Etiket arşivi: ismail aksoy

Vücûd Mertebeleri

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri 24. Mektupta vücûd mertebelerine karşılık insanın şükürle mükellef olduğunu ifade eder.

Bütün varlık âlemi kendi dilleriyle şükür vazifesini yerine getirirken, insanın şükür görevinde ağır ve tembel olduğu vurgulanmaktadır.

Benim kullarımdan şükreden azdır”(1) âyeti de bu hakikati ifade eder.

Onun içindir ki Hz. Ömer (r.a): “Azlardan olalım” demiş. Yani şakirlerden (şükredenlerden, İlâhî nimetlere karşı teşekkür görevini yapanlardan) olalım.

24.Mektup, 1. Remizde geçen “Vücûd mertebeleri” ni beş vücûd mertebesi şeklinde şöyle sıralayabiliriz:

1) Camidiyyet mertebesi
2) Nebâtiyyet mertebesi
3) Hayvâniyyet mertebesi
4) İnsâniyyet mertebesi
5) İmân mertebesi

Bediüzzaman bunu şöyle ifade etmiştir: “İnsanın vücûdunda birkaç dâire vardır. Çünkü hem nebâtîdir, hem hayvânîdir, hem insânîdir, hem imânî.”(2)

1- Câmidiyyet mertebesi: İnsan, her varlık gibi, unsurlardan, elementlerden ve madenlerden teşekkül etmiştir. Âlemde ne varsa, insanda da vardır.

Mülkün sahibi insanı bu mertebede bırakmayıp, bir üst mertebe olan nebatiyet mertebesini de vermiştir.

2- Nebâtiyyet mertebesi: Câmidiyyet mertebesi yanında insana bir de nebatiyyet mertebesi verilmiştir. Şerhu’l Mevâkıf adlı eserin ifadesine göre “sekiz”, Ma’rifetnâmenin izahına göre ise “dokuz” kuvveden oluşmuştur. Her bitkide var olan bu dokuz kuvve, aynı zamanda her insanın bedeninde de işlemektedir. (Kuvve-i câzibe, (faydalı gıdaları cismin batınına cezb eder), kuvve-i mâsike (gıdaları batında depolar), kuvve-i hâdıme (bedene giren gıdaları hazmederek, dört süzgeçten geçirip posa ve fuzuli maddelerden arındırır), kuvve-i mümeyyize (midede katı ve sulu maddeleri birbirinden ayırır), kuvve-i dâfia (vücuda yaramayan ve yeterli miktarın dışındaki fazla gıdaları mu’tad yol ve menfezlerden dışarı atar), kuvve-i müvellide (bedenin damarlarında belli aşamalardan geçerek gıdaların latîf kısmını ayırıp, bitkilerde tohum, hayvanlarda nutfenin imalini sağlar, erkekte meniyi tevlid ederek, her uzva uygun bir mizaç alıncaya kadar mezc eder), kuvve-i musavvire (atar damarlarda açıkça görülen bu kuvve, tasarruf yoluyla uzuvların işlerini görüp hıfz ederek cisimle uyumlu hale getirir), kuvve-i gaziye (bedenin tüm organlarında işler, bütün fuzuli maddeleri arındırarak, görevli olduğu organda işe başlamaya hazır konuma getirir), kuvve-i nâmiye (cisimle fıtrî bir uygunluk sağlayarak tüm bedenin büyümesi işlemini sağlar v.s…)

3- Hayvâniyyet mertebesi: Diğer mertebelerle birlikte yerini alır. Bu mertebede kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiyye ile birlikte on havas (beş zahiri duygu, beş batınî duygu) bulunmaktadır.
Zahirî duygular: İşitme, görme, koku alma, tat alma, dokunma duyuları

Beş bâtınî duyu ise;
a. Kuvve-i hissi müşterek: Eşyanın (objelerin) sûretini alır.
b. Kuvve-i hayal: Alınan sûretleri muhafaza eder.
c. Kuvve-i vâhime: O sûretlerin manalarını anlar.
d. Kuvve-i hâfıza: O mânaları muhafaza eder.
e. Kuvve-i mütefekkire (mutasarrıfa): Alınan sûretler ile mânalar arasındaki uygunluğu denetleyerek kontrol eder.

4- İnsaniyet mertebesi: Yukarıda saydığımız kuvvelerin yanı sıra bir de insânî hayat mertebesi vardır. Bu mertebe de üç kuvveden teşekkül etmektedir:

* Kabiliyyet-i nutuk (konuşma yeteneği)
* Akl-ı nazarî (fıtrî düşünme)
* Akl-ı tecrübî veya akl-ı amelî (tatbikî/eyleme dönüşen düşünce)
Bu mertebeleri kendisine bahşeden mülkün Yaratıcısına şükür gerekir.

5- İmân mertebesi: İnsanın vücûdunda câmidiyyet, nebâtiyyet, hayvâniyyet ve insâniyyet mertebelerinin yanında imân mertebesi de zirve bir mertebedir ve imân ehline mahsusutur.

Bunlar da; toprak, su, hava, hararet/nur unsurlarıyla birlikte on tanedir:

* Kalp
* Ruh
* Sır
* Hafî
* Ahfâ
* Nefis

Cenâb-ı Hak, imânî hayat mertebesini bahşetmekle insana en büyük ikram ve ihsanda bulunmuştur.
Bu kadar nimet ve lutuflara mazhar olan insanın şikâyete, verilenlere itiraza ve beğenmemeye hakkı yoktur. Neden ve niçin’ler kaderi tenkîd ve nimetleri itham anlamı taşımaktadır.

Mülk sahibi Allah’tır. O, mülkünde istediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Onun tasarrufuna, takdir ve tayinine itiraz edilmez. Hiç yoktan varlık âlemine getiren, en güzel mertebelere ulaştıran, en mükemmel tarzda donatan, yokluk derelerinde bırakmayan Rahîm, Hakîm, Vedûd bir Rabbimiz var.

İnsanı bir model yapmış, tavırdan tavıra, halden hale, şekilden şekile dönüştürerek/değiştirerek esmâsının tecellilerini/yansımalarını gösteriyor.

Sahip olduklarımızı şükürle karşılayıp, bir hikmete/maslahata binâen verilmeyenleri de dua ve niyazla Allah’tan istemek, O’na gerçek mânada kul olmak, şükür/hamd/niyaz/iltica/acz/fakr ile dergâh-ı Ulûhiyyetine sığınmaktan başka çaremiz yoktur ve kulluğumuzun gereği de budur zaten.
Elhamdülillah hâzâ min fadli Rabbî.

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1- Sebe’ Sûresi, 13
2- Mesnevî-i Nûriye, 10. Risale

Haşir Manzaraları ve Hesap Günü

Hatıra gelmesin ki: Bu küçücük insanın ne ehemmiyeti var ki, bu azîm dünya onun muhâsebe-i a’mâli için kapansın, başka bir dâire açılsın? Çünkü bu küçücük insan, câmiiyyet-i fıtrat itibariyle şu mevcûdât içinde bir ustabaşı ve bir dellâl-ı saltanat-ı İlâhiyye ve bir ubûdiyet-i külliyeye mazhar olduğundan büyük ehemmiyeti vardır…” şeklinde başlayan Haşir Risalesi Üçüncü İşâret, bu imtihan diyarının kapanacağını, çok değer verilen insanın yokluğa mahkûm edilmeyeceğini, hem ubûdiyeti, hem de küfrü/şirki nedeniyle hesâba çekileceğini izah etmektedir.

Her kim ki, İlâhî vahye uygun davranmışsa ödüle, her kim de muhâlefet etmişse cezaya mârûz kalacaktır.

Bir mîzân tecessüm edecek, hayır-şer tüm amellerimiz tartılacaktır. Bir ustabaşı, İlâhî saltanatın dellâlı, küllî ibâdetin mazharı olan insanın başıboş bırakılması hiç mümkün mü?

İşte bu âlemin harap olması ve âhretin icâdı, bir muhâsebe içindir. Haşir, amellerin arz ve takdim günüdür. Bir sayım/döküm/değerlendirme ve karar günüdür.

İmân ehli, erginlik çağından itibaren kusur ve günahlarının cezasını görmeye başlar. Dünyâda belâ, musîbet, hastalık gibi sıkıntılarla yüzleşir. Ayrıca da, sekeratta, kabirde, haşirde göreceği azaplar da günahlarının cezasına mahsup edilir. Sonuçta Cennet’e girecek olan mü’min, günahları sebebiyle Cennetteki derecesinden düşme/eksilme yaşar. Kâfir ise, yaptığı iyiliklerin karşılığını çoğunlukla dünyada görür. Âhirette ise, Cehennemde ebedî kalmak üzere, iyiliklerine karşılık diğer ehl-i Cehennem’e göre azabı hafif tutulur.

(Artık her kim) dünyada iken (bir zerre ağırlığında) olsun (bir hayır işlemiş ise, hem işlediği o hayrı, hem de onun sevâb ve mükâfâtını görecektir.) (Ve her kim de zerre miktar bir şer işlemiş ise, hem işlediği o şerri, hem de onun cezâsını âhirette veya daha dünyada iken görecektir.) Dünyada çektiği o belâ ve musîbet vasıtasıyla o günün geleceğinden haberdar edilmiş bulunacaktır.”(1)

Hesâbın görülmesi iki şekilde olur:

Allah’a ait olan hesabımızdır. Çok sur’atli olup bir anda tamamlanır. Tüm mevcûdâtın hesâbı bir anda ve çabukça görülür.

Diğeri ise; âlem huzurunda, melekler aracılığıyla görülen hesaptır. Melekler, birer görevli olarak Allah’ın izni ve sevkiyle insanların hesâba çekilmelerini gerçekleştirirler. Bu hesabın süresi ise, âhiret takvimine/zaman dilimine göredir. Bununla birlikte imân ehli, ameline göre az-çok Haşir meydanında bekletilir. O günün hesâbının çok çetin olacağı da Kur’ân ve Hadîsin ifadeleriyle sabittir.

Meselâ, Hz. İsâ (a.s) kıyâmet gününde “Ey Meryem oğlu İsâ! Sen mi insanlara Allah’ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin dedin?”(2) suâli karşısında şaşırıp kalacaktır.

Haşir meydanı…Tüm varlıkların, özellikle insanlığın toplanma mekânı, hesap mahalli.

Haşir meydanı on dokuz melek tarafından kuşatılır, yani ablukaya alınır. Bu görevli meleklerin alınlarının genişliği 40 yıllık mesafeye denk düşmektedir. Çevresi öylesine kuşatılır ki, çıkış noktası bırakılmaz. Tek çıkış kapısı (mânevî gümrük noktası) sâdece Sırat Köprüsüdür.

Cenâb-ı Hak, kimin Cehennem’e atılacağını emrederse, görevli melekler tarafından bu emir derhal yerine getirilir.

O zâlimlerin azabı (öyle) müthiş bir güne te’hîr edilir (ki) o günde”zâlimler (başlarını yukarıya dikerek) gözlerini semâ tarafına çevirip birbirlerine bakamayarak (koşarlar.) Çağırıldıkları tarafa bir korku ve dehşet içinde, bir zillet ve meskenet içinde çabucak varmaya çalışırlar. (Gözleri kendilerine dönüp bakamaz.) Gözleri bir dehşetle yukarıya yönelik apaçık bir halde kalır, göz kapakları kendilerine bakabilmek için harekette bulunamaz. (ve kalplerinin içi ise hayr nâmına her şeyden bomboş olur.) Yani kalpleri pek ziyâde hayret ve dehşetten dolayı akıldan, anlayıştan uzak, âdeta bomboş bir hava gibi bir halde kalmış olur.”(3)

Peygamberler arasında en zengin konumda olan Süleyman (a.s), diğer peygamberlere göre hesabı uzayacaktır.

Sahâbeler içinde en zengin Abdurrahman İbn-i Avf (r.a)’dır. Cennetle müjdelenenlerden olduğu halde, mal varlığının hesâbının uzun ve çetin olacağına dâir rivâyetler vardır.

Tüm zamanlarda yaşamış servet/ikbal/şöhret sahiplerinin sorgusu da, hiç şüphesiz kolay olmayacaktır. Her fert, içinde bulunduğu yaşayış biçiminden sorguya çekilecektir. İlim erbâbının Hakk’ı teblîğ, ma’rûfu ilân/izah, münkerâtı nehiy gibi ağır mes’ûliyetini de unutmamak gerekir.
El an yaşadığımız âhir zamanın yoğun sınavları arasında kabre imânla girip Rahmânın huzuruna yüz akıyla çıkmanın önemini kavramak ve idrak etmek gibi bir misyonun şuurunda olmak/olmamak, kazanmak/kaybetmek durumuyla karşı karşıya bulunduğumuzu unutmamak, Kur’ân’a, Hadîse, onların nurlu hakîkatlerine, asfiyâ ve evliyânın nurlu yoluna baş koyabilmek ne kadar elzem/ehem ve âcil olduğnun farkında olabilmek…

İnsan; göz, kulak, el, ayak, hava, su, yemek, içmek, peygamberlik, kitapların indirilmesi ve onlara muhatabiyet gibi maddî/mânevî her tür ni’metten hesâba çekilecektir. Şekavet ehli için zor, saâdet ehli için kolay bir süreçtir. Gerçek mü’minler için utanç/mahcûbiyet söz konusu olmayacağı gibi; kâfirler için ise yüzlerinin kararması ve derin mahcûbiyetler söz konusu olacaktır.

Şehitler için hesap yoktur. Cenâb-ı Hak, şehitlik mertebelerinden biriyle bizleri taltîf eylesin inşâallah..

Talebe-i ulûm-i diniye olarak ruhumuzu teslim etmek ne büyük bir şeref! Duâmızı bu niyetlerle süsleyelim.

Kıyâmetin manzaralarını anlatan Kur’ân âyetlerini ve Hadîs-i şerîfleri burada kaydetmek, köşemizin sınırlarını aşar. Mânen onlara kulak veren bir mü’min Hakk’a ve hakîkata yüz çevirebilir mi? Oraya hazırlık yapmadan gitme cesâretini gösterebilir mi?

Kîl u kal, oyun/oyuncak, mal/mülk, şöhret/güzellik, servet/zenginlik, dünya/meşgûliyet, korku/makam gibi geçici, fânî engellere takılıp aslî görevini ihmal edebilir mi? Kur’âna hizmetten, Sünnete tebaiyetten, şerîat-ı garrâya ittibâdan geri durabilir mi?

Âyâ bu insan zanneder mi ki, başı boş kalacak? Hâşâ!…Belki insan ebede meb’ustur ve saâdet-i ebediyyeye ve şekâvet-i dâimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhâsebe görecek. Yâ taltîf veya tokat yiyecek.”(4)

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1- Zilzâl Sûresi, 7-8
2- Mâide, 116
3- İbrâhîm, 43
4- Bedizzaman, Lem’alar, 17. Lem’a, 15. Nota

Kerem ve Rahmet Kapıları

Haşir Risalesi İkinci Hakîkat, “Bâb-ı kerem ve rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir” (1) şeklinde başlamaktadır.

Kerem ve Rahmet; sarf (Arapça’da kelime yapılarını ve kelimelerde oluşan harf değişikliklerini inceleyen, dili meydana getiren kelimelerin çekimlerinden bahseden ilim dalıdır) ve nahiv (kelimelerin cümle içindeki görevlerini ve cümle yapılarını inceleyen, cümle içinde kullanılmasından bahseden ilimdir) ıstılahınca masdardır.

Kerem lûgat olarak; istemeden vermektir. İhtiyaçlarını peşinen karşılamaktır. Rahmet ise; şefkat ve merhamet demektir. Asıl anlamı, kalp şefkatidir.

Kerem ve Rahmet fiilleri ise; Kerîm ve Rahîm isimlerini gösterir.

Şu kâinatta zerreden Arş’a kadar her bir varlık birer eserdir. Her bir eserde birer kapı hükmünde olan İlâhî fiiller gözükmektedir. Kerem ve Rahmet fiilleri de birer kapı durumundadır. Bu kapılardan iki şey görünmektedir:

Biri: Kerîm ve Rahîm isimleriyle isimlendirilen bir Zât-ı Akdes’in vücûbunun vücûdu ve vahdeti,

Diğeri ise; Haşir gerçeği.

Madem âlemde kerem ve rahmet fiilleri görünüyor. Başka bir âlemde devam etmez, geçici kalırsa, yapılan ikram ve şefkatler boşa gider. O rahmet ve iyilik sahibine düşmanlık ederler.

Bu dünyada o kerem sahibini imân ile tanıyarak ibâdetle hizmetine girenlerle, o rahmeti inkâr edenler mükâfat ve ceza almadan buradan göçüp giderler, ölümle eşit hâle gelmiş olurlar.

Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiği âsâr ile nihâyetsiz bir kerem ve nihâyetsiz bir rahmet ve nihâyetsiz bir izzet ve nihâyetsiz bir gayret sâhibi olan şu âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine lâyık mükâfât, izzet ve gayretine şâyeste mücâzatta bulunmasın? “(2)

Üstad Bediüzzaman (r.a), Haşir Risalesinin bu ikinci hakîkatinde, öncelikle rahmet ve kerem fiilinin eserlerini nazara veriyor, ardından kerem fiilini dört misâlle açıklıyor, sonra da izzet ve celâl fiillerinin yansımalarını gösteriyor. Rahmet fiili üzerinde üç misalle duruyor ve bu fiilerin arkasında esmâyı isbât ediyor, haşri de bu isimler üzerine binâ ediyor.

Ramet ve kerem fiilleri, mü’minleri kuşatır. İzzet ve celâl fiilleri ise kâfirler hakkında tecelli eder. İlâhî ahlâk bunu gerektirir. Mü’minin görevi Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanmaktır. Yani mü’minlere karşı şefkat ve merhâmetli, kâfirlere karşı ise, izzetli (azîz) ve celâlli (celîl) olmalıdır.(3)

Yer küre, bir gemi gibi şu fezâ denizinde Allah’ın izniyle dönüyor. Gaybî bir Zât, o geminin temsilcileri olmak üzere Sevr (öküz), Hût (balık), Esed (aslan) ve İnsan adlarında dört melek görevlendirmiş. Bu muhteşem gemiye dört yüz bin çeşit varlıkları doldurmuş…Her birinin isteği ayrı, rızkı, silahı, elbisesi, ömrü, silahı, yiyeceği,görev pusulası ve terhis zamanı ayrı olduğu halde; karıştırmadan, şaşırmadan, unutmadan yardımına koşar ve koşturur kerîm bir Zâtın vücûb-u vücûdunu akıl sahiplerine göstererek ispat eder.(4)

Bu varlıkları karanlıkta bırakmamak için damlarına bir lamba, ısıtmak için bir soba koymuştur.

Böyle bir ikram, kerîm bir Zâtı gösterir. Ancak ömürlerinin kısa olması sebebiyle burada tam doyuma ulaşmadan göçüp gidiyorlar. Demek bir başka diyarda kalıcı ve devamlı nimetlerle buluşmak üzere bir başka memlekete sevk ediliyorlar.

Rızka muhtaç ve ebed diye haykıran tüm mevcûdât; “Yâ Kerîmu yâ Allah” sesleriyle koro oluşturmuş, O cömert Zât-ı kerîme teşekkür ve minnetdarlıklarını sunuyorlar.

Hiç mümkün müdür ki, bin bir çeşit nimetlerini ve eserlerini üzerlerinde gösteren bu kerîm Zâtın varlığına imân edip O’na itaatle boyun eğenlere ebedî ikramlarda bulunmasın? Burada arının eliyle sofrasına koyduğu gıdayı, bal nehirleri halinde onların hizmetine sunmasın?(5)

Takvâ elbisesine bürünenleri en güzel giysilerle sevindirmesin, en güzel koltuklarda ve tefriş edilmiş salonlarda ağırlamasın, en gösterişli sofralara dâvet edilmesin, ziyafetlerde karşılanmasın?(6) Hâşa ve kellâ.

İşte Rahîm ismi ebedî bir Cenneti ve saâdeti, Azîz ismi ise ebedî bir Cehennemi ve mutsuzluğu gerektirir.

Yâ Rab! Bize küllî bir nazarla bakarak bu hakîkatleri hakkıyla idrak etmeyi müyesser kıl.

Senden başka Kerîm yoktur. Kerîm yalnız sensin Allah’ım!

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 10. Söz, 2. Hakîkat
2. a.g.y, Sözler, 10. Söz, 2. Hakîkat
3. bkz. Mâide, 54,Fetih, 29
4. Şuâlar, 15. Bkz. Şuâ, 2. Makam; Sözler, 32. Söz, 2.mevkıf, 3. Maksad, 4. Remiz
5. bkz. Muhammed Sûresi, 15
6. bkz.Hac, 23; Kehf, 31; Rahman, 54;Nahl, 80

Kâinatın Sırrını Çözmek

Kâinatın sırları üzerine nice araştırmalar, bilimsel çalışmalar yapıldı, ama yine de Kur’ânın tanımlaması ve ta’rifine denk düşecek bir açıklama ve izah getirilemedi.

Şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın tercüme-i ezeliyyesi olan Kur’ân-ı Hakîm ve O’nun muhteşem ve şanlı bir tercümân-ı zîşânı olan Hz. Muhammed (asm), Kitap ve Sünnetten sonra bu helâket ve felâket asrında imânî hüccetlerin parlak delillerini insanın istifadesine sunan Risale-i Nur, bu büyük kânat kitabının ma’nasını gayet net ve açık bir biçimde ve akıcı bir üslûpla cin ve inse Kur’ânî bir ders olarak vermektedir.

Nebevî verâsetin asrımızdaki en güçlü temsilcisi, tesirli nefesi Üstad Bedîzzaman (r.a), Kur’ânın dersi ve Resûl- Ekremin (a.s.m) ta’limiyle kevn âleminin hakîkatini çözmüş, “Tılsım-ı kâinat olan âlem ve insan nedir, nereden geliyorlar, niçin gelmişler ve nereye gidiyorlar?” gibi sorulara ikna edici cevaplar vermiştir. Özellikle Haşir Risalesi, Ene ve Zerre Risalesi gibi Risaleler, bu tılsımı/muammayı çözen eselerin başında gelmektedir.

Hemen aklımıza ‘tılsım’ nedir sorusu gelmektedir. “Tılsım, muamma, hikmet” kelimeleri, Nur külliyatında çok tekrar edilen kelimelerdir.

Tılsım’ın lûgat anlamı; “sırr-ı mektûm, yani gizli sır” demektir.

Avâm dilinde ‘tılsım’ kelimesine yüklenen anlam, hurâfeciliği çağrıştırmaktadır. Yer altında saklı definelere yaklaşmak isteyenlere iyi bir görüntü vermesi ve açığa çıkması amacıyla, gizlenen altın ve hazineler üzerine yapılan muska, okuma, üfleme gibi şeylerle çözülmesi anlamı taşımaktadır. Halbuki gerçekte böyle bir durum söz konusu değildir.

Gökteki faal kuvvelerin yerdeki münfail kuvvelerle birleşmesinden meydana gelen garip eserler, acîb fillerdir.

Âdetâ gökyüzü erkek, yeryüzü dişi konumunda yaratılmıştır. Gökteki ‘faal kuvve’ (etken, tesir eden) kabul edilen su, hava, ziya, hararet gibi unsurların, Ay ve yıldızların, yerdeki ‘münfail kuvve’ (edilgen, etkilenen) kabul edilen toprak unsuruyla birleşmesinden (izdivaç) mâdenler, bitkiler, hayvanlar, insanlar vücûda gelir. Her iki kuvvenin mezcinden, birleşmesinden, etkileşim ve karışımından varlıklarda meydana gelen hârika heler için ‘tılsım’ tabiri kullanılmıştır.

Bu mesele ayrı bir konu başlığıdır. Yedinci sözde bahsi geçen; “Hâ hâ, nedir ağzında gizli okuyorsun? Bir tılsım…” şeklindeki temsilde ‘hikmet’ anlamında kullanılmıştır.

İnsanın görevi, bu tılsımı çözmektir. Bütün akıllar bir araya gelerek tek bir akıl olsa, yine bu tılsımı çözemez. Başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere bütün peygamberler İlâhî vahye dayanarak bu tılsımı çözmüşlerdir. Yani Cenâb-ı Hak, irsâl-i rusül (peygamber göndermek) ve inzâl-i kütüb (kitap göndermek) yoluyla bu tılsımı çözerek beşerin eline vermiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v), mi’râc gecesinde mebde’ (başlangıç, evvel) ile müntehâyı (son, bitiş, âhir) birleştirerek âlemin tılsımını bilmüşâhede çözmüş, şifrelerini/kordinatlarını insanlığa göstermiştir.

Bu sırlar, insan aklını sürekli meşgul etmiş, filozofları âciz bırakmıştır.

Bu sebepledir ki, Molla Cizirî şöyle demiştir: “Bu âlemin muammâsı okumakla, hocalıkla çözülmez. Bu meseleyi ne icâzetli ve ne de icâzete yakınlaşmış yüz hoca çözer. Ancak bunu mevhibe-i İlâhiyye ile hakîkat ilmine vâsıl olanlar çözer.

Bedîüzzaman Hazretleri bu fıkrayı okurken; “Said gibi yüz tane molla bu muammâyı bilir ve çözer” demiştir.

Mâdem Üstad Nursî kâinatın bu tılsımını çözmüş ve eserlerinde ayrıntısına kadar ikna edici izahlarda bulunmuştur. Zihinlerdeki soruları cevaplandırmış, aklın takıldığı noktaları çözmüştür. Bizler de birer kur’ân talebesi olarak bu asırda en tesirli mânevî bir tefsir olan Risale-i Nurları müdekkikane ve mütefekkirâne okuyarak pek çok muammanın ve esrârın detaylarını yakalayabiliriz.

Yeter ki, şartlarına riâyet edelim. Kur’ân, Sünnet, müçtehid imamların ve ( Hulûsî ağabey, Mehmet Feyzi, Hafız Ali, Hasan Feyzî gibi) Saffı evvel nur şakirdlerinin/taliplerinin akîde, bakış ve nazarları istikametinde, bozmadan/tahrîf etmeden/ta’vîz vermeden murad-ı Üstadânelerine muvafık bir tarzda okumaya, anlamaya, anlatmaya ve hayata geçirmeye gayret gösterelim.

Ve minallahittevfîk…

İsmail Aksoy

Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi

Gel şimdi döneceğiz. Şu cemaatlerin reisleriyle, zâbitleriyle görüşeceğiz ve teçhizatlarına bakacağız ki; o teçhizat, o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir? Yahut başka yerde uzun bir saâdet tahsîl etmek için mi verilmiştir?… Bu cüzdanda zâbitin rütbesi, maaşı, vazifesi, matlûbatı, düstûr-u harekâtı vardır….Şu matlûbat ise, birkaç günlük bu misafirhânede geçinmek için olamaz. Belki uzun ve mes’ûdâne bir hayat için olabilir. Şu düstur ise, bütün bütün açığa verir ki; cüzdan sahibi başka yere namzeddir, başka âleme çalışır… Halbuki eğer bu meydandan başka âli, dâimî bir yer bulunmazsa; şu muhkem defter, o kat’î cüzdan, bütün bütün mânâsız olur…(1)

Haşir Risalesinin her bir satırı binlerce esrârın ve Kur’ânî hakikatın birer tezahürüdür.

Sûretler, hakîkatler ve işâretler birbirini destekler, şerh ve izah eder mahiyettedir. Aralarında ince edebî san’antlarla  örülmüş bir bütünlük, âhenk ve uyum vardır.

Evet, bu dünya Cennet ve Cehennemin bir nümûnesidir. Lutuf ve kahır karışımı nice örnekleri seyretmek için gönderildik bu dünyaya. Allah’ın (c.c.) binbir isminin yarısı celâlli, yarısı cemâllidir. Bu isimlerin asıl tecelli edeceği yer, Cennet ve Cehennmdir. Dünya, zıtların karışımından teşekkül etmiş bir mekândır.

Yukarıdaki metinde geçen ‘şu cemaatler’ tâbiri, insan dışındaki varlıklara işârettir.

‘Reis ve zâbit’ ise, insanı işâret etmektedir. Emîn arkadaş, sersem arkadaşına insanın nasıl bu memleketin reis ve zâbiti olduğunu açıklamaya çalışıyor. Böylesi devâsa bir varlığın dirilmemek üzere toprağın karanlıklarına terk edilemeyeceğini izah ederek Haşrin, yeniden dirilişin zarûrî ve kaçınılmaz olduğunu isbat ediyor.

Bu güzide varlığa bahşedilen organ ve aletlerin bu geçici dünyada tatmin olamıyacağını anlatıyor.

Metinde geçen ‘teçhîzatlar’dan kasıt zahirî ve batınî duygular (on havas ve letâif) dır.

Acaba insanın vücudundaki bu kadar mükemmel donanım ve o donanımı teşkil eden parçalar, bu geçici dünya için verilmiş olabilir mi?

 ‘şu zâbitin cüzdanı’ndan maksat, on latîfeleri taşıyan kalbe işarettir. ‘defter’ ise, on havas ve hissiyata sahip olan akla işarettir.

‘maaş’, âhretteki mükâfat ve ücrete işârettir.

Kalbin taşıdığı on latîfe; kalb, ruh, sır, hâfi, ahfâ, nefis ve dört unsur denilen su, toprak, hava ve güneşten meydana gelen on latîfedir.

Aklın sahip olduğu beş zâhir duygu ve beş bâtın duygudur.

Zâhir olanlar; Görmek, tatmak, işitmek, koklamak ve dokunmaktır.

Bâtınî duygular ise; Hiss-i müşterek, hayal, vâhime, kuvve-i hâfıza, kvve-i müfekkire (kuvve-i mutasarrıfa) dır. Bunlar insanın başında bulunan kuvvelerdir.

İnsan beyninin arka kısmında; ön, arka ve orta kısım olmak üzere ufacık bir yer vardır. Ön ve arka kısımda iki bölüm, orta kısımda ise bir bölüm halinde bulunmaktadır. Ön kısımda; hiss-i müşterek ve hayal bulunmaktadır. Hiss-i müşterek her şeyin fotoğrafını alır. Meselâ, insan korkunç bir varlık gördüğünde, hiss-i müşterek hemen onun fotoğrafını çeker, kuvve-i hayaliyeye gönderir.

Arka bölümde; vâhime ve hâfıza denilen iki havâs vardır. Kuvve-i vâhime, görünen şeylerin anlamını kavrar ve anladığı o şeyleri götürüp kuvve-i hâfızada yerleştirir.

Orta bölümde ise; kuvve-i müfekkire (veya mutasarrıfa) bulunmaktadır. En güçlü duygu olan akıl, tefekkür eder, gördüğü şeyin mahiyeti nedir, korkulacak bir şey midir, gördüğü doğru mudur? Diye tartar, tefekkür eder, değerlendirir.

Bu kadar değerli duygular, bu fâni, geçici hayatla yetinip doyuma ulaşabilirler mi?

“…İşte madem mahiyet-i insaniyyenin bir hizmetkârı olan kuvve-i hayâliyeyi bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor. Elbette gayet câmi’ mahiyet-i insaniye ebediyetle fıtraten alâkadardır.” (2)

“…Demek en büyük fâni, en küçük bir alet cihâzât-ı insaniyeyi doyuramıyor…(3)

Hiçbir organ, bu dünya nimetlerine razı olmuyor.

Demek insânî duygular, bu dünya ölçüleri baz alınarak verilmemiştir.

Madem insanın maddî ve mânevî tüm cihâzâtı, latîfe ve duyguları, ebediyeti/devamlılığı/kalıcılığı/sürekliliği istiyor. Bu istek burada karşılanamıyor, öyle ise bu istekleri insana takan ve yerleştiren Zât, başka bir memlekette ebedî ve doyumlu bir biçimde karşılayacaktır.

İnsan bu dünyada ihtiyaçtan dolayı yer içer. Cennette ise sadece lezzet için yer içer. (4)

Bu duyguları yaratan ve insana veren kim ise; ebedî bir mekânda arzularını tatmîn edecek olan da odur. Dilin, gözün ve diğer organların tatmîn yeri ancak Cennet olabilir.

Cennette göz, beşyüz senelik mesafedeki nimetlerin ve güzelliklerin en ince noktalarına kadar nüfuz eder.

Duygu ve latîfeler, bu imtihan yerinde iman,  ibâdet ve takvâ ile ne kadar terakkî edip gelişirse, Cennette o nisbette lezzet alır ve mutluluğa erişir.

O Kerîm Zâtın şe’nindendir ki, insanı yokluğa mahkûm etmeyip en mükemmel şekilde isteklerini yerine getirerek Kerîm isminin gereğini yerine getirmiş olsun.

Hayâlini nasıl râzı edebilirsin? Diyelim ki, Mekke-i mükerremeye gitmeyi hayâl ettin, ama gerçekte gitmen mümkün olmadı, hayâlin gerçekleşmedi. Ama bu isteğin Cennette yerine getirilecektir. Çünkü orada zaman ve mekân kaydı yoktur. Dünyadaki hayal sur’ati ne kadar hızlı ise, Cennette de bedenin hızı o orandadır. Cisimler, hayal hızında hareket edeceklerdir. Üstelik trafik işareti, hız limiti, ağır trafik cezaları da uygulanmamaktadır.(5)

‘Cüzdan’ tâbiriyle  insan kalbindeki on latîfeye dikkat çekilmektedir. Bunlardan sadece latife-i Rabbâniye denilen ‘sır’ latîfesine bakacak olursak, dünya verilse tatmin olmaz. Onun arzusu Cennetle de  yerine gelmiş olmaz. Ancak rü’yet-i Cemâlullah ile mutmain olabilir. Böyle bir arzunun yerine gelebilmesi için, haşrin açılması gerekir. (6)

Uyanmış, ibâdet/takvâ/tefekkür/zikir/duâ ile inkişaf etmiş bir kalb’e Cennetin bütün nimetlerini verseniz, yine onu razı edemezsiniz. Çünkü insan kalbi, Rahmânın arşıdır, merkezinde Allah’tan başka hiçbir şeyi kabul etmez. Kâmil ve hakîkî  insan  profili böyle ortaya çıkar.(7)

Dünya ve ahretin sultanı olan insana, öyle bir rütbe ve makam verilmiş ki, en son Cehennem’den çıkıp Cennet’e girecek olan bir mü’mine, yer kürenin on katı bir saltanat verileceği hadîs-i şerifle sabittir.

Yetmiş bin saray, yetmiş bin hûrî ile bütün arzularına hitap eden bir memleket insanın arzularının emrine tahsis edilir. Verilen bu mülk ve saltanat geri de alınmaz, ebedî olarak onun istifadesine sunulur. Artık tüm arzu ve isteklerine kavuşmuş olur. Allah, Cennet ehlinden, onlar da Allah’tan razıdırlar.

Bu dünya saltanatı için boğuşanların, ebedî yurdun, ebedî saltanatından gafil olmaları ne acıdır değil mi?

İşte insanın yaratılışına yerleştirilen isteme duygusu, Rabbimizin vermek istemesindendir.

“ Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahmâna teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcûdâtı umûmen isterim.”(8)

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

  1. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Onuncu Söz, Onikinci sûret
  2. Şuâlar, 11. Şuâ, Sekizinci meselenin Bir Hulasası
  3. Sözler,10 Söz, 11. Hakîkat
  4. bkz. Sözler, 28. Söz
  5. bkz. Sözler, 28. Söz
  6. bkz. Sözler, 32. Söz, 3. Mevkıf
  7. bkz. Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 1. Meyve
  8. Sözler, 17. Söz, 2. Makam