Etiket arşivi: kader

Kadere iman etmek neden kaçınılmazdır?

Bugün sizinle ‘gayba iman etmek’ ve ‘hakikati arayış şeklimiz’ arasındaki bağı konuşmak istiyorum. Çünkü bu meselede kimileri bizi ‘kolaycılık’ yapmakla suçluyorlar. Bu doğrudur. Ama doğru olarak doğrudur. Yanlış olarak doğru değildir. Sohbetimize şöyle bir yerden başlayalım: Bir insan gaybı iken varlığına iman etmediği bilginin şahidi olamaz. Onu elde edemez. Ona ulaşamaz. Bunu söylemekle kastım aslında şudur: Eğer siz, bir ‘şey’in olabileceğine (en azından) ihtimal verip (henüz vücudu müşahade edilmemişken) onun peşine düşmezseniz bilgisine de ulaşamazsınız. Yani, bir açıdan, hayaliniz dahi gaybınızdır sizin.

Nitekim ne Edison’un ampulü ne de başka bir ismin başka şeyi keşfi ‘tesadüf işi’dir. Yani, bu isimler, yolda ıslık çalarak yürürlerken aniden ceplerinden ampul veya başka bir teknolojik icad çıkmamıştır. Bizzat onu bulmaya yönelik özenli/kararlı adımları vardır. Emek emek, dilek dilek, hayal hayal duaları vardır. Onlar, bunların varolabileceğine ihtimal verip, hatta ne ihtimal vermesi, çılgıncasına iman edip çalışmalarıyla bu icadlara (yani gıyabında iman ettikleri şeyin hakikatine) ulaşmışlardır.

Tamam, meşhur hikayede Newton yerçekimini ararken başına elma düşmüştür, fakat hüner ne Nasreddin Hoca’nın kavuğunda ne de elmadadır. Elma sadece aranılanın üzerinden verildiği sebep olmuştur. Düşmesine tesadüf dense bile okunuşuna tesadüf denemez. Newton’un açlığını taşımayan bu okumayı yapamaz. Bu yüzden diyorum ki: Gayb iken iman edilmeyen şeyin marifetine ulaşılamaz. Çünkü her bilinen önce ‘bilinmeyen’dir. Kestirilmeden önce sezilendir. Tahakkuk etmeden önce tahayyül edilendir. Bilmek yolculuğunun kaçınılmaz adımlarıdır bunlar. Kimse bu adımları atlayamaz. Gaybken imanı olmayan hakikate ulaşamaz.

Bu noktada, gayet hikmetli bir şekilde, tesadüfün kollarını en çok kıran şeyin gayba iman olduğu görülüyor. Ancak tersten bir bakışla. Tesadüf eseri bilim olmuyorsa (ki olmuyor), yani herşey önce zan/tahmin içeren bir teori üretimiyle başlıyorsa, o halde hiçbir keşfediş tesadüf işi değildir. İnsan tesadüfen hiçbir harikalığa rastlamamıştır. Ancak olabileceğine ihtimal verdikleri, bu ihtimale dikkat ettikleri ve dikkatinde zaman harcadıkları şahitliği olmuştur. Yani imanı ilmini doğurmuştur.

Ne gariptir ki, elde ettiği ve pek güvendiği modern harikalara taparcasına ve onlardan kendisine ilahlık payesi çıkarırcasına rağbet eden modern insan; elde ettiği payenin ardından varlığı tesadüflerle açıklamayı seçiyor. Öncesinden hayali dünyasına girmemiş hiçbirşeye ulaşamayan beşer, her nasıl oluyorsa, varlığın ötesinde daha ‘önceki aşamalar’ ve ‘sonraki aşamalar’ olduğuna iman etmede tereddütler yaşıyor. Orada olanı şurada inkâr ediyor. Halbuki varlık âleminin bir ara âlem olduğunu beyninde yakinen biliyor. Vücudu olmayanların önce hayalde varolup sonra dünyasına teşrif etmesi; giderken de hatırasını yine başka bir vücud şeklinde bırakması; bu âlemin sadece bu âlemle açıklanamayacağının en büyük delilini oluşturuyor. Yani, insan, hayali ve hafızası üzerinden bile kadere iman edebilir kolayca. Gelenlerin gelmeden önceki sezilişinden ve gidenlerin hatırlanmak kaydıyla gidişinden şu çıkarımı yapabilir.

Herbir mevcut, vücuttan gittikten sonra, ifade ettiği mânâlar ve arkasında baki kalan hüviyet-i misâliyesi âlem-i misâlde mahfuz kalır. Hem hayatının etvâriyle ‘mukadderat-ı hayatiye’ denilen sergüzeşte-i hayatiyesi, âlem-i misâlin defterlerinden olan levh-i misâlide yazılır. Ruhanilere, dâimi mevcut bir mütalâagâh olur. Hem, cin ve insin amelleri gibi, âhiret pazarına ve âlem-i ahirete gönderilecek mahsulâtı baki kalır. Hem, etvâr-ı hayatiyeleriyle ettikleri envâ-ı tesbihat-ı Rabbaniye bâki kalıyor. Hem, şuûnat-ı Sübhâniyenin zuhuruna medâr çok şeyleri arkasında mevcut bırakır, öyle gider.

Unutmaya çalışmak bile bir tür hatırlamaktır. Buradan kadere de önemli bir delil vardır. Nasıl? Belki şöyle: Dünyasında, hayal/tasavvur/akıl sahalarında bir ‘takdir’den geçirmeden varlık sahasına hiçbirşey çıkaramayan insan ve yine bunları kendince yokettikten(!) sonra hiçbir şekilde tam anlamıyla dünyasındaki izlerini yokedemeyen aynı canlı; nasıl oluyor da dışındaki âlemde varoluş ve yokoluşu sadece burayla açıklıyor?

Varlığın en iradelisi, en akıllısı, en ihtiyarlısı olan insanın elinden bile önceden takdir edilmemiş, karar kılınmamış, planlanmamış işler varolmazken; varlık sahasındaki harikalar nasıl takdir edilmeden meydana gelebilir? ‘Nasıl olacağı önceden bilinmeyen’ nasıl düzen içinde yaratılabilir? İnsan pastanın nasıl olacağını bilmeden ununu karıştıramıyorsa ondan milyon kere milyon daha düzenli olan âlem, her an, nasıl öncesinde bir ilim olmadan varlık sahasına çıkabiliyor?

İşte kadere delil olarak Kur’an’da bize öğretilen bir hakikat: Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz. Takdir, sadece bu ayette değil, Kur’an’ın genelinde altı çizilen birşeydir. Âlem düzenlidir. Düzen takdirle olur. Takdir ise kaderi gerektirir. Tesadüf düzensizliği iktiza eder. Sanırım böyle ‘takdirli bir âlem’ algısını da aşılıyor bize Kur’an. Olanları tesadüf penceresinden okumamızı yanlışlıyor.

Buradan şuna da geleceğim: Bir mümin ile kafirin âleme bakışı, bilgiyi arayışı bu noktadan da farklılık arzeder. Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un ‘Bir Felsefe Geleneğimiz Var mı?’ kitabında ilk kez dikkatimi çektiği şeydi bu. Orada dinin ve felsefenin bilgiye bakışları arasında şöyle bir nüans zikrediliyordu: Din önceden varlığına iman ettiği şeyin bilgisini arar. Yani vahiy zaten mü’mine ulaşılacak sonuçların en uçlarını vermiştir. Okumalarının nihayetini bağışlamıştır.

İslam bu yüzden tefekküründen, yeni bir akide şekli değil, o akideye yeni deliller çıkarır. Akide, istikametten sapılmadıkça, hep aynı kalır. Yani, mürşidimin tabirince, ürettikleri yeni bir dava olmaz da davanın içinde bir burhan olur. Fakat felsefe için ulaşılacak sonuçlar kesin değildir. Kesin sonuçlara imanı yoktur. O hem delil hem sonuç çıkarır. Tam anlamıyla ‘bilinmeyeni’ arar… Gaybı hakikaten kayıptır. Her defasında silbaştan bulunmalıdır. Bugünün modernist müslümanlarının düştüğü hata da budur. Yani, dini de felsefe gibi algılayarak, itikadı üzerinde ‘görüş oynatılacak’ bir saha sanmalarıdır.

Felsefeyle ilgilenenler kızmasınlar. Fakat zannederim vahyi kuşananların salt felsefe ile âleme bakanlara karşı en büyük kazancı bu: Sizin tırmanmaya çalıştığınız dağın tepesinde duruyoruz zaten. Ve bu yüzden sizin kadar yamaçlarda yıpranmıyoruz. Sadeyiz. Belki sizin kadar kelime oyunları yapamıyoruz. O dolambaçlı yollardan nasıl gelinir (belki) bilmiyoruz. Çilesiyle tanışık değiliz. Sonuçların netliği nedeniyle her istediğimizi söyleme konusunda sizin kadar hür de değiliz. Ancak şu var: Daha huzurluyuz. Daha netiz. Ve ürettiğimiz marifet taş taş üstüne koyuyor. Neticenin belirginliği nedeniyle deliller birbirine yardım ediyor. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: “Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır.

Ene Risalesi’nin ahirindeki üç yolu hatırlayarak bitirelim: Biz Kur’anî asansörle şıp diye geldik hakikate. Siz dağları/ovaları aştınız geldiniz (o da belki). Bu çileyi çekmek sizin hüneriniz değil kabahatiniz. Hamakatiniz. Çilenizle hava atamazsınız. Nihayetinde Bediüzzaman’ın da dediği gibi: Zararsız yol zararlı yola müreccahtır. Seçmediyseniz sorumluluk kimde?

Ahmet AY – risalehaber.com

Musibetlerin Kader Açısından Bazı Hikmetleri

Musibet, hedefine isabet eden mermi gibi, insana şiddetle dokunan hadise ve felakettir.

Eflatun; “Musibetler Allah’ın oku, hedef ise insandır, nereye kaçacaksınız.”demiştir. Hz. Ali (r.a) bu söze “Fefirrû ilallah” Allah’a kaçacaksınız.” diye cevap vermiştir.

Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.”69

Nimetler, Allah’ın lütuf ve keremi olduğu gibi, musibetler de Allah’ın ilmi ezelisinde veya Levh-i Mahfuz’da yazılmış bir takdiridir.

Bir ayette mealen şöyle buyrulmaktadır:

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”

“Böylece elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.”70

Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, takdir olunan musibetten kaçınmak mümkün değildir. O yazılmış ise, mutlaka başa gelir. Başa gelen musibetlerde kadere iman, kalbe kuvvet ve metanet verir; gerek acı ve gerek tatlı hadiseler karşısında insan sarsılmaz, kaybettiği dünya nimetlerinden dolayı fazla gam ve keder çekmez.

Gelen her musibetin yazılı olduğuna imanı olan ve kalpleri Allah’a bağlı kimseler, musibetlerden mütessir olsalar da kendilerini kaybetmez ve şaşırmazlar. Ne gamın ızdırabına ne de sevincin gurur ve heyecanına kapılırlar. Hepsinin Cenab-ı Hakk’tan geldiğini ve onlarda nice gizli hikmetlerin bulunduğunu düşünerek, her iki halde de gönüllerini Allah’ın mağfiret ve rızasına bağlayıp, kulluk vazifelerini yerine getirirler. Allah’ın takdiri böyle imiş diyerek teselli bulur, metanetlerini muhafaza ederler.

Onun için sabır ve tahammül zarûrîdir. Peygamber Efendimiz (sav): “Asıl sabır, musibetin ilk anında olanıdır.” buyurmuşlardır.

Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurur:

“Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikâyeti tazammun eder. Ve ef’alini tenkid ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet, musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı. Hazret-i Yakub Aleyhisselâmın ‘Ben derdimi de üzüntümü de ancak Allah’a şikâyet ederim.’71 demesi gibi olmalı. Yani: Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, ‘Eyvah! Of!’ deyip, ‘Ben ne ettim ki, bu başıma geldi.’ diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır.”72

Hayatın çeşitli safhalarında insanların marûz kaldığı belâ ve musibetlerin altında, insan idrakinin kavramaktan âciz olduğu birçok hikmetler gizlidir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle buyurmaktadır:

“İhtimal ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki, sevdiğiniz birşey sizin kötülüğünüzedir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.”73

Belâ ve musibetlerin takdirinde kader, gerçek sebeplere bakar, ona göre hükmeder. Onların arkasında nice rahmet, adalet ve inâyet gizlidir. Söz konusu sebeplerden beş tanesine kısaca işaret edelim:

1) Bazı musibetler, kulların geçmişteki hatalarının neticesidir. Bu musibetler tamamen insanların ihmallerinden, hata ve kusurlarından doğmaktadır: Gerekli tedbirleri almayan kimsenin hastalanması gibi.

2) Bir kısım musibetler, gelecek belâları def eder veya onların şiddetlerini kırar.Büyük musibetlerin önüne set olan bu gibi musibetler, gerçekte Cenâb-ı Hakk’ın bir ihsanıdır.

3) Musibetler hayatı yeknesaklıktan kurtarmakla nimetlerin takdirine vesile olur; insanı mânen terakki ve tekâmül ettirir. Yâni, musibetler sıhhatin önemini ve nimetlerin kıymetini insanlara fiilen ders verir.

4) Bu dünya imtihanının bir ciheti de insanların takdir-i ilâhiyyeye rıza ve teslimiyet derecelerinin ölçülmesidir. Bu ise belâ ve musibetlerin vücudunu iktiza eder.

Bir kısım musibetler de ihtar-ı Rabbanidir. Bu tür musibete maruz kalan bir insan, bunu Cenab-ı Hakk’ın bir ihtarı olarak idrak edip, hemen o hatasından dönmeli ve tövbe etmelidir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

“Allah bir kuluna hayır murad ederse, ona dünyada peşinen bir musibet, meşakkat verir.”

Bu hadîs-i şeriften, her bir musibetin altında Erhamürrahimîn olan Rabbü’l-âlemîn’in inâyetinin çok tatlı meyveleri bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple bizler musibetleri sabır ve şükür ile karşılamak, aczimizi ve zaafımızı düşünüp dergâh-ı İlâhîye’ye iltica etmekle mükellefiz.

Musibetleri rıza ile karşılamak, Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanmanın önemli bir vesilesidir. Bir kul o rızaya nâil olma şerefine ererse, çektiği meşakkatler ve uğradığı musibetler hiç hükmünde kalır.

İbn-i Abbas’tan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîflerinde Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

Cenâb-ı Hakk’ın Levh-i Mahfûz’da, önce yazdıklarından biri de şudur:

“Ben bir Allah’ım ki, benden başka ibâdete müstehak kimse yoktur. Muhammed benim resûlümdür. Bir kimse benim verdiğim hükümlere razı olur, belâlarıma sabır, nimetlerime şükrederse, onu sıddıklar defterine yazarım. Kıyâmet gününde sıddıklarla haşrederim. Bir kimse, benim verdiğim hükümleri benimsemez, belâlarıma sabretmez, nimetlerime de şükretmezse benim kapımdan başka bir kapı arasın.”

5) Musibetler günahlara keffâret olur, hâlis kulların da makamlarını yükseltir.Bu nokta ile ilgili olarak Hz. Aişe’den (r.a.) rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfi takdim edelim:

“Mü’mine gelen her musibetle, hattâ bir diken batmasıyla da Allah onun hatalarını döker.”

Bir diken batmasının dahi mü’minin günahlarından bir kısmını döktüğü dikkate alındığında diğer hastalık ve musibetlerin ne kadar büyük rahmet ve inâyetlere vesile olacağı anlaşılır.

Yine Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) oğlu vefat eden Hz. Muâz’a (r.a.) yazdığı taziye mektubunun bir bölümünde şöyle buyurmaktadır:

“Senin bu oğlun Allah’ın sana güzel bir hibesi idi. Cenâb-ı Hak onunla bir zaman seni ferahlandırdı, sürûrlandırdı. Sonra onu aldı ve büyük bir sevap verdi. Şu şartla ki sabreder ve o sevabı hesaba katarsan…”

Mektubun devamında, “Yâ Muâz, Allah sana hem oğlunun ölmesi hem de sevaptan mahrum olmak gibi iki musibeti birden vermesin.” ifâdesi yer almaktadır.

Bu noktada bir hakikate işaret edelim:

“Bir şeyin neticesi ne kadar yüksek ve kıymetli ise, yolu o nisbette çetin olur.”kaidesince, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanına erişmenin, Cehennem’den kurtulup Cennet’e liyakat kazanmanın yolu da elbette çetin olacaktır. Bu sırladır ki, belâ ve musibetlerin en büyüğü ve en şiddetlileri başta peygamberlere, sonra iman ve tahammül güçleri nisbetinde diğer kâmil kullara gelmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen ve kaderin gerçek sebeplere baktığını bizlere ders veren bir kıssayı dikkatinize sunmak istiyorum:

Kur’ân-ı Kerîm’de bizim ibret almamız için nakledilen kıssalardan birisi de, Hz. Mûsâ (a.s.) ile Hz. Hızır’ın (a.s.) hikmetlerle dolu olan seyahatleridir:

Hz. Musâ (a.s.), ilm-i ledünnî’sinden istifade etmek niyetiyle Hz. Hızır (a.s.) ile arkadaşlık etmeyi Cenâb-ı Hakk’tan niyaz eder. Bu niyazın kabulüyle, Hz. Hızır (a.s.) ile buluştuklarında, Hz. Hızır (a.s.) kendisine, yaptığı şeyler hakkında hiçbir soru sormamasını, şart koşar. Anlaşarak yola çıkarlar. Bir gemiye bindiklerinde Hz. Hızır (a.s.) gemiyi deler. Bunun üzerine Hz. Musâ (a.s.) dayanamayarak itiraz eder. Hz. Hızır (a.s.) ise anlaşmalarınıhatırlatır ve bir açıklamada bulunmaz. İkinci olarak, Hz. Hızır (a.s.) karşılaştıkları bir erkek çocuğu öldürür. Hz. Musâ’nın (a.s.) buna da itiraz etmesi ve hikmetini sorması üzerine, Hz. Hızır (a.s.) artık arkadaşlıklarının bitme noktasına geldiğini söyler. Bunun üzerine Hz. Musâ (a.s.) artık soru sormayacağını söyler ve seyahatlerine devam ederler. Vardıkları bir kasabada ahaliden yiyecek isterler. Hiç kimse onları misafir etmez. Hz. Hızır (a.s.) ise, o kasabada yıkılmak üzere olan bir duvarı doğrultur. Hz. Musâ’nın (a.s.) buna da dayanamayarak duvarı hem de ücretsiz olarak tamir etmesinin sebepini sormasıyla arkadaşlıkları sona erer. Hz. Hızır (a.s.) arkadaşlığın nihayete erdiği bu noktada, önceki üç hâdisenin hikmetlerini Hz. Musâ’ya (a.s.) şöyle anlatır:

“Gemi, denizde çalışan birkaç yoksula aitti. O gemiyi kusurlu kılmak istedim. Çünkü peşlerinde her sağlam gemiye el koyan bir hükümdar vardı. Oğlana gelince, onun annesi ve babası inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korkmuştuk. İstedik ki onların Rabbi o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birisini versin. Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aittir. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı. Babaları da sâlih bir kimse idi. Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını diledi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte, dayanamadığın işlerin iç yüzleri budur.”74

Bizler irademiz dışında başımıza gelen hâdiselere, uğradığımız belâ ve musibetlere bu kıssanın dürbünüyle bakmalıyız. Her hâdiseyi Hz. Hızır’ın (a.s.) eli gibi bilmeli, altındaki rahmet ve inâyete iman nûruyla nazar etmeliyiz. Onun gemi delmesinde geminin kurtuluşu gizli olduğu, öldürmesinden hayat fışkırdığı gibi her bir musibet altında da mutlaka Allah’ın rahmetinin bir cilvesi ve hikmetinin bir sırrı bulunduğunu kabul etmeliyiz.

Cenâb-ı Hakk’tan gelen her musibeti bir iltifat sayan, her dertte derman arayan, çekirdeğin parçalanmakla ağaç olması misâli, her yokluğun varlığa açılan bir kapı olduğunu anlayan insan bu kıssanın sırrına ermiş demektir.  Bu hâl, mü’min için hem Rabbinin rızasını kazanmaya vesile hem de bu dünyada bir huzur ve sürûr kaynağıdır.

Konumuzla alakalı olmasından dolayı şu hatıramı da nakletmek istiyorum:

Bir gün yanıma iki üniversite talebesi geldi. Bunlardan birisi gayet uzun boylu, diğeri ise çok kısa boylu ve sırtında bir kamburu olan bir gençti..

Uzun boylu olan genç,

— Hocam size bir sorumuz var, dedi. Ben de

— Buyurun, dedim.

Cenab-ı Hak adil midir, diye sordu. Ben de:

— Adalet güzel bir sıfat olduğuna göre, bütün güzel sıfatlar gibi bu sıfatın da kemali Allah’ta bulunur. Adaletin kemali Allah’ta olmazsa kimde olur, dedim.

Bunun üzerine genç:

Madem Allah adildir, neden bazı insanları, toplum içerisinde utanç duyacakları bir vaziyette yaratmıştır, dedi.

— Anladım ki, sen yanındaki arkadaşın namına konuşuyorsun. Öyle değil mi? O da,

Evet, dedi.

Bunun üzerine kısa boylu olan arkadaşa döndüm ve

— Boyun ne kadar, diye sordum.

Bir metre otuz beş santim, dedi. Diğerine de aynı soruyu sordum. O da,

Bir metre seksen beş santim, dedi.

— Peki sen bu boyundan razı mısın, dedim.

Razıyım, dedi

Bu sefer kısa boylu olana,

— Sen de boyundan razı mısın, diye sordum.

Böyle olmayı istemezdim, dedi.

— Peki dedim, Allah’tan bir metre seksen beş santim boy alacağın vardı da Allah elli santimini kesti mi?

Böyle bir cevap karşısında şaşırıp kaldılar. Ben şöyle devam ettim:

— Hem hakkın olan elli santimi kesmiş, hem de istemediğin halde sırtına bir kambur yüklemiş öyle mi? Bu sözüm üzerine iyice mahcup oldular.

Boyu kısa olan arkadaşa şöyle dedim:

— İnsan daima kendinden aşağı olana bakmalıdır, tâ ki şekva yerine şükretsin. Mesela boyu bir metre olana bakarsanız daha huzurlu olursunuz. Evet boyunuz kısa ama Cenab-ı Hakk’ın size bahşettiği diğer nimetleri, mesela başta insan olmanızı, akıllı olmanızı, görmenizi, işitmenizi, konuşmanızı ve sayılamayacak daha nice nimetlere mazhar olmanızı niçin hesaba katmıyorsunuz?

Efendiler, şunu iyi bilip iman etmemiz lazımdır ki, Cenab-ı Hakk’ın üzerine hiçbir şey vacip değildir.Yani Allah kimseye vermek zorunda değildir. Allah kimseye borçlu değil, kimse de ondan alacaklı değil. Kimsenin ondan mütehakkimane isteme hakkı yoktur. Mahlûkatına her ne ikram ve ihsan buyurmuşsa kemal-i keremindendir. Mahlûkatın onda zerre kadar bir hakkı yoktur ki, bir hak dava edebilsinler. Çünkü bütün mevcudat, dünya ve ahiret onundur. Zat-ı Kibriya mülk ve melekûtunda istediği gibi tasarruf eder ve ediyor. Kimine az, kimine çok verir. Kimini insan, kimini hayvan, kimini ağaç, kimini taş yaratır. Mülkünde ortak ve şeriki yok ki, onun hakkına tecavüz ederek –hâşâ sümme hâşâ- zulmetmiş olsun. Kimine nazar-ı Celal ile kimine nazar-ı Cemal ile tecelli eder. Mutlak irade sahibidir. Onun işlerinden sual olunmaz. Şu halde insanların ona karşı hak dava etmesi nasıl tasavvur olunabilir?!.

Cenab-ı Hak senin boyunu kısa yaratmış ve bir de kambur vermiş. Fakat seni insan olarak yaratmış. Deveyi ise hem hayvan olarak yaratmış, hem kambur vermiş, hem de o kambur üzerine bir semer ve semerin üstüne de yük yüklemiş.” Sonra latife ile “Sen yine bu haline şükret. Hiç olmazsa sana yük taşıtmıyorlar.” dedim. Bu sözüme tebessümle karşılık verdiler.

Konuşmama şöyle devam ettim:

“Sizin bu mantığınıza göre devenin bu suali sizden önce sorması gerekirdi. Hâlbuki onlar kendi hallerinden memnundurlar ve itiraz etmiyorlar. Zaten onların da böyle bir sual sormaya hakkları yoktur.”

Sonra onlara, memleketlerini sordum. Kayserili olduklarını söylediler. Latifeli bir şekilde “Bu göz açıklığı ancak Kayserililere mahsustur herhalde.” deyince, bu latifeme de güldüler.

Sonra onlara Bediüzzaman Hazretlerinin Mektubat adlı eserinden şu kısmı okudum:

“Meselâ madenler diyemezler: “Niçin nebatî olmadık?” Şekva edemezler: belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için hakları Fâtırına şükrandır. Nebatat niçin hayvan olmadım deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır. Hayvan ise niçin insan olmadım diye şikâyet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. Ve hâkeza kıyas et.”

“Ey insan-ı müştekî! Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza…”

Kadere rıza göstermek kadar sürurlu bir şey yoktur.

Tabiî afetler, musibetler, aksak doğma gibi hadiseler tamamen Allah’ın dilemesiyledir. Şu var ki, Âdil-i Mutlak olan Cenab-ı Hak, dünyadaki en küçük bir sıkıntıyı bile günahlara keffaret saydığı gibi bu şekilde yaratılıştaki noksanlıkların mükâfatını ahirette bilemeyeceğimiz bir şekilde verecektir. Yeter ki, gençliğimizi ubudiyet ve rıza-i ilahi dairesinde geçirmiş olalım.

Siz bana kaderin ızdırarî kısmını soruyorsunuz, ama Levh-i Mahfuzun defterleri benim elimde değil ki size cevap vereyim. Kaza ve kaderin şifresini kim halledebilir ki? Onun anahtarı ne insanın ne de melekût âleminde ki meleklerin elindedir. Oradaki sırları Allah-u Teâlâ’dan başkası bilemez.

Kaza ve kaderin, bizim tarafımızdan bilinmemesi büyük bir rahmettir. Zira birçok şeyler vardır ki, insan onları bilmezse pek rahat ve asude yaşar. Mesela bir adam ne zaman öleceğini ve başına ne gibi felaketler geleceğini bilse, onun için hayatın ne zevki, ne de lezzeti kalır. Bunları bilmediği takdirde dünya ve ahirete şevk ile çalışır.”

Cenab-ı Hakk’ın hikmeti çok derindir. Biz bunları bilemeyiz. Sizin boyunuz da 1,85 cm. olsaydı. Belki gurura düşüp dalalete girebilirdin. Belki bu hikmete binaen Yüce Allah seni böyle yaratmıştır. Bu ise senin hakkında daha hayırlıdır.

Mahlûkatın en şereflisi ve en mükerremi insandır. Bu insan ise madde ve ruh denilen iki terkipten meydana gelmektedir. Maddeten insanın en kıymetli azası onun kalbidir. Kalbin gıda ve lezzeti ise marifetullah ve muhabbetullahtır. Bu marifet ve muhabbetin anahtarı sana verilen zahirî ve batınî duygularındadır. Hamdolsun onlarda da bir noksaniyetin yoktur. İşte senin kâmil bir insan olman bunlarladır. Mesela senin gözün olmasaydı, o zaman derdin ki:

“Ya Rab! Benim gözüm olsaydı da kâinatı senin namına seyretseydim.” diye temenni edebilirdin. Demek ki, marifetullah ve muhabbetullah için bütün duygulara sahipsin. O halde hiçbir şikâyet hakkına sahip değilsin.

Senin boyunun kısa ve sırtında da kambur olması ibadetine noksaniyet getirmediği gibi engel de teşkil etmez ki, sen de muzdarip ve mahcup olasın.

Şu da bir hakikattir ki, insan dünyaya zevk ve sefa için gelmemiştir. Ahireti kazanmak için gelmiştir. Peygamberimizin buyurduğu gibi “Dünya ahiretin çiftliğidir.” Çiftlikte ise oyun ve eğlence olmaz. Orada tembellik değil, kazanmak için çalışıp terlemek vardır. Bediüzzaman’ın dediği gibi,

Bu dünya, dâr-ül hikmettir, dâr-ül hizmettir; dâr-ül ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mal ve hizmetlerin ücretleri cennettedir.”

Orada bitmesi ve tükenmesi mümkün olmayan bir saadet ve huzur olduğu gibi Cemâl-i İlâhiyenin müşahede makamı da orasıdır.

Bu anlattıklarımdan ve okuduklarımdan sonra memnun ve mesrur bir şekilde yanımızdan ayrıldılar.

Musibet ve hastalıklarda insanların şekvaya hakları yoktur. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi;

“Mülk umumen onundur. Sen, hem onun mülküsün, hem memluküsün, hem mülkünde çalışıyorsun.”

“Cenab-ı Hak, insana giydirdiği vücud libasını san’atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış, o vücud libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder; muhtelif esmasının cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor.”

“Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.”

“Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir; lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir; hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve herbir saati, bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden şekva değil, şükretmek gerektir.”

“Evet, ibadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za’fını ve aczini hissedip Rabb-ı Rahîmine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer.”75

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

69. Bakara Suresi, 2/155.
70. Hadid Suresi, 57/ 22-23.
71. Yusuf Suresi, 12/86.
72. Mektubat,
73. Bakara Suresi, 2/216.
74. Kehf Suresi, 18/79-82.
75. Lem’alar.

Tekvînî ve Teklîfî Kanunlar

Kur’ân’ın ortaya koyduğu bir takım usûl ve üslûplar vardır. Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’ın âdetidir ki, bazen tekvînî kanunları, yani kâinattaki şerîat-ı fıtriyye denilen kanunları zikreder. Sonra o tekvînî kanunlar üzerine teklîfî kanunları bina eder. Bazen de evvela teklîfî kanunları sayar, sonra onu takviye etmek için takvînî  kanunlardan bahseder. Kur’an’da bunun sayısız örnekleri vardır.

Rabbimizin kâinatta iki şekilde kanunları ve şeriatı vardır.

  1. İrade sıfatının tecellisi olarak tekvinî kanunlardır ki, âdetullah, sünnetullah, şeriat-ı fıtriye diye adlandırılır. Tabiatperestler bu kanunlara tabiat adını vermişlerdir.
  2. Kelam sıfatının tecellisi olarak teklifî kanunlardır ki, buna şeriat-ı garra denilir.

Her iki  kanuna isyan veya itaat mümkündür. Kanuna isyan ve itaatin elbette bir ceza ve mükâfatı olacaktır. Aksi halde o kanunun bir manası, maksadı  olmaz. Tekvinî kanunların mükâfat ve cezası dünyada, teklifî kanunların mükâfat ve cezası ise ahirette verilir.

Allah’ın kâinatta koymuş olduğu fiziki kanunlar vardır. Yer çekimi kuvveti, suyun kaldırma kuvveti gibi… bunlara kevni (tekvinî) kanunlar denir. Meselâ, bitkiyi sulamazsanız kurur; bu kevnî kanundur. Kâinatta kurulu düzene, fizik kanunlarının bütününe kevni (tekvinî) kanunlar denir.

Teşri’î kanunlar ise, Allah’ın indirdiği dinin hükümleridir. Bunlar, ilâhî hükümlerin icrasından   ibadetler konusuna, insanlar arasındaki münasebetleri düzenleyen kanunlara kadar geniş bir yelpazeye sahiptir.

Teklîfî kaderde iki şeyin varlığına birden inanmak mükellefiyetindeyiz:

Biri: Kader
Diğeri ise: Cüz’-i ihtiyârîdir.

Meselâ, Rahman suresinde Güneş ve Ay’da mevcut olan  tekvinî kanunlar, teklifî kanunlar üzerine bina edilmiştir.

Güneş ve Ay’ın cereyanını belli bir hesap ile nizam altına alan ve bu iki büyük kütleyi tekvinî kanunlarına itaat ettiren kim ise, insanı başıboş bırakmadan bu eşsiz düzenin bir parçası yapan da O’dur. Elbette ki onların fiil, söz ve davranışlarını bir nizam altına alacak ve bu amaçla onlar için kılavuz ve kullanım talimatı gönderecektir. Bu nizamnâme ise, kırk vecihle mu’cize olan Kur’ân ve  en birinci müfessiri olan Sünnet-i Nebeviyye’dir.

Yeryüzündeki bitkileri ve ağaçları kendisine secde ettiren kim ise, insanı da secdeye ve itaate dâvet eden O’dur.

Kur’ân-ı Kerim’de bitkilerin ve ağaçların secde etmelerinden maksat olan;”Esmâ-i İlâhiyeye ayinedarlık etmeleri, o isimleri zikretmeleri, tekvinî emirlere itaat etmeleri ve Zât-ı Akdes’e hamd ile tesbih etmeleri” nden bahsedilirken, insanın kulluk, şükür, tefekkür ve tezekkür vazifelerinden bahsetmemesi hiç düşünülebilir mi?

Evrendeki dakik ve ince hesapları bir kanun şeklinde koyan kim ise, ölçü aletlerinde, kâinattaki tekvinî ve teklifî  adalette ölçü ve mizânı koyan da O’dur.

Kaza ve kanunların, ilâhî takdir ve merkezi, meleklerin meskeni, tekvinî ve teklifî emirlerin kaynağı olması için Rahmân’ın semâyı yükseltmesi nasıl muhakkak ve kat’î ise, o emirlere itaat eden insanın da mânevî derecelere yükseltilmesi o kadar kesindir.

Yerin, göğün, Ay ve Güneş’in, denizlerin,  bitkilerin, yıldızların, semânın, galaksilerin ve her bir mevcudun hakkını veren, ihtiyaç lisanıyla bütün dualara cevap veren, haksızları ve haddini aşanları azap ile terbiye eden hangi irâde ise, teklifî olarak adâlete riâyet eden, Allah ve kul haklarını gözeten, birbirine zulmetmeyen, semâdan inzal buyurulan kanunların her birine boyun eğen ve itaat edenlere mükâfat verecek olan da aynı irâdedir.

Denizlerde devâsa gemileri hareket ettiren, yelkenlerini rüzgarla şişiren kim ise, zerreleri ve çekirdeği ve çekirdek etrafındaki elektronları hareket ettiren de O’dur.

Güneş etrafında seyahat ettirilen Rabbânî gemi olan yerküreye ve karalarda akıp giden nehirlere dikkatimizi çeken kim ise, insanı nizam ve intizam altına alan İlâhî düzene dikkati çeken de O’dur.

Maddî gemileri insana ihsan eden ve güven içinde sahile çıkaran Zât kim ise, mânevî bir gemi hükmünde olan  Kur’ân vasıtasıyla sahil-i selâmete çıkaran da O’dur.

Bütün bu ve benzeri olaylar, cilveler, yansımalar küllî bir kanunun parçaları ve tamamlayıcı cüzleridir.

Bir sineyi halk edemeyen bir pirenin midesini tasarlayamaz. Bir çiçeği yaratamayan baharı halk edemez.

Bütün bunları güç ve kuvvetiyle, ilim ve hikmetiyle ortaya koyan kanun kimin ise, peygamberleri aracılığıyla insanlığa hidâyet ve istikameti gösteren kanun da O’nundur.

Elini ateşin yakmasından nasıl korkuyor ve sakınıyorsa;  günah, isyan ve itaatsizliğiyle cehennem ateşinden korkması ve çekinmesi gereken insanın önünde büyük bir sınav ve deneme soruları her gün zihnini meşgul etmelidir. Aklını başına almalı, ahiret yurduna ve ebedî hayatına yatırım yapmayı asla ihmal etmemelidir vesselâm…

İsmail AKSOY

Kader ve Cüz’î İradenin İmanın Hudutlarını Çizmesi

İnsan, nefs-i emmaresi cihetiyle, kemâl ve cemâliyle iftihar etmek, kusurlarına ve cinayetlerine ise bahaneler aramak yahut bunları başkasına yüklemek ister. İnsanın kendisindeki güzellikleri ve üstün vasıfları O Cemil-i Zülkemâl’in bir ihsanı olarak bilmemesi ve bunlarla iftihar etmesi gurura yol açar. Gururun ise çok dereceleri vardır. Kendi emsâline karşı gururlanmakla bir âlime karşı gururlanmak bir olmadığı gibi, bir müçtehide karşı gururlanmakla bir sahâbeye karşı gururlanmak da bir değildir. İşte bu gurur damarı, Ebû Cehil’de Peygamber Efendimize (s.a.v.) karşı gurura saparak imandan mahrum olma noktasına varmış, Firavun ve Nemrut gibiler ise daha ileri giderek Sultan-ı Ezel ve Ebed’e karşı gururlanmaya, ilâhlık iddiasında bulunmaya kadar götürmüştür. İşte gurur, sonunda insanı küfre, inançsızlığa kadar götürebileceği için kader insanın karşısına çıkmakta, bütün meziyet ve güzelliklerin ancak Allah-u Azimüşşân’ın lütuf ve ihsanları olduğunu bildirmekle O’nu gurur âfetinden kurtarmaktadır. Akl-ı selim sahibi her mü’min bu noktada şöyle düşünmektedir:

Arıyı bal yapabilecek, ipek böceğini de ipek dokuyabilecek istidatda yaratan Hâlık-ı Hakîm, insanı da hayırlı işler yapabilecek fıtratta halketmiştir. Dolayısıyla, insanda görülen bütün iyilik ve güzellikler Cenâb-ı Hakk’ın insana o istidadı lütfetmesinin neticesidir. O hâlde, arı balıyla, ipek böceği de ipeği ile iftihar edemeyeceği gibi, insan da kendi kemâliyle gururlanamaz.

Böyle düşünen bir mü’min hem gururdan kurtulur, hem de güzelliklerine bir güzellik daha katmış olur. Evet, insan işlediği güzel amellerle iftihar edemez ve gururlanamaz. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Sana gelen iyilikler Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.”5

Bediüzzaman Hazretleri de bu hakikatı şöyle ifade eder:

“Hasenatı isteyen, iktiza eden Rahmet-i İlâhiyye ve icad eden Kudret-i Rabbaniyye’dir. Sual ve cevap, dâi ve sebep ikisi de Hakk’tandır.”6

Bu hakikati bir misâl ile açıklayalım:

Cenâb-ı Hak, nar elde etmemizin yolunu nar ağacı yetiştirmek şeklinde takdir etmiştir. Burada nar ağacı sual, nar ise cevap makamındadır; ikisini de yaratan Hak Teâlâ Hazretleridir. Aynı şekilde, O Hakîm-i Ezelî bizlere Kur’ân-ı Kerîm’inde bir takım ibâdetleri yapmamızı emretmiş ve o ibâdetlere de çeşitli sevap meyveleri takmıştır. Namaz kılmak ve Kur’an okumak da Allah’tan onlarını sevabını vermek de Allah’tandır. Burada ibâdet sual sevabı ise cevap makamında olup, ikisi de Hakk’tandır.

Yukarıda, kendi kemâliyle gururlanan insanın, yaptığı fenalıklara da sahip çıkmamaya meylettiğinden bahsetmiştik. Hata ve kusurlara sahip çıkmamak, çocuklarda dahi görülen bir haldir. Bir çocuk, işlediği suçtan sıkılır, onu inkâr etmek yahut başkasına yüklemek ister. Hâlbuki aklı başında olan bir insan, kusurunu kabul edecek, ondan kurtulmak için gayret göstererek tevbe ile O Rabb-ı Rahîm’inin dergâhına iltica edecektir. Kusurunu bilmek fazilettir. Kusurunu kabul eden onu telafi eder. Eğer kusurunu kabul etmeme hastalığı bir insanda ilerledikçe sonunda onu, işlediği günahların mesuliyetini kadere yükleme, sapıklığına düşürür. Bu ise Allah’a iftira etmektir ve insanı küfre götürür.

Hatasını kabul eden bir mü’mini, Allah’a şerik koşmanın dışında, işlediği büyük günahlar iman dairesinden çıkarmaz. Lâkin Cenâb-ı Hak murad etmeseydi ben bu günahı işlemezdim; bana bu günahı kader işletti dediği takdirde küfüre girer. İşte insanı bu uçuruma düşmekten kurtarmak için, cüz’î ihtiyârî karşısına çıkar. İnsan bu cüz’î ihtiyârî ile günahlarını kendi arzusuyla işlediğini, kaderin onu zorlamadığını kabul etmekle küfre düşmekten kurtularak iman dairesinde kalır. Gafletten uyandığında tevbe kapısına yönelir.

İşte, kader ve cüz’î ihtiyârî birer hudut olup, sonunda insanı küfre kadar götüren iki yolu kapamış oluyorlar.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

5. Nisa, 4/79
6. Sözler.

Adaletle İlgili Bir Soru

Kader ve adalet konusunda çokları tarafından şöyle sorulmaktadır:

Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan bir insan ile İslâm ülkesindeki bir insanın İslâmî hakikatleri bilme ve öğrenme imkânları elbette bir değildir. Bunlar arasında mesuliyet açısından bir fark var mıdır? Bu hâl, adalet-i İlâhiyye cihetiyle nasıl izah edilir?

Evvelâ şu hakikati hatırlatmakla mevzuya başlamakta fayda mülâhaza ediyoruz. Hesap sormak, siğaya çekmek, ancak Allah-u Azimüşşân’ın hakkıdır.Mahlûkatın O’na sual ve hesap sormaya hakkı yoktur.

Umum mülkün yegane sahibi, tek hâkimi Allah-u Azimüşşân’dır. O Sultan-ı Ezel ve Ebed kendi mülkünde elbette dilediği gibi tasarruf eder. Amma O Âdil-i Hakîm ve Rahîm-i Mutlak’ın bütün tasarrufatı hakîmâne, rahîmâne ve âdilânedir. Hiç kimse O’nun mahlûkatına O’ndan başka şefkatli ve merhametli olamaz. Yukarıdaki soruyu soranların görünüşte acıdıkları, gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı Hakk’ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insaniyet cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su hâlinden rahmet ve inâyetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalanabilmesi için gerekli bütün maddî ve mânevî cihazlarla techiz eden Allah-u Azimüşşân’dır. Öyle ise, o adama karşı hiç kimse onun Rahîm olan yaratıcısından daha şefkatli olamaz.

Kader ve adaletle ilgili meselelerin tetkikinde bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı meseleleri, maişet noktasındaki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dünyası vardır. Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil olduğundan da şüphe etmediğimiz bu İlâhî taksimatın neticeleri ahirette, yüce adalet gününde sergilenecektir. Bir ayette beyân buyurulduğu gibi,

“Kim zerre kadar hayır yapmışsa onu görecek. Kim de zerre kadar şer işlemişse onu orada görecektir.”11

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“Âyâ bu insan zanneder mi ki, başıboş kalacak? Hâşâ!.. Belki insan, ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek.”12

Bu dünyada faydalı sanılan birçok hâller, orada mesuliyetinin ağırlığı ile kulun büyük bir yükü olurken, zahmet ve meşakkat olarak görünen nice hâdiseler -sabretmek şartıyla- orada günahların affına vesile olacaktır.

Hâşir meydanı, hayvanların bile gerek insanlardan ve gerekse birbirilerinden olan haklarının alınacağı, hattâ bir kâfirin Müslümanda olan hakkının dahi hesaba katılacağı bir yüce adalet divânı olarak insanları beklemektedir. Hayvanların birbirinde olan küçük haklarını bile mahiyetini bilemediğimiz hassas bir teraziyle ölçen O Âdil-i Mutlak, elbette ki insanları da o mutlak adaletiyle muhakeme edecektir. “Boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun” hakkının alınacağını ifade eden büyüklerimiz, mahşerdeki adaletin inceliğine dikkat çekmişlerdir.

Bir kısım insanların, kader ve İlâhî adalet noktasındaki vesveseleri, işte bu adalet gününü düşünmemekten ileri gelmektedir. O günü düşünmeden, bir cihette yolun ortası olan bu dünyada, İlâhî adaletin kulların imtihan şartlarındaki tecellîsini lâyıkıyla anlamamız elbette imkânsızdır.

Zerre kadar şerrin dikkate alınacağı o adalet gününde, İlâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Anlaşılmayan meselelere itiraz etmek yerine, merakla eğilmek ve öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nev’i ibâdettir. Meselâ tıp ilmi, Hakîm-i Ezelî’nin insan vücûdunda hiçbir şeyi hikmetsiz ve faydasız yaratmadığına inanmanın neticesi olarak, herbir âzanın, kemiğin, sinirin, bezin vaziyetini araştırmış, bulmuş ve bugünkü seviyesine ulaştırmıştır. Bir doktor, neye yaradığını bilemediği bir âzayı faydasız kabul etse, cehaletini ilân etmiş olur. Onun anlamaması o âzanın faydasızlığına delil olamaz. Aynen öyle de, Âdil-i Mutlak olan Allah’ın adaletine iman eden bir kimse de, her hâdisede İlâhî adaletin tecellî ettiğine imân ile mükelleftir. Hatırına gelen suallerin cevabını bu anlayış içerisinde aramalıdır.

Cenâb-ı Hak, bir ayette mealen:

“Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder.”13

buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. Zira Mabud-u Hakk’ın emrettiği ibadetler, insanların gücünün yetmeyeceği şekilde değil, hatta insan takatinin çok altındadır. Müfessirler, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği ibadetlerin insan takatinin son sınırı olmadığını ifade etmişlerdir. Yani bunun sınırı orucu bir ay tutmak ve namazı beş vakit kılmak değildir. Öyle ise, O’nun emirlerini yerine getirmede tembellik göstermek, hatta hiç yapmamak mümin kullarına yakışmadığı gibi, hem de bir cinayet-i azimedir.

İnsanın bedeninin tâkat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir. Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:

– Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını oturarak kılar.

– Oturamayacak ve kımıldayamayacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı tehire kalır.

– Ramazan’da unutarak yemek yiyen kimsenin orucu bozulmaz.

– Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mesul olmaz.

– Fakir bir Müslümana hacca gitmek ve zekât vermek farz değildir.

Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kulları için tâkat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir.

Allah-u Teâlâ mutlak adaletiyle kullarının mesuliyetlerini bedenî ve malî durumlarıyla olduğu gibi, içinde bulundukları şartlarla, imân hakikatlerini kavrama ve İslâmî hükümlere vâkıf olabilme imkânlarıyla da sınırlandırmıştır. Yâni, Allah, kullarının akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir.Şu hakikati de bilmek icab eder:

İnsanların bu dünyadaki asıl vazifeleri Cenâb-ı Hakk’a imân ve O’na itaat etmek olduğundan, en düşük seviyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm’in varlığını idrâk etme kabiliyeti verilmiştir. Az bir akılla dünya işleri lâyıkıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan,bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kaybetse Allah’ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten sonra, bedenî durumunun da müasadesi nisbetinde O’na karşı ibâdetini yapar.

Âdil-i Mutlak olan Allah-u Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını kazanacak kadar akıl ihsan etmiş, akıl hastaları ile sinn-i teklife ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.

Bu izahlardan sonra, mevzuun fetvâ cihetine gelelim: Mevzu, dünyanın ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir İslâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı, bu iki şahsın imtihan şartlarındaki adaletin nasıl izah edilebileceği idi. Önce şunu belirtelim: Yukarıda durumu anlatılan insan, Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî’ye göre sadece kendisinin ve bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikatlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mesul değildir. Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı Eş’arî’ye göre ise, böyle bir kimse Allah’a iman etmese de ehl-i necâttır. Fakat ilm-i kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci görüşü benimsemişlerdir. Merhum Ömer Nasuhî Bilmen’in bu mevzu ile ilgili açıklamalarını önce kendi ifâdelerinden, daha sonra sadeleştirerek takdim edelim:

“Zaman-ı fetrette yaşayan ve kendilerine savt-ı nübüvvet vâsıl olmayan kimseler dahi Allah-u Teâlâ Hazretleri’ne imân ile mükelleftirler. Çünkü kuvve-i akliyeleri, fıtrat-ı selîmeleri kendilerini tevhide, marifetullaha sâiktir. Lâkin bunlar şer’î ahkâm ile mükellef olmazlar. Zira bu gibi hükümler Enbiyâ-ı İzâm tarafından tebliğ olunmadıkça akıl ile idrâk olunamaz.”

“Fetret, inkıta mânâsınadır. Bi’set-i enbiyânın inkıtaiyle vahy-i İlâhî’nin münkatı olduğu zamana denir. Hazret-i İsa ile Hâtem-ül Enbiyâ Hazretleri’nin arasındaki zamana ıtlakı mâruftur. Böyle bir zamanda yaşayan insanlara ehl-i fetret tesmiye olunur. Bi’set-i Nebeviyye’den sonra dünyaya geldikleri halde şâhik-i cebelde veya arzın meçhul bir kıt’asında yaşadıkları için kendilerine savt-ı İslâm vâsıl olmayan eşhas dahi ehl-i fetret hükmündedir.”

“Binaenaleyh bunlar bu cihetle mazur olduklarından namaz, oruç gibi şer’î ahkâm ile mükellef olmazlar. Ancak Allah-u Teâlâ’ya imanın bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş’arîye’ye göre mücerred akıl ve nazar marifetullah da kâfi değildir. Herhalde Allah-u Teâlâ’ya imanın vücûbu şer’i şerîf ile sabit olur. Ehl-i fetret adem-i imanından nâşi azab-ı nâra müstehak olmaz. Nitekim ‘Biz bir kavme Resûl göndermedikçe azab etmeyiz’14 nass-ı Kur’anîsi de bunu nâtıktır.”

“Fakat Mâtüridiyye Eimmesi derler ki: Allah Teâlâ’ya imân etmek fıtrat muktezasıdır. Herkes aklen tevhid-i Bâri’nin hüsnünü idrâk edebilir… Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima nazar-ı intibahına çarpan binlerce hilkat bediâlarını görür dururken bunların azîm mübdiinin vücuduna aklen istidlâl edememesi tecviz olunamaz… Âyet-i celîleyle nefyolunan azabtan maksad ise dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu âyet-i kerîmenin nâtık olduğu adem-i tazip, idrâki mümkün olmayan ahlâk-ı şer’iyyenin adem-i icrâsı hâline aittir. Yoksa aklen tahsili mümkün olan marifetullahın terkine şâmil değildir. Binaenaleyh marifetullah hususunda hiçbir âkıl mazur olamaz. Bazı ulemâya göre ehl-i fetret üç kısımdır:

“Birincisi, zaman-ı fetrette yaşadıkları halde akıl ve nazarlarıyla vahdaniyet-i İlâhiyeyi tasdik edenlerdir, bunlar ehl-i Cennet’tir.İkincisi, Cenâb-ı Allah’a şerik ittihaz edenlerdir, bunlar da ehl-i nârdır.Üçüncüsü, gaflet üzere olup fikr-i Ulûhiyetten zahil bulunanlardır. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır.”15

Yukarıdaki ifâdelerden anladığımız şudur:

Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk’a iman etmekle mükelleftir. Çünkü akılları, bozulmamış fıtratları kendilerini Allah’ı bilmeye ve birliğine inanmaya götürür. Fakat bunlar diğer dinî hükümlerden mesul değildirler. Çünkü bu gibi hükümler, peygamberler tarafından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz.

Fetret, kesilme mânâsınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara verilerek, İlâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa ile son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) arasında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir.

Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya geldikleri halde, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde yaşadıkları için kendilerine İslâm’ın sesi ulaşmayan şahıslar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir.

Dolayısıyla bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk’a iman etmenin bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş’arîye’ye göre sırf akıl ve fikir Allah’ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah’a imanın vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı Cehennem’e konulmazlar.

‘Biz bir kavme Resûl göndermedikçe azab etmeyiz.”

âyeti delil gösterir. Fakat Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk’a iman etmek yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla Allah’ın bir olduğunu anlayabilir… Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine çarpan, hikmet ve sanatla yaratılmış binlerce eserleri görüp dururken, bunların Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması câiz görülemez… Âyette, edilmeyeceği bildirilen azabtan maksat ise, dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu âyetin ifâde ettiği azab etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerinin yerine getirilmemesi hâline aittir. Yoksa akılla öğrenilmesi mümkün olan Allah’ı bilmenin terki mânâsına gelmez.

Bundan dolayı, Allah’ı bilme hususunda hiçbir akıllı kimse mazur sayılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri insanları üç kısımdır: Birincisi, fetret zamanında yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle Allah’ın birliğini kabul edenlerdir. Bunlar Cennetliktir. İkincisi, Cenâb-ı Allah’a ortak koşanlardır; bunlar da Cehennemliktir. Üçüncüsü, gaflet üzerine olup, Ulûhiyet fikrini ihmal ederek hiç düşünmeyenlerdir. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır.

Ehl-i fetret hakkında üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

“Ehl-i fetret, ehl-i necâttırlar. Bil’ittifak, teferruattaki hatîatlarından muâhezeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş’arî’ce, küfre de girse, usul-ü imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necâttır. Çünkü teklif-i İlâhî, irsal ile olur. Ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiyâ-yı salifenin dinlerini setretmiş, o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azab görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.”16

Bu ifâdelerden de anlaşıldığı üzere,

Fetret döneminde yaşayanların, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı ceza görmeyeceklerinde bütün âlimler fikir birliği içindedir. Hattâ İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş’arî’ye göre, bunlar iman etmeyip küfre girse bile ondan dahi mesul olmazlar. Çünkü mesuliyet ancak peygamber gönderilmesi ile tahakuk eder. Ayrıca peygamber gönderilmiş bulunduğunun ve peygamberin vazifesinin mahiyetinin de bilinmiş olması gerekir ki, mesuliyet bahis mevzuu olabilsin. Eğer peygamberlerin irşâdları, zamanın geçmesi ve gaflet gibi sebeplerden dolayı gizli kalır da anlaşılmazsa, bu hakikatlara vâkıf olamayanlar ehl-i fetret sayılırlar ve azab görmezler.

Burada şöyle bir sual de akla gelebilir:

– Peygamberin ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfi şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır?

Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazâlî Hazretleri’nin aşağıdaki tasnifine göz atalım. Bu tasnifin de İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:

“İnancıma göre, inşâallah Allah-u Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümûlüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm’ın dâveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:

a) Hazret-i Muhammed’in (s.a.v.) ismini hiç duymamış olanlar.

b) Hz. Peygamber’in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mucizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir.

c) Bu iki derece arasında bulunan grupdur. Hz. Peygamber’in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamber’i tâ küçüklüklerinden beri ‘İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur.’ şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın ‘Müseylemetü’l-Kezzap’ olan yalancının biri Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur” sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grubda olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber’in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez.”17

Bugün gerek Hristiyan âleminde ve gerekse başka ülkelerde İmam-ı Gazâlî Hazretleri’nin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündür. Hristiyan âleminde ücra bir köşede içtimaî hayattan uzak ve Din-i Hakk’ı bulma imkânından mahrum birçok insanlar bulunduğu gibi, demir perde gerisinde esaret kamplarında hür dünyanın varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde bulundukları hayat şartları ve imkânları ile Din-i Hak olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti herşeyi ihata eden Allah-u Azimüşşân’ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip olacaktır.

Şurası da herkesin malûmudur ki, bir rejimin perdesi arkasında ulûhiyeti inkâr maksadıyla mutlak inanca, hususan İslâm dinine karşı dessasâne faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mesuliyetleri, gafil ve mazlumlarla elbette bir olamaz.

Bu mevzu ile alâkalı olarak mazlum Hristiyanlar hakkında Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin şu ifâdelerini nakletmekte fayda görüyoruz:

“Âhirzamanda mâdem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (s.a.v.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve mâdem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (a.s.) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup Hristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev’i şehadet (şehitlik) denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffâret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır, diye hakikatten haber aldım… Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesât-ı semâviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî (ahirete ait) neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir.”18

Yukarıdaki ifâdeler, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu husustaki görüşlerinin hülâsası mahiyetindedir. Bu sebeple yukarıda takdim edilen açıklamaları kâfi bularak diğer kaynaklardan nakiller yapmadık. Konu ile ilgili geniş bilgi isteyenler diğer kelâm kitaplarına, bilhassa Abdurrahman Cezerî’nin Mezâhib-i Erbaa adlı eseriyle, Aliyyü’l-Karî’nin Şerhu’l-Emâli ve Şerh alel-Fıkhi’l-Ekber adlı eserlerine bakabilirler.

Şimdi de mezkûr sualin diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım: İslâmiyet’te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka Cennet ehli olacağına dair bir hüküm yoktur. İslâm tarihini tetkik edenler bilirler ki, Asr-ı Saadet’te Hazret-i Resûlullah’ın (s.a.v.) kapı komşusu olan Yahudiler, Müslümanlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi olarak sürdürmüşlerdir. İslâmiyet, Resûlullah’ın (s.a.v.) devrinde en canlı devrini yaşamış olmasına rağmen, o gün Mekke’de yine müşrikler ve kâfirler vardı. Eğer Mekke’de doğan bir insanın Müslüman olması gerekseydi, Ebû Cehil’in, Hazret-i Resûlullah’ın (s.a.v.) öz amcası Ebû Leheb’in de Müslüman olması icab ederdi. Bilindiği gibi, Hz. İbrahim’in babası Nemrud’un putçusuydu ve inkârcılardandı. Lût Aleyhisselâm’ın karısı, Nûh Aleyhisselâm’ın ise hem karısı, hem oğlu imân etmedi. Diğer taraftan, Firavun, Allah’ı inkâr edip ulûhiyet dâva ederken, Hz. Musâ (a.s.) onun sarayında, hattâ onun kucağında yetişti. Firavun’un karısı da Allah’a inanan bir kimseydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) çok arzu etmesine rağmen amcası Ebu Talip de iman etmedi.

“Sen sevdiğin kimseyi hidâyete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidâyet verir.”19

ayeti bu hakikatı açıkça ifade eder.

Demek ki, Rabbini arayan ve O’na yönelen bir kul, Firavun kucağında bile olsa hidâyet nûruna kavuşur. Eğer bir kul Hakk’a karşı kör olsa, peygamber oğlu veya peygamber babası olması dahi onu felâketten kurtaramaz. Bugün de İslâm memleketlerinde binlerce camiler, minareler, ezanlar, İslâmî örf ve âdetler, hattâ mezar taşları İslâm’ı telkin ederken, hâlâ İslâm’dan uzak ve Allah’tan gafil nice insanlar yok mudur?

Bu noktada, bazı kimseler tarafından sorulan bir suale de kısaca cevap vermekte fayda mülâhaza ediyoruz:

Sual: Dünyada ortalama altmış yetmiş sene gibi kısa bir ömrün neticesi olarak mü’minin cennette, kâfirin ise cehennemde ebediyen kalması adalet-i İlâhiyye noktasından nasıl izah edilir?

Cevap: Bu mesele birçok cihetlerle izah edilebilir. Biz bunlardan bazılarını kısa olarak beyân edeceğiz:

Evvelâ, bir mü’min Allah’ın varlığına, birliğine, O’nun mutlak ve nihayet kemâldeki sıfatlarına inanmakla ve O Sultan-ı Ezel ve Ebed’e intisap etmekle nihayetsiz bir kıymet kazanır. Cenâb-ı Hakk’ın ihsanına, lütuf ve ikrâmına mazhar olur. Böyle bir keyfiyetin neticesi ise, nihayetsiz bir saadettir.

Hem mü’min umum mahlûkatın reisi olarak onların tesbihat ve tahiyyatlarını kendi namına Mâbûd-u Bilhakk’ın dergâhına takdim etmekle küllî bir ibâdet yapmış olur. Kendisine teveccüh eden nihayetsiz nimetlere karşı küllî bir şükür ile mukabele eder. Bu âlemdeki bedî ve garip sanat-ı ilâhiyyeyi hayret ve tefekkür ile temaşa eder, Sâni-i Zülcelâl’i tesbih, tazim ve takdiste bulunur. Böylece kendisine Allah tarafından ebedî bir temaşagâh ve ziyafetgâhın kapıları açılır. Bediüzzaman Hazretlerinin şu harika misalini dikkatinize sunmak istiyorum:

“Nasılki bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: «Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?» Birden der: «Ey seyyidim! Bütün şu kıymetdar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünki: Sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.» 

“İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyetinin derece-i sadakat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabûl eden o pâdişah, O bîçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad liyakatını, en büyük bir hediye gibi kabûl eder.Aynen öyle de: Âciz bir abd, namazında «Ettahiyyâtü lillâh» der. Yâni: Bütün mahlûkatın hayatlarıyla sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler sana takdim edecektim. Hem sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyet ve îtikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir.”20

Hem imanın kudsiyetine eren bir mü’min, dünyada faraza ebedî yaşamış olsa, Hâlık-ı Zülcelâl’ine ebediyen itaat ve ibâdet edecek, emirlerine inkiyadda bulunacaktır. Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır, sırrınca Cenâb-ı Hak mü’minin bu niyetini bilfiil kabul ederek ona fazlından ebedî bir Cennet’i ihsan buyurur.

“Kâfirin Cehennem’de ebedî kalması” hükmüne gelince:

Evvelâ, küfür, hadsiz bir cinayettir, affı kabil değildir. Zira kâfir nihayetsiz bir kemâl ve cemâl sahibi olan Allah-u Azimüşşân’ı inkâr etmekle O Zât-ı Akdes’in azamet ve kibriyâsını, İzzet ve Celâlini tekzib ediyor; ulûhiyetinin haysiyetine, rubûbiyyetinin izzetine dokunuyor. Hem, Esmâ-i İlâhiyye’nin kâinattaki nihayetsiz tecellilerini tesadüf ve tabiata havale etmekle nihayetsiz bir cinayet işliyor ve O Mâbûd-u Bilhakk’a ibâdet eden umum mahlûkatın hukukuna tecâvüz etmiş oluyor. Elbette böyle nihayetsiz cinayetlerin cezası da ancak ebedî bir Cehennem olabilir.

Hem, küfürdeki isyan ve inkârı ile kâfirin hayra kabiliyeti selb oluyor. Cenâb-ı Hakk’ın vermiş olduğu nihayetsiz hayır kabiliyetini nihayetsiz şerre inkılâb ettiriyor. Faraza bu hâliyle dünyada ebediyen kalsa, küfür, inkâr ve isyanına devam edecektir. Nihayet derecede tefessüh eden ve hayra kabiliyeti kalmayan böyle bir kâfirin cezası, elbette ebedî bir Cehennem’dir.

Bu mevzuyu Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin şu veciz ifâdeleri ile tamamlayalım:

“Cehennemin vücudu ve şiddetli azabı, hadsiz rahmete ve hakikî adalete ve israfsız, mizanlı hikmete zıddiyeti yoktur. Belki rahmet ve adalet ve hikmet, onun vücudunu isterler.Çünkü nasıl ki bin masumların hukukunu çiğneyen bir zâlimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zâlimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak bir tek yolsuz merhamete mukabil yüzer biçârelere yüzer merhametsizliktir. Aynen öyle de, Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle hem o Esmâ’ya şehâdet eden mevcudatın şehâdetlerini tekzib ile hukuklarına tecâvüz ve mahlûkatın o Esmâ’ya karşı tesbihkârâne yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecâvüz ve kâinatın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekası olan tezahür-ü Rubûbiyet-i İlâhiye’ye karşı ubûbiyetle mukabelelerini ve âyinedarlıklarını tekzib ile hukukuna bir nev’i tecâvüz ettiği haysiyetiyle öyle azîm bir cinayet, bir zulümdür ki, affa kabiliyeti kalmaz. “İnnâllahe lâ yağfiru en yüşrake bihî” (Allah kendisine ortak koşulmasını affetmez) âyetinin tehdidine müstehak olur. Onu Cehennem’e atmamak, bir yersiz merhamete mukabil, hukuklarına taarruz edilen hadsiz dâvâcılara hadsiz merhametsizlikler olur.”

“İşte o dâvâcılar, Cehennem’in vücudunu istedikleri gibi, İzzet-i Celâl ve Azamet-i Kemâl dahi kat’î isterler.Evet, nasıl ki bir serseri âsi ve raiyete tecâvüz eden bir adam, oranın izzetli hâkimine dese: “Beni hapse atamazsın ve yapamazsın” diye izzetine dokunsa, elbette o şehirde hapis olmasa da o edebsiz için bir hapis yapacak, onu içine atacak. Aynen öyle de, kâfir-i mutlak, küfrüyle izzet-i celâline şiddetle dokunuyor. Ve azamet-i kudretine inkâr ile dokunduruyor. Ve kemâl-i rubûbiyetine tecâvüzüyle ilişiyor. Elbette Cehennem’in pek çok vazifeler için pekçok esbab-ı mucibesi ve vücudunun hikmetleri olmasa da, öyle kâfirler için bir Cehennem’i halk etmek ve onları içine atmak, o İzzet ve Celâlin şe’nidir.”21

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

11. Zilzâl Suresi 99/ 7-8.
12. Mesnevi-i Nuriye.
13. Bakara Suresi 2/286.
14. İsrâ Suresi 17/15.
15. Ö. N. Bilmen Muvazzah İlm-i Kelâm, s, 82.
16. Mektubat.
17. İmam-ı Gazalî, İslâm’da Müsamaha, s, 60-61 (Terc. Süleyman Uludağ).
18. Kastamonu Lâhikası.
19. Kasas Suresi 28/56.
20. Sözler.
21. Şualar.