Etiket arşivi: ismail aksoy

Haşir Bahsine Giriş

Allah’ın rahmetinin (yağmurun) eserlerine (ağaçlar, bitkiler ve çiçeklere) bir bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor! İşte Arzı öldükten sonra ihyâ eden, ölüleri de böylece diriltendir. O, her şeye hakkıyla kadirdir.”(1)

Âyet-i kerimede geçen ‘Fenzur=bak’ emrinin başta muhatabı Resûl-i Ekrem (s.a.v) olmak üzere O’na tâbi olan iman ehli ve diğer insanlardır.

Rahmet kelimesiyle ‘yağmur’ kastedilmektedir. Yağmurun ortaya çıkardığı eserler ise; ağaçlar, bitkiler ve çiçeklerdir.

Haşrin ana kaynağı, âyet-i kerimede de açıklandığı gibi ‘Kadîr’ ismidir.  Kadîr ismini menba’ı ise; yedi subûtî sıfattır. Kudret sıfatı diğer altı sıfatı da içine almaktadır. Çünkü, hayatı, ilmi, irâdesi, kudreti olmayan, görmeyen, işitmeyen ve konuşmayan bu ihya ve imâte fiilini yerine getiremez.

Âyet-i kerimede geçen ‘rahmet’ den murad ise, Esmâ-i İlâhiyyenin tezâhürü olan İlâhî fiillerdir.

Demek bu dünyada cansızlar, bitkiler ve hayvanlar tâifelerini varlık âlemine çıkararak hayatı veren kimse, ölmüş olan tüm insan nev’ini haşir sabahında yeniden diriltecek olan da odur.

‘Bak’ emriyle şöyle bir gerçek ifade edilmektedir: Göz bu âleme ibretle bakıp iki noktayı tesbitle yükümlüdür:

Biri: İlâhî rahmetin birer eseri olan ağaçlar, bitkiler ve çiçeklere bakıp onlarda tecelli eden isim ve fiilleri, özellikle de rahmet, ihya ve kudret fiilleri ile, Rahîm, Muhyî ve Kadîr isimlerini bulmak ve anlamak,

Diğeri: Madem o fiil ve isimlerin sahibi yeryüzünde bu ihyâ ve imâteyi gerçekleştiriyor. Elbette O Kadîr-i Zülcelâl, insanları da öldükten sonra diriltmeye muktedirdir.

Giriş cümlesinde geçen ‘birâder=ey kardeş’  hitabıyla genel anlamıyla tüm mü’min fertler, özel olarak da Hacı Hulûsî ağabey kastedilmektedir. Çünkü başta Küçük Sözler ve Haşir Risalesi olmak üzere Nurların pek çok yerinde Risale-i Nur’un birinci talebesi olan merhum Hacı Hulûsî Yahyagil, birinci derecede muhatap kabul edilmiştir. Bu durumu te’yîd eden pek çok mektup bu tesbitin açık şâhidi ve delili hükmündedir.(2)

Cenâb-ı Hak, Üstad Bediüzzaman Hazretlerine Hz. Adem (as) zamanından tâ kıyamete kadar gelip geçen ve Haşri inkâr eden;

1)Bütün nefs-i emmârelerin,

2)Peygamberlere, evliyâ ve sıddîkîn cemaatine tâbi olmayan tüm felsefecilerin

3)Küfür ehlinin misâl âlemindeki sûretlerini ve iç yüzlerini sersem bir adam sûretinde gösterdiği gibi;

Haşre iman edip onu isbat eden;

1)Selîm kalp sahiplerinin,

2)Semâvî vahye tabi olup onun gereğini yerine getiren peygamberler, veliler ve sıdddıklar topluluğunun

3)İslâm ümmetinin misâl âlemindeki görüntülerini de emin ve güvenilir bir adam şeklinde göstermiş, izn-i İlâhî ile keşfedilen bu hakikatlerin mânaları ilham yoluyla kaleme alınarak bu Risale te’lif edilmiştir.

Haşir Risalesinde dünya üç boyutuyla ele alınmıştır:

a)Bir sınav ve manevra meydanı,

b)Bir misafirhane,

c)Bir sergi/fuar/gösteri/tanıtım ve ticaret merkezi

Bu dolaşım ve ticarette iki grup göze çarpmaktadır:

1.‘emin arkadaş’ nitelemesiyle memleketin sahibini tanıyan ve kanunlarına itaat eden mü’minler,

2.Kâfir veya müşrikler,

3.Fâsıklar

İnsanın işlediği her fiil, organlarında iz bırakır.

Küfür ve isyan ehlinin işledikleri sebebiyle hemen cezalandırılmamaları aldatmamalıdır. Cenâb-ı Hak ihmal eder (süre ve mühlet /fırsat verir), ama ihmal etmez (es geçmez, üstünü örtmez, delilleri karartmaz, haşa savsaklamaz).

Kitap ve sünnette beyan edilen haklar yerine getirilmediği takdirde, bu dünyada karşılığını bulmazsa, hesabı mahkeme-i kübrada görülecektir.(3)

Bütün unsurlar işlenenleri haber verecektir.

“O gün Arz, üzerinde ve  kötü ne işlenmiş ise haberlerini anlatacaktır. Çünkü Rabbin, anlatacağı şeyleri ona bildirmiş, ilham etmiştir.”(4)

Resûlullah (s.a.v) de şöyle buyurmuştur:

“Yerden sakınınız. Çünkü o, sizin ananızdır. Üzerinde kim, iyi ve kötü ne amel yaparsa, ahirette lehinde veya aleyhinde şâhitlik edecektir.”(5)

‘Ser=baş+sem=zehir= başı zehirli. Kâfirin aklı küfür ve inkârla dolu olduğu, bununla başkalarını da mânen zehirlediği için, potansiyel zehir hükmündedir.

Metinde geçen ‘İslâm yazıları’ ndan maksat, kâinatın mâna ve mahiyeti, yaratılış gayelerinin şehâdetleri olan İlâhî isimlerdir. Sersem arkadaş onları okuyamıyor. Ecnebi yazıları okuduğu için gözü onları görmüyor.

Kur’ân/İslâm yazısı fıtrîdir, insanın yaratılışnda yerleştirilmiş ve yaratılışa uygundur. Elimizin içine bakalım; birinde Arapça olarak bir ve sekiz, diğerinde sekiz ile bir rakamını görürüz. Her iki rakamı birlikte okuduğumuzda; birinde 18, diğerinde 81 olduğunu fark ederiz. İkisini topladığımızda 99 olan Esmâ-i Hüsna sayısına, çıkardığımızda ise, 63 olan Peygamberimiz (s.a.v)’in mübarek ömrüne işaret var. İkisini çarpınca da, 1458 etmekle Kur’ân yazısının bütün yazılara üstün geleceği tarihe remzen işaret eder.(Allah en iyisini bilir). Demekki Kur’ân yazısı insanın ve kâinatın yaratılışına yerleştirilmiştir.

Bilindiği üzere Kur’ân hattının pek çok varlıkta ve nesnede bulunduğunun sayısız örnekleri vardır.

“…anlaşılıyorki, bir parça frengi okuyanlar bu yazıları okuyamıyorlar..”

Bu yazılar Allah’ın varlığını ve birliğini ilân etmektedir. Bu yazıyı değiştirmek yaratılışa zıttır!…

“ Allah’ın fıtratı ki, insanları o fıtrat üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında değişme olmaz.”(6)

Yola koyulmuş iki kervan: biri; Peygamberlerin, sıdddıkların, şehidlerin, sâlihlerin kervanıdır ki, başında Resûl-i Ekrem (ASM) vardır.

Diğeri; Şeytanların, kâfirlerin, fâsıkların, fâcirlerin kervanıdır ki, bu kervanın başnda da İblîs-i Laîn vardır.

Büyük duruşmayı hesaba katmayan katil ve câni eşkiya sürüleri; din, namus, vatan ve kardeşlik düşmanı terörist/anarşist/bölücü güruhları, lânetli Şeytana tâbi olmuş şakîlerdir.

Rabbim Peygamberin önderliğindeki kervanda yer almayı nasip ve müyesser eylesin

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

  1. Rum sûresi, 50.
  2. Bkz. Sözler, s.5; Barla Lahikası, s.8; Barla Lahikası,s.248 v.b
  3. Mâide,33; Kalem, 42-43; Âl-i İmrân, 180; Tevbe, 34-35; Nur,2,4; Nisa,10 v.b
  4. Zilzâl Sûresi, 4-5
  5. Et-Terğîb ve’t-Terhîb, 1/240
  6. Rum Sûresi, 30

Haşir Risalesi Niçin Yazılmıştır?

Kur’ân âyetlerinin mühim bir kısmını teşkil eden Haşre dâir âyet-i kerimelerin önemini kavrayabilmek için, Üstad Bedîüzaman Hazretlerinin o günün atmosferinde sarsıntıya maruz kalan Haşir meselesinin, öldükten sonra hesap vermek üzere dirilişin ‘Kadîr’ isminin mazharı olarak ne derece beşer hayatında ve mü’minlerin akideleri üzerinde mühim bir yer tuttuğunu, bu meşhur Risalenin te’lifiyle ortaya koymuştur.

Allah, insanı iki şeyle mükellef kılmıştır:

Biri: Şahsî farzlar

Diğeri: Şahsî sünnetler Fıkhî terimiyle, farz-ı ayn ve sünnet-i ayn diye adlandırılır.

Bunların dışında bir de ‘Şeâir-i İslâmiyye’ denilen farz-ı kifayeler ve sünnet-i kifayeler mühim bir yer tutmaktadır.

Bunlar, şahsî farzlardan daha önemlidir.

İlmî, edebî ve amelî sâhadaki uygulamalara baktığımızda söz konusu şeâirin uygulanmadığını görmekteyiz.

Bu yazımızda bahse konu hususların detayına girmeyeceğim. Bağımsız bir konu olarak ele alınmasında yarar var. Ancak şunu hemen ifade etmeliyim ki, % 95’lik bir oranı teşkil eden farz-ı ayn ve sünnet-i ayna nisbetle sadece % 5’i teşkil eden ve uygulaması devlete ait olan bu şeâir-i İslâmiyye (Faizin kapısını kapatmak, kumar, zina ve içki meselesini halletmek, kadınların tesettürü v.s….) , kifâye farz ve kifâye sünnetlerdir. Her ne kadar % 5 lik bir oranı teşkil etse de, şahsî farz-ı ayn ve sünnet-i aynlerden daha ehemmiyetlidir. Dîn-i mübîn-i İslâm’ın ana temelini teşkil etmektedir. Ana temel olan bu şeâirin sarsılmasıdır ki, Üstad Bediüzzaman’ı böyle mühim bir konuyu işlemeye sevk etmiştir.

Meselâ, Ezân-ı Muhammedîyi okumak sünnettir. Bu sünnetin ihyâsı, bin şahsî farzdan daha mühimdir.

Böyle bir sünnetin kesintiye uğraması ve yasaklanması, gazab-ı İlâhîyi celbettiği gibi, uygulayıcıları ve boyun eğenleri de mes’ul duruma düşürmektedir. Bu yüzdendir ki, Bediüzzaman Hazretleri yasak sürecinde orijinal aslı dışında ezan okumamış ve okutmamıştır.

Şahsî sorumluluk başkadır, ümerânın sorumluluğu daha başkadır.

Ümmetin bütün fertleri, Haşirdeki mahkeme-i kübrâda, farz-ı ayn, farz-ı kifâye, sünnet-i ayn ve sünnet-i kifayelerden, özellikle de şeâir-i İslâmiyeden hesaba çekilecektir. Hiçbir insan, hiçbir amelinde serbest değildir. Özgür olması, eyleminin sonucunu ve sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.

Gözünün neyi gördüğünden, kulağının neyi işittiğinden, dilinin neyi konuştuğundan, kısaca küçük-büyük tüm ef’âlinden, ahvâlinden ve akvâlinden sorumludur.

Ümerâ; şeâir-i İslâmiyeyi uygulama alanına sokmazsa, ulemâ; ehemmiyetini ve ifade ettiği mânaları halka anlatmazsa, avâm-ı mü’minîn de icrâ ve tatbikine taraftar olmazsa, sorumluluğu ve vebali büyüktür.

Şu kâinatı tekvînî olarak binbir ismine mazhar eden Zât-ı Akdes, teklîfî olarak da ef’âl, akvâl ve ahvâlimizi, ilmî, edebî ve amelî bağlamda binbir isminin tecellisinden gelen ahkâm-ı İlâhiyyeye ve özellikle de bu ahkâm içinde önemli bir yer tutan şeâire bağlamıştır.

Öyle ise, her mü’min fert bilmeli ve asla unutmamalıdır ki, Haşir meydanında bir muhasebe ve sorguya tâbi tutulacaktır. Kur’ân ve Sünnet-i Nebeviyye hepimizin yakasına sarılacaktır. Amellerimiz, Kitap ve sünnet kriterlerine göre tartılacaktır.
Zalim-mazlum, âsi-itaatkâr, mü’min-kâfir, şirk-hidâyet vs her şey ve her fiil, en hassas terazi ile ve ayrıntılı bir biçimde analiz edilecek, sonuçlar; Âdil-i mutlak olan Kadîr-i Zülcelâl tarafından ortaya konacaktır.

İşte Haşir Risalesi, söz konusu muhasebe ve muhâkemeyi insanlara, özellikle de ehl-i îmâna izah ve isbat etmektedir.

Bu eserin te’lif edilmesinin asıl gayesi, böyle bir muhasebe ve muhakemeye insanların hazırlanmasını sağlamak için ikaz ve irşâd etmektir. Böyle bir hazırlık ise, kâinat tılsımını açmakla birlikte, insanın tercihine bırakılmış eylemlerinde Kur’ân ve Hadisi hâkim kılmakla mümkündür.

Çünkü insanın sorumlu olduğu haklar iki kısımdır:

1.Hukûkullah

2.Hukûku’l-ibâddır.

Bu iki hukuka da riâyet etmeyen mahkeme-i kübrâda büyük ceza çeker. İşte Haşrin ispat gayesi budur.

Yani kâinat sistemini kuran Allah (c.c), beşere her kademe ve alanda hayata dâir bir sistem önermiş, ona uymaya da dâvet etmiştir. İşte insan oğlu, Kurân ve Sünnetle çerçevesi çizilen bu sisteme uymadığı zaman, hukûkullah’a ve hukûk-u ibâda tecâvüz etmiş olur. Cezası ise, hem dünyada, hem de ukbâda verilecektir.

Kendini idare edemeyen bir beyinciğe sahip olan insan, küllî akla teslim olmalı, kâinat Hâlıkının koyduğu sisteme boyun eğmelidir. Şirkin her çeşidinden kaçınmalı, fürûzât-ı İlâhiyeyi yerine getirmelidir. İnsanlar arasında da adaleti temin etmelidir.

Risale-i Nurun mesleği; sadece Zât-ı İlâhiyeyi isbat değildir. Belki öncelikle, eline eserleri alır, eserden fiili, fiilden ismi, isimden sıfatı, sıfattan ta Zât-ı Akdes-i İlâhiyyenin vücûb-u vücûd ve vahdetini isbat eder. Daha sonra da, imanın altı rüknünü ve beş esâsat-ı İslâmiyeyi bunun üzerine bina ederek şirkin her çeşidini reddeder. İmânî rükünlerin bir tek cüz’ünü inkâr etmeyi bütünü inkâr etmek olarak gösterir. İlâhî bir hükmü inkâr etmenin, ahkâm-ı İlâyyenin bütününü inkâr etmek hükmünde olduğunu isbat eder. Çünkü iman, Resûl-i Ekrem (ASM)’ın Allah’tan getirdiği hükümlerin tümünü kalben tasdik ve dil ile ikrar etmekten ibarettir. İmân küllîdir, tecezzî ve inkisam kabul etmez.

Bu Risalede işlenen konu, cismânî haşir olup, aynı zamanda cismen değil de, sadece ruhen dirilişi savunan bâtıl anlayış ve algılamaları da hiç bir tereddüt ve şüpheye meydan bırakmayacak netlikte izah ve isbat eder. Meselâ, Hıristiyanlar genellikle âhirette yalnız ruhların haşredileceğini, insanların bedenleri ile değil, sadece ruhları ile cennet veya cehenneme gidecekleri yönünde bir inanca sahiptirler. Bu inancın çürütülmesi de, özellikle günümüz konjoktüründe önem arz etmektedir.

Diğer Risalelerde olduğu gibi; Hak ve hakikatı teferruatıyla izah, Kur’ânî delillerle isbat ve açıklamalarla insanlığı şirk, tereddüt, evham ve boş saplantılar çıkmazından kurtarıp imanın güzelliklerini ve mânevî lezzetini yaşatan bu eserden Rabbim istifademizi ziyade eylesin inşâallah…

NOT: İnşâallah kısmet olur ve Rabbim muvaffak kılarsa, Haşir Risalesi üzerine denemelerime devam etmek arzusunda olduğumu ifade etmek isterim.

İsmail Aksoy

Haşir Bahsindeki Teşbih ve Temsiller

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, onuncu sözde işlediği Haşir bahsine (ki haşr-i cismânî ispat edilmektedir) aşağıdaki önemli cümle ile giriş yapmaktadır:

Şu risalelerde teşbih ve temsilleri, hikâyeler sûretinde yazdığımın sebebi; hem teshîl, hem hakaik-i İslâmiye ne kadar ma’kûl, mütenasib, muhkem, mütesânid olduğunu göstermektir. Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinâiyat kabilinden yalnız onlara delâlet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir”(1)

Bütün imânî rükünler birbiriyle irtibatlıdır. Tevhid akidesiyle haşir, haşirle nübüvvet birbiriyle bağlantılı olup ayrı düşünülmeyecek derecede önemli hakikatlerdir. Biri diğerini destekler ve kuvvet verir.

İman hakikatlerinin tamamı muhkemdir. Yani te’vil (yorum) ve neshe açık değildir.

Risalelerde geçen misâller, görünüşte hikâye gibi algılansa da, gerçekte hikâye değildir. Çünkü mantık ilmine göre hikâyeler delil sayılmaz. Öyle ise verilen temsiller ve anlatılan hikâyeler, insanın aklına ve kalbine hitap eden o yüce hakikatlerin anlaşılması ve akla yaklaştırılması amacına yöneliktir.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l beyan, çoğunlukla kendine muhatap olan avâmın zihnine derin meseleleri yerleştirmek için benzetme ve temsilleri kullanır. Yüce Rabbimiz Kur’ân’da şöyle buyurmaktadır: “Allah, insanlara böyle misâller getirir ki, iyice düşünüp ibret alsınlar. Yani cehilden ilme geçsinler.”(2)

Demek bu husus, Kur’ânın irşâd metodunda kullandığı bir tarz ve üslûbdur.

Belâgat ilminde bir gerçeğin daha iyi anlaşılabilmesi için, hakikî anlamın anlaşılmasına bir araç teşkil etmesi amacıyla kullanılan söze, “kınâî kelam” denir. Gerçek mânâlar kendilerini değil, başka maksat ve hakikatleri ifade etmek içindir.
Falan adamın kapısının önünde kül çoktur” cümlesinde kinâye vardır. O adamın misafirperverliğine vurgu yapılmaktadır.

Kur’ânı-ı Azîmüşşân belâgat ilminin bu üslûbunu pek çok yerde kullanmış, Risale-i Nur da bu metodu, bir irşad ve tebliğ yöntemi olarak tercih etmiştir.

Birkaç misâl verecek olursak;

1. “Bana hiçbir insan dokunmadı”(3) âyetinde geçen ‘mes’ (dokunmak) tabiri, muâmele-i zevciyeden (cinsî münasebetten) kinâyedir.

2. “Benim kemiğim zayıfladı, gevşedi”(4) âyet-i kerimesinde geçen “zayıflamak, gevşemek” sözcüğü, gücün gitmesinden ve zayıflamasından kinâyedir.

3. “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı”(5) âyetinde geçen ‘Er-refes’ kelimesi, fuhşiyâta dair söz söylemek ve müstehcenlik içeren kelam ve davranışlar, görüntüler olduğu halde; burada cinsî münasebetten kinâyedir.

Kur’ânın mânevî bir tefsiri olan Risale-i Nur’da geçen benzetme ve temsiller, kıssadan hisse almak kabilinden söylenen sözler değildir.

…İşte Onuncu Sözün ve Yirmiikinci Sözün hikâyeleri gibi, sâir sözlerin hikâyeleri, kinâiyyât kısmındandırlar ki…”(6)

Aynı zamanda bu temsil ve teşbihler, Bediüzzaman merhûmun velâyet yoluyla açtığı keşfiyattan ibarettir. Asfiyâ makamında bulunmasından dolayı, o keşfiyâtın hakikatını Kur’ân ve Sünnete göre açıklamıştır. Çünkü asfiyâ; keşfen gördüğünü ilmen ispat edebilen muhakkik âlimlerdir.

Üstad Bediüzzaman, bahsettiği bu temsilleri, misâl âleminde hikâyeler sûretinde görmüş, hakîkat tarzında Âlîm ve Hakîm olan Rabbul Âlemîn tarafından kendisine ilhâmen bahşedilmiştir. O da ilmen izah ve ispat etmiştir. “Bu temsilî hikâyeciğe bak dinle…” derken, yaşanmış bir hikâyeyi ve yaşanacak bir olayı anlatmıyor, belki melekût âlemi denilen esmâ ve sıfat dairesinin bir nevi ayinesi ve misâl âlemindeki fotoğrafını keşfen, ilmen çekmiş ve tesbit etmiş oluyor. Hikâye ve görüntülerin gerçek anlamları ilhâm-ı Rabbânî ile kendisine bildirilmiş, O da beyan etmiştir.

Bu temsilî hikâyeciklerin cereyan ettiği misâl âleminin mahiyeti nedir?

Âlem-i misâl; her şeyin sûret ve hakikatının bulunduğu ve yansıdığı âlemdir. Bu âleme; berzah âlemi, kabir âlemi veya sur âlemi de denmektedir.

Bazı örneklerle konuyu biraz daha açalım.

Meselâ; “Elhamdulillah” kelimesinin her bir harfi, misâl âleminde meyveli bir ağaç olarak görüntülenmiştir. Bu kelimenin on harfi, on ağaç, her ağaçta en az on meyve olarak tecessüm etmektedir.

Gıybet; pis kokulu bir et parçası olarak yansımaktadır.

Hilekâr bir şahıs, maymun ve tilki şeklinde; kin ve düşmanlık besleyen kişi yılan suretinde, namusunu kıskanmayan ve namus konusunda gayretten yoksun bir insan ise domuz suretinde temsil edilmektedir.

Dünyaya karşı hırs sahibi olan karıncaya benzemektedir.

Beş vakit namazını ta’dil-i erkân ile kılmayanın şekli hırsız suretinde görünmektedir.

Beş vakit namazını kılan, büyük günahları terk eden bir mü’min; içinde azık olan çantası elinde, silahı omuzunda bir asker şeklinde temsil edilmektir. Aksi ise (namazı terk edip kebairi işleyen kişi), misâl âleminde çantasız ve silahsız bir biçimde görüntü vermektedir.

Ve bunun gibi her şeyin bir sûret, görüntü ve hakikatı değişik şekillerde bu âlemde (misâl âleminde) yansıtılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’in pek çok yerinde bu hususa dâir misaller çoktur.(A’raf, 175-176; Cuma, 5)

Bu âyet-i kerimelerde Yahûdî âlimleri; dünyaya meyletmelerinden, dünya ehline dalkavukluk yapmalarına kadar, şehvet, şöhret ve çıkar peşinde koşmalarına kadar, az bir paha olan dünya karşılığında Tevrat’ın hükümlerini değiştirmelerine kadar olan işlerinde kelbe, ikinci misâlde eşeğe benzetilmişlerdir. Kelp (köpek) menfaati, eşek (merkep) ise şehveti temsil eder.

Bu kötü ahlâka sahip olanlar, kelp ve eşek suretinde bir görüntü vermektedirler.

Risalelerde geçen benzetme ve misâllere de bu ölçülere göre bakılmalı ve değerlendirilmelidir.

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1.Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 10.Söz, İhtâr
2. İbrâhîm sûresi, 25
3. Meryem, 20
4. Meryem,4
5. Bakara, 187
6. Sözler, 32. Söz, 2. Mevkıf

Bir Nefes Sıhhat

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.

İnsan oğlu, varlık âleminin en nazdar, en âciz, en fakir, en muhtaç varlığı…

O kadar âciz ki, başındaki yükü kaldıramaz, en ufak şeylerden rahatsız olur, sevinir, üzülür, duygulanır, gururlanır, yalvarır, yakarır, acziyetini sergiler de; bazen çocuk misali ağlar, ah eder, vah eder…

Çok geç kalmadan bir opersyon geçirmesi gerekiyordu. Düşündü, sordu, sorguladı ve karar verdi.

Endişeleri vardı, ama hayatın sahibini sorgulamaya inancı ve edebi elvermiyordu. Teslim oldu müsebbibül esbabın kudret elinde sebeplere…

Kolunda serum takılıydı. Hareket kabiliyeti kısıtlı da olsa, başta namaz olmak üzere ubudiyet görevlerini aksatmamalıydı…

Sabahın huzur vaktinde doğruldu, serumunu kapattı ve refaketinde lavaboya giderek abdestini aldı, kıbleye, âlemlerin Rabbine yöneldi. Öylesine bir iç huzura kavuşmuştu ki, sağlıktaki lezzeti anlamaya çalıştığı gibi, çoğu zaman insanların idrakten ve kıymetini anlamaktan uzak durdukları sağlıktaki ibadetin de değerini düşünürken, bir anda Şafi-i Hakîkiden şifa bekleyen tüm hastaların silüetleri hayalinde canlandı.

Sehpanın üzerinde duran Hastalar Risalesine baktı, içindeki devaları bir kez daha gözden geçirdi, böyle bir bakış açısı lutfeden Rabb-ı Rahimine sığınarak kul olduğunu bir kez daha damarlarına kadar hissetti.

Kendisine dua siparişi verenleri de içine katarak cümle Ümmet-i Muhammed’in (sav) hastalarına ve onların içinde kendisine de şifa dileğinde bulundu. Öylesine hazin ve mahzun yakarışlarda bulundu ki, bir nefes alışverişine bağlı olan hayatının Mâliki ve Mutasarrıf-ı Hakîkisine iltica etti.

Ecel birdi ve asla tagayyüre tabi değildi. Başında ağlanılan nice hastalar kurtulmuş, nice sağlıklılar ebedî hayata intikal etmişlerdi.

Hastalık dert değil, bir nevi dermandı. Ömür dakikalarından bol ürün elde edilmesine vesileydi.

Tesbihattan sonra, “bir de Yâsîn okuyayım” dedi.

Görevli hemşire geldi, ameliyat önlüğünü bırakarak hazırlanmasını söyledi. Kefenden farkı, yeşil olması, bir de alt çamaşırın üzerinde kalmasıydı. Eh yine de biraz sonra dalacağı dünyanın ölümün bir nevi keşif kolları mahiyetindeki nevm âlemine, uyutulma moduna girecekti…

Ne de olsa, sadece dar zamanlarda değil, geniş ve sağlıklı hayat dairelerinde de okumaya ve duaya alışıktı dili… Okudu, okudu, okudu…

Operasyon hücrelerinin yanından geçirilirken selamlaştı, kolaylıklar diledi, görevlilere espiriler yapmaya çalıştı:

– “Hastanenin en iyi bölümünde görev yapıyorsunuz…

Oradan bir görevli:

-“Bak dişim ağrıyor, yine de görevimin başındayım..” diyerek fedakârlık ifşasında bulunuyordu.

Yanında ameliyata alınmak üzere bekletilen 13 yaşlarındaki bir talebeye dönerek ne ameliyatı olacağını sordu:

-“Bak, beni tanımadın mı? Ben de öğretmenim. Hiç merak etme canım, inşaallah şifa bulup okuluna devam edeceksin” diyerek moral aşıladı.

Bu moral dersi, orada bekleyen tüm hastalar için bir teselli kaynağı olmuştu âdeta.

Ve tavanda asılı ışıkların altına geldiğinde, narkoz uzmanının birkaç sorusuna cevap verdi. Hayatında asla nikotin ve alkol almadığını ifade ederek, âdeta narkozun dozunda dikkatli olunmasını sanki ima ediyor, ama görevlilerin bu işin farkındalıklarına da inanıyordu.

-“Sana iyi uykular” temennisinin son hecesi olan (r) durağında, bir boşlukta yolculuğa çıkmıştı. Beyaz bulutların arasında, Yâsîn CD sini başa sarmış yeniden okuyordu.

Ölümün kardeşiyle tanışmış, üç saatlik bir kesintiden sonra, tansiyon ve nabzı normale döndürmeye çalışan ekibin arasında çok uzaklardan ve derinden gelen ; “tamam Dr. Bey, nabız altmışa çıktı” sözleriyle Muhyî’nin yeniden diriltici nefesiyle hayata döndüğünü anlamıştı.

Evet, hayat böyledir zaten… Adem ve yokluk düşünülemezdi mü’min nezdinde… Fâni ve zâil perdelerin arkasında yeniden var oluş ve diriliş vardı. Tıpkı gecenin ardından sabahla diriliş, kışın ardından baharla diriliş misâli…

Nefes alıp verememek, verip alamamak… Sadece bu olay bile tek başına, Rabbimize, hayatı bize her an yeniden meccanen bahş eden hayatımızın sahibine ne kadar teşekkür borçlu olduğumuzun bir kanıtıdır.

Ey Rabbimiz! Bizi imanla donatıp, İslâmla yaşattığın için; nefesler verip hayat bahşettiğin için; aklımızı/fikrimizi/dimağımızı kullanmamıza, parmaklarımızı senin rızan dairesinde istihdam etmemize vesile kıldığın için; Kur’ânla tanıştırıp Nur’larla yaşattığın için; Resûlünün Sünnetiyle müeddep kıldığın için; sana eğilen başlarımıza güzel ufuklar açtığın için; Sana teslim olma/tevekkül etme nimetiyle kalplerimizi süslediğin için on sekiz bin âlemin zerreleri sayısınca hamd ve şükürler, akıllarımızın mürebbisi Resûlüne binlerce salât ve Selâm olsun. Âmîn…

İsmail Aksoy

Arap Baharı (Rebîu’l Arabî)

Dünyanın dengeleri yeniden kuruluyor.

Yıllardır emperyalist batı sömürgesinin kıskacındaki İslâm âlemi bir bir zıncirlerini kırıyor, ayağındaki prangaları darmadağın ediyor.

Emperyalist güçlerin son payandası, gönüllü kuklaları müstebid liderler, halkın nazarında bir bir değerini kaybediyor…

Bunlar zalimler güruhunun son halkaları…

Bunlar totaliter rejimlerin, uydu sistemlerin son aktörleri…

Ülkelerini şunun bunun bilmem kaçıncı eyaleti yapmanın vebalini ödemek zorunda kalıyorlar… Ve alacaklar…

Şişirilen batınlar, şatafatlı ve gösterişli muhteris hayatlar, hak ettikleri azaba düçar olacaklardır.

Yetimin, mazlumun, şehid Furkanların hesabı bir gün görülecektir elbet…

İslâm âlemi; büyük uyanışın, yeniden dirilişin, ümmet olma şuurunun baharını yaşamaya hazırlanıyor.

İslâm Birliği’nin (İttihad-ı İslâm) kutlu beşareti yüzünü çıkarmış, İ’lâ-yı kelimetullah dâvasının adalet, hak/hukuk, hürriyet, kalkınma, ümran ekseninde yükselişinin seyrine hazırlıyor dünya insanını…

Hz. Mehdî’nin önderliğinde, Hak ve adaletin hâkim olacağı bir dünyaya doğacak güneşin huzmeleri yavaş yavaş tulû’ etmeye başlıyor biiznillah…

Geçmişte azametli kıtaların yeniden dirilişini fısıldıyor tüm âleme…

Dostlar seviniyor, düşmanlar mahzûn…

İnşâallah bu ittihadın neticesinde zulümler bitecek, mazlum milletler hak ettikleri yeri alacaktır.

Sömürgeci emperyalizmle omuz omuza Müslüman kıyımına destek veren, kendine gelince özgürlük nâraları atan, ama Müslümanları terörist ilân eden kokuşmuş batı zihniyeti, deccal ruhlu habis aktörler, onun uzantıları, şakşakçıları ve tek dişli canavar can çekişiyor biiznillah…

Uyuyan dev uyandı artık, uyanıyor inşallah… Haklarına, İslâm’ın, Kur’ânın, Resûlü’nün öngördüğü ve deklare ettiği haklara koşuyor. Koşuyor, çünkü; tek çıkışın İslam kardeşliği, tesanüd, ittihad ve ittifak ruhunun olduğunu artık anlıyor.

Bediüzzaman’ın Yüz yıl önce Şam Emevî Camiinde, tüm İslâm âleminin eline tutuşturduğu meş’âle, elhamdülillah gönüllerde ma’kes buluyor, dalga dalga özgürlük dalgaları, şirkin, küfrün, istibdadın, tahakkümün, sömürünün belini kırıyor ve kırmaya da devam edeceğe benziyor inşâallah…

Son firavunlar devrini tamamlıyor, gönüllerdeki uyanış, Kur’ânın hâkimiyetine doğru hızla ilerliyor.

Hamanlar, Karunlar, Ümerâ-i sû’, mutrefîn-i sû’ ve işbirlikçileri gazab-ı İlâhînin pençesinden kendilerini kurtaramayacaklardır hiç kuşkusuz…

Bu uğurda çaba sarfeden tüm mücahid ve kahramanlar, devlet adamları, hizmet erbabı, şehâdet şerbetini içen kutlu şehidler, gönül erleri, hayırla anılmayı ve gerekli övgüyü fazlasıyla hak ediyorlar.

Başlar, eninde-sonunda Âlemler Sultanının emrine boyun eğecek, zalimlerin iradesi yerine Hakk’ın iradesi hâkim olacaktır.

Gözleri kapamak çare değildir. Gözünü kapayanlar kendilerine gece yaparlar.

Yaşasın İttihad-ı İslâm… Yaşasın sıdk, ölsün yeis ve karamsarlık…

Selam, dua ve muhabbet Hüdâya ve hidâyete tâbi olanlara olsun.

İsmail Aksoy / NurNet.Org