. Hayatın her sahnesinde bir karatahta ve bizi eğiten bir öğretmen vardır. Sıradışı başarılara ulaşanların çoğunluğu, eğitimlerini ve başarılarını okullarından çok, tefekkürlerine borçludurlar. Kimse üniversitede okuyamadığına üzülmesin. Hayatımızın kendisi, doğarken kaydedildiğimiz en büyük üniversitedir.

Biz, sonsuzluğa hazırlanıyoruz; diplomamızı öldüğümüz gün alacağız. Delirircesine okumak çare değil. Kütüphaneleri sırtımızda taşısak ne çıkar. Öğrendiğimiz kadar âlim değiliz. Düşüncelerle yoğurduğumuz bilgilerimiz kadar bilgiliyiz. Kısaca, zekanın ve dehanın bir boyutu okuyup öğrenmek, ama diğer boyutu bol bol düşünmektir. Yaratıcımızdan öncelikle, “Yaratan Rabbinin adıyla oku” emrini aldık. Zira okumadan ve öğrenmeden düşünemezdik. Ama bize okumayı bir kez emretmişse, düşünmeyi defalarca emretmiştir. Israrla şöyle sormuştur: “Düşünmez misiniz? Akıl etmez misiniz?

Muhammed Bozdağ /

mbozdag@yetenek.com

Hikmet Nedir? Ne Faydası Var?

Hikmet; ilim, sır, gaye, fayda, adalet, felsefe demektir. Ayrıca hikmet, kâinatı ve ondaki varlıkların yaratılış gayesini ve faydalarını bilmek gibi manalara gelir.

Hikmet; Kur’an-ı Kerim, ilim, fıkıh, ilm-i ledünni, nübüvvet, din ve dünyanın salahı, “İlahi emirlerin faydasını anlama”, güzel fiilleri meydana getirme melekesi, “ahlak-ı ilahiyye ile ahlaklanma” ve “müktezayı hale göre hareket etmektir.” Başka bir ifadeyle hikmet, “Hakkı hak bilip ittiba etmek ve batılı batıl bilip ondan sakınmaktır.”

Hikmet, her türlü aşırılıktan uzak durarak sırat-ı müstakim üzere yaşamaktır.

Kur’an-ı Kerim’de hikmet kelimesi bir kaç manada kullanılmıştır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Allahın üzerinizdeki nimeti ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve ondaki hikmeti düşün. “1 Bu ayetteki hikmet, nasihat ve öğüt manasındadır.

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Andolsun biz, Lokmana hikmet verdik” 2 Burada geçen hikmet, “derin anlayış, Kur’an’ın sırlarına vukufiyet, tefekkür ve ilim” manasındadır.

Bir başka ayette ise: “Allah(c.c.) Davud’a saltanat ve hikmet verdi.”3 Burada ifade buyrulan hikmet kelimesi ise peygamberlik manasındadır.

Yine bir başka ayette de şöyle buyrulur: “ Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” 4 Bu ayette geçen hikmet kelimesi de Kur’an’ın inceliklerini ve sırlarını anlama manasınadır. Hikmetin ehemmiyetini ve onu hangi zatların takdir edebileceğini gösterir.

Merhum Ömer Nasuhi Bilmen bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Allah Teala, kullarından dilediğine güzel amele karşılık olan ilim verir, hakaik-ı eşyaya vukuf verir. Evamir-i ilahiyenin faidelerini, gayelerini anlayabilecek istidad verir ve fazilet ihsan buyurur. Böyle kimse pek mesuttur ve pek büyük bir lütf-u ilahiye naildir. Ebedî selamet ve saadete namzet bulunmuş olur. Bunun bir muazzam mevhibe-i ilahiye olduğunu takdir ederek vazife-i ubudiyetlerini kemali şevk ile, bir latif hiss-i şükran ile ifaya çalışır dururlar. Ne büyük muvaffakiyet!”5

Bazı müfessirler de Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinde geçen hikmet kelimesini sünnet olarak tefsir etmişler. “Kitap ve hikmeti onlara öğretir.” 6 Burada zikredilen kitaptan maksat Kur’an, hikmetten maksat ise sünnettir. Zira, Hz. Peygamber (s.a.v) hikmet sahibiydi. Onun her sözünde ve fiilinde bir incelik ve mana vardı. O az sözle çok derin ve engin manaları ifade ederdi. Hakka uymayan söz ve fiil sudur etmezdi. Hazret-i Peygamber (s.a.v) “(Ey Muhammed) Sen (insanları) rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”7 ayet-i kerimesine kemal derecede mazhar olmuş ve İslamın neşir ve ilan edilmesinde en büyük esas olan tebliği, hikmetle yerine getirmiştir. O’nun varisi olan ümmetinin de bu mazhariyete nail olması iktiza eder. Böylece diğer ümmetlerin haiz olmadığı yüksek bir dereceye ulaşılmış olur.

İslam âlimleri, “Hikmet; faydalı ilim ve salih ameldir.” diye tarif etmişlerdir. Diğer bir ifadeyle hikmet, “eşyanın hakikatlerine olduğu gibi vakıf olmak ve onun muktezasıyla amel etmektir.” Nitekim Peygamber Efendimiz “Yarabbi! Bana eşyanın mahiyetini bildir.” diye dua etmişlerdir. Avrupalı bir mütefekkir, “O zattan başka hiç bir kimse böyle bir sözü söylememiş, böyle bir niyazda bulunmamıştır.” demiştir.

Hikmet bir nurdur ki, hak ile batılı ve hayır ile şerri birbirinden tefrik eder. O öyle faydalı bir ilimdir ki, insanı, salih amellerle Cenab- Hakk’a yaklaştırır. O’nun sevgisine ve rızasına mazhar eder. Allah’tan hakkıyla korkup, yasaklarından sakındırır. Zira, “hikmetin başı Allah korkusudur.”

Allah’tan korkmak insanı her türlü kötülük, zarar ve günahtan muhafaza eder ve ebedi saadetin kazanılmasına vesile olur. Günahlardan kaçınıp, dinin emirlerini yerine getiren bir insan, imanını bu tehlikeden koruduğu gibi, Allah katında da insanların en çok ikram edileni ve en sevgilisi olur. Bir insanın Allah’tan korkması ve akibetinden endişe etmesi yaratılışın ve aklın gereğidir.

Allah’tan korkmanın birçok mertebesi vardır. En aşağı mertebesi, küfürden sakınmak, vasat mertebesi günahlardan sakınmak ve en yüksek mertebesi de Cenab-ı Hakk’ın muhabbet ve marifetine mani olacak her şeyden kalbi muhafaza etmektir.

Her hikmet, güzellik ve iyilik Allah korkusundan meydana gelir. İnsanlara fazilet hissini veren Allah korkusudur. Cenab-ı Hak kendisinden korkanı sever ve kendisinden hakkıyla korkanı korkutmaz. Allah korkusu insanları bütün dalaletlerden, tehlikelerden ve nice afetlerden kurtararak sırat-ı müstakime götürür ve insanın aklına nur ve rehber olur.

Hikmet eşyanın hakikat ve mahiyetini idrak etmektir. İlimlerin menbaı ve bütün faziletlerin kaynağı hikmettir. Dünyevi ve uhrevi saadetlerin, maddi ve manevi nimetlerin vesilesidir. Cehaletle ölmüş kalpleri dirilten ve onları ihya eden hikmettir. Hikmet, dünyevi ve uhrevi maksatları anlayıp ikisini beraber yürütmek ve o nisbette tarakki ve tekamül etmektir.

İnsan hikmet ve felsefenin takip ettiği yolu dikkatli incelerse görür ki, hikmetin asıl gayesi vahdaniyet-i İlahiyeyi delil ve hüccetlerle ispattan başka bir şey değildir. Evet, hikmetin gayesi ve neticesi teslis değil, tevhiddir.

Cenab-ı Hakk’a isnad olunan hikmetten murat ise, O’nun ilim ve kudretinin, şefkat ve merhametinin sonsuz olması, abes hiç bir şey yaratmaması ve yarattığı her şeyde binler fayda ve maslahat bulunmasıdır. Zira, bütün eşyayı mahiyetiyle, hakikatıyla, vazife ve gayeleriyle bilen Cenab-ı Hak’tır. Öyle ise, mutlak hikmet sahibi ancak O’dur.

Merhum Hamdi Yazır da; “Hem ilim, hem amel-i salih, hikmetin esası ve temelidir.” demiştir.

Evet, ilimsiz amel, faydalı da olsa hikmete muvafık olmayacağı gibi, amelsiz ilim de ne kadar cazip ve faydalı olursa olsun hikmet ismini alamaz. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Allah’ım! Faydası olmayan ilimden sana sığınırım.” diye buyurmuştur. Ulum-u akliye ve ulum-u nakliye olarak ikiye ayrılan ilimlerin bir arada cem olmasına hikmet denilir. Bunlar birbirinden ayrıldıkları zaman letafetlerini kaybederler. Zira birini ihmal edip, diğeri ile iktifa etmek, hikmete zıttır.

Hükema ise; “hikmet, alemin ahvalini derinden derine tefekkür etmektir.” demişlerdir.

Avrupa hükemasından Yufro ve taraftarları da “ hikmet, hakikatı henüz taayyün etmemiş bir sırdır. Eğer taayün etmiş olsa idi, hükema adedince hikmet olmazdı. Yani birden fazla hikmet bulunmazdı.” demişlerdir.

Felsefe ve hikmetin hakikatini anlayan Yunan mektebinin reisi olan Talis adlı bir feylesof da, “ Bu alem bidayetten ve nihayetten münezzeh olan bir Sânii Hakim’in eseridir.” diyerek Cenab-ı Hakk’ın ezeli ve ebedi olduğunu ifade etmiştir.

Şunu da ifade edelim ki, bütün bu hükema ve feylesofların fikir ve düşünceleri insanın hakiki saadet ve selameti adına ciddi ve sağlam bir yol ortaya koyup, onları irşat edememişlerdir. Bunun içindir ki, Avrupalı bir fikir adamı şöyle der: “Ben bir çok hükemanın fikirlerine müracaat ettim ve bir çok eserlerini tetkik edip okudum, ancak cümlesini anlamakta aciz kaldım. Zira onlar birbirinin görüş ve iddialarını çürütüp, kendi fikrinin doğruluğunda ısrar eden dayanaksız ve cahil bir topluluk olarak gördüm. Bütününün delil ve düşüncelerinin fasid olduğunu anladım. Baktım ki, hepsi kendi dava ve şöhreti namına doğruyu söylemiyor. Felsefeciler iyi bilsinler ki, ruy-i zemini tenvir ve ihya eden kendi hikmetleri değil, hak din olan İslamiyettir.”

Sokrat da “feylesoflar aldanmışlardır, his ve zevkler de bizi aldatır.”8 diyerek, bunların bir noktada ittifak etmediklerini ifade etmiştir.

Felsefe hep ihtimaller üzerine hareket eder. Çünkü menbaı akıl ve fikirdir. Herkes kendi aklı ile hareket etmiş, kendi ilmini kafi görmüş, birbirlerini tekzip ve fikirlerini çürütmekle meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan felsefeciler, tarih boyunca bir noktada ittifak edememişlerdir. Sadece akıl ile hareket edenler, hadiselerin iç yüzünü, necat yolunu, ahiret alemini bilemezler ve bilemediler de. Demek ki akıl, tek başına hakim olamaz ve daima sırat-ı müstakimde yürüyemez.

Bediüzzaman Hazretleri Kur’an ve felsefenin mukayesesini şu orijinal cümleleri ile şöyle ifade eder:

Felsefenin talebesi, “Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir.

Amma hikmet-i Kur’anın hâlis tilmizi ise; bir abd’dir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakikî tilmizi mütevazidir; selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za’fını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır… İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaşılır.

Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidal” tanır.

Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Hakkın şe’ni, ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.”

Hikmeti, nazari ve ameli olarak iki kısma ayıranlar da olmuştur.

Nazari hikmet; kâinatta cereyan eden ilahi kanunları ( sünnetullah, Allah’ın takdir edip var ettiği kanunlar) tefekkür ve muhakeme yoluyla elde edilir. Kâinat, tefekkür erbabı için hikmetlerle dolu bir kitaptır.

Ameli hikmet; akla uygun ve faydalı fiillerdir. Faydalı ilim salih amelden ayrı düşünülemez. Onun için ehl-i hikmet şöyle demiştir; “hikmetin evveli kainat kitabını tefekkür, ortası din ve itaat ve nihayeti de ebedi saadettir.

Kainat, insan aklının önüne açılmış, okumakla bitmez koca bir kitaptır. Kainatta olan mahlukat nevileri hesaba gelmeyecek kadar nihayetsizdir. Basiret sahibi her insan, bu sahifelerde tecelli eden binler ayet ve ilahi hikmetleri görür, okur ve onu yazan Halik’ının mevcudiyetini bilir ve O’nun azamet ve kudretini tasdik eder. Kâinat kitabını ibretle tefekkür edip okuyan bir insan, eserden müessire, sanattan sanatkâra, nakıştan nakkâşa, sebebler âleminden o sebepleri yaratan Cenab-ı Hakk’a intikal eder. Bundan sonra bütün bu kainatı evirip çeviren, bütün mahlukatı yoktan var eden Rabbine karşı kulluk vazifesini ifa eder. İnsanın yaratılış gayesi olan tefekkür ve ubudiyet de onu ebedi saadete mazhar eder. İşte hakiki hikmet budur ve hikmet buna denilir.

Mehmed KIRKINCI / Nükteler / www.mehmedkirkinci.com

Dipnotlar:

1 Bakara Suresi 2/23

2 Lokman Suresi 31/12

3 Bakara Suresi 2/251

4 Bakara Suresi 2/269

5 Ö.N Bilmen Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri 1.Cilt

6 Âl-i İmran Suresi 3/164

7 Nahl Suresi 16/125

8 Bkz. E. H. Yazır Metalip ve Mezalip s,46