Etiket arşivi: kardeşlik

Kardeşliği O’ndan (s.a.v) öğrendik

O’nun sevgisi etrafında toplanacağımız, gönüllerimizi Nûr-i Muhammedî ile aydınlatacığımız, O’nun sevgi pınarından kana kana içeceğimiz kutlu gün… Mevlîd-i Nebî’nin 1441. yıldönümü…

Yedi gün, yirmi dört saat tüm hayatımız boyunca ruhlarımızda O’nun sevgisi, damarlarımızda O’nun heyecanı ağır basacak inşâallah…
Süfyan komitesinin İslâm ümmetini O’ndan uzaklaştırmak için ortaya koyduğu beyhûde çabalar,  habis ruhun kurduğu tuzaklar, semâvî ve Nebevî muhabbetin nuruyla yok olmaya mahkûmdur. O sevgililer sevgilisinin varlık âlemini şereflendirdiği, onurlandırdığı böyle bir günde tüm sevgiler, sevenlerin sevgileri O’na feda olsun gönüller dolusu selam eşliğinde…

O olmasaydı; sevgi nedir, muhabbet nedir, nasıl ve kim adına sevilir, kimler sevilir, bunu nereden bilecektik? O değil mi bize sevgiyi, sevmeyi öğreten? Kinden, nefretten, kıskançlıktan uzak kalmayı öğütleyen?

Anadolu’da anne-babaların çocuklarına, Hz. Peygamber (a.s.m)’in simgesi olduğundan O’nu hatırlattığı için “gül”le başlayıp “gül”le biten isimler vermesi boşuna değil.

Gülderen, Gülistan, Gülbahar, Gülali, Gülseren, Gülşen, Gülendam, Gülnihal, Gülenay, Gülizar ve daha niceleri…

Ayşegül, Fatmagül, Aygül, Nurgül, Nazgül ve diğerleri…

Müslümanlar; Yahudi  ve Hıristiyanlar gib, iPeygamberler arasında ayırım yapmadıkları ve tamamına inanıp sevdikleri için, çocuklarına onların isimlerini seve seve vermişlerdir.

Adem,İdris, Nuh, Şuayıp, Salih,Yakup, Yusuf, İbrahim, İsmail, İshak, Harun, Musa, İsa…

Bu saygı iklimini sahâbe ile birleştirip, bütün insanlığa Asr-ı saâdetin nurlu esintilerini yayan ve kardeşlik/uhuvvet ekseninde birleştiren bir ruh ve şuur halinin yansımasıyla çocuklarına; Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Abbas, Cafer, Haydar, Abdullah, Bilal,  Mus’ab ,Enes, Abdurrahman gibi daha nice mümtaz şahsiyetlerin, Peygamber sevgisinde adetâ tek cisim, tek yürek, tek bilek olmuş; tek bir gaye, tek bir hedef, tek bir istikamet, tek bir amaca kilitlenmiş nice yüreklerin canlı ve diri tutulması adına isimler konulmuş, Resûl-i Ekrem (s.a.v) sevgisi hep diri tutulmaya çalışılmıştır.

Şimdi sıra, O’nu andıktan sonra anlama ve tabi olma hususunda yoğunlaşmaya gelmiştir.

Allah’ı sevmenin O’na ittibadan geçtiğini idrak etmeye ve hayata geçirmeye…

O’nun Sünnet-i Seniyyesini hayatın tüm katmanlarında yaşamaya ve yaşatmaya sıra gelmiştir.

İttihad-ı İslâm’ın tahakkuku ile inşâallah, yer yüzünü barışın/sulhun/selâmetin/sükûnun/huzurun/kardeşliğin sarıp sarmaladığı günler yaklaştıkça; her türlü tağutun, putperestliğin, sanemperestliğin, nefisperestliğin, şehvetperestliğin, menfaatperestliğin müslümanın hayatından tamamen kazınıp silinmesiyle, bütün insanlık rahatlayacak, huzur ikliminde nefes alacak, Karun, Bel’am ve Hamanların tasallutundan biiznillah necat ve halas bulacaktır.

O’nun Sünnetinin ve Şeriat-ı Garrasının dünyaya hâkim olmasıyla; eğitim kurumları Besmele ile açılacak, derse Besmele ile başlanacak, İlimler Allah namına ve mânâ-yı harfi bakışıyla öğrenilecek/öğretilecek, böylece kardeşlik, sevgi bütün renklere, umum ırklara, milletlere, kabilelere, aşiretlere, milletlere hâkim olacaktır.

O eşsiz ve muhteşem insanın anlaşılmasıyla; mazlumlar gülecek, göz yaşları dinecek,zulüm/haksızlık/hukuksuzluk/ayrımcılık/kayırmacılık/ırkçılık/kavmiyetçilik/kafatasçılık fikri ve zihniyeti, bir daha dirilmemek üzere esfele gömülecektir.

Gönüllerde sevinç, ailelerde huzur, toplumda barış olacaktır.

O’nu anlamak mecburiyetindeyiz.

Çünkü; ihtilallerin, işgallerin, intiharların sebebi, O’nu anlamamaktan ve tabi olmamaktan kaynaklanmaktadır. Büyük devletlerin zalim, küçük devletlerin mazlum olmasının sebebi budur.  Aldatmaların, hıyanetlerin, cinayetlerin, hırsızlık ve kapkaç olaylarının, ar ve haya duygularından, güzel ahlaktan mahrum kalışımızın sebebi budur. . Kadınların dövülmesinin, sövülmesinin, taciz ve tecavüze uğramalarının sebebi budur. Aklımızı kaybettik. Aklımız Kur’an’dı, ruhumuz Hz. Muhammed’di (s.a.v). Bugün içine düştüğümüz kaosun, şehirlerimizdeki, Güneydoğu’daki anarşi ve terörün sebebi, Muhammedî ruhtan mahrum kalışımızdandır. Akıl baştan çıkınca insan nasıl deli oluyorsa; Kur’ân hayatımızdan ve dünyadan çıkınca sosyal hayatımız ve dünyamız da  yörüngesinden çıktı. Çünkü Ruh cesetten ayrıldı, akıl baştan gitti.

Çünkü O (a.s.m); Semâvî sadânın, burçlardan/kehkeşanlardan/ galaksilerden tâ atomlara kadar yankılanan güçlü ve rahatlatıcı nefesin varlık âlemine inen izdüşümüdür.

Bediüzzaman’a göre asır hasta, millet hasta, fert hasta. “Hasta bir asrın, hasta bir milletin, hasta bir ferdin reçetesi Kur’an’a uymaktır”

Çünkü bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için, beş esas lâzım ve zarurîdir.

Birincisi: Merhamet.

İkincisi: Hürmet.

Üçüncüsü: Emniyet.

Dördüncüsü: Haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek.

Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmektir.

Kardeşlik aşkına Allah’ı dinleyelim, Allah aşkına kardeş olalım!
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın ve birbirinizden ayrılmayın!” (Âl-i İmran 3/103).

İnsanlığın önünde tek bir çare ve seçenek var. O da; Yer kürenin, sema katmanlarının, on  sekiz bin âlemin sakinlerini kardeşlik ahlâkı ve sarsılmaz hukukuyla  dizayn eden İlâhî sırrın taşıyıcısı, uygulayıcısı, ilâncısı ve tebliğcisi sıfatıyla en mükemmel, en zirve, en münâsip, en yapıcı, en güvenilir  vasfıyla başlara tâc, gönüllere ilaç olmuş yüce ve seçkin bir şahsiyet Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e tâbi olmaktır.

İsmail Aksoy

Mü’minin Değeri

Kolay okunan, zihinden hızla akıveren ve kolayca hafızaya yerleşen cümleler beni korkutur.

Böylesi cümlelerin okunduğu ve hatırlandığı anda insanda bir duygu yoğunluğuna yol açmakla birlikte zihinden hızla akıverdikleri için üzerinde yeterince durulmama, hakkında yeterince düşünülmeme gibi bir talihsizlikleri vardır.

Risale-i Nur müellifinin böyle nice güzel sözü, hikmetli cümlesi vardır ki, sırf bu sebepten dolayı, hafızalara yerleşmiş olmakla birlikte üzerinde yeterince düşünülmemiş haldedir.

Uhuvvet Risalesi’nde yer alan :

Mü’minin şe’ni kerîm olmaktır. Zâhiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir” sözü, benim açımdan işte böylesi sözler arasındadır.

Öyledir; çünkü bu sözle neredeyse otuz yıldır Risale-i Nur’la hemhal olagelen biri olarak, bu hemhal oluşun daha ilk yıllarında hafızama yer etmiştir; ama bu sözün gerçek içeriğiyle tanışmam ancak bu yılın içerisinde olabilmiştir.

Gerçekten, ne demektir bu?

Mü’minin şe’ni kerîm olmaktır. Zahiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir,” ne demeye gelir?

İMANIN ÖZELLİĞİ

Yıllar yılı bir şiir mısraı gibi okuyup tekrar edegeldiğim bu söz, gerçekte, gündelik hayatın tam ortasında bin türlü yılgınlık ve kırgınlık yaşayan bizlere, Kur’ân’ın ‘ancak kardeştirler’ buyurduğu mü’minler arasındaki her türlü kalbî kırıklık ve kopukluğu nihaî planda izale edecek bir özelliği farkettirmektedir. ‘İman’dır bu özelliğin adı. Ve bu söz, imanın gücünü, yüksekliğini, değerini bize bildirmektedir gerçekte.

Hepimiz, hayatın içinde, bir yığın münasebet yaşarız. Bir kısmını isteyerek, bir kısmını ister istemez. Bu münasebetler içerisinde bin türlü insanla karşılaşır; kimiyle uzlaşır, kimiyle ayrışır ve hatta çatışırız. Bütün bunlardan geriye, ‘hayat-ı içtimaiye’ diye birşey kalır; ve o şeyle birlikte gelen dostluklar, yardımlaşmalar, dayanışmalar, ama bir o kadar da kırgınlıklar, yılgınlıklar, üzüntüler… Bu hayat-ı içtimaiye içinde bize yanlış hareketinden dolayı bir mü’minle aramıza mesafe koyduğumuz olur; kimileri de, onlara göre yanlış bir hareketimiz dolayısıyla, bize bir mesafe koyarlar, hatta içlerinden üstümüzü çizenler bile çıkar.

Baktığımızda, ehl-i imanın hayat-ı içtimaiye karnesinde, bu şekilde ortaya çıkan nice kırık notlar görürüz her birimiz. Çokça yakındığımız üzere, ehl-i imanın birbirine karşı duruşu, Fetih sûresinde özelde sahabileri övgüyle tarif eden ‘mü’minlere karşı şiddetli, aralarında merhametli’ olmanın; bir başka sûrede beyan buyurulduğu üzere, ‘kâfirlere karşı izzetli, mü’minlere karşı mütevazi’ durmanın hayli uzağındadır. İş mü’minin mü’minle temasına gelince, gıybet peynir-ekmek yeme kolaylığında bir fiil olduğu gibi, iftira dahi yeri geldiğinde kolaylıkla istimal olunan bir fiil niteliğindedir. Mü’minler ‘ancak kardeş’ oldukları halde, kardeşin kardeşi kırdığı nice zamanlar vardır. Nitekim, kırmışızdır ve kırılmışızdır. Ve içimizden bazıları, özellikle bir şekilde maddî veya manevî iktidar peşinde koşanlar veya böylesi iktidar odaklarından maddî veya manevî rant elde etmeye çalışanlar, kırıcılık konusunda neredeyse uzmanlaşmış haldedir. (Sözün burasında, Guénon merhumdan ilhamla ‘iktidar’ ve ‘otorite’ arasındaki nüansa da işaret edelim ki, ‘iktidar’ düşkünlerini eleştirirken ‘iktidar’ âletine dönüştürmedikleri manevî otoriteleri ve yetkinlikleri ile nice mü’mine rehberlik etmiş müstakim mürşidleri incitmeyelim.) Genel olarak, tablo budur.

Bilgisine ve hikmetine ve bu ikisine eşlik eden tevazusuna imrendiğim aziz dostum, kardeşim Ahmet Yıldız’ın İktidar Herşey Değildir adlı kitabında belirttiği gibi,

“Tarih boyunca Müslümanların temel problemleri hep kendileriyle olmuştur. ‘Kâfirlere karşı şiddetli, mü’minlere karşı merhametli olma’ ölçüsü, genelde ne yazık ki mü’minlere karşı zemm, gıybet, dedikodu ve şefkatsizlik şeklinde yansımıştır” demektedir bu kitabında. “Taraflar ‘biz’den olduğunda, her türlü gayriahlâkîlik ‘Hak’ adına revaç bulmakta zorlanmıyor. ‘Allah için’ işlenen manevî cinayetlerin haddi hesabı yok. İnsan gerçekten inanamıyor.”

Sevgili Ahmet’in yüzdeyüz katıldığım tesbitiyle,

“Müslümanların fikrî problemleri, ahlâkî problemleri kadar öncelik arzetmiyor.” Oysa, “Tam ihlası yansıtan bir ahlâkî bütünlük ortaya koymadıkça, ne mütehayyirlere, ne de muannidlere emniyet vermemiz mümkün değil. Emniyet duygusu olmadan da diyalog, dolayısıyla da tebliğ zemininin oluşması mümkün değil.”

İşte bu hâl-i pürmelâlin bir şahidi olarak Bediüzzaman’ın bir Kur’ânî deva ümidiyle yazdığı Uhuvvet Risalesi’ndeki o kolayca ezbere yerleşen ama zihinde yeterince tartılmayan güzelim sözü, meselenin hayatî noktasını işaretliyor: Mü’minin şe’ni kerîm olmaktır. Zahiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir.”

Yani, bir mü’minin ‘zahirinde’ kınanmaya, ayıplanmaya, kötülenmeye lâyık bir keyfiyet görebiliriz. Öyle ki, duruşuyla, haliyle, düşünceleriyle bizi sinir ediyor olabilir, onunla aynı ortamda bulunmaya bile katlanamıyor olabiliriz, bizi ‘gıcık ediyor’ dahi olabilir. Sözüyle veya tavrıyla eleştiriyi yüzde yüz hak ediyor olabilir. Ama bütün bunlar, o mü’minin sözünü veya tavrını eleştirme hakkıyla birlikte, onun şahsını da zemmetme hakkını asla bize vermez. Şahsına karşı hele gıybet ve iftira, Bediüzzaman’ın belirttiği üzere, “ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silahtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silaha tenezzül edip istimal etmez.”

YÜCE BİR HASİYET : İMAN

Çünkü herşeye rağmen, bütün kabalığına, fiilindeki veya fikrindeki yanlışına rağmen, o insan, ezelî doğruya şehadet etmiş biridir. Allah’ın varlığına, Kur’ân’ın Kelâmullah oluşuna, Hz. Peygamberin risaletine, cennet ve cehennemin hak oluşuna iman etmesi öylesi yüce bir hâsiyettir ki, bu büyük doğrunun yanında başka bütün yanlışlar küçülüp gitmektedir. Mü’min, bütün kusuruyla, eksiğiyle, zaafıyla, fikrî veya fiilî eksiği veya yanlışıyla ‘leîm’ bir hal sergiliyor ve bu özelliklere mahsus kalma kaydıyla eleştiriyi hak ediyor olsa bile; imanı cihetiyle ‘kerîm’dir ve imanı cihetiyle kazandığı değer bizi onun şahsını bir bütün olarak zemmetme gibi bir keyfiyetten alıkoymalıdır.
Alıkoymuyorsa, bu, imanın değerini ve büyüklüğünü anlayamadığımızın göstergesidir.

Oysa, iman öyle bir hâsiyettir ki, Hz. Peygamber, “Kim Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına, Muhammed’in de O’nun resulü olduğuna şehadet ederse, Allah ona ateşi haram kılar” demektedir.

Pazar günü, hadisler ekseninde bir müzakereyle, bu bahsi hitama erdirelim.

Metin Karabaşoğlu

Vicdanlardaki Deprem

Van da meydana gelen deprem ve deprem sonrası yaşanan görüntüler insanım diyen herkesin içini yakmıştır. Fakat kendisini insan müsveddesi gören insan bozmalarında bu olay daha farklı anlamlar yüklemiştir. Her iki tarafın Unsuriyetçileri bu deprem üzerinden nemalanmaya çalışmışlardır. Birisi depremzedeleri nankörlükle suçluyor diğeri de yardım yapanların yaptıklarını hiçe sayıp depremzedelerin duyguları üzerinden siyaset yapmaya çalışıyor.

Özellikle sosyal paylaşım sitelerinde her iki taraftan da Müslümanlık ve insanlık adına, insanı utandıracak birçok paylaşım ve yazıları okuduk. Yahudiye, Ermeniye, Yunanlıya gösterdiği hoşgörüyü Müslüman kardeşine göstermiyor. Rabbimize şükür ettik ki bu gibi insanlar marjinal kalmış azınlıkta kalmış. Yoksa ülkemizi bir de bu gibi insanların yönettiğini düşünün. Allah korusun!

Evet ülkemizde bir hafta öncesinde meydana gelen ve 24 askerin şehadetleri ile sonuçlanan olaylar içimizi yakmıştır. Çok acı durumlardır. Fakat bu bizim insani ve en önemlisi İslami yönümüzü köreltmemelidir. Bu olaylarla amaçlanan zaten aramızdaki kardeşlik  bağlarının zayıflamasını sağlamaktır. Birileri bu olayları yaparak sağduyulu insanlarımızı da kışkırtarak Marjinaleştirmeye çalışmaktadır. Bizler bu tür oyunlara gelmeyelim.

Bu topraklar üzerindeki bin yıllık kardeşliğimizi birkaç kendini bilemez Unsuriyetçi kafaya feda etmeyelim. Unutmayalım bütün cephelerde birlikte savaştık, birlikte kurtuluş savaşını kazandık. Birlikte ağladık birlikte güldük. Birileri bizi sun i gündemlerle parçalamaya çalışsa da bu ülke halkının geninde birlik var. Bu coğrafyanın insanları sevinci de kederi de bir ekmek gibi bölüşür. Van da meydana gelen depremde  bize bunu bir kez daha gösteriyor. Depremde ilk önce sağ çıkarılan ve sonra yolda vefat eden Yunusun o yürek yakan, dünyaya kaygıyla bakan, fakirliğin, yokluğun insanın içini yakan fotoğrafına bakıp etkilenmeyen hiçbir vicdan sahibi yoktur. Çünkü çocuklar masumdur. Çocuklar saftır. O saf ve iç yakan çocuk bakışı bile insanın ruh dünyasında büyük depremlere sebep olur. Sırf bu masum  bakış için bile bir çok şey unutulur.

Evet azda olsa yapılan yanlış yaklaşımlara rağmen depremi yüreğinde hisseden bu coğrafyanın insanı bu olaya sessiz kalmadı. Zor durumda kalan kardeşlerine kardeşliğin gereği olarak yardım etti ve etmektedir. Kardeşlerinin yaralarını sarmaya, yüreklerindeki sevgiyi paylaşmaya ve kaderlerine ortak olmaya koştular. Bu da Anadolu insanının büyüklüğünü ve vefakarlığını göstermektedir. Allah ülkemizi bu gibi felaketlerden muhafaza eylesin.Vesselam.

Hamit Derman

www.NurNet.org

Zelzele Hadisesi (Şiir)

Zelzele denen olay ilahi musibettir
İdrak edenler için aslında bir ibrettir

“Bir doğa kanunudur” demek doğru olamaz
Veya tesadüflere katiyen bağlanamaz

Yalnız fay hatlarıyla okumak yetersizdir
Doğa kanunu deyip geçiştirmek yersizdir

Hayat bir imtihandır bunu unutmamalı
Herkes kendine düşen görevini yapmalı

Bilen mü’minler için içinde dersler vardır
En kârlı kişilerse tedbirini alandır

Tabii afetlerde önceden tedbir şarttır
Tedbir alınmayınca kaybedilen hayattır

İşini sağlam yapıp sonra tevekkül gerek
Çürük işler yapanlar kaybeder üzülerek

Bu tür hadiselerde Rabbin kudreti vardır
Buna inanmayanın inancına zarardır

Aslında bu imtihan, değil ölenler için
Asıl şu yeryüzünde tüm yaşayanlar için

Rabbim sınavımızı kolaylıkla geçirsin
Olaylar karşısında bize sabırlar versin

Büyük musibetlere duçar olan mü’minler
Allah’a dua edip sabır etmelidirler

Çünkü edilen dua mü’minin servetidir
Allah’ın bahşettiği büyük hazinesidir

Dünyanın neresinde olursa bir musibet
Kardeşlik duygusunda olmalı bir hareket

Nerede bir gözyaşı orada yardımlaşma
Birlik ve beraberlik olmalı dayanışma

Gönül fay hatlarımız hiçbir an kırılmasın
Kardeşlik duyguları asla hiç sarsılmasın

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

BAHÇEMDEKİ GÜLLER

NE ÇOK sarsıldık değil mi? Peş peşe. Biz ilk musibetten çıkacak olan rahmete gözlerimizi dikmişken, daha büyük bir musibet kapıdan girdi. Evet ilk görüntü aynen böyleydi. Haliyle toz dumandı ortalık. Ancak bu kadarını görebileceğimiz kadar netti yaşadıklarımız. Büyük bir kırılma yaşadık, sonra bir tane daha. Yarığın daha büyümüş olması gerekirken, sanırım kaynaştık. Yanlış yerden kaynayan kemiğin yeniden kırılması gibi. Şimdi doğru şekilde kaynıyoruz öyle değil mi? 

Ben böyle düşünmek istiyorum. Şu ana kadarki en kanlı eylemlerden biriydi, gencecik mehmedciklerin uykularında yakanlandıkları. Naaşları kan gülleri gibi toprağa dizilmişti. Büyük, çok büyük sarsıntıydı. Ruhlarımız nereye uçacağını şaşırmış bir kuş gibi kanatlarını vuruyor, bir çıkış arıyor, dua dua duman tütüyordu. Birilerinin halkı galeyana getirip, birbirlerini kırmaları amaçlı politikasına uygun ortamı hazırlamak için birbirleriyle yarışıyordu birileri. Bizlerse akl-ı selim’e çağrı yapıyorduk, neredeysen gel artık diye. 

Gözümüz yolda, onu bekliyorduk. Devasa dua halkaları oluşturulmuş, şehidlerimizin ardından sayısı binlerle ifade edilen hatimler uçurulmuştu. Duaların hepsinde “memleketin selameti” başköşeye oturmuştu. Herkes bir vird, bir tesbih, bir dua dağıtıyordu. Bir yandan dua ediyor, bir yandan bekliyorduk. Sonu hayır olacaktı. 

Sonra bir kez daha sarsıldık. Bizim oluşturduğumuz sanal kırıkların aksine bu kez gerçek bir kırık harekete geçmişti işte. Bizim çizdiğimiz derme çatma sınırlardan farklıydı depremin çizdiği sınırlar. 17 Ağustos’u, 12 Kasım’ı hatırladık. Bizi nelerin beklediğini bilerek. Acı bir bekleyişti, deprem haberinin sarstığı benliğimizdeki. Ölü sayısının her dakika artacağını, enkaz altında şu an hala atan yüzlerce kalp olduğunu, gece havanın buz gibi soğuyacağını… Bunların hepsini biliyorduk. 

Şuna inanıyordum, son zamanlarda artan bunca dua karşılamıştı depremi. Başımızda belki çok daha büyük bir musibet, yazgımızda belki çok daha fazla kan vardı. Belki bununla geçirmiş olduk, çok daha büyük bir kazayı.. Aslında inanmak istiyordum. İlk veriler de sanki destekliyordu bunu. Sürpriz bir fay hattıydı bu. Asıl korkulan hat değildi. 7.4 şiddetiyle sarsılan Marmara’da on binlerce ölü vardı. Pazar günü olduğu için okullar, evler boştu, havalar güzeldi öğlen saatiydi herkes dışarıdaydı dediler. Ve her dakika artsa da, benim ilk anda korktuğum sayı değildi vefat edenlerin sayısı. 

Hafızamızdaki deprem görüntülerinden farklıydı gördüklerimiz. Son derece sistemli bir müdahale vardı. Kızılay eski Kızılay değildi. Devlet tüm kurumlarıyla çok kısa sürede olay yerindeydi. Sivil toplum kuruluşları yeni harikalara imza atmak üzereydi. Ve attılar da nitekim. Türkiye’nin her yerinden yardımlar kelimenin tam anlamıyla yağmaya durmuştu. Kargo firmaları, otobüs şirketleri daha ilk saatlerde seferlere başlamıştı. Herkes kendine bir vazife çıkarmıştı. Benim gördüğüm inanılması güç bir kaynaşmaydı. 

Son zamanlarda itina ile aramızın bozulması için emek harcanan iki kardeş ülke, komşu ülke gözlerimizi yaşarttı sonra. Dış yardıma ihtiyaç olmadığı cevabı aldıkları halde yollara düşen Azerbaycan ve İran. Kapıyı vurmadan girebilecek yakınlıkta bildiler kendilerini. Azeri kardeşlerimiz ilk “dış” yardım gönderen ülke oldu. 2 kargo uçağı ile 2 özel sahra mobil mutfağı, 150 çadır, 2500 battaniye, 750 yatak tulumu ve 140 kişilik ekip gönderdiler. Daha depremin hemen akabinde. Sonra bu sayı daha da arttı. İran ise 5 ambulans ve 18 kişilik acil yardım ekibinin de Van’a geldiğini, ihtiyaç duyulması halinde sahra hastanesi de kurmayı planladıklarını ifade etti. İlk saatlerde 208 çadır, bin 500 battaniye ve muhtelif gıda malzemeleri getirildi. Sonra ekiplerin sayısı yüzü aştı. Ve İran’da Van için kan kampanyası başlatıldı. İyi dost kötü günde belli olur dedirttiler bize. 

Ben hep böyle haberlerle meşgul olduğumdan ve çevremde hiç çatlak ses olmadığından olsa gerek internette birçok kanaldan paylaşılan bir hadis-i şerifin her yerde karşıma çıkmaya başlamasına şaşırdım önce. Hadis-i Şerif şuydu; ‘Müslüman kardeşinin uğradığı felâkete sevinme. Allahü teâlâ, rahmet eder, onu, o felâketten kurtarır da, seni derde uğratabilir.’ (Tirmizi) Neden özellikle bu hadisin paylaşıldığını düşünürken, başbakanın, hatta Bahçeli’nin açıklamalarına rast geldim. Ve şöylece bir göz gezdirdim sanal yorumlara. Evet, birileri gerçekten depremden ırkçılık üretmeyi başarmıştı. Bizler sürekli Van için sivil toplum örgütlerinin kısa mesaj yardım numaralarını paylaşırken, bir densiz şöyle yazmıştı, “Allahın sopası yok yaz Van’a gönder”. Allahın sopasının olmadığı, senin bu mesajı yazabilmenden belli dedim sadece içimden. Depremin olduğu coğrafya üzerinden Allah adına ırkçılık üreterek hadlerini aşmada tavan yapıyordu birileri. Etki tepki sürüp gidiyordu. “Sizler bizim yorumlarımıza kızıyorsunuz ama Kürtlerin sayfalarında da onların yardımlarını istemiyoruz yazıyor.” “Sizin gönderdiğiniz, devletin gönderdiği yardımları yağmalıyorlar, enkazları elleriyle kaldırmaya çalışan mehmedciklere saldırıyorlar..” diyorlardı. Evet, bu ırkçıların ekmeğine yağ süren başka ırkçılar da vardı. Annemin tabiriyle devler güreşiyor, çiçekler eziliyordu. 

Oysa ismini aldığı peygamber misali enkazın karanlıkları içinde saatler geçiren Yunus’un bunların hiçbirinden haberi yoktu. Geceyi sıfır derece sıcaklıkta dışarıda geçiren diğerlerinin de. Ne zaman onlar ve biz olmuştuk ki. Neden kardeş olduğumuzu üzerine basa basa belirtmemiz gerekiyor ki. Siz kendi kardeşinize, biliyorsun seninle biz kardeşiz deme ihtiyacı duyuyor musunuz. Bunu ona hatırlatıyor musunuz. Van’daki insanlar için “kardeşim” demeyi bir başarı olarak mı görüyorsunuz. Ben başka bir ihtimal biliyorum. Ben başka bir tabir bilmiyorum. Ve bunu belirtme ve hatırlatma gereği bile duymuyorum. 

Ve benim gibi düşünenlerin çoğunlukta olduğunu biliyorum. Çatlak seslere prim verilmesine de ayrıca karşıyım. Bunların dillendirilmesinden rahatsızlık duyuyorum. Kendileriyle değil, bunlarla ilgileniyorum; 

“Ömrü hayatımda duyduğum en anlamlı söz oldu bu. Ağlaya ağlaya yazıyorum bunları. Deprem olur olmaz Van’a kazak, bot, mont gibi eşyalar gönderirken montun cebine “Geçmiş olsun kardeşim, ben de Gölcük’te senin şu an yaşadıklarını yaşadım. Maddi manevi ne sıkıntın olursa bana 05xxxxxxxxx numaralı telefondan ulaşabilirsin, hiç çekinme.” yazılı bir kağıt koyulduğundan 3 gün sonra gelen mesaj: “Allah razı olsun kardeşim. Şu an gönderdiğin montla ısınıyorum. Sana söz bir gün sen düşersen ben de seni kaldıracağım.” Belki yüzlerce ırkçı mesaja tek başına yetti sözlük sitelerinden birine “bukonudasöylemekistediklerimbukadar” isimli üyenin yazdığı şu satırlar. Bir ırkçının asla anlayamayacağı bir his, tadamayacağı bir duydu ve yaşayamayacağı bir andır bu. Velev ki, günler sonra sahte olduğu ortaya çıksa bu mesajın hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü bu yardımı gönderecek, gönderirken içine bu notu ekleyecek binlerce el ve bu yürek paylaşımına yüreğiyle cevap verecek binlerce yürek var. Tüm kalbimle inanıyorum ki var. 

Sonra aynı gün bir dedenin fotoğrafı yayıldı elden ele, açık alanda yıkıntıların yanında oluşturulmuş bir el tezgahı ve bir ilan var fotoğrafta; “Tüm zelzeleden zarar görenlerin dikkatine. Sizlere başsağlığı diliyorum. Büyük geçmiş olsun diyorum. Ben Çanakkale Lapseki’den geliyorum. Size ayakkabılarınızı para almadan tamir etmeye geldim. Bu şekilde bir nebze katkım olursa sevinirim.” Herkesi diriltti 70 yaşındaki Çanakkale’li dedenin kabeye su taşıyan karınca misali duruşu. Daha ilginç olanı şuydu, bu Hızır misal amca aslında bu ilanı 17 Ağustos Gölcük depreminde yapmış ve bu fotoğraf o zaman çekilmişti. Demek siz kuyuya bir taş attığınızda o yerini mutlaka buluyordu. Sizin en ufak bir diriliş yürekliliğiniz aradan yıllar geçip de siz bile olanları unuttuktan sonra en ihtiyaç olduğu zamanda başka ölüleri diriltiyordu. 

Sonra aynı gün Mart ayında tarihinin en büyük doğal afetlerinden birini yaşayan Japonya yaşartıyordu gözlerimizi. Tokyo’daki büyükelçiliğimizin cadde üzerinde bulunan posta kutusuna özellikle geceleri isimsiz mektuplar bırakılıyordu. İçlerinde paralar vardı ve iyi niyet dilekleri. Görünmemek için geceyi seçiyorlar, mektuplara isim yazmıyorlardı. Bu şekilde gelen mektuplardan çıkan paraların miktarı yüz bin doları aşmıştı. İşin enteresan olan kısmı en çok yardımın daha yaralarını saramamış olan Fukişima bölgesinden gelmiş olmasıydı. “Ülkenizin Mart ayında bize yaptığı yardımları unutmadık” yazıyordu notlarda.

Özelde kardeşliğin, dünya çapında insanlığın ölmediğini gösterdi bu acı bize. Birçok kişi kendine geldi, insanlığını, Müslümanlığını hatırladı bu sarsıntıda. Yanlış kaynayan kırıklar yeniden ve güzelce kaynadı ve kaynayacak inşallah. Çatlak seslerin çirkinliğine, ırkçı kalpsizlerin körlüğüne yenilmeyecek kadar iyi yürek var bu dünyada. Bu güne dek herkesin hesaplarını boşa çıkaran bir yürek var ülkede. Duaya devam edeceğiz. Bu musibetlerden büyük rahmetler doğmasını beklemeye devam edeceğiz. Yardıma devam edeceğiz. Güzelliklere ve insaniyete prim vereceğiz. Birilerinin ekmeğine yağ sürüldüğü artık yeter, artık o ekmekleri evsiz kardeşlerimize vereceğiz.

 Son birkaç gündür şiddetli rüzgar uyarısı yapıldı İstanbul’da. Poyraz esiyor. Ve Marmara denizinin rüzgarına direk muhatap olan evimin pencereleri uğulduyor bu günlerde. Geçen hafta havanın sıfır dereceye düştüğü de düşünülünce ve esen rüzgarın gayet serin olduğunu, bahçedeki güllerin orada işi ne? Bugün fark ettim evin önündeki güllerin hala hayatta olduklarını. Ve önlerinde donup kaldım öylece. Çünkü bugün böyle bir habere ihtiyacım vardı benim. Evden çıkarken deprem bölgesinde kar yağışının başladığını öğrenmiştim. Rüzgarın eğip büktüğü o incecik gül dallarının nasıl olup da kırılmadığına, hala o güzelim rengini koruyan güllerin nasıl olup da bunca soğuğa rağmen sararıp solmadığına, ölüp de toprağa düşmediğine hayretler ettim. Ve dua ettim içimden, bu soğuğa, bu rüzgara, haşin damlalara rağmen nasıl bir yaşama gücü verdiysen bu güllere, nasıl sakındıysan onları rahmetinle, depremzede kardeşlerimi de öyle kuşat Allahım dedim. Van’da insanlar evsiz kaldı, cansız kaldı, yarsız kaldı, sokakta kaldı, aç kaldı. Ve kötü haber, Van’da kar yağmaya başladı… Şimdi onları dua dua sinemizde ısıtma zamanı. Yardımlarla kuşatma zamanı. Bir kişi bile üşürse ısınamam diyen mübareğe selam etme zamanı… 

 

28/10/2011

 © 2010 karakalem.net, Nuriye Çakmak