Etiket arşivi: ismail aksoy

Tek Kanun, Tek Hâkim

Bir memlekette düzen ve nizamın varlığı, her türlü iş ve işlemin bir kanun çerçevesinde yürütüldüğünü gösterir.

Kanun ise hâkimsiz olmaz.

Az gören, çok gören, ağlayan, çapak tutan, normal gören her gözün tâbi olduğu kanun aynıdır. Güneş hangi kanuna tabi ise, sineğin kanadı da aynı kanuna tâbidir.

Şu muhteşem varlık âleminde, gerek âfâkta (ufuk kelimesinin çoğulu olup gözün görebildiği en son çizgi, kıyı, kenar, insanın dışında kalan tüm âlem), gerek enfüste (insanın kendi benliği anlamına gelen “nefs” veya “nefis” kelimesinin çoğulu “nefisler”demek olup, insanın kendi içinde, özünde anlamına gelmektedir) cereyan eden bütün kanunların bir Hâkim-i Ezelîsi vardır ve O birdir.

Birden fazla olsaydı, düzen alt üst olurdu. Söz gelimi, gecenin bir hâkimi, gündüzün başka bir hâkimi olması durumunda, aralarında büyük bir anlaşmazlık ve niza çıkacaktı.

“Resûlüm! (De ki: faraza müşriklerin iddia ettikleri gibi Allah’tan başka ilâhlar bulunsaydı, o takdirde) o ilâhlar (Arş’ın sahibine) mutlak mânâda her şeyin sahibi ve Rabbi olan kâinatın Yararatıcısına (elbette) galip gelmek, onun hâkimiyetini kendisinden almak için (bir yol ararlardı.) Olanca kuvvetleri ile böyle bir yol elde etmeğe çalışırlardı.Nitekim dünya hüküdarları arasında bu ihtiras cereyan etmektedir. Allah’ın şânı ise bu gibi taarruzlara maruz kalmaktan uzaktır, yücedir.” (1)

Bu ve benzeri âyet-i kerîmelerde tevhîdin güçlü delilleri ortaya konulmaktadır. Kelam ilminin en önemli kurallarını da nazara vermektedir:

1.Birden çok ilâh olsaydı, aralarında anlaşmazlık çıkar, düzen ve intizam bozulurdu.

2.Farz  edelim ki, biri baş ilâh, diğerleri onun yetki verdiği bir takım ilâhlar olsaydı, aralarında rekabete dayalı bir yarış başlar ve kendi güçlerini/yetkilerini kullanarak hâkimiyetlerini kurmak isterlerdi. Görünen o ki, bu âlemdeki işleyiş ve düzen en mükemmel şekilde işlemektedir. Aksi durumda bir papatya çiçeği bile yetişmezdi.

2.Bu âlemde iki ilâhın olması durumunda, hâkimiyet yarışında ya başarılı olur veya olamazlardı. Emir ve kumandayı ellerine geçirmeleri halinde, hâkimiyet sınırlı kalır, geçirmemeleri hâlinde ise, her iki ilâh da âciz, güçsüz duruma düşmüş olurlardı. Böyle bir âcizlik veya otorite paylaşımı Allah’ın şânına aykırıdır. Biri yaratmak, diğeri yaratmamak gibi bir irade sergilese, ikisinin de dediği olmaz. İki zıddın (varlık-yokluk) birleşmesi gerekir. Bu ise imkânsızdır. Biri başarılı, diğeri başarısız konuma düşer. Her ikisinin de sözü geçerli olmazsa, yaratıcılık vasfını kaybetmiş olurlar.

Halbuki; “Görünmeyen ve görünen, gizli ve âşikâr her şeyi bilen Allah, onların iddia ettikleri şeriklerden (ortaklardan) münezzehtir.”(2)

Kâinatın yaratıcısı birdir, her türlü ortak ve ortaklıktan müberrâdır.

Demek bir memlekette iki hâkim olamaz. Tek elden çıkacak kanunla tek elden yönetim ve hüküm sahibi bir tek Zât olabilir.

Yaratılış kanunlarını koyan ve uygulayan bir olduğu gibi; mükelleflerin fiillerine bakan kanunları koyan da birdir. Çünkü kâinattaki fıtrî kanunların etki alanı insana bakar. Bu durumda insanın söz, eylem ve davranışları da O Zât tarafından düzenlenmelidir ki, şirk olmasın. Hırsızlık yapan, cinayet işleyen, ırza tecâvüz eden ve benzeri haksızlık ve zulümleri işleyenlerin cezalandırılması için bir kanuna ihtiyaç vardır. Böyle bir kanun, ya insan eliyle yapılacak, ya da Allah tarafından tanzim edilecektir. İnsan eliyle düzenlenmesi şirktir. Çünkü teşrî’ (kanun yapma) hakkı yalnız yaratıcıya aittir.

Günümüzde olduğu gibi, insanlığın idaresi, kendisi gibi âciz bir beşere tevdi edilse, güçlüler zayıfları ezer, fitne/kargaşa/haksızlık/keşmekeşlik baş gösterir, sosyal hayat bozguna uğrar, insanlığın barış ve düzeni bozulur. En sonunda da bu âlemin tek sahibi ve otoritesi kıyâmeti başlarına koparmak suretiyle haşir meydanlarını açar, büyük mahkemeye sevk eder.

En mükemmel bir biçimde insanı yaratıp Rabbânî/fıtrî bir kanunla cismimizi idare eden, ona şekil ve düzen veren kim ise, Ümmet-i Muhammediyeyi ahkâm-ı İlâhiyye ile idare eden de O’dur.

Gece ve gündüzü birbirinden ayırt eden kanun  hangisi ise, zâlim ile mazlûmun arasını fasleden (ayıran) de aynı kanundur.

Demek kâinatın yaratılış, tedbir ve idaresiyle alakalı tekvînî hüküm ve kararlar kimin ise, cin ve insanların hayatlarını/yaşama biçimlerini düzenleyen karar ve hükümler de O’nundur. Uyup uymama tercihi ve sonucu insana aittir.

Yani, fıtrî kanunları koyan kim ise, teklîfî kanunları koyan da O’dur.

“Yaratma, kanun koyup o kanunlarla âlemi ve insanları idare etme yetkisi yalnız ve yalnız Allah’a aittir.”(3)

Şu kâinatın sahip ve mutasarrıfı insanı kendine muhatap kabul edip onunla konuşuyor.

Şu büyük kâinat kitabının ezelî tercümesi olan Kur’ân-ı Azîmüşşân ile konuşuyor.

Bir de, tecessüm etmiş Kur’ân olan kâinatın kelimeleri ile konuşuyor.

Bu her iki kitabın anlamını ve tercümesini bildirmek üzere, tercüman sıfatıyla peygamberler gönderiyor. İnsanları sınava tabi tutuyor.

İşte burada yaşanılan hayat, gayb perdesi arkasında ebedî bir hayatın varlığını göstermektedir.

İnsan ise, tek Hâkim’in koyduğu kanuna göre sorgulanacak, haşir ve neşri bu kriterlere göre gerçekleştirilecektir. Rabbim yardımcımız olsun.

İsmail Aksoy

www.NurNet.org

Dipnotlar:

1. İsrâ, 42

2. Mü’minûn sûresi, 92

3. A’râf, 54

Haccınız makbul ve mübârek olsun

Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev Mekke’deki Kâbe’dir. Orada apaçık nişaneler (ayrıca) İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur.

Yol bakımından gücü yetip gidebilenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki Allah âlemlerden müstağnîdir.”(1)

İçinde bulunduğumuz atmosferde,Rabbimizin lütuf ve keremiyle çok mübarek ve önemli zaman dilimleri yaşanmaktadır. Şu günlerde yaşanılan Hac ibadeti ve şeâiri gibi…

Cismen olamasak da, ruhen ve fikren o mübarek beldelerde oranın havasını uzaktan uzağa teneffüs etmenin hazzı ve sevinci bile insanı heyecanlandırıyor.

Hac’la ilgili hissiyâtımızı engelleyemedik ve hakkımızda mânevî bir duâ olması dileğiyle tuşlara besmele ile dokunmaya başladık.

Yukarıda zikrettiğimiz âyet-i kerîme ve diğer âyetlere göre hacc, tek bir ibâdet olmayıp, bir ibâdetler yumağıdır âdeta. Her biri bir takım fiil, davranış, hareket, terk ve yasaklardan oluşan ibâdetlerin bütünü hacc ibâdetini teşkil etmektedir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, Çünkü, hacc-ı şerif, bilasâle herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubûdiyettir. (2)

Bunların başlıcaları ihram, namaz, telbiye, çeşitli zikirler (Allah’ı çeşitli isim ve sıfatları ile anmak, Kur’ân, Cevşen, duâ, vird, zikir okumak gibi), Arafât ve Müzdelife vakfeleri, istiğfar, tavâf, güzel ahlâk, sabır, ihramlı iken yasaklara riâyet, yasakları çiğneme sebebiyle veya bazı mazeretlerden dolayı oruç, kurban, sadaka şeklinde yerine getirilen keffâret ve fidyeler, en hayırlısı takvâ ve amel-i salih olan mânevî azıklar edinmek, imanı tahkîk mertebesine çıkarma adına cehd ve gayret göstermek sûretiyle Rubûbiyet-i İlâhiyenin kemâlatını ilân, tevhidî sadâlara iştirak ile maddî ve mânevî kirlerden arınmaktır.

Bütün bu davranışlar doğrudan doğruya ibâdet olup Allah’a lâyık bir kul olma amacına yönelik olarak ve O’na yakınlık elde etmek için Allah tarafından vazedilmiştir.

Milyonlarca hacıların dilinden ve kalbinden yükselen Tekbir ve Telbiyeler, Arafat dili ve Kâbe kalbiyle Arş’a yükselmektedir.

Haccın “ferdî, ictimâî, iktisâdî, siyâsî…” sayısız faydaları oldukça fazladır.

Said Nursî, şu veciz ifadesiyle bu hususa vurgu yapmıştır:      “…o kudsî farîzayı ve din-i İslâmın kudsî ve semavî kongresi hükmünde olan bu hacc-ı ekberi büyük bir bayramın arefesi noktasında olarak bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. (3)

Ancak bu faydalar ibâdetlerin âcil (dünyadaki) mükâfatıdır; asl olan sırf Allah için, O’na kulluk borcunu îfa için yapılmış olmasıdır.

Hacc, yüzünü Cenâb-ı Hakk’a dönüşün bir göstergedir. O, mutlak ezel ve ebedin sahibidir. O, sonsuzdur. O’nun sınırı, ucu bucağı yoktur. “O’na” dönüş, mutlak kemâl, mutlak iyilik, mutlak güzellik, mutlak güç, ilim, değer ve hakikate doğru hareket etmek; yani mutlak doğru hareket, mutlak kemâle doğru mutlak hareket ve sonsuzluğa doğru mutlak kanat açışın bir sembolü, ebedî hareket ruhunun mukaddes mekânlara yansımadır. Yani biz, bir “ebedî oluş”un yolcuları, bir “sonsuzluk hareketi”nin kafileleriyiz. Hacc, bu mahşerî kafilelerin tevhid semâsında ve merkezinde zirve yaptığı bir buluşmanın, tanışmanın, bilişmenin ve milyonlarca cismin tek bir ruh haline dönüşmesinin adı…

Bu seyrü sefer çizgisinin en son noktası rızâ-i İlâhîdir. Seferimiz, ebedî hicretimiz, öyle bir cadde, öyle bir yol üzerindedir ki onun son noktası yoktur. Haşir meydanlarında bile son bulmayacak olan bir ebediyettir, mutlak bir vuslattır.

Hac, bu mutlak vuslatın ince sırlarını içinde barındıran ebedîleşmenin bir provasıdır.

Hac süresince icrâ edilen bütün merasimler “ipuçları”dır, “işaret” ve “semboller”dir. Bir kişi secdenin anlamını kavramamışsa, sadece alnını yere koymuş olur! Hacc’ın özünü, ruhunu, hikmet ve önemini anlamayan kimse hediye dolu bir bavul ve boş bir zihinle ülkesine geri döner.

Hacc süresince; Tavafla, tevhid inancını bütün kâinata ilân edeceksin. Sa’y ile Hacer annemizin heyecanını yaşıyacaksın.

Hacer-i Esved ‘i, kulların ezelde Allah’a verdikleri kulluk sözünün bir mührü ve imzası olarak selâmlayacak, yeminini tazeleyecek ve O’na kul olma şerefini bir kez daha te’yîd edeceksin.

Tavâftan sonra Hacer-i Esved ile Kâbe’nin kapısı arasındaki duvara (Mültezeme) karın ve göğsü, elleri ve sağ yanağını bir müddet yapıştırarak bu şekilde bir vuslat neş’esini yaşayacak ve sonra Kâbe örtüsünden tutunarak duâ ve niyazda bulunacaksın, Kâbe’ye yapışan vücudun cehennemde yanmaması için niyazlarını Kâbenin Rabbi’ne arz edeceksin.

Böylece bir büyüğe karşı suç işlemiş olan kişinin, onun eteğine sarılarak affını istemesini temsil etmiş olacaksın. Kulun, bu şekilde mânen ve mecâzen eteğine sarılarak af dilediği, yakınlık ve lûtuf talep ettiği Yüce Zât’tan başka sığınacağı, dayanacağı, yalvaracağı, kulluğunu arz edeceği kimsenin olmadığını samimâne ve ısrarlı bir yakarışla ilân etmiş olacaksın. Çünkü duâda ısrar etmek Mevlâ’nın murâdıdır. İşte bu sarılış ve yakarış o ısrarın bir gereği olacaktır.

Kâbe’den Arafat’a gitmekle Âdem babamızın inişini göstereceksin. Arafat’tan Mina’ya gitmekle insanın yaratılış gayesini, şeytânî tuzaklara meydan okumanın çabasını ortaya koyacak, en sevdiklerini Rabbına kayıtsız ve şartsız kurban edebilmenin şuuruna ereceksin.

Birinci ve ikinci Akabe bey’atlarını Hz. Peygamber (asm) ile Medineliler arasındaki görüşmenin gerçekleştiği yer olarak hatırlayacaksın.

Hz. İbrahim’in sahasına gireceksin Mina’da… O’nun gibi davranmak üzeresin. O, oğlu İsmail’i kurban etmek üzere getirmişti. Şimdi düşünmelisin, senin İsmail’in kim veya hangisi? Servetin mi, makam ve mansıbın mı, sarayların/villaların mı, evin mi, çiftliğin mi, araban mı, şan ve şerefin mi, sosyal statün mü, güzelliğin mi, gençliğin mi? Hangisi? İşte o kimse ve neyse, buraya kurban etmek için getirmelisin.

Seni hizmetten, mânevî cihaddan alıkoyan, sorumluluğu kabule yanaşmayan, nefse firavuniyet veren, fedakârlıktan alıkoyan, ebrârın dâvet çağrılarına kulak tıkatan, rahatın için bahaneler uyduran, seni kör ve sağır eden her neyse… İşte onu çekinmeden kurban etmelisin.

Bu fırsat bir daha eline geçmeyebilir!

O gül kokulu Medine’nin gül Peygamberine salât ve selâmlarımızı iletirken, yıllar önce makbuliyeti tasdik olmuş bir hizmetin hâdimi olduğunu unutma!

“…Medîne-i Münevverede dahi o derece makbul olmuş ki; Ravza-i Mutahharanın Makber-i Saadeti üstünde konulmuş. Hacı Seyyid, kendi gözüyle Asâ-yı Mûsâ mecmuasını, kabr-i Peygamberî (asm) üzerinde görmüş. Demek makbul-ü Nebevî olmuş ve rızâ-i Muhammedî (asm) dairesine girmiş. (4)

Böylesine ulvî ve lâhûtî duyguları yaşayan hacı kardeşlerimize ne mutlu.

Annelerinden doğmuş gibi pâk ve arınmış olarak dönmeleri ve bizleri de duâlarına dahil etmeleri niyazıyla…

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

  1. Âl-i İmrân: 3/96-97
  2. Said Nursî, Sözler, 16. Söz, 4. Şuâ
  3. a.g.y, Emirdağ Lâhikası
  4. a.g.y, Şuâlar

Muhâsebe için tutulan kayıtlar

…Her yerde, her köşede, müteaddit fotoğraflar kurulmuş, sûret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddit kâtipler oturmuşlar, bir şeyler yazıyorlar. Her şeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukûâtı zaptediyorlar…” (1)

Haşir Risalesinin mâna yüklü derinliklerinde seyâhat ederken, yedinci sûrete girip meyvelerinden koparmak istedik. Oniki Sûret, dört işaret ve oniki hakîkatın her biri, öylesine ilmî, hâlî, aklî, kalbî, rûhî meseleleri ve hakîkatleri en yüksek mertebede izah ve isbat ediyor ki, insanı evc-i kemâlatın zirvelerinde dolaştırıyor, bütün latîfelerini okşayarak bambaşka ufuklar açıyor, sırların derûnunu keşfediyor, esmânın kapılarını açıyor, sıfatları okutturuyor. Tekvînî ve teklîfî şerîatın çerçevesini ve boyutlarını ortaya koyuyor.

Haşir Risalesinin ana temeli altıncı hakîkattir ve bu hakîkatte Celîl ve Bâkî isimleri izah edilmektedir. Diğer hakîkatler ve isimler ise, bu hakîkat ile bu isimler üzerine bina edilmektedir. Dördüncü işâret, altıncı hakîkatin, dolayısıyla Haşir Risalesinin bir özeti hükmündedir.

Bu görünen memlekette öyle bir gözetleme ve kayıt sistemi kurulmuş ki, bir kıpırdama, hareket, iş, söz ve tavırlar şeklen ve sûreten murâkebe ve muhafaza ediliyor.

Metinde geçen “fotoğraflar” tâbiri, Levh-i Mahfûza, onun nümûneleri olan kuvve-i hâfızalara, çekirdeklere, tohumlara, nutfelere ve yumurtalara; hava, toprak, su ve güneş gibi unsurlara işaret ediyor. Sadece insanın amelleri değil, aynı zamanda kâinatta cereyan eden bütün iş ve işlemler kaydediliyor.

Havadaki her bir zerre, fotoğraf makinası gibi her şeyin ses ve şekillerini çeker. Bütün unsurlar birer muhafaza memuru olarak insanın yaptıklarını kaydederek, kıyamet günü otaya dökerler. Her şey Hafîz ismine birer aynadır. Nasıl ki ev ve iş yerlerine kameralar yerleştiriliyor, kâinat sultanın da, memleketinin her zerresine gizli kameralar yerleştirmesi mümkün ve gereklidir.

Her bir hava zerresi bir kamera görevi yapmakta, hem alıcı, hem de verici görevi yaparak ses ve sûretleri aynı anda bütün hava zerrelerine bildirmektedir. Her bir insanın parmak izleri, dokunmak şeklinde kayıt işlemine tâbi tutulmaktadır.

Hizmetin küçüklüğü-büyüklüğü insana göredir. Allah’a (c.c) göre her hizmet kayda değer mahiyettedir. Her tarafta yazıcılar (kâtipler), stenograf hassasiyetinin ve çabukluğunun çok ötesinde kayıtlarını ince ve hassas bir performansla;

-Sûretlerini alıyorlar,

-Yazıyla kayda geçiriyorlar.

En üst noktada, en yüksek kapasite ile çalışan bir kamera (Levh-i Mahfûz) kurulmuş, memleketteki her hâdiseyi tüm ayrıntısına kadar bir anda zapteder. Bu ana kayıt merkezi, varlık âlemine çıkarken ve varlık âleminde iken kesintisiz bir biçimde, küçük kameraların (hâfızalar, tohumlar, çekirdekler, hava atomları gibi) tüm bilgi ve kayıtlarını tutar, varlık âleminden gittikten sonra da belleğindeki veri tabanında saklar.

Cenâb-ı Hak, Hayy ismiyle Levh-i Mahfûza tecelli ettiğinden, kayıt altına alınarak bir nevi hayata mazhar olur. Demek o büyük ana kameraya geçen sûretler/fotoğraflar/resimler cansız değildir. Cenâb-ı Hakk’ın Alîm ve Hafîz ismlerinin de tecellisiyle hiçbir nesne kaybolmuyor. Levh-i Mahfûzun kapsama alanı, tüm âlemleri toptan içine alacak tarzda programlanmış yüksek kapasiteli bir görüş alanıdır. Ezelî ilmin tecellîsine mazhar olduğu için, zaman üstü olup bütün zamanları birden görür ve kuşatır. Her şeyin içini ve dışını birlikte kaydeden bir mahluktur. Tıpkı röntgen, tomografi, MR (Manyetik Rezonans/em ar) gibi kaydediyor. Çünkü ilerideki muhâkeme, muhâsebe ve davranışlar (muâmele) bu kayıtlar esas alınarak gerçekleşecektir.

Üstad’ın ifadesiyle; “…İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tabiriyle ‘manzar-ı a’lâdan, ezelden ebede kadar her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ı a’lâdır” (2)

İşte bu manzaranın adı; mukarrebîn meleklerinin de toplandığı ve tasarrufları altında olan ‘mele-i a’lâ’ dır. Bu melekler, insan için bir seyrangâh olan Levh-i mahfûzdaki amellerini seyrediyor.

Âlemde hiçbir şey kaybolmuyor. Eşya; vücûda gelmeden, geldiğinde ve gittikten sonra üç defa kaydedilmiş oluyor.

Cenâb-ı Hakk’ın bunları yazıyla kaydettirmesi İmam-ı Mübîne, sûretlerinin/görüntülerinin alınması da Kitâb-ı Nübîne işâret etmektedir. Bütün bunlar, Allah’ın (c.c.) zulmetmediğini göstermek ve şâhidlerin huzurunda ortaya koymak için yapılmaktadır. Aynı zamanda insanı daha dikkatli ve duyarlı olmaya da sevk etmektedir.

Ayrıca da, kurulan saltanat ve yönetim anlayışının kayıt ve tescil yöntemiyle, yönetilenlere karşı haksızlık ve kayırmacılıktan uzak bir sistemin (bilişim ve teknoloji ile her türlü sağlıklı tesbitlerin) teşkil ve teşekkülüne teşvik etmektedir.

Hz. Süleyman (a.s)’a bahşedilen mu’cizevâri bir devlet teşekkülünü de örnek olarak nazarlarımıza sunmaktadır. Ehl-i saltanata (yöneticilere) devlet sistemiyle alakalı ipucu niteliğinde pek çok mesajlar vermektedir.(3)

İşte bu dikkatli hıfz ve muhâfaza, elbette bir muhâsebe içindir.

Meselâ; Cenâb-ı Hak, kıyâmet günü hava zerresini çağırır, kayıt ve diğer görevlerini yapıp yapmadığını sorar. Hesâbını aldıktan sonra meleklere emrederek içindeki kayıtları (bilgileri) boşaltıp bir insan gibi Cennet’e götürmelerini emreder. Her mevcûdun hesabı böylece sorgulanıp tamamlanacaktır. İnsan hâfızası getirilecek, bir CD gibi döndürülecek, mercimek tanesi kadar olan o mânevî hâfızada her şey gösterilecektir.

Çorak araziden niçin ürün vermediğini, yabani otlardan sebze ve meyvelerin yetişmelerine neden engel olduğunu, kısaca ineği, sineği, tüm varlıkları sorgular, gereğini yapar. Çünkü Âdil-i mutlak, teklîfî kanunlara uymayan insanları ve cinleri cezalandırdığı gibi, tekvînî (kevnî/yaratılış kanunu. Kainatta kurulu düzen, fizik kanunlarının bütünü) kanunlara muhâlefet eden mevcûdâtı da cezalandıracaktır.

Her iki cihanda mes’ûd ve bahtiyar olmanın yolu, her iki şeriata tam riâyet etmekle mümkündür.

Bu memlekete gönderilen en değerli varlık olan insan; Firavunlaşmış, Nemrutlaşmış, zulmetmişse, başıboş mu bırakılacak? Başını secdeye koyanla, Sultana baş kaldıran aynı seviyede mi tutulacak? “ (Hâşa) Şeriat çağ dışıdır, modern bir hayatta tesettüre ne gerek var, Kur’ân hükümleri geçmişte kaldı, kısacık beşerî aklımızla koyacağımız hükümler ve sistemler bizi idare edebilir” hezeyanını kusanla, Kur’ân ve Sünnete inkiyâd etmiş bir insan arasında fark gözetilmeyecek mi? Hâşa! Aslâ ve kat’a…Herkesin mükâfâtı ve mücâzâtı, ince ve dakik bir hesapla gerçekleşmiş olacaktır.

Haşir meydanı büyük bir meydandır. Kaçışları önlemek için omuz omuza verecek olan azametli on dokuz melek görevlendirilir. Haşrin etrafını ablukaya alırlar. Sırat Köprüsünden başka hiçbir çıkış yolu yoktur. O gün orada bütün yollar Sırat Köprüsüne çıkar. Allah (c.c) şer’î hükümleri Sırat Köprüsü şeklinde tecessüm ettirecektir. Bu hükümlere uyanlar dünyada iken mânen geçmiş sayılırlar. Sırat Köprüsü, tıpkı şer’i şerif gibi kıldan ince, kılıçtan keskindir.

Üç bin yıllık mesafedir. Bin yılı yokuş, bin yılı düz, bin yılı ise iniştir. Cehennem üzerine kurulduğu için, geçemeyip düşenler Cehennem’e yuvarlanırlar. Herkes bu köprüden geçecektir. Ama geçişler farklı farklı olacaktır. (4)

Demekki bu geçici dünyada her şeyin kayıt altına alınması, haşmetli bir padişahın, kudretli bir sultanın büyük bir mahkemesinin var olduğunu göstermektedir.

Daha pek çok sırları içinde barındıran bu yedinci sûretle ilgili özet bilgileri, köşemizin imkân verdiği ölçüde ifadeye muvaffak kılındık biiznillah.

Daha bunun gibi pek çok hakîkatın müzakeresinde ve ‘Cennet’in câzibesi’nde buluşmak temennisiyle, şimdiden mübarek Kurban bayramınızı tebrîk eder, hacılarımızın ‘Lebbeyk’ nidâlarına kalben, rûhen ve niyeten iştirak etmeyi Ka’benin Rabbinden niyaz ederim.
(Devam edecek…)

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1.Bediüzzaman Said Nursî, 10. Söz, yedinci sûret
2. Sözler, 26. Söz, 2. Mebhas
3. bkz. Sözler, 20. Söz, 2. Makam
4. bkz. Sözler, 4. Söz

Haşir Risalesinin Hakkıyla Anlaşılması

Sanırım Haşir Risalesi üzerine beşinci yazımız. Daha pek çok beşi geride bırakacak gibi görünüyor.

Haşir Risalesinin daha iyi anlaşılabilmesi için bazı noktaların tesbitine ihtiyaç vardır.

Üstad Bediüzzaman (r.a) Haşir Risalesinde üç hakikatı isbat ediyor:

1.Öncelikle kâinattaki eserleri nazara verip muntazam fiilleri isbat ediyor. Fiil failsiz olmadığından, elbette bu hârika işlerin failini (yaratıcı ve yapıcısını) anlatarak vücûbunun vücûdunu ve vahdetini isbat ediyor. Vâhid ismi vahdâniyyet sıfatından gelmektedir. Vâhidiyyet; Cenâb-ı Hakk’ın fiilleri, isimleri ve sıfatındaki birliğidir.

Ehadiyyet ise; Zâtının birliğidir. Demek ki Vâhid; Ef’âl, esmâ ve sıfatında bir olan demektir. Ehad ise, zâtında bir olan demektir.

Cenâb-ı Hakk’ın Zâtında ortağı olmadığı gibi; ef’âl, esmâ, sıfat ve şuûnatında dahi şerîki, nazîri, niddi, zıddı, misli, misâli ve mesîli yoktur.

Demek tevhîd beş mertebede ortaya çıkar:

a)Cenâb-ı Hakk’ın Zâtında şerîki yoktur.

b)Şuûnâtında şerîki yoktur.

c)Sıfatında şerîki yoktur.

d)Esmâsında şerîki yoktur.

e)Fiillerinde şerîki yoktur.

2.O muntazam fiillerin kaynağı olan İlâhî isimleri nazara verip onları isbat ediyor.

3.O Esmâ üzerine cismânî haşri koyarak isbat ediyor.

Bu hususun açıklamasını Barla Lâhikasında şöyle ifade ediyor: “Her bir hakîkat, üç şeyi birden isbat ediyor; hem Vâcibü’l-Vücûdun vücûdunu, hem esmâ ve sıfatını, sonra haşri onlara bina edip, isbat ediyor. En muannid münkirden, tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes, her hakîkatten hissesini alabilir. Çünkü, hakîkatlerde, mevcûdâta, âsâra nazarı çeviriyor…

Bir başka nokta ise; Haşir Risalesinde geçen sûret ve hakîkatlerde, öncelikle kâinatta cereyan eden tekvînî kanunlara dikkat çekiliyor. Teklîfi kanunlar üzerinde durulmadığı (tayyedildiği) için isbatı görünmese de, sonuçta onların isbâtı ve hakikatı da ortaya çıkmış oluyor. Çünkü teklif olmazsa haşrin olmasının da bir anlamı olmaz. Her şeye hakkını vermek, bir ölçü çerçevesinde yaratmak, her şekilde (istidat, ihtiyaç, ıztırar lisaniyle) yapılan tüm duâlara cevap vermek, haksız olanların hakkından gelmek, bir adaletin varlığını gösterir. Öyle ise, tüm varlıkların reisi ve efendisi olan insan için Allah ve kul haklarının korunmasını temin edecek bir kanuna ihtiyaç vardır. Bu ise, peygamberler aracılığıyla insanlığa tebliğ edilen teklîfî kanunlardır. Yani Şerîat-ı garrâdır.

Madem insanlığın bir kısmı, hukûkullah ve hukûkul ibâddan ibaret olan ‘adâlet’e uymakla imân, sâlih amel ve takvâ dâiresinde hareket ettikleri gibi; bir kısmı da, inkâr veya isyan bayrağını açarak adalete sırt çevirip küfür, şirk ve isyan yolunu tercih ediyorlar. Öyle ise, zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalarak ölüm gerçeğiyle eşit ve aynı seviyede yaptıklarıyla baş başa bırakılmış oluyorlar. Mutlak adalet sahibi olan Allah, zulüm ve haksızlık yapmaktan münezzeh ve beridir. Öyle ise, gerçek adaletin ve ayrışmanın gerçekleşmesi için bir haşre ve neşre ihtiyaç vardır. İyiler için ödül, kötüler için bir cezanın ön görülmesi, adaletin tam ve mükemmel olarak te’sis edileceği büyük bir mahkemenin kurulmasıyla mümkün olabilir. Onun yeri de âhiret yurdu ve mahşer meydanıdır.

Çok önemli bir başka nokta da; Haşir Risalesi okunurken, baştaki sûretler, hakîkatlerle birlikte okunmalıdır. Bir sûret, bir hakîkat şeklinde takip edilmelidir.

Başta şu kâinatı hiç yoktan var eden ve idare eden Vâcibü’l-Vücûd, bin bir ismiyle haşri isbat eder.

Resûl-i Ekrem (a.s.m) başta olmak üzere tüm peygamberler, mu’cizelerine dayanarak haşri isbat ederler. Ulûhiyyet risâletsiz olmaz. Zât-ı Ekrem (s.a.v) hem tekvînen, hem de teklîfen en mükemmel kuldur. Tekvînen ve teklîfen bütün mevcûdâtın ibâdet ve isteklerini İlâhî dergâha sunmuş, Rabbü’l-Âlemînin istek ve arzularını da eklîfen alıp beşere getirmiştir. Risâlet-i Muhammediye, haşrin en büyük ve en güçlü delilidir.

Öyle ise, “Lâ ilâhe illallah” cümlesi, “Muahhammedün Resûlullah” sız olamaz. Bütün esmâ-i İlâhiyyenin tasdîk ve ikrarı ancak bu iki cümleyi birlikte söylemek ve tasdîk etmekle mümkündür. Kemâl sıfatı ve Kâmil ismi “Muhammedün Resûlullah” sız olamadığı gibi, umûm sıfat ve esmâ da “Muahammedün Resûlullah”sız olamaz. Çünkü onları ruh aynasında en mükemmel biçimde yansıtan Muhammedî hakîkattır. Bu hakîkatın hâricinde nur ve kurtuluş arayanlar beyhûde bir arayış içindedirler.

Tek bir sıfat veya esmâyı inkâr, haşri inkâr olduğu gibi, bir tek peygamberi inkâr da haşri inkâr anlamına gelmektedir.

Başta Kur’ân olmak üzere bütün semâvî kitaplar ve suhûflar haşri isbat ederler.

Bütün evliyâ kerâmetlerine, asfiyâ ise hüccet ve delillere dayanarak haşri isbat ederler.

İnsanaki bekâ aşkı ve ebedi yaşama şevki haşri açıkça isbat eder.

Öyle ise haşir ve neşir haktır. Haşre inandık ve iman ettik. Madem haşir meydanına gidilecek. Öyle ise, her insan; söz, fiil ve davranışlarından sorumlu tutulacak. İlâhî rıza dairesinde bir hayat sürmekten başka çare yoktur.

Kıyâmet gününde sual ve cevaplar; Arş-ı A’zamdan gönderilen Kur’âna, onun müfessiri olan hadîse, Kur’ân ve hadîsin de müfessiri olan icmâ-i ümmete ve kıyâs-ı fukahâya göre olacakır.

Şayet amellerimiz edille-i şer’iyye dairesinde ise korkmamalı, aksi ise korkmalı ve titremeliyiz.

Şayet iman selâmeti ve sağlam akidemz varsa, Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle;

El mevtü yevmü nevrûzina= Ölüm, nevrûz günümüzdür

(Devam edecek…)

İsmail Aksoy

Bütün Varlıklar Allah’ın Askeridir

Haşir Risalesi üzerine tesbit ve denemelerimize devam edeceğimizi ifade etmiştik.

Risalenin giriş metninde geçen “bu ahâli çoluk çocuğuyla asker olmuşlar” cümlesi etrafında müzakereye çalışalım inşâallah.

Kâinatı bir ordugâha benzetirsek, bütün varlıklar o talim merkezinde, yer ve gök kışlalarında silah altına alınmış askerler misalidirler.

Asker ne demektir? Eğitim, tâlim ve düşmana karşı cihâd göreviyle devleti, onun bölünmez bütünlüğünü, istiklâl ve hürriyetini, düzen ve intizamını iç ve dış tehlikelere karşı koruyandır.

Dünya sadece yer küreden ibaret değildir. Yedi tabaka ve kısmın tamamı, Kur’ânda gayb âleminin dışındaki tüm alemleri (Ay, güneş, galaksiler, yer, sema, hava unsuru gibi) kapsamaktadır. Kur’ân yedi vecih üzerine indirildiği gibi, dünya da yedi kısım üzerinde durmaktadır. Bu katmanların tamamındaki varlıklar, yani askerler; Allah’ın düşmanları olan zâlimlere, kâfirlere, müşriklere, âsilere karşı görevlerini yerine getirmektedirler.

Aynı zamanda Allah’a ve O’nun kanunlarına itaat eden mü’minleri savunmakta ve koruma altında tutmaktadırlar.

Allah’ın askerleri Kur’ân’da şöyle ifade edilmektedir:

Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır “(1)

Hudeybiye barış sözleşmesi yapılınca, meşhur münafık Abdullah İbn-i Übey; “Muahammed (a.s.m) zannediyor mu ki Mekkelilerle barış yapınca veya Mekke’yi fethedince onun için artık düşman kalmayacak? Fâris ve Rum milletlerine karşı ne yapacak?

Yukarıdaki âyet bu olay üzerine inzal buyuruluyor.

“Yani Cenâb-ı Hakk’ın göklerdeki ve yerdeki orduları, Fâris ve Rum kuvvetlerinin, tüm İslâm düşmanı güçlerin, yer yüzünde Allah’ın hâkimieytine ve kanunlarına meydan okuyan zâlim mihrakların, sinsi münafıkların, zındıkanın, ahlâksızlık ve ifsad yolunu açarak insanlığı yaratılışından uzaklaştırma plânları yapan her türlü güç kaynaklarının üzerindedir” diye başta Peygamber (s.a.v)’i ve umum Müslümanları cesaretlendiriyor ve onlara teselli kaynağı oluyor.

Rabbimizin orduları sınırsız ve sayısızdır.

Rabbin ordularını ancak kendisi bilir”(2) âyetinin ve pek çok âyetin (3) işaret ettiği gibi, şehâdet âleminde bunun nice örnekleri vardır.

O’nun askerlerinden biri rüzgardır. Bilindiği gibi Hendek savaşında çıkan soğuk bir fırtına, düşman çadırlarını yerle bir ediyor, ateşlerini söndürüyor, bineklerini dağıtıyor, etrafı toza dumana katıyordu. Cisimleri görünmeyen ama Tekbir sesleriyle düşmanı perişan eden melâike ve rûhânî varlıklar Kur’ânda ifadesini buluyordu.

İki güvercin ve örümcekle Habibini koruyan Allah, atomlar ve seyyareler ordusuyla da muhteşem saltanatının hâkimiyetini açıkça ortaya koyuyor.

Kâinatı bir devlete veya bir saltanata benzetecek olursak; tüm mevcûdât o devletin ve saltanatın sultanına karşı itaatkâr birer memuru durumunda olmuş olurlar. Mü’minlere karşı da birer dost, arkadaş ve yardımcı konumuna geçerler.

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ister istemez O’ne teslim olup boyun eğmiştir”(4)

Güneş, Ay, yıldız, yer, dağ, hava, deniz, dağ gibi mahlûkatın her biri birer asker ve memur oldukları halde görünürde resmi elbiseli olmayıp sivil bir görüntü sergilemektedirler.

Allah’tan aldıkları emirle tüm unsurlar harekete geçmekte, O’nun emrine isyan edenlere karşı hücuma geçerek âsilerden emre itaatsizliğin intikamını almaktadırlar. Geçmiş kavimlerde ve milletlerde yaşanan olaylar bunun açık birer delilidir.(5)

Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “…Şu memleketin haşmetli Mâlik’inin elbette cezası da dehşetlidir. O Zât ne kadar kudretli, haşmetli bir Zât olduğunu anlayınız ki: Şu koca âlemi, bir saray gibi tanzîm ediyor, bir dolap gibi çeviriyor. Şu büyük memleketi; bir hâne gibi, hiçbir şey noksan bırakmadan idâre ediyor.”(6)

Haşir Risalesinde öncelikle Zât-ı Zülcelâlin vahdâniyetini ispat ediyor, ondan sonra Haşrin ispatına geçiyor.

Bütün varlıkların tek kanunla idare edildiği, bu kanuna bağlı olduğuna vurgu yapılıyor:

…Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, o kanun ile öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa, arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreniz misillü yıldızları üstünüze yağdırabilir.”(7)

Esmâ ve sıfatıyla her yerde hazır ve nâzır olan O Zât-ı Akdesin her bir insanla mânevî bir bağı bulunmaktadır. Özellikle Vahyin ma’kesi olan peygamberlerin kalbi ve ilhama mazhar olan velilerin kalbi ile de özel bir bağı ve mükâlemesi vardır.

Gökleri ve yeri yaratan kimse, insanın kalbinden geçirdiklerini bilen de O’dur.

Cinlerin ve insanların amellerini kayıt altına alan melekler, âlemde cereyan eden her şeyi kaydeden Levh-i Mahfûz, kıyamet gününde üzerinde işlenen her türlü işi Rabbânî bir ilham ile haber verecek olan toprak unsurundan tutunuz da, etrafımızdaki her türlü varlığın şahitliklerinin ve hava zerrelerindeki kayıtların tamamı bir muhâsebe ve bâkî bir âlemin, haşr-i ekberin, mahkeme-i kübranın varlığının birer delili ve şahididirler.

Devam edecek…

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1.Fetih Sûresi, 4,7
2. Müddessir,31
3. Ahzâb, 9 v.b
4. Âl-i İmrân,83
5. bkz.A’râf, 94-96
6. Sözler, 22.söz, 1.makam, 10.burhan
7. Sözler, 15. Söz, 6. Basamak