Etiket arşivi: kadın

Tevekkül Et Kadın

Hasbünallahü ve ni’mel vekil…

Doktor Bey dünyanın bütün yükünü omuzlarımda taşıyorum sanki. Dayanamayacağım kadar ağır bir yük bu.

“Size ağır gelen bu yük kavramını biraz açar mısınız?”

Evin tüm sıkıntılarını ben çekiyorum. Eşim iyi bir insan ama biraz asabi, olur olmaz her şeye sinirlenen biri anlayacağınız. Bir taraftan onu idare etmek zorundayım. Diğer taraftan oğlum üniversiteyi bitirdi. Askerliğini de yaptı. Ona iş arıyoruz. Bulabilecek miyiz? Bulursak iyi bir iş olacak mı? Yaşı artık evlenme yaşına geldi ama işi olmadığı için kız bakamıyorum. Öbür taraftan kızım KPSS sınavına hazırlanıyor, ya kazanamazsa diye uykularım kaçıyor.

Hepsinden öte annem felçli ona ben bakmak zorundayım. Artık bu kadar yükü taşıyamıyorum. Anlayacağınız bunaldım doktor bey, hem de çok bunaldım. Off, offffffff.

“Omuzlarınıza binen yükün mahiyetini anladım sanırım…”

“Çaresi doktor bey, çaresi. Siz bana varsa çaresinden bahsedin. İnanın düşüne düşüne kayışı sıyıracağım.”

“Elbette çaresi var. Her derdin bir dermanı olduğu gibi, bu derdinde bir dermanı var. Zaten bizi yaratan çaresiz bir dert yaratmamış. İlk yapmanız gereken; sizi rahatsız eden ve size ağır gelen bu yükü omuzlarınızdan indirin ve rahat edin!”

“Nasıl yani?”

“Tevekkül ederek Filiz Hanım, tevekkül ederek.”

“Şimdide siz biraz açar mısınız, tevekkül derken?”

“İsterseniz bunu size bir teşbihle izah edeyim: Vaktiyle iki adam omuzlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir gemiye bir bilet alıp binerler. Birisi gemiye girer girmez yükünü gemiye bırakıp, o yükün ağırlığından kurtulur. Diğeri hem cahil, hem kendini beğenmiş biri olduğundan yükünü yere bırakmaz. Yükünü omuzlarından indiren ve rahat eden kişi, o kendini beğenen ve mağrur olan arkadaşına hitaben:  “Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et” der. Arkadaşı da ona: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki kaybolur. Ben kuvvetliyim. Yükümü omuzlarımda muhafaza edeceğim”  der. Yine ona: “Beni ve seni taşıyan şu emniyetli gemi daha kuvvetlidir, yükümüzü bizden daha iyi muhafaza eder. Eğer böyle yapmazsan belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere güç yetiremeyecek.  Geminin kaptanı seni bu halde görse, ya delidir diye seni kovacak. Ya haindir, gemimize güvenmiyor, bizimle alay ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir. Hem bu durumunu gören herkese maskara olursun. Çünkü dikkatli insanların nazarında, za’fı gösteren dik başlılığın ile aczi gösteren gururun ile riyayı ve zilleti gösteren yapmacık hareketlerin ile kendini halka maskara yapıyorsun. Herkes sana gülüyor” denildikten sonra o bîçarenin aklı başına gelir. Yükünü yere koyar. Kendisine bu telkinleri yapan arkadaşına dönerek:  “Oh!.. Allah senden razı olsun. Zahmetten, ağır yükten, maskaralıktan kurtuldum” der ve rahat eder.

“İşte Filiz Hanım! Siz de bu adam gibi yükünüzü omuzlarınızdan indirin ve şu kainatı yaratan âlemlerin Rabbine tevekkül edin. Ta ki başınıza gelen ve gelmesi muhtemel olan her türlü olumsuz olaydan dolayı sıkılıp bunalmayasınız.”

“Yani o yükünü bırakmayan yolcu ben oluyorum öyle mi?”

“Teşbihte hata olmaz ama biraz öyle. Size Mark Twein’in bir sözünü hatırlatmak istiyorum: ‘Hayatta birçok endişem oldu ama çok azı başıma geldi…” diyor.

Bazen gemideki o yolcu gibi olur insan. Yaşadığı tüm sıkıntılar altında ezilir. İtimat etmez kimseye ve “O”na. Bazen de pencereden dışarıyı seyreden ve kendi kendine ağlayan kız misali gibidir. Vehimlerine hayat elbisesi giydirir, anlam katar ve olmamış belki de hiç olmayacak şeylere üzülerek kendini yer bitirir.

Kız misali mi?

“Evet! Genç bir kız pencereden dışarıyı seyrederken birden ağlamaya başlar. Bunu gören komşusu sorar. ‘Kızım ne oldu, bir problemin mi var?’ diye. Kız hıçkırıklar içinde anlatmaya başlar: ‘Ben ağlamayayım da kim ağlasın? Ben şimdi bu pencereden dışarıyı seyrederken genç ve yakışıklı bir delikanlı buradan geçse, bir birimizi görsek ve aşık olsak, beni istemeye gelseler ve annem-babam evlenmemize izin verse, sonra onunla evlensek ve dünyalar güzeli bir çocuğumuz olsa, çocuğumuz büyüse ve dışarda oynamak için benden izin istese ve bende izin versem, sonra dışarıda oynarken, şu logar kapağı olmayan çukuru görmese o çukura düşse ve ölse, ben ne yaparım? Ben onun yokluğuna nasıl dayanırım? Ben ağlamayayım da kim ağlasın?’ der.

Evet, Filiz Hanım, olmamış şeylere vehim gözlüğüyle bakmak ve hüzünlenmek aynen böyle bir şey.

Her insanın bir sabır rezervi vardır. Onu gereksiz yere kullanmadığı müddetçe, gündelik sıkıntılarla ve problemlerle baş etmek için yeterlidir, o sabır rezervi. Ancak günümüz insanı sabır rezervini yanlış kullandığı için, kendisine yetmiyor.

Bakın yapılan bir çalışmada: İnsanların normal kaygı duyması gereken miktar (Yerinde kaygılar) %8’miş.

Geri kalan % 92 ise;

Asla olmayacak şeylerle ilgili kaygılar % 40,

Olmuş bitmiş şeylerle ilgili kaygılar % 30,

Sağlık konusundaki evhamlar % 12,

Değişik konulardaki küçük kaygılar % 10’muş.

Yani aslında çoğunlukla başımıza hiç gelmeyecek veya gelmiş geçmiş şeyler için kendimizi üzüyoruz. Bu sizce ne kadar mantıklı?”

………..

Filiz Hanımla görüşmemiz bittiğinde odadan çıkarken belli belirsiz şu cümleler dökülüyordu dudaklarından:

Ya logar kapağı açık kalırsa…!

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org

Olay Yerinden Kaçış….

İnsan çok şeyi unutur. Şemsiyesini unutur mesela… Yağmur biter, şemsiye de bir köşeye atılır. İnsan, ayakkabısını kapıda unutur sözgelimi; aralarındaki bağ kapıya kadardır, kapıdan içeride ayakkabısız da olabilir insan.

Cüzdanını bile unuttuğu olur insanın; eni konu paradır eksilen, parasıyla arasında kan bağı yoktur, çalışırsa yenisi bir daha gelir, gelirse de harcar, seve seve eksiltir. Kimliğini de kaybedebilir insan; hiç önemli değil, “hüviyetimi kaybettim, hükümsüzdür” diye ilan verir, yaşamaya devam eder. Kimliksizlik kendisini de “hükümsüz” eylemez .

Peki ya, kalbini kaybedebilir mi insan? Bir şemsiye gibi bir kenara fırlatıp yeni yağmurlara kadar hatırlayamadığı olur mu kalbini? Eşikte bıraktığı ayakkabı gibi kalbiyle de bağlarını kolayca çözer mi? Parası gibi midir insanın kalbi? Hemencecik harcanabilir mi? Kalbini kaybeden bir adam, çalışarak yeniden kazanabilir mi kalbini? Sahibince bulunamadığı için herkese “hükümsüzdür” diye duyurulmuş kalpler var mıdır kaldırımlarda?

Hadi itiraf edelim; unuttuğumuz bir kalbimiz var… Göğsümüzde, kendi halinde çırpınıp duran bir kalp.. Uzattığı elini havada bırakmışız gibi utandırılmış.. Yüzünü bize döndüğünde tanımazlıktan geldiğimiz bir yabancı olmuş. Unuttuğumuz, hükümsüz bir kalp. Kapı dışarı ettiğimiz bir kalp… Köşeye fırlatıp attığımız bir kalp..

Alkollü bir sürücünün kaldırımda yürürken öldürdüğü ikiz kardeşinin ardından acıyla konuşuyor Yeliz: “Bunları hep televizyonda seyrederdik; şimdi bizim başımıza geldi.” Demek ki, televizyonda seyircisi olduğumuz cinayetler, kazalar, kayıplar o kadar yakmıyor canımızı. Oysa, “televizyonda seyredilebilir” olan her şey, “başımıza gelebilir” olma özelliği de taşıyor. “Bir başkası”nın başına geleni “bir başkası” olarak seyrettiğimiz her defasında, kendimizin de “bir başkası”nın gözünde “bir başkası” olduğumuzu unutuyoruz. Bir gün “bir başkası” olma sırası bize de gelecektir. Yeliz’i şaşırtan da bu. Seyrettiğimizi değdirmiyoruz kalbimize.. Yahut değdirmek istediğimizde kalbimizi yerinde bulamıyoruz. O anda “hükümsüz” oluyor…

Çok değil, birkaç hafta sonra “Filiz Koç” diye yazıversem, kimse hatırlamayacak... Evine birkaç yüz metre kala, hiç hesapta yokken sarhoş bir sürücünün arabasının burnunda parça parça dağılan Filiz’in ardı sıra bıraktığı boşluğa birkaç dakikacık olsun değdiremedik kalbimizi. Haberler diyor ki: “Alkollü sürücü iki kadını ezip kaçtı…” Kalbimize değdirmeyelim diye yazılmış sanki: “iki kadın sadece; üç değil, dört değil, dört yüz hiç değil!” “Ucuz atlatılmış” edasında kurulmuş cümle.. Ama İsminaz Koç için “bir kadın” değil yitirilen: “Kazadan on dakika önce beni aradı, ‘Anneciğim ne yapıyorsun?’ dedi. Ben de ‘Aç mısın kızım? Senin sevdiğin yemeği yaptım’ dedim. ‘Anneciğim hemen geliyorum’ dedi ve telefonu kapadı… Yavrum her gün geldiği yoldan işinden evine geliyordu. Ben ne yapacağım onsuz?”

On dakika sonra, annesiyle sofraya oturacak bir evlat olunca ezilen, kalbimizi hatırlıyoruz yeniden… “Ben ne yapacağım onsuz?” diyeceğimiz biri eksilmeyince yanımızdan yöremizden, haberler, gazete sayfasında taş gibi sessiz nefessiz duruyor; TV ekranından bize taşmıyor, yuvamıza bulaşmıyor, kalbimize dolaşmıyor.

Haber devam ediyor: “Sürücü Oktay G., kaldırımda yürüyen Filiz Koç’a (24), ardından yaklaşık 150 metre ilerideki Ayten Akdoğan’a (34) çarptı. Filiz Koç ile Ayten Akdoğan olay yerinde can verirken, sürücü Oktay G. aracıyla olay yerinden kaçtı.” Hiç şüphesiz “Ayten Akdoğan” adı da unutulmayı hak ediyor. O da bir “kadın”… Ama Merve ile Melike için “bir kadın” değil Ayten Akdoğan; bir “anne”. Anne “ömür boyu”dur; bir anlık haber gibi gelip geçmez gözümüzden, gönlümüzden.. Hangi birimiz, hiç olmazsa birkaç saatliğine, olmadı bir kaç dakikalığına, 13 ve 14 yaşlarındaki iki çocuğun kalbini göğsüne koyup hiç hak etmedikleri “annesizliğe” dokunmaya yanaşır? Annesizlik ki, okul dönüşü evin kapısı her açıldığında karşına çıkan kocaman bir boşluk, anlamsız bir sessizliktir. Annesizlik ki, sesini hatırladığında, yüzünü hayallediğinde, sözlerini tekrarladığında, fotoğrafına baktığında, çocuk kalbinde hiç dinmez hüzündür, hiç susmaz ağlayıştır. Annesizlik ki, başka çocukların annelerini her gördüğünde yeniden alevlenen bir hüsrandır, yeniden başlayan bir hasrettir.

Nerede kalbim? Nerede kalbin? Nerede kalbimiz?

Bu tür haberlerin bir şablonu var ve ne yazık ki bundan sonra da tekrarlanacak ve işe yarayacak gibi: “Falanca falanca olay yerinde can verirken, sürücü feşmekanca aracıyla olay yerinden kaçtı.”

Sadece sürücü feşmekanca mı? Hepimiz kalbimizi de alıp olay yerinden kaçtık.

Senai Demirci

Kadınlar Yuvalarına Dönüyorlar

Kadınlar artık çalışmak istemiyor! Sebebi ise evin onlara verdiği huzur.

İyi bir eğitimin ardından firma yöneticisi olmuş bir kadın çıkıp; “Kariyer filan gözümde değil, yeter ki evimde olayım!” dese kimse inanmaz herhalde. Ama duyduklarınız şaka değil. Kadınlar artık çalışmak istemiyor! Sebebi ise evin onlara verdiği huzur. Hatta bunun için şirket hayatından ve makamdan vazgeçip kendilerine evden yürütebilecekleri işler bulan pek çok kadın var.

Evde doyasıya vakit geçirmek ne güzel şey! Hele bir de her şey sustuğunda, semaverdeki çayın demlenmesini bekleyecek kadar vaktiniz varsa! Yahut, çalar saati kurmadan uzanıyorsanız yatağa ve bir yerlere yetişme telaşı olmadan kahvaltı yapabiliyorsanız sabah uyandığınızda aman dikkat edin de keyfinize keder gelmesin! Çünkü, ev hanımlarına sıradan hatta sıkıcı gelen bu ‘hal’ günümüzde çalışan kadınlar için sadece bir hayal.

Sabah 8’den akşam 5’e kadar işte olunca evin tadını kim çıkarabilir ki? Hiç kimse! Hele ki kadınlar… Eve gidince de mesailerinin devam ettiğini düşünürsek, bütün bunları yapmak onlar için adeta imkânsızlaşıyor ve bir özleme dönüşüyor!

Bundandır ki 19. yüzyıldan beri çalışma hayatının içinde mücadele eden kadınlar, şimdilerde hangi şirkette daha iyi mevki alırım düşüncesinden çok kendilerini ‘düşlerindeki eve’ sürükleyecek işlerin peşindeler! Henüz mevzuyu dile getiren akademik çalmalar, istatistikler yok; ama sosyal medyada açılan gruplara bakılırsa, kadınların çalışma hayatıyla ilgili yeni bir akım kapımızda!

Öyle dönüp çevrenizdeki çalışan kadınların azını yoklasanız siz de göreceksiniz. Özellikle iyi eğitim almış iyi mevkilere gelmiş olanlar; koşuşturmaca içinde geçen hayatın yoruculuğundan sıkılmış, evin getirdiği huzuru arıyor; iş hayatında olmak istemiyor. Fakat, geçim derdi, pek çoğunu radikal bir çıkıştan yani ‘işi bırakmaktan’ alıkoyuyor hatta korkutuyor.

Buna rağmen, vazgeçmiyorlar düşledikleri durumdan; ‘ev’ ve ‘çalışma’ hayatını birleştirebilecekleri alternatifler arıyorlar kendilerine. Böylece; aldıkları eğitimin hakkını verebilecekler ve evlerini otel gibi kullanmayacaklar! Anne olanlarsa bebeklerini bakıcıya vermek yerine kendileri büyütecek. Biz de, ev hayatından duydukları mutluluğu işleriyle birleştiren meslek sahibi kadınlarla görüştük…

Vildan Karaağaç onlardan biri. Uzun zaman, bir kadın dergisinde muhabirlik yapmış. Fakat, anne olduktan sonra, bebeğini bakıcıya bırakmak istemediğinden işten ayrılmış. Mesleğini ise evden dergilere hikâyeler, denemeler yazarak devam ettirmiş.

Şimdi ise yine ofise çevirdiği evinin bir köşesinde Turuncu Dergisi’nin editörlüğünü yapıyor. Annelik için işi bırakan başka bir isim Habibe Demircan. Kendisine “Çocuk da yaparım kariyer de” adında ‘kadın–aile’ konulu bir haber sitesi kurmuş. “Bir yandan çocuklarıma bakarken bir yandan kendi işimi yaptım evden. Mütevazi da olsa, aylık belli bir gelirim bile var.” diyor.

Esen Tezel ve Saadet Özen ise çalışma hayatının özgürlüklerini ellerinden aldığını düşünen iki isim. Bu yüzden şirket hayatını bırakıp yabancı dillerini fırsata dönüştürüp, evden çevirmenlik yapmaya başlamışlar.

Bilgisayar mühendisi Yasemin Bölükbaşı da yazılım yapmak yerine evden yürütebileceği bir işi pastacılığı meslek olarak seçmiş kendine şirket hayatının ardından. “Sırf evimin tadını çıkarabilmek için pasta yapmayı öğrendim ve büro hayatını bıraktım. Şimdi mutfağımda kişiye özel tasarımlar yaparak para kazanıyorum. Oğlumu ise bu sayede kendim büyüttüm!” diyor. Daha iyi takılar tasarlayabilmek için 10 yıllık şirket tecrübesini bir kenara bırakan Yeliz Koç, şöyle bir değerlendirme yapıyor: “Mutlu ve huzurlu olmadıktan sonra kariyer de neyime…” Velhasıl, şimdilik durum böyle!

Mühendisliği bırakınca mutfak işlerinde ne kadar iyi olduğumu anladım!

Yasemin Bölükbaşı (30): “Mezun olur olmaz başladım iş hayatına. Çalıştığım şirket benden, ben halimden memnundum! Sonuçta istediğim mesleği bilgisayar mühendisliği yapıyordum. Ama bebeğim olunca işler değişti. Doğum izninde; evde oturmanın, istediğim saatte kalkmanın, evi otel gibi değil de ev gibi kullanmanın tadını aldım. Buna rağmen işe geri dönerim diyordum ama olmadı. Çünkü o hayatı sevdim! Gel gör ki evde boş boş oturmak, sadece çocuğa bakmakda mantıklı gelmiyordu. Bu yüzden; arkadaşlarımın teşvikiyle pasta yapmayı öğrendim. Ve bunu işe çevirdim. Sipariş üzerine, özel tasarım pastalar yapıyorum şimdi. www.ozelpastam.com adında bir de site kurdum ve kısa süre sonra evimin altındaki daireyi atölye olarak kiraladım. Şimdi hem evimdeyim hem de kendi işimin sahibiyim. Çocuğum da ellerimde büyüdü.”

***

Çocuğum için bıraktığım işime artık dönmek istemiyorum!

Vildan Karaağaç (30): “Üniversitede radyo televizyon ve sinema okudum. En büyük hayalim yönetmen olmaktı. Ama sektörde tutunmak zor! Bu yüzden bir kadın dergisinde muhabirliğe başladım. Fakat, bu hareketli hayatı kızımın doğumuyla bıraktım. Evden dergilere hikâyeler, denemeler; medya ajanslarına projeler yazmaya başladım. Kızım büyüyene kadar, böyle idare ederim diyordum derken kızım okula başladı. Ama ben bu işten vazgeçemedim. Çünkü saatlerini, kendime göre ayarlayabildiğim, “home-office” denilen çalışma hayatının tadını bir kez aldım. Hâlâ bir gün, yönetmen olacağıma inansam da sanırım ilk adım, bunun için bir kadın ve bir anne olarak evinden, ailesinden feragat etmekten geçiyor. Bunu göze alamamak eski kafalılıksa evet ben eski kafalıyım.”

Başarı kariyerse ben kariyer yapıyorum

Habibe Demircan (28 ): “Lisede belliydi hedefim: ‘Gazeteci olacaktım’ Oldu da! İletişim Fakültesi’nden diplomamı alır almaz, stajyerlik yaptığım gazetede işe alındım. 4 yıl çalıştım. Bizim meslek zordur. Öyle sabah 9 akşam 5 diye bir şey yok. Eve gitsen de mesain bitmez. Benim de öyleydi. Ne zaman evlendim, hamile kaldım bunun böyle gitmeyeceğini anladım. Ya kariyeri seçecektim ya da çocuğumu istediğim gibi büyütmeyi… Annelik duygusu ağır bastı tabii. İşi bıraktım. Sadece çocukla ilgilenmek de mantıksız geliyordu. Bu yüzden, bir yandan bebeğime bakabileceğim bir yandan mesleğimi devam ettireceğim işler aradım kendime. Ve aylık 75 bin kişinin ziyaret ettiği ‘kadın-aile’ konulu bir haber sitesi kurdum: “Çocuk da yaparım kariyer de”. Kısacası başarı kariyerse, ben kariyer yapıyorum!”

***

Daha verimli ve mutluyum

Esen Tezel (32 ): “Okul bitince,’bir yerde düzenli çalışmak gerekiyor!’ hissine kapılıyor insan. Bende de öyle oldu. Marie Claire Dergisi’nde çalışmaya başladım. Ardından Can Yayınları’na geçtim. Orada 3 yıl halkla ilişkiler yaptım. Ama baktım böyle bir hayat bana uymuyor; bu yüzden bıraktım. Çalıştığım yerlerde problemler yaşadığım için değil; aksine çok iyiydi her şey. Fakat saatleri belli bir hayat beni kısıtlıyor. Özgür olduğumu hissedemiyorum. Şimdi tam tersi, piyano dersleri veriyorum çocuklara. Çeviriler yapıyorum yayınevlerine. Her halde Kafka’nın ‘Milena’ya Mektuplar’ kitabını Türkçeye çevirmek başka türlü yapılmazdı. Picus Dergisi’nin editörlüğü de bende. Ama hepsini evden yapıyorum. Üstelik çalışma saatleri bana kalmış. Bu daha verimli ve mutlu olmamı sağlıyor.

***
Hayatımı yaşayamadıktan sonra koordinatör olsam ne olur

Yeliz Koç (33 ): “Üniversitede okurken, hayalim çok konuşulacak takı tasarımları yapmaktı. Rotam dahi belliydi: İstanbul’a gidecek, çizimlerimi işe girdiğim şirketlerde konuşturacaktım. Dile kolay, 10 yıl çalıştım bunun için. Ama geriye tasarımlarım değil, iş dünyasının bana kattığı yorgunluk kaldı. Elde edeceğim kariyer de en fazla ‘koordinatörlüktü’ hâlbuki. Hayatımı yaşayamadıktan sonra koordinatör olsam ne işe yarayacak? Sadece koca bir ‘hiç’. Bu yüzden, 2 yıl önce şirket hayatına veda ettim. Şimdi evden çizimler yapıyorum. Hem de 10 yıllık tasarım hayatımda çizdiklerimden, çok daha iyileri çıkıyor ortaya. Çünkü çizmek istediğim vakitte oturuyorum masama. İşe gitme, gelme stresi taşımıyorum. Geziyorum, okuyorum ve daha güzel şeyler çıkıyor böylece. Kısacası, huzuru, mutluluğu hatta işimdeki başarıyı evimde buldum!”

***

Bir daha büro insanı olmam!

Saadet Özen (39): “Can Yayınları’nda 8 sene tam zamanlı olarak çalıştım. Fransızca editörü olarak… Fakat saatlere bağlı çalışmak bana göre değil. Pek çok işi bir arada yapmayı seviyorum ben. O yüzden bıraktım işi. Bir daha da, büro insanı olmadım, olmam da. Peki ne yapacaktım? Tabiî ki çevirmenlik! Hem de istediğim yerde, canımın istediği saatte! ‘Huzursuzluğun Kitabı’ mesela benimle Liverpool- Galatasaray maçına bile gitti. Bir yere bağlı olmadığımdan turist rehberliği de yapabilirdim. Ko-kartlı rehberdim sonuçta. Onu da yaptım, yapıyorum da hâlâ. Ve belgeseller… Şimdi de evden belgesel hazırlıyorum. 2 arkadaşımla birlikte bir yapım şirketi kurduk: ‘Niva Yapım’ Ben araştırma-metin yazma safhasıyla ilgileniyorum. Bütün bunların yanında Boğaziçi Üniversitesi Osmanlı Tarihi’nde yüksek lisansımı tamamladım. Dışarıdan dergilere editörlük yaptım. Bunların hepsini, bir yere bağlı olmadan evimden çalıştığım için yapabildim ama!

Bediüzzaman Said Nursi diyor ki…

“Mim”siz medeniyet, tâife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer’-i İslâm onları
Rahmeten dâvet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada; rahatları evlerde, hayat-ı âilede. Temizlik zînetleri;
Haşmetleri hüsn-ü hulk, lûtuf ve cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. (Sözler, Lemaat)

Sevim Şentürk

Tüylerimizi Diken Diken Eden Emir!

Erkekler kadınlar üzerinde kavvamdır.”(yönetici ve koruyucudur) Nisa sûresi 34. âyete geçen hafta başlamıştık. Kaldığımız yerden devam ediyoruz, âyet bitene kadar inşallah.

Kadın erkeğin evde reisliğini, yönetici ve koruyuculuğunu kabul ettikten sonra ne olacak? Doğal olarak evin reisine saygılı olacak. Âyet şöyle devam ediyor:

Saliha kadınlar gönülden itaat ederler.” Allah (c.c) “İyi kadınlar kocalarına itaatli ve saygılıdırlar.” buyuruyor.

Tüylerimizi diken diken eden bir emir. “Kocaya itaat” Bu iki kelime yan yana geldiğinde biz kadınları çok fazla rahatsız ediyor. Allah’a itaat “tamam” seve seve başım üstüne; ama kocaya itaat “olmaz.” Oysa kocaya itaat Allah(c.c) ın emri olduğu için aslında Yaradan’ına itaat etmiş oluyor kadın.

Sevgili peygamberimiz de pek çok Hadis-i Şerif ile kadının kocasına itaatinin önemine dikkat çekiyor.

Kadın, beş vakit namazı kılar, orucunu tutar, kendini yabancılardan korur ve kocasına itaat ederse, cennete girer.” buyuruyor bu hâdis-i Şeriflerin birinde.

Öyle kaçılmak isteniyor ki bu âyeti kerîme’nin emrinden, âyet inkar edilemiyor fakat bu âyeti destekleyen bazı Hadis-i Şerîfleri inkar noktasına gelebiliyor kadınlar.

İnsanın insana secde etmesini emredecek olsaydım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim.”

Mesela bu hadisi şerifi pek çok kadın “sahih değildir” diyerek kabul etmiyor. Oysa Hadis-i Şerîf sahih, kaynakları da sağlam. Riyazussalihin’ de aldığım Hadis-i Şerîf kaynak olarak Tirmizî Radâ 10; Ebu Davud Nikah 40; İbni Mace Nikah 4 te yer alıyor.

Buradaki secde kelimesinin tabii ki Allah’a secde etmekle alakası yok. Peygamberimiz bu Hadis-i Şerif’le ailede mutluluk için kadının kocasına saygı duymasının ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmiş.

“Ne yani, şimdi biz kocalarımıza itaat edeceğiz, onlarda bizi paspas gibi ezecek mi?”

Allah’a karşı ne kötü bir zan. Rabbim kadının ezilmesini ister mi? Yaradan’ımız kadının kocasına itaatini emretmişse elbette pek çok da hikmetler vardır. Kadına itaat emredilirken, erkeğe de ezme kadını hakkı verilmemiş. Karşılıklı haklar var.

Bakara 228. Âyeti Kerîme’de:

Erkeklerin kadınlar üzerinde ma’ruf (meşru olan) hakları olduğu gibi, kadınlarında onlar üzerinde hakları vardır. Yalnız erkeklerinki onlara göre (aile reisliği ve görevleri bakımından) bir derece fazladır. Allah mutlak galiptir hüküm ve hikmet sahibidir.”

Kadına kocasına itaat emredilmiş fakat kadını ezmek için değil korumak için. Kadın kendinden güçlü yaratılmış erkeğin karşısında ancak ona yumuşak davranarak kendini koruyabilir. “Yumuşak ipeği en keskin kılıç bile kesemez.”

İtaatten ne anlamalıyız?

“Kadın erkeğin her istediğini yapacak, erkek emredecek kadın ezilecek.” Böyle anlayanlar var. Ben böyle anlamıyorum. Benim erkeğe itaatten anladığım, “Kadın kocasına saygısızlık etmeyecek, onunla mücadeleye girmeyecek, erkeğin ailedeki otoritesini kabul edecek.”

Kadın istediklerini kocasına tatlı tatlı yaptırabilir. Kadın yine itaat etmiş olur. Kadının sözleri önemsiz olacak, kadının istedikleri yapılmayacak diye bir şey yok. Kadının erkeğin karşısına dikilmesi, bağırması çağırması, kavga etmesi, inatlaşması yasaklanmış. Kadın psikolojisini düşündüğünüz zaman bu tavır, öncelikle duygusal yaratılmış kadını yorar, yıpratır.

Fakat günümüzde maalesef ki kadınların çoğu, erkeklerle mücadele etmeyi bir maharet zannediyorlar. Erkeğe itaat bir geri kalmışlık gibi addediliyor. Bu da aile kurumuna ciddi zararlar veriyor. Sonuç kadınlar mutsuz, erkekler kırgın.

Erkekler sert yaratılmışlar, fakat kaba değil. Arada çok büyük bir fark var. Günümüz kadını, erkeğin sert tabiatını, filmlerdeki romantizm sosuna batırılmış erkeklere bakarak kabalık olarak yorumluyor ve erkeklere kızgınlık besliyor.

Biz kadınlar, bir şey işimize gelmezse içimizi rahatlatmak için çıkış yolları ararız.

Allah’ın emrini inkar edemeyeceğimize göre ahirete kadar kendimizi oyalayacak sebepler bulmamız lâzım ki iç sesimiz bizi dürtüp rahatsız etmesin.

Bulmak isterseniz bahane tükenmez: “İtaat etmiyorsam sebebi var canım. Allah bu kocaya itaati emretmemiştir herhalde. Bu adam geçmişte bana şöyle şöyle haksızlık yapmıştı. İlmî ehliyeti yok. Namazını ancak kılıyor. Gelsin peygamberimiz gibi bir erkek ona itaat edeyim.”

Allah(c.c) âyette “İyi kadınlar, iyi erkeklere itaat ederler.” buyurmuyor. İtaat edilmesi gereken erkeklerin vasıfları sayılmamış. Kadının koca olmasını kabul ettiği erkek itaati hak etmiş oluyor bu durumda.

Kadın ya kocasına itaat edecek ya da onu koca olacak vasıflarda görmüyorsa boşanacak. “Hem yaşarım hem de adamı adam yerine koymam, süründürürüm” gibi üçüncü bir alternatif dinimizde yok.

Pek çok dindar kadın kocasını beğenmiyor, takvalı bulmuyor. Kimi kocasının nafile oruç tutmamasından, kimi televizyona bakmasından, kimi müzik dinlemesinden, kimi kocasının çok kitap okumamasından dolayı dertli.

Kocalarını kendileri kadar asil bulmadıkları için onları basit zevkleri olmakla suçlayıp aşağılayan ve kocalarından daha fazla ibadet ettikleri için de kendilerini pek bir takvalı ve saliha hanım zanneden kadınlar çok.

Oysa Allah (c.c) “Sâliha hanımlar kocalarına gönülden itaat ederler.” buyuruyor. “Kocalarını kendilerinden aşağı görürler.” demiyor.

Kadınlar bildikçe öğrendikçe koca beğenmemeye başlıyorlar. Erkekler işle güçle uğraşırken kadınların bilgi edinmek için pek çok kaynağı var. Televizyonda pek çok konuda uzman kişiler çıkıyor, pek çok konu konuşuluyor. Geçenlerde bir teyze gördüm, televizyonda şifalı bitkilerle ilgili program izlemekten konuya epeyce vâkıf olmuş etrafına tavsiyelerde bulunuyordu.

Sonra internet var, kitaplar var ve kadınların okumak için zamanları var. Ayrıca sürekli seminerler, konferanslar düzenleyen belediyeler, vakıf ve dernekler var. Buralara da kadınlar daha çok katılıyor.

Bilgi güzel bir şey. Fakat her güzel şeyin düşmanı vardır. İlmin düşmanı da kibirdir. Şeytan da âlimdi fakat ilminin getirdiği kibir ile Allah’a isyan etti ve rahmetten kovuldu.

Materyalist bir çağda egolarımız sürekli dürtüldüğü için en çok kendimizi beğenir olduk. Kibir insanları Allah’ın rahmetinden ve insanların gönlünden kovduran, gözden düşüren en tehlikeli huydur. Kibir şeytanın en sevdiği günahtır. Kibir, gurur ve inatla da yakın kardeştir. Sakınmak lâzım. Kibir konusunu kitaplardan çok okumak lâzım.

Velev ki erkek bilgi, zenginlik, eğitim gibi konularda kadından daha geride olsa bile mademki Rabbimiz aileye yönetici olarak seçmiş, her hal-u kârda kadın kocasına itaatli ve saygılı olmak zorundadır.

Teşbihte hata olmaz derler, üniversite mezunu bir çalışanın ilkokul mezunu diye patronunu beğenmeyip istediklerini yapmaması, isyankar olması mümkün müdür?

Ya orda çalışmayacak ya da patron olarak onu kabul ediyorsa saygılı olacak.

Çalışan kadın iş yerinde patronuna gayet saygılı, onun eğitimini sorgulamıyor. Maaşını alabilmek için patronun emirlerini yerine getiriyor ve kendini ezik falan hissetmiyor. Fakat aynı kadın eve gelince kocasının iki sözüne tahammül edemeyip saygı sınırlarını aşıyor.

Allah’ın emrine karşılık, patronun parası daha öne geçebiliyor maalesef. Halbuki eşi de ailenin maddi manevi sorumluluklarını taşıyor.

Bizden önceki nesilde erkeğe saygı vardı; fakat bu gönülden bir saygı değildi genellikle. Kadınlar erkeklerden korktukları için zoraki saygı duyarlardı. Erkek düşmanlığının üzerine güzel bir saygı inşa etmek zaten zordur. Kadın kocasının karşısında konuşmaz; ama bunu kendine dert eder, içinde biriktirir. Mutfağa gitse, çocuklarına kocasının ardından konuşur, çocukları babasına düşman eder, komşuya gider, kocasını çekiştirir. Ezik psikolojisi içinde yaşar.

Oysa Allah zoraki bir itaatten bahsetmiyor. Gönülden yapılacak bir itaat istiyor. “Gönülsüz aş ya karın ağrıtır ya baş.”

Allah (c.c) bu ayette saliha kadınları “kanitat” olarak vasıflandırmıştır. “Kunut” severek isteyerek itaat üzere olmak, demektir. Zoraki, hoşlanmayarak, içinde sıkıntı duyarak ara sıra yapılan bir ita­at değil, tam aksi isteyerek, severek, içinden gelerek itaat edilmesi Rabbimizin emridir.

Bu da ancak nefsine tapınmayan ve Allah’ın rızasını isteyen mü’min hanımlar için mümkündür. Çünkü evin reisini erkek olarak Allah(c.c) tayin etmiştir. Sonuçta kocaya itaat Allah (c.c) itaattir.

Âyeti Kerîme itaat emrinden sonra şöyle devam ediyor:

Hem de Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri gizlide de (kocalarının olmadığı yerde de ırzlarını ve kocalarının mallarını) koruyanlardır.”

Kadınlar, namuslarını ve kocalarının mallarını korur, kocalarının sırlarını ifşa etmez ve kocalarıyla kendileri arasında gizli halleri başkasına anlatmazlar. Allah’tan korktukları için kocaları olmadığı zaman bile onların haklarını korurlar.

Maalesef ki günümüzde itaatin tam aksi eşitlik davası ile karı koca arasında mücadele körükleniyor. Ne de olsa bir toplumu yıkmanın en iyi yolu aileyi yıkmaktır. Biz de bu tuzaklara çok çabuk düşüyoruz. Bir türlü mutlu olamıyoruz.

Oysa elimizde Yaradan’ımızın mutluluk reçeteleri var, daha niçin mutsuzuz ki? Kadınlar için ilaç biraz acı gibi görünüyor; ama o ilacı almadan şifa mümkün değil.

Sema Maraşlı – Haber 7

Erkekler Kadınlar Üzerinde Yönetici ve Koruyucudur

Kur’an-ı Kerîm’in bazı âyetlerinden utanıyor muyuz? Dilimizle itiraf etmesek de gönlümüz kabul etmiyor mu? Âyetleri yeterince modern görmüyor muyuz? Aman konuşmayalım, üstünü örtelim, kimse duymasın mı diyoruz? Yaradan’dan daha çağdaş olmaya mı çalışıyoruz?

Mademki mü’miniz, mademki müslümanız (teslim olmuşuz) o halde neden kaçıyoruz Allah’ın âyetlerinden.

Kadın\ Erkek konusunu konuşurken Yaradan’ın yol göstericiliğini nasıl göz ardı ederiz?

Ben tefsir konusunda uzman birisi değilim, size tefsir yapacak değilim. Aile üzerine çalışan biri olarak güvenilir kaynaklardan alacağım meal ve tefsirler ışığında konuyu konuşalım istiyorum.

İşte o kaçmaya çalıştığımız âyetlerden birisi: Nisâ Sûresi, yani Kadın Sûresi, 34. Ayeti kerime. Aile hayatı ile ilgili çok önemli bir âyet.

Nisâ Sûresi 34. Âyeti Kerîme “Erkekler kadınlar üzerine kavvamdır.” (yönetici ve koruyucudur) diye başlıyor.

“Kavvam” kelimesi “Kayyum” kelimesinin çoğulu. Hem yönetici hem de koruyucu anlamına geliyor.

“Erkekler kadınlar üzerine yönetici ve koruyucudurlar.”

Ailede bir yöneticiye ihtiyaç var mıdır? Kesinlikle vardır. Aile toplumun en küçük kurumudur ve her kurumda bir idareci olmak zorundadır. Bu idareci ya kadın ya erkek olacaktır. Allah (c.c) ailede yöneticilik görevini erkeğe vermiş. Elbette Rabbimiz her şeyi en iyi bilendir.

Kadın ve erkek ikisi de evde yönetici olamaz. Nasıl memlekette bir başbakan, her belediye de bir belediye başkanı, her kurumda bir genel müdür varsa ailenin de genel müdürü, idarecisi erkektir. İki idareci daha iyi olsaydı herhalde devletin en önemli kurumlarından bunu esirgemezlerdi. Peygamberimiz (s.a) “Üç kişi yola çıksa birini reis seçin.” buyuruyor. Şu uzun hayat yolculuğunu da idarecisiz götürmek zaten mümkün değil.

Erkeklerin doğuştan getirdiği özellikler “güç, iddia ve başarı“dır. Erkekler liderlik için gerekli olan vasıflarla yaratılmışlardır. Beyinlerinin sol tarafını daha çok kullandıkları için kadınlara göre çok daha gerçekçidirler. Kadınlar karar alırken, duygularını kararlarına fazlası ile katarlar.

Modern olmanın ölçüsü haline getirilen eşitlik iddiaları yüzünden, kadınlar, erkeklerin evde yönetici olmalarını kabul etmez oldular. Erkekler; vatanı, kadınları, çocukları korusun, kimsenin buna bir itirazı yok. Neden itiraz eden yok? Kadın haklarını savununlar mademki eşitlik iddiasındalar, şöyle demeleri gerekmez mi? “Askere, savaşa erkekler gidiyor, yaralanıyorlar, sakat kalıyorlar, ölüyorlar, burada bir eşitsizlik var. Biz kadınlar da savaşa gidelim erkeklerden geride kalmayalım.”

“Erkekler bizi korusun ama yönetmesin.” Oysa mesuliyeti alan idareyi de alır. Sorumluluk varsa yetki de olmak zorundadır.

Âyetin devamında Rabbimiz erkeklerin ailede neden “kavvam” olduklarını açıklıyor: “Bu da Allah’ın kimini kimine üstün kılması ve bir de erkeklerin mallarından sarf etmeleri sebebi iledir“.

Üstünlük kelimesi bu âyetin mealinde tek başına yetersiz kalmaktadır. Burada bahsedilen Allah katındaki üstünlük değildir. Allah(c.c) Hucurât Sûresi 13. âyette “Allah katında üstünlük ancak takva iledir.” buyuruyor. Takva Allah’ın emir, yasak ve tavsiyelerine gösterdiğimiz titizlik ölçüsüdür. Ve takvada cins farklılığından bahsedilemez. Kur’an-ı Kerim’de kadın ve erkeğin farklı noktalarda üstünlüklerinden bahsedilebilir. Geçen haftaki yazımda bu konu ile ilgili âyeti kerîmeyi yazmıştım.

Erkeklerin kadınlara olan üstünlüğü ailede söz hakkı üstünlüğüdür. Yönetici olmanın getirdiği statü üstünlüğüdür.

Yetki, sorumluluğu getirir. Erkekler; aileden, karısından, çocuklarından sorumludur. Yöneticilik erkek için ağır bir sorumluluktur. Erkekler yöneticilik görevlerini en doğru şekilde yerine getirmek için gayret içinde olmalıdırlar.

Kadın da erkeğin ailede reis olduğunu kabul etmeli ve gereken saygıyı göstermelidir. Mutlu bir evlilikte en önemli şey sevgi-saygı dengesidir. Kadın, erkeğe gerekli olan saygıyı gösterirse erkekten sevgi alabilir. Saygı görmeyen bir erkek, kadından sevgisini esirger.

Kız çocukları ve erkek çocukları farklılıkları üzerine yapılan bir araştırmada çıkan sonuca göre: “Kız çocukları sevgiye önem veriyor, erkek çocukları saygıya önem veriyor.” Biz bütün çocuklar sevgi ister zannediyoruz. Oysa erkek çocukları saygıya daha çok değer veriyor. Saygı isteği erkekliğin temelinde var.

Milyonların izlediği televizyon dizilerine baktığınız zaman erkeklere yapılmayan hakaret yok. Hayvan isimlerinden tutun, her türlü ağır söz, erkeklere söyleniyor. O hakaretler kadınlara yapılsa kadın dernekleri ortalığı ayağa kaldırırlar.

Dizilerde erkekler rol icabı ağır hakaretlere ses çıkarmıyorlar; hatta biraz sonra o kadınla muhabbet ediyorlar. Bunları izleyen hanımlar da dizilerden duydukları kelimeleri kocalarına kullanıyorlar ve tepki gördüklerinde kendilerine değil kocalarına kızıyorlar.”Ne var şimdi söylediğim sözde” diye bir de şikayet ediyorlar.

Erkeğe saygı, ailede çocuk eğitimi için de çok gereklidir. Çocukların tatlı-sert bir baba otoritesine ve anne sevgisine ihtiyaçları vardır. Kadın kocasını saymazsa çocuklar hiç saymazlar. Günümüzde çocuklarla çok sorun yaşıyoruz. Çünkü evde erkek otorite olamıyor. Buna çoğu zaman beyni eşitlik iddiası ile zehirlenmiş kadınlar izin vermiyor.

Kadınlar, eşit olalım derken, çoğu zaman otoriteyi kendi ellerine alıyorlar, farkında değiller. Otorite kadına değil, erkeğe yakışan bir şeydir. İş yerlerinde yapılan araştırmalarda çalışan kadınların çoğu, kadın yönetici istemiyorlar, erkek yöneticiyi tercih ediyorlar. Kadın yöneticilerin otoriteyi sağlamak için erkekleşmeleri gerekiyor; fakat bu da fıtratta çatışmaya sebep olduğundan tam olarak yapamıyorlar. Bu durum iş yerinde çalışanlara ve yönetici kadınların aile hayatlarına olumsuz yansıyor.

Dünya atasözlerinin derlendiği bir kitaptan konu ile ilgili not aldığım bir kaç atasözü var.

“Mutlu evlilik, erkeğin baş, kadının kalp olduğu evliliktir.” (Portekizce)

“Kadın pantolonun bir bacağını istiyorsa, pantolonun iki bacağı da gitmiş demektir.” (Frizce)

“Bir kadın kendi eteğiyle, kocasının pantolonunu, ayırt edebiliyorsa akıllıdır.”(İskoçça, Britanya)

Günümüzde özellikle okumuş dindar kadınlar, ailede erkek otoritesini kabul etmekte zorlanıyorlar. Eğitimli oldukları için erkeğin kendilerine saygı duymasını bekliyorlar, kendiler gerekli saygıyı göstermeden.

Evde, işte, kısacası hayatta eşitlik diye bir şey mümkün değildir. Bunu artık anlamak lazım. Eşitlik iddiası komünist bir söylemdir aslında. Komünizmde zengini fakire eşitleyelim diye uğraştılar yapamadılar. Feminizm de kadını erkeği eşitlemeye çalışıyor. İkisi de yaratılışa aykırı olduğu için yapılması mümkün değildir. Komünizm çöktü, darısı feminizmin başına.

Erkeklerin “kavvam” olmasının ikinci sebebini de Allah(c.c) “Mallarını harcamaları sebebi iledir.” buyuruyor. Kadın çalışıp aileye maddi katkı sağlasa da hem erkeğin kazancının da kullanılmasından hem de âyetin bir öncesinde açıklandığı gibi, erkeğin, kadın üzerinde söz hakkı üstünlüğüne sahip olmasından dolayı, ailenin reisi yine erkektir. Rabbimiz görevlendirmiş.

Erkekler, kadınların canını, namusunu korumak ve ailenin ihtiyaçlarını görmekle saygı ve hürmeti hak ederler. Bu hakkı erkeğe vermemek ve bunun gereği olan saygı ve hürmeti göstermemek çok büyük haksızlık ve nankörlüktür.

Bu âyeti kerîme için tek yazı yeterli olmayacak, birkaç yazı devam edeceğim inşallah. Sizlerin de yorumlarla katkılarınızı bekliyorum.

Sema Maraşlı – Haber 7