Etiket arşivi: kanun

Bir kalın kitabın düşündürdükleri…

Büyük bir kütüphanem var. Şu karşıki rafta da beş parmak kalınlığında Anonim Şirket isimli kitap duruyor.

Bu kitapta o kadar çok kanun, yönetmelik, açıklama ve tavsiye var ki… Evvela düşündüm…

Bu kitap neden bu kadar kalın?

Yani neden bir anonim şirket için beş parmak kalınlığında kitap hazırlanmış? Çünkü bir milletin ahlakı ne kadar bozulursa, kanunlarının sayısı o kadar artar!

Geçmiş yıllarda şirket kurmak için, ekonomiyi bilen, İslam ahlakıyla ahlaklanmış, İslam’da bütünleşmiş, doğru ve çalışkan olan üç kişi aradım, bulamadım… İşte o zaman dedim ki, bankalar hiç kimsenin parasını yemedi. 2 kilo altını olan, rahatlıkla götürüp bankanın kasasına koyabiliyor. Çünkü itimat ediyor; “malıma bir şey olmaz“. Müslümanlar da bankalar kadar güvenilir olsa, kurtulurlar.

Mesela tesbihatı, cevşeni gözyaşları içinde okuyan arkadaşların genel müdür olmak için nasıl ihtilaf çıkardığına şahit olmuşumdur. Daldaki bir elmayı düşünelim. Çok akıllı adamlar taş atıp onu düşüremiyor amma elmanın içindeki zayıf bir kurtçuk içten içe elmayı kemirip onu düşürebilir. Aynı şekilde Müslümanlara en büyük zararı belki din düşmanları değil, menfaatini putlaştırmış bir Müslüman verir…

Bediüzzaman Said Nursi buyurmuş ki, “Bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla, hülâsa ve zübdesi bana kat’î bildirmiş ki: Sıdk, İslâmiyet’in üssü’l-esasıdır.” Yani doğruluk, Müslümanlığın temelidir. Temeli sağlam olmayan bir eve ne kadar tuğla da dizseniz, ilk sarsıntıda yıkılır. Bir Müslüman parada, malda, makamda doğruysa o kişi, işe yarayan adamdır. Bunu komünist de, Budist de, gayrimüslim de, Müslüman da bilir…

Unutamadığım bir hatıram var: Amerika’da bir arkadaşın arabasıyla giderken arkadaş bir ağaca çarptı. Ağaç kırılmadı, araba zarar görmedi. Sadece tampon vurdu. Arkadaş, hemen polise telefon etti: “Falan yerde bir ağaca çarptım.” Dedi ki: “Suçumu bildirdiğim için ceza az gelir. Bildirmezsem ceza çok gelir.” “Peki sizin bu ağaca çarptığınızı nereden bilecekler?” dedim. “Bu olayı görenler hemen polise bildirir.” dedi. Anladım ki, Hıristiyanlıktan uzaklaşanlar, kanunları din gibi kabul edip hayatlarında uyguluyorlar. Müslümanlar eğer İslamiyet’ten uzaklaşırlarsa, nefsine bağlanıp nefsinin avukatı kesiliyor. Sadece kendi menfaati için yaşayan şahıs, çalıp çırpmayı, yalan söylemeyi normal sayar…

Peygamberimiz (sas) buyurmuş ki; “Din, güzel ahlaktır.

İslam ahlakından başka ahlak yoktur. Doğruluk, güzel ahlakın bir şubesidir. Din olmazsa ne diye yaşayalım? Hayatın manası nedir? Korku, üzüntü, soğuk, sıcak, ayrılık… Ne anlamı var bunların? Amma din ile hayat, bir mana kazanıyor… Kurtulmamızın şartı üçtür: İlimde, teknikte ilerleyeceğiz, İslam ahlakıyla ahlaklanacağız…

Elhamdülillah, bir gençlik geliyor. Son üç yüz senedir görülmeyen bir gençlik. Kültürsüz, bilgisiz, slogancı nesiller meydanları doldurmuştu. Şimdikilerse Avrupa kültürünü biliyor, dinini biliyor. Bunlar çok şey yapabilir…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

1934’te Said Nursi İçin Özel Kanun Çıkardılar

YANİ BU MÜRACAATI NİYE YAPMIYORSUN ÜSTAD?

 

Kitabınızda Bediüzzaman’ın sürgün edilmesi için özel bir kanun çıkarıldığını söylüyorsunuz?

O kanun 1934 yılında çıkarılan 2510 sayılı Mecburi İskan Kanunu. Yasanın 7. maddesinde o hadise şöyle gerçekleşiyor; 1933 senesinde Cumhuriyet 10 yaşına giriyor. 1923 yılında kurulan Cumhuriyetin ilanının 10.yılı nedeniyle Türkiye genelinde Temmuz 1933’e kadar işlenmiş bütün suçlar af kapsamına dâhil ediliyor. Bu af kapsamına dâhil olan bu cürümlerle, suçlarla, kabahatlerle ilgili olarak şahısların ilgili mercilere müracaatları esas alınıyor. Yasal düzenlemede 29 Ekim 1933’te Cumhuriyetin 10.yılında bu kanun kapsamında Bediüzzaman Said Nursi mahallin idarecilerine bu kanundan istifade etmek için her hangi bir müracatta bulunmuyor.

Yani nasıl bir müracaat yapılacak?

Yani “söz konusu yasa kapsamından istifade etmek istiyorum” diye bir dilekçe yazacak ve bu kapsamdan kendisi istifade ettirilecek. Nerden sürgün edilmişse, nereye gönderilmesini istiyorsa nereye gitmek istiyorsa oraya mahallin idarecilerin izniyle gönderilecek ve ondan sonrada serbest olacak. Şimdi Bediüzzaman bu müracaatı yapmıyor, ilk etapta bu müracaatı niçin yapmadığını sorgulamadığınız zaman müracaatı yapmaması çok anlamlı ve manidar gelmiyor. Yani niye yapmıyorsun Üstad? Bir müracaat dilekçesi vereceksin serbest bırakılacaksın, memleketine döneceksin. İnsan burada hayrette kalıyor. İlk etapta çok anlamlandırılamazsa da Üstad enteresan bir biçimde bu müracaatını yapmamasının gerekçesi olarak çok hakikatlı manaları 16. Mektup’ta ifade ediyor. Çünkü kendisinin 1933’te çıkarılan genel af kanunu kapsamına giren ve affa uğrayan bir suçu yok. Bir cürmü yok. Bir Mahkeme kararı yok. Neyin müracaatını kime yapacak? Kanun namına kanunsuzluk yapanlara karşı nasıl bir müracaat yapsın? Müracaat dilekçesi verse kendisi cürüm işlemiş bir şahsiyet olarak kayıtlara geçecek. Üstad bunu yapmıyor.

O KANUN MADDESİ “BEDİÜZZAMAN, BEDİÜZZAMAN” DİYE BAĞIRIYOR

Yapmayınca mahallin idarecileri bundan fevkalade rahatsız oluyorlar. Af kanunundan 8 ay sonra 14 Haziran 1934’te bir yasa çıkıyor. Mecburi İskan Yasası yasanın 7. maddesi “Türk ırkından olmayanlar, hükümetten yardım istemeseler bile hükümetin göstereceği yerde yurt tutmaya ve hükümetin izni olmadıkça buralarda kalmağa mecburdurlar“ şeklinde. Şimdi bu 7. maddenin içeriğine baktığınızda Türk ırkından olmayanlar Bediüzzaman, o dönemde Kürt coğrafyasının memlekete bir armağanı olması hasebiyle zaten resmi mercilerde hep Bediüzzaman Said-i Kürdi diye ifade edilen bir tanımlamayla ötekileştiriliyor. Dolayısiyle bu anlamda Bediüzzaman’ı tarif eden bu yedinci madde gizli olarak şunu diyor: “Sen bize müracaat yapmasan da biz seni yine kanunla bu sefer yasal bir düzenleme ile mecburi ikamete tabi tutacağız.”

Hakikaten o maddeyi okuduğunuzda, işte bizim yöresel bir tanımla ifademiz var başı; (Ü), sonu (ZÜM), bağda yetişir. Bil bakalım bu nedir? Siz hiçbir zaman üzüm demediniz. Ama işte bağıra bağıra aslında üzüm diyorsunuz. İşte o kanun maddesi de “Bediüzzaman, Bediüzzaman”, diye bağırıyor. Maddeyi okuduğunuzda en basit bir müracaatı gerçekleştirmediği için hususi mecburi iskân kanununda kendisi için bir kanun maddesi düzenlendiği bir şahsiyetin nasıl takip edildiğine ilişkin hususta ayrıca özel bir araştırmaya ihtiyaç var mı bilmiyorum? Hakikaten sahanın uzmanları bu manada o kanunu oturup okusalar o kanunun 7. maddesinin sadece bu maksatla Bediüzzaman için hazırlandığını görecekler. Ki sonrasında Bediüzzaman’ın o kanun maddesinin yürürlüğe girdiği 21 Haziran 1934’ten sonraki Barla Lahikası’ndaki mektuplarına baktığınızda bu plandan tümüyle haberdar olduğu ve o planı bozmak adına Isparta Valiliğine bir dilekçe gönderdiğini görüyoruz. Ki hakikatlı bir biçimde o dönemde taraflar arasında bu anlamda stratejik bir mücadele var. Ve bu mücadelenin gerilimli alanında Bediüzzaman Said Nursi asla öfke uçurumuna yuvarlanmıyor, hep sıratı müstakimde istikrarla doğru olanı yapıp yürüyor.

BARLA ANLAŞILAMADAN ESKİŞEHİR’İ ANLAMAK MÜMKÜN DEĞİL

Peki, neden Eskişehir? Barla’yı neden atladınız?

Eskişehir mahkemesi safahatından başlayan bir süreçtir bu çalışma. Ben avukat olduğum için Eskişehir mahkeme müdafasıyla alakalı bir çalışmaydı ilk başlangıcı. Eskişehir mahkemesi müdafaasını çalışırken Barla’ya dönmek zorunda olduğumu fark ettim. Yani Barla tam anlaşılamadan Eskişehir mahkeme müdafaatını tam anlamak mümkün değil. Bu nedenle başa döndük. Ama bu bir dönem çalışması. 1925 ile 1935 aralığında. Bu dönem çalışmasını inşallah kıymetli büyüğüm Metin ağabeyimle beraber zaman zaman konuştuğumuz 1908 ile 1925, 1935 ile 1945, 1945 ile 1960 aralığındaki dönemleri de bu tarzda çalışacağız. Üstadın Ankara günlerini sonrasında Kastamonu Lahikası ekseninde yazılanlar ve akabinde Kastamonu neticesinde gidilen Denizli mahkemesi safahatı ki Meyve Risalesi, Yedinci Şua, Beşinci Şua bu dönemde yazıldı… Bu çerçeve içerisinde yaşanan hadisat ve o savunmalar sonrasında Emirdağ Lahikası akabinde de Afyon mahkeme safahatı ve orda da hasbiyeler  bahsinin bütünüyle bu manada değerlendirildiği bir çalışmanın içerisindeyiz. Bu çalışmanın ilk faslı inşallah sonraki çalışmalara bir zemin hazırlar.

CUMHURIYET HALK PARTİSİ ARŞİVLERİNİN AÇILMASI ÇOK ÖNEMLİ

Türkiye Büyük Millet Meclisinden yararlanabildiniz mi?

Bu çalışmada hususan  Hüsrev Kutlu beyin çok büyük katkıları ve gayretleri oldu. Türkiye Büyük Millet Meclisindeki araştırmalarda Ahmet Yıldız’ın çok büyük katkılarını gördüm. Türkiye Büyük Millet Meclisi arşivlerinde, Başbakanlık Cumhuriyet arşivlerinde ve büyük kütüphanelerde bu manada ciddi çalışmalarda her hangi bir sıkıntı yok. Ama Genelkurmay arşivleri, Emniyet Genel Müdürlüğü arşivleri, Cumhurbaşkanlığı arşivleri henüz daha araştırmacılar için yeteri rahatlıkta çalışılabilen alanlar değil. Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklal Mahkemeleri safahatında yaşanan o süreci ifade eden belgelere ulaşmak şu anda mümkün değil. Bu çerçevede biz mümkün olduğu kadar Bediüzzaman Said Nursi’nin hayat sürecini incelerken anlatılmış bir kısım hatıralardan hareketle mümkün olduğu kadar onların resmi belgelerini bulabildiklerimizi ve resmi belgelerle ispatlayabildiklerimizi resmi belgelerle beslenen unsurları çalışmaya çalıştık. Yoksa çok fazla hatırat var. Hepsi de çok kıymetli ama bir kısmını belgelerle desteklemek mümkün değil. Hakikaten bu noktada gösterici olan bir diğer çok kıymetli büyüğüm Bülent Arinç. Manisa’dan değerli ağabeyim, hem meslektaşımız hem başbakan yardımcısı olması hasebiyle bu çalışmaya başladığımız fasılda Türkiye Büyük Millet Meclisinde ilk araştırmalara başladığımızda onunda büyük bir katkısı ve desteği oldu.

CHP İL BAŞKANLARININ SAİD NURSİ VE NUR TALEBELERİYLE ALAKALI RAPORLARI VAR

Yeterli bilgi ve belgeye ulaştığımızı söylemek mümkün değil, ama şu andaki bilgi ve belgelerde dönem içerisinde yaşanan o stratejik mücadelenin ip uçlarını çok açık bir biçimde ortaya koyuyor. Umuyoruz ki önümüzdeki dönemde bu Dersim tartışmalarıyla beraber ortaya çıkan tabloda artık bütün resmi arşivlerin açılması ki Cumhuriyet Halk Partisi arşivlerinin açılması çok önemli. Çünkü Denizli Mahkemesi safahatını yaşarken gördüğüm bir kısım belgeler var. Cumhuriyet Halk Partisinin il başkanlarının o dönem içerisinde Bediüzzaman Said Nursi ve Nur talebeleriyle alakalı kendi parti merkezlerine haftalık, aylık, raporları var. Bunların bir kısmı inşallah sonraki çalışmalarda kullanacağımız belgeler mahiyetinde. Cumhuriyet Halk Fırkasının o dönemde il başkanı oturuyor ve Bediüzzaman Said Nursi ve Nur talebeleri hakkında bir kısım raporları parti genel merkezine rapor ediyor. Çalışmaları rapor ediyor. Neler yapılması gerektiğini rapor ediyor. Nasıl bunların takip edilmesi gerektiğini anlatıyor.

ATATÜRK BEDİÜZZAMAN’I BARLA’DA GİZLİCE ZİYARET ETTİ Mİ?

M. Kemal’in Bediüzzaman hazretlerini Barla’da ziyaret ettiğini Askeri Yıldız’a dayandırarak iddia ediyorsunuz. Askeri Yıldız ağabeyi aradım hadiseyi aynen anlattı fakat bir farkla Emniyet Müdürü değil de Vali imiş. Tam olarak okuyucularımıza aktarabilir misiniz?

Hadiseyi kitabımıza aldıktan sonra araştırmam neticesinde o olayın kahramanının vali olması gerektiği ortaya çıkmıştır. Bunun için okuyucularımdan özür diliyor ve hadiseyi kitaptan alarak okuyucularımıza aktaralım. Öncelikle Akrebin Kıskacında kitabında bizim yaptığımız bir dönem çalışması. Bediüzzaman’ın Eskişehir Mahkeme savunmalarını incelerken geriye dönük on yıllık süreci çalışıyoruz. Bu dönem çalışmasında geçen on yıllık sürecin çok önemli bir kısmı Isparta / Barla’da geçiyor. Ve dolayısıyla Isparta/Eğirdir/Barla’da bu dönemde gerçekleşen her faaliyet ile yakından ilgilenen bir tavrı ortaya koymadığınız zaman zaten yeteri kadar gizlilik içinde cereyan eden dönemi tümüyle aydınlatamıyorsunuz. Bu dönem öncelikle yasakların, tazyikin her türlü kışkırtmanın acımasız örnekleri ile dolu. İşkencenin her türlüsünün, ötekileştirmenin, aşağılanmanın, zehirlenmenin, insanlık dışı her türlü örneğin yaşandığı bir dönem.

Siz bu dönemi bir nebze aydınlatmaya sis perdesini aramaya çalıştığınızda kalp ve vicdana dokunan ızdıraplarla dolu hayat öykülerinin yaşandığı kapkaranlık bir dönem ile karşılaşıyorsunuz. Böyle bir kapkaranlık dönemi aydınlatmanın en önemli ve kestirme yolu ise bu döneme ilişkin arşiv belgelerine ulaşarak bu arşiv belgelerinde elde edilen bilgi ve bulgularla döneme ilişkin hatıraların değerlendirilmesidir. Oysa biz yakın tarih araştırmacıları olarak bunlardan maalesef mahrumuz. Ama öbür taraftan kalbe ve vicdana dokunan bu ızdırap öykülerini yok sayarak, yapılan haksız ve hukuk dışı tahriklere karşı tam bir sabır ve metanetle ama kahramanca mücadele eden, öfke uçurumuna yuvarlanmayan ama teslim de olmayan bir Bediüzzaman’ı ve onun “Isparta Kahramanları” olarak adlandırdığı arkadaşlarının destansı hayat öykülerini yeni kuşaklara aktarmak gibi bir vazifemiz var. Bunu tam bir vazife biliyoruz. Peki böyle bir ortamda bu işi nasıl yapacağız? İşte can alıcı soru bu.

Bu kadar elinizin kolunuzun bağlı olduğu bir ortamda yaptığımız çalışmalar adeta iğneyle kuyu kazmak gibi. Bu sebeple önünüze gelen her bilgi ve bulgu, her hatıra ayrı bir önem taşıyor. Bu hatıralardan yola çıkarak, dönemin canlı şahitlerinin hatıralarıyla bu kapkaranlık dönemi aydınlatmaya çalışıyorsunuz. Necmeddin Şahiner’in Son Şahitler’i ile Abdülkadir Badıllı ağabeyin 3 ciltlik Mufassal Tarihçe’si, Şükran Vahide hanımın Entellektüel Biyografi’si, İhsan Atasoy ağabeyimizin çalışmaları hep önümüzü aydınlatan, bize yol gösteren kilometre taşları gibi bir vazife görüyor. Bu sebeple anlatılan her hatıraya, yaşanan her olaya tecessüsle yaklaşarak öncesine ve sonrasına gittiğinizde umulmadık ipuçları ortaya çıkıyor. İşte Mustafa Kemal’in Eğirdir ve Isparta’yı ziyareti de bu anlamda kritik önemi haiz bir ziyaret niteliğinde. Bu hatırayı ilk defa seneler önce değerli ağabeyim Halil Köprücüoğlu’ndan dinlemiştim. Sonrasında bu kitap çalışması aşamasında Diyarbakır’da bulunan ve halen hayatta olan değerli Askeri Yıldız ağabeyden bizzat dinleyerek ses kaydına aldım. O da hatırasını rahmetli Kadri Mermutlu’dan dinlemiş.

Bu hatıradan yola çıkarak yapmış olduğum belge ve bilgi araştırmasında çok önemli hususlar yakaladım. Bu hatıranın özellikle 1930’lu yıllarda yaşanan olayları ve sonrasını, “Eğirdir Müftüsü’ne Son İhtar” başlıklı Barla Lahikası’nda yer alan mektubu ile “Hulusi Beye Hitaptır” başlıklı, Barla Lahikası’nda yer alan bir mektubu ve Barla Lahikası’nda yer alan diğer bir çok mektupta yer alan hususları, Beşinci Şua’nın tetimmesini (ki Üstad bu tetimmeyi Beşinci Şua’yı tekrar tebyiz ederek gözden geçirdiği Kastamonu’da yazmış ve 1938’den sonra eklemiştir) yan yana koyduğumda, ortaya çıkan sonucun benzeri birçok hususu aydınlattığını gördüm. Bu açıdan bu kadar kritik bir öneme sahip bu hatırayı kitaba dahil ettim.

Kitapta ise bu husus şöyle yer aldı:

Tarihî hadiselere dair hatıraların tam bir geçerlilik kazanabilmesi, belgelerle teyid edildiği takdirde mümkün olabilir. Ama yine hatıralar, bize umulmadık ipuçları verme

gibi bir hizmet de görürler. Bediüzzaman’ın talebelerinden Askerî Yıldız’ın Kadri Mermutlu’ya atıfla anlattığı bir hatıra, bu bakımdan dikkat çekicidir:

“1969 senesiydi. Adapazarı’nda arkadaşımla bir tren yolculuğundaydık. Bediüzzaman ve Nurculuk sohbetimizin konusu idi. Oturduğumuz kompartımana fötr şapkalı, takım elbiseli bir zât girdi. Sohbetimizi işitti. Kendisi, 1930’lu yıllarda Isparta emniyet müdürlüğü yapmış. Birlikte seyahat ettik. Dönemin Isparta Emniyet Müdürü bana trende anlattı: ‘Mustafa Kemal Isparta’ya teftişe geldi. O gece Eğirdir’de kaldı. Sabahı çok erken saatte gizlice Barla’ya gitmek istediğini bana söyledi.

Refakat ettim. Bir de şoför vardı. Hiç kimseye haber vermeden Bediüzzaman’ın odasına gittik. O ve ben, ikimiz içeri girdik. Bediüzzaman yatağa yan uzanmış bir halde üzerinde yorgan örtülü vaziyette uzanıyordu. Hiç kalkmadı. Mustafa Kemal’e yerdeki şilteyi gösterip, ‘Otur’ dedi. O da, rafta duran Kur’ân’ı alarak Tîn sûresini açtı, ‘Lekad halaknel însâne fi ahseni takvîm’ âyetini okudu. ‘Bu âyet bana bakıyor’ dedi. Bediüzzaman; ‘Yanlışlıkla komşunun kapısını çalmışsın. Yaptıklarınla, sonraki sûre sana bakıyor’ dedi. Ne o konuştu, ne ben, ne de Bediüzzaman. Oradan ayrıldık. Mustafa Kemal, dışarı çıkınca bana; ‘Hocaefendi aynı inadında devam ediyor’ dedi.”

Böyle bir ziyaretin sözü edilmiyor olmakla birlikte, ilgili meselenin Bediüzzaman’ın Şualar isimli eserinde de yer alıyor olduğu görülmektedir. Beşinci Şua’nın tetimmesinde yer alan hadise, hatırada ifade edilen olayın bu anlatımı ile birebir örtüşüyor:

İkinci hâdise: “O, ‘Sûre-i Ve’t-tîni ve’z-zeytûni’ [Yemin olsun incire ve zeytine] mânâsını merak edip soruyor” diye çoklar nakletmişler. Gariptir ki, bu sûrenin akîbinde olan ‘İkra bismi rabbike’ [Rabbinin ismiyle oku] sûresinde ‘İnne’l-insâne le yetgâ’ [Muhakkak ki insan azgınlaşır] cümlesi, onun aynı zamanına ve şahsına cifirle ve mânâ sıyla işa ret ettiği gibi, ehl-i salâta ve camilere tâğiyâne tecavüz edeceğini göste riyor. Demek o istidraçlı adam, küçük bir sûreyi kendiyle alâkadar hisseder. Fakat yanlış eder, komşusunun kapısını çalar.”

Böyle bir görüşmenin gerçekleşip gerçekleşmediğini belgelendirmek, birçok arşiv kaydına ulaşma imkânının olmadığı şartlarda mümkün değildir. Ancak, Mustafa Kemal’in 5 Mart 1930’da bir heyet ile Eğirdir’e geldiği ve geceyi burada geçirdiği, ardından 6 Mart 1930 sabahı Kuleönü üzerinden Isparta’ya ulaştığı belgelerle tesbit edilmiş durumdadır. Bu heyette Prof.Dr. Afet İnan, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Fahrettin Altay Paşa (Ordu Müfettişi), Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer gibi şahsiyetler de bulunmaktaydı.

Bu gezide Mustafa Kemal, ‘İzmir-Eğirdir demiryolu yolculuğunun 5 Mart gecesini, Eğirdir’de ünlü demiryolu köprüsü üzerinde trende geçirir.” Ayrıca, bu gezide bulunmayan dönemin Başvekili İsmet İnönü, bu geziden dönemin katib-i umumîsi tarafından gün gün haberdar edilir. Bu ziyarette önce Eğirdir’e gelen ve geceyi burada geçiren, ardından Isparta’ya uğrayan Mustafa Kemal’in Bediüzzaman hakkında bizzat mahallinde çok detaylı bilgi aldığı anlaşılmaktadır.Yörenin idarecileriyle ve özellikle Eğirdir müftüsü Hüseyin Hüsnü Tığlı ile bu konuyu detayıyla konuştuklarında bir kuşku yoktur. Bölgedeki bazı resmî görevlilerde bu ziyaretten sonra Bediüzzaman’a karşı davranışlarında yaşanan değişimler ve yine bölgede bu ziyaretten sonra idarî atamalarla gerçekleşen olağandışı birtakım değişiklikler, bunun bir işareti niteliğindedir. Bu görüşme ve ziyaretin hemen sonrasında, Eğirdir Kaymakam Vekili İhsan Üstündağ, Isparta Valisi Ekrem Bey, Barla Nahiye Müdürü Bahri Baba ve Barla Başmuallimi M. Ali Bey, görevlerinden alınmış ve yerlerine yeni atamalar yapılmıştır. Ayrıca Eğirdir askerî birliğinde görev yapan ve Bediüzzaman Said Nursî’nin talebelerinden olan kıdemli Yüzbaşı Hu lusi Yahyagil’in, bu sene içinde, 6 Ekim 1930 tarihinde buradan

bir başka birliğe tayini çıkarılmıştır.

ZİYARETTEN ÖNCE EĞİRDİR VE BEDİÜZZAMAN

Bu görüşmeden önce Eğirdir ve Barla yöresindeki tablo şöyledir: Eğirdir Kaymakam Vekili İhsan Üstündağ, kasaba doktoru Yusuf Kemal Durakoğlu, eczacı efendi, mal müdürü, dava vekili Hakkı Tığlı, kıdemli Yüzbaşı Hulusi Bey gibi bir kısım mahallî idareciler, Bediüzzaman’la temas halindedir. Hatta bu tarihe kadar Eğirdir Müftüsü Hüseyin Hüsnü Tığlı ve müftünün oğlu öğretmen (muallim) Tevfik Tığlı, Barla’ya Bediüzzaman’ı ziyarete gelmekte, zorlandıkları bir kısım soruları Bediüzzaman’a sormakta ve ondan istifade ile bu cevaplar karşısında Bediüzzaman’a minnet ve şükran hisleri ile dolmaktadırlar. Böylece, Bediüzzaman’ın telif ettiği Risale-i Nur’lar ilk önce bu muhitte parlamaya başlamıştır. Risale-i Nur’lara ve Said Nursî’ye yönelik bu teveccüh ve ilgi, dönemin Eğirdir Müftüsü Hüseyin Hüsnü Tığlı’nın—öncesinde Bediüzzaman’a dost ve yardımcı iken—zamanla ona ‘kıskançlık’ damarıyla ve ‘rekabet’ nazarıyla bakmasını netice vermiştir. Bu nedenle de, Bediüzzaman’dan rahatsızlık duymaya başlamıştır. İşte böyle bir ortamda yapılan ziyarette Mustafa Kemal’in Eğirdir Müftüsü ile de görüştüğü ve konuyu bütün detayıyla konuştukları ve malum müftünün rahatsızlıklarını bizzat birinci adama aktardığı anlaşılmaktadır. Bediüzzaman’ın Eğirdir Müftüsüne yazdığı ihtar niteliğindeki iki mektubu ve Mektûbat isimli eserinde yer alan Yirmidokuzuncu Mektubun Altıncı Kısmı’ndaki bahislerde, bunun ipuçlarını bulmak mümkündür. Hatta, ilgili bahislerden hareketle, Eğirdir Müftüsü ile Mustafa Kemal arasındaki görüşmenin muhtemel içeriğini çıkarmak dahi mümkündür.”

ULAŞABİLDİĞİMİZ BELGELER

“Mezhebimizde (mesleğimizde) firak yok. Sen nerede bulunsan, şu kardeşinle ellerinizdeki Sözler vasıtasıyla sohbet edebilirsin. Ben de istediğim zaman, seni yanımda dergâh-ı İlâhîye beraber el açıp niyaz etmek suretinde görebilirim. Eğer kader sizi başka bir yere gönderirse, اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ hükmünce, kemâl-i rızayla teslim ol. Hem senin gibi, inşaallah kalbi selîm, aklı müstakîm, hakikî iman dersini veren zâtlara başka yerler daha ziyade muhtaçtır. Orada (Eğirdir’de) lillâhilhamd imana çok hizmet ettin. Eğirdir’den ziyade başka yerler belki daha muhtaçtır….

Hem her vakit beklediğim, ehl-i zındıkanın bana hücumu gayretli talebem, cesaretli biraderzadem olan uhrevî kardeşimden başlaması muhtemel olmakla beraber, hıfz-ı Kur’ânî her müşkülâta galip ve lezzet-i hizmet-i imaniye her kederi unutturur itikadında olduğumdan, seni teşcî ve teşvike lüzum görmem.” (B.Said Nursi/ Barla Lahikası / Söz Basım Yayın / Shf. 362-364/ 214. Mektup)

Üstad Bediüzzaman bu mektubunda daha Hulusi Bey’in tayini çıkmadan tayininden haber veriyor.

Kitabı hazırlarken birkaç kitaplık malzemeye ulaşmışsınız gibi geliyor bana.

Çok malzeme var.

Nekadar zamanda ulaştınız bu belgelere?

Yaklaşık üç buçuk yıllık bir süreç.

BURADA BİR KADİRŞİNASLIK YAPMALIYIM

Metin Karabaşoğlu da kitabın önsözünü yazmış…

Burada bir kadirşinaslık yapmalıyım. Hakikaten bunu şahsen bir vefa borcu olarak ifade edeyim. Bu çalışmaya başladığım ilk aşamada seminer çalışmasıydı. Metin ağabeyin edite etmesini istedim. O da bu seminer çalışmasının edisyonunu yaparken, dedi ki, “burada dikkatimi çeken farklı bulgular ve bilgiler var. Ne olursun bu çalışmayı genişlet. Buraya tahşidat yap” diye bir yol göstericiliği var. Açıkçası ben onu şu şekilde ifade ediyorum, Bediüzzaman Said Nursinin ‘Medresetüzzehra’ projesi maddi anlamda belki fiili olarak hayata geçmiş değil. Yani bir üniversitenin adını barındırmıyor ama Türkiye’nin her yerinde değişik külliyelerle, değişik fakültelerle oluşan bir Medresettüzzehra manevi projesi hayatta. Bu Medresettüzzehra projesinin yani fakülteler çerçevesinde bu üniversitenin değişik birim ve bölümleri var. Ana bilim dalında tez hazırlayıp doktora çalışmasını sunan ve tez hocası olarak ta Metin Karabaşoğlu’ndan yardım ve taleplerini istediğim bir hocamla karşılaştım. Allah ebeden razı olsun. Bunu bir takdir edici yoldaş olarak, bu vazifeyi ifa etmek beni çok rahatlatan bir şey. Metin abi kitabın sunuş yazısında şöyle tamamlamış sözünü. “İnşaallah bu kitap ilk olur.” Ben de bu duaya elfü elfü amin diyorum. İnşaallah sonrası gelir.

www.RisaleHaber.com

Tek Kanun, Tek Hâkim

Bir memlekette düzen ve nizamın varlığı, her türlü iş ve işlemin bir kanun çerçevesinde yürütüldüğünü gösterir.

Kanun ise hâkimsiz olmaz.

Az gören, çok gören, ağlayan, çapak tutan, normal gören her gözün tâbi olduğu kanun aynıdır. Güneş hangi kanuna tabi ise, sineğin kanadı da aynı kanuna tâbidir.

Şu muhteşem varlık âleminde, gerek âfâkta (ufuk kelimesinin çoğulu olup gözün görebildiği en son çizgi, kıyı, kenar, insanın dışında kalan tüm âlem), gerek enfüste (insanın kendi benliği anlamına gelen “nefs” veya “nefis” kelimesinin çoğulu “nefisler”demek olup, insanın kendi içinde, özünde anlamına gelmektedir) cereyan eden bütün kanunların bir Hâkim-i Ezelîsi vardır ve O birdir.

Birden fazla olsaydı, düzen alt üst olurdu. Söz gelimi, gecenin bir hâkimi, gündüzün başka bir hâkimi olması durumunda, aralarında büyük bir anlaşmazlık ve niza çıkacaktı.

“Resûlüm! (De ki: faraza müşriklerin iddia ettikleri gibi Allah’tan başka ilâhlar bulunsaydı, o takdirde) o ilâhlar (Arş’ın sahibine) mutlak mânâda her şeyin sahibi ve Rabbi olan kâinatın Yararatıcısına (elbette) galip gelmek, onun hâkimiyetini kendisinden almak için (bir yol ararlardı.) Olanca kuvvetleri ile böyle bir yol elde etmeğe çalışırlardı.Nitekim dünya hüküdarları arasında bu ihtiras cereyan etmektedir. Allah’ın şânı ise bu gibi taarruzlara maruz kalmaktan uzaktır, yücedir.” (1)

Bu ve benzeri âyet-i kerîmelerde tevhîdin güçlü delilleri ortaya konulmaktadır. Kelam ilminin en önemli kurallarını da nazara vermektedir:

1.Birden çok ilâh olsaydı, aralarında anlaşmazlık çıkar, düzen ve intizam bozulurdu.

2.Farz  edelim ki, biri baş ilâh, diğerleri onun yetki verdiği bir takım ilâhlar olsaydı, aralarında rekabete dayalı bir yarış başlar ve kendi güçlerini/yetkilerini kullanarak hâkimiyetlerini kurmak isterlerdi. Görünen o ki, bu âlemdeki işleyiş ve düzen en mükemmel şekilde işlemektedir. Aksi durumda bir papatya çiçeği bile yetişmezdi.

2.Bu âlemde iki ilâhın olması durumunda, hâkimiyet yarışında ya başarılı olur veya olamazlardı. Emir ve kumandayı ellerine geçirmeleri halinde, hâkimiyet sınırlı kalır, geçirmemeleri hâlinde ise, her iki ilâh da âciz, güçsüz duruma düşmüş olurlardı. Böyle bir âcizlik veya otorite paylaşımı Allah’ın şânına aykırıdır. Biri yaratmak, diğeri yaratmamak gibi bir irade sergilese, ikisinin de dediği olmaz. İki zıddın (varlık-yokluk) birleşmesi gerekir. Bu ise imkânsızdır. Biri başarılı, diğeri başarısız konuma düşer. Her ikisinin de sözü geçerli olmazsa, yaratıcılık vasfını kaybetmiş olurlar.

Halbuki; “Görünmeyen ve görünen, gizli ve âşikâr her şeyi bilen Allah, onların iddia ettikleri şeriklerden (ortaklardan) münezzehtir.”(2)

Kâinatın yaratıcısı birdir, her türlü ortak ve ortaklıktan müberrâdır.

Demek bir memlekette iki hâkim olamaz. Tek elden çıkacak kanunla tek elden yönetim ve hüküm sahibi bir tek Zât olabilir.

Yaratılış kanunlarını koyan ve uygulayan bir olduğu gibi; mükelleflerin fiillerine bakan kanunları koyan da birdir. Çünkü kâinattaki fıtrî kanunların etki alanı insana bakar. Bu durumda insanın söz, eylem ve davranışları da O Zât tarafından düzenlenmelidir ki, şirk olmasın. Hırsızlık yapan, cinayet işleyen, ırza tecâvüz eden ve benzeri haksızlık ve zulümleri işleyenlerin cezalandırılması için bir kanuna ihtiyaç vardır. Böyle bir kanun, ya insan eliyle yapılacak, ya da Allah tarafından tanzim edilecektir. İnsan eliyle düzenlenmesi şirktir. Çünkü teşrî’ (kanun yapma) hakkı yalnız yaratıcıya aittir.

Günümüzde olduğu gibi, insanlığın idaresi, kendisi gibi âciz bir beşere tevdi edilse, güçlüler zayıfları ezer, fitne/kargaşa/haksızlık/keşmekeşlik baş gösterir, sosyal hayat bozguna uğrar, insanlığın barış ve düzeni bozulur. En sonunda da bu âlemin tek sahibi ve otoritesi kıyâmeti başlarına koparmak suretiyle haşir meydanlarını açar, büyük mahkemeye sevk eder.

En mükemmel bir biçimde insanı yaratıp Rabbânî/fıtrî bir kanunla cismimizi idare eden, ona şekil ve düzen veren kim ise, Ümmet-i Muhammediyeyi ahkâm-ı İlâhiyye ile idare eden de O’dur.

Gece ve gündüzü birbirinden ayırt eden kanun  hangisi ise, zâlim ile mazlûmun arasını fasleden (ayıran) de aynı kanundur.

Demek kâinatın yaratılış, tedbir ve idaresiyle alakalı tekvînî hüküm ve kararlar kimin ise, cin ve insanların hayatlarını/yaşama biçimlerini düzenleyen karar ve hükümler de O’nundur. Uyup uymama tercihi ve sonucu insana aittir.

Yani, fıtrî kanunları koyan kim ise, teklîfî kanunları koyan da O’dur.

“Yaratma, kanun koyup o kanunlarla âlemi ve insanları idare etme yetkisi yalnız ve yalnız Allah’a aittir.”(3)

Şu kâinatın sahip ve mutasarrıfı insanı kendine muhatap kabul edip onunla konuşuyor.

Şu büyük kâinat kitabının ezelî tercümesi olan Kur’ân-ı Azîmüşşân ile konuşuyor.

Bir de, tecessüm etmiş Kur’ân olan kâinatın kelimeleri ile konuşuyor.

Bu her iki kitabın anlamını ve tercümesini bildirmek üzere, tercüman sıfatıyla peygamberler gönderiyor. İnsanları sınava tabi tutuyor.

İşte burada yaşanılan hayat, gayb perdesi arkasında ebedî bir hayatın varlığını göstermektedir.

İnsan ise, tek Hâkim’in koyduğu kanuna göre sorgulanacak, haşir ve neşri bu kriterlere göre gerçekleştirilecektir. Rabbim yardımcımız olsun.

İsmail Aksoy

www.NurNet.org

Dipnotlar:

1. İsrâ, 42

2. Mü’minûn sûresi, 92

3. A’râf, 54