Etiket arşivi: kısaca hayatı

Ömer Bin Abdülaziz (R.A.) Kimdir? (679-720) Kısaca Hayatı

Emevî halifelerinin sekizincisi ve en mümtaz halifesidir. Muaviye’nin vefatı yılı olan 679 yılında Medine’de  doğdu (bazı kaynaklarda doğum yeri Mısır olarak geçer). Ömer bin Abdülaziz in İkinci Halife Ömer bin Hattab’ın torunudur.

Ömer bin Hattab halkın ne düşündüğünü öğrenmek için tebdili olarak gezmekte iken, süt satan bir genç kızın annesinin süte su karıştırması emrini dinlemediğini ve ona bundan dolayı serzenişlere geçtiğini görür. Ertesi gün kızın bu fikirde ısrar edip etmediğini kontrol etmek için bir memurunu göndererek sütçü kızdan süt satın aldırır ve sütün içine yine su karıştırmadığını görür. Ömer bin Hattab kızı ve annesini halifelik evine çağırır ve aralarındaki anlaşmazlığı duyduğunu söyler. Sütçü kızı ödüllendirmek için ona kendi oğlu Asım ile evlenmeyi kabul etmesini istediğini bildirir. Kız bunu kabul eder ve bu evlilikten çiftin Leyla adını verdikleri bir kızları olur. İşte Ömer bin Hattab’ın torunu Leyla Ömer bin Abdülaziz’in annesidir.  Ömer’in annesi, Ümmü Asim bint, yumuşak huylu, güzel ahlaklı, zühd ve takva sahibi bir hanımdı.

Babası Mısır valisi olunca, Mısır’a gittiler ve oğlunu Medine’ye tahsile gönderdi. Enes bin Mâlik, Abdullah bin Cafer Tayyar ve Saîd bin Müseyyib ve başka âlimlerden ders aldı. Ömer, halife olmadan önceki hayatta diğer şehzadeler ve halife çocukları gibi yaşamadı ve çok sağlam akideye bağlı olması itibariyle nefse hoş gelen yaşam tarzından uzak durdu.  Sahabenin, hadis ravilerinin meclislerine devam eder, ayrıca şiir ve edebiyat meclislerine katılırdı. Hatta onun meclisi, fakihler, alimler ve edipler meclisiydi.

Babası ölünce amcası olan halife Abdülmelik onu Şam’a getirdi. Kızı Fâtıma’yı ona verdi. Kayınbabası bundan çok geçmeden sonra öldü ve yerine Ömer’in kuzeni I. Velid halife oldu. I. Velid 706 yılında Ömer’i Medine’ye vali olarak atadı. Keyfî uygulamalarda bulunan diğer valilerin aksine Ömer, şehre gelir gelmez hadis bilen 10 dindar kimseden bir meclis kurdu. Bütün mühim işleri bunlarla görüşüp karara bağladıktan sonra uygulamaya koyulurdu.

Medine’deki adil idareden haberdar olanlar, özellikle Irak’ın valisi olan Haccac bin Yusuf’un şiddetli ve gayri adil idaresinden hoşnutsuz olanlar, Medine’ye göçe başladılar.

 712 yılında Medine valiliğinden geri alındı. Ama bu sırada Ömer’in ünü bütün Müslüman Emevi ülkesine yayılmıştı. . 717de halife olan amcası oğlu Süleymân bin Abdülmelik vefat edince,. Alim Reca b. Hayyan’in desteği sayesinde halife seçildi. Abdülmelik’in oğulları Yezid ve Hişam tarafından buna itiraz edilmişse de halkın teveccühüyle bu is tamamlandı.

Kendi adının anıldığı hilafet fermanı okunduğunda Ömer:

Vallahi, ben bu işi asla Allah’tan istememiştim.

Ne var ki salih iradeler, onu böylesine tehlikeli anlar için seçmisti. 

Ömer: Büyük hukukçu Salim’us-Sûddî’ye:

Hilafetim, seni sevindirdi mi, üzdü mü?” Sûddî:

İnsanların hesabına sevindim; ama senin payına da üzüldüm.” Ömer:

Nefsimin helakınden korkuyorum.” Sûddî:

Korkuyorsan çok iyi… Çünkü ben de korkmamandan endişeliydim.” Ömer:

Bana bir öğüt ver!” Sûddî:

Şunu unutma: Babamız Adem, bir tek günah için cennetten çıkarıldı” dedi.

İlk hutbesinde

“Ey Nas! Kuşkusuz Kur’an’dan sonra Kitap, Muhammed (sav)’den sonra Peygamber yoktur. Bilesiniz ki, ben hakim değil infaz ediciyim. Kanun koyucu değil tâbiyim. Ben sizin hiçbirinizden daha hayırlı değilim; üstelik içinizde yükü en ağır olan kişiyim. Zalim devlet reisinden kaçan adam zalim değildir. Şurasını iyi biliniz ki, Allah’a isyan hususunda kula itaat edilmez.”

Konstantinopolis’in ikinci Arap Kuşatmasında Araplar başarılı olmamış ve kuşatmanın uzun sürmesi dolayısıyla ordunun beraberlerinde iaşe ve hayvan yemi yetişmemiştir. Bu nedenle Arap ordusu hem açlıktan hem de yem bulamadıkları için atlarını kesip yemek zorunda kalmışlardı. O yıl halife olan Ömer, Ordu komutanı Mesleme’ye Konstantinopolis kuşatmasını kaldırıp bütün askerlerini Suriye’ye geri getirmesi emrini verdi. Savaştan ziyade barışı esas alan Ömer, bu tutumundan dolayı birçok kabilenin Müslüman olmasını sağladı.Halk tarafından sevilmeyen, halka zulmeden ve keyfî tasarrufta bulunan valileri değiştirip yerine yenilerini getirdi.

Tayinde en çok dikkate aldığı konu; ehliyet, ilim, takva ve Salih ameldi. O, devlete sadıkane hizmet verecek idarecilere görev verdi. Böylece hilafet müessesesi taze kanla takviye edilmiş ve dört halife devrindeki canlılığına kavuşmuştur.

Emevî ileri gelenleriyle Ömer arasında söyle bir tartışma geçer:

Ömer onların “Bize görev ver” tekliflerine, “İsterseniz her birinizi asker yapayım.” cevabını verir.

Emeviler:“Ne diye yapamayacağımız bir şeyi bize teklif ediyorsun?” diye söylenip, “Akraba değil miyiz? Bizim de bir hakkımız yok mu?” diye diretince Ömer:

“Benim için bu konuda, sizinle en uzak bir Müslüman arasında hiçbir fark yoktur.” diyerek bu konuda tavrını koydu.

Ömer halifeliği alır almaz Yezid bin Muhalleb ‘e bir mektup yazarak ondan sadakat yemini yapmasını istedi. Bunun için yerine maiyetinden uygun birini Horasan’a vali yardımcısı olarak bırakarak Şam’a gelmesini emretti. Yezid Horasan’ı kendi oğlu Mukhallad’ın idaresine bırakarak yola çıktı . Şam’a varınca tutuklandı. Tutuklu olarak Ömer’in huzuruna getirildi. Yezit, Gürgan’da askeri seferler yapmakta iken İslam hukukuna uymayan şekilde ganimet toplamakla suçlanmaktaydı. Makkalad babasının tutuklu olduğu haberini alınca hızla Şam’a gelip Ömer’in huzuruna çıktı ama bu görüşmeden birkaç gün sonra Mukhallad hastalandı ve öldü. Yezid bin Muhallab hapis tutulmaya devam edildi; ancak 720 de Ömer’in vefatından sonra hapis edildiği zindandan kaçmayı başardı.

Ömer çok dindar ve lüks yaşamadan hiç hoşlanmayan bir halife olarak ün aldı.  Sarayını Süleyman’ın ailesine bırakıp, mütevazi bir evde yaşamaya başladı. Giysileri o kadar basit keten ve pamuktandı ve o kadar süsten noksandı ki görenler kendini bir uşak sayabilirlerdi. Karısını haremde ziyarete gelen bir misafir kadının halife karısının yakınında bahçenin duvarını tamir eden yamalı elbiseli ve uşak kılıklı bir erkeğin bulunmasına sinirlenip halife karısını “Sen Allahtan utanmıyor musun? Nasıl olup da bu amele yanında örtünmeden durabiliyorsun?” diye azarlamış olduğunun; ama bu amele gibi çalışan kişinin Halifenin kendisi olduğunu öğrenince çok utandığının hikâyesini tarihler yazmıştır.

Dürüstlüğü ve cömertliği hakkında söylenen hikâyeler de zamanımıza kadar gelmiştir. Emevi idarecilerinin el koydukları arazileri fakir çiftçilere dağıtmış ve bu nedenle bu toprakları tapu almadan kullanan üst tabakanın kızmasına hedef olmuştur.

Bir rüşvet olarak kabul edilebilir diye nadiren hediye kabul ederdi. Bir halife kızı, diğer halifenin kız kardeşi ve son olarak kocası halife olan, karısının mücevherden takılarını devlet hazinesine bağışlamasını telkin etmiştir. Şeriat kurallarının daha katıca uygulanması için tedbir aldırmıştır.

Emevi idaresindeki ülkelerde Cuma hutbelerinde Dördüncü Halife Ali bin Ebu Talib’e la ’net okumak âdet olmuştu.  Ömer halife olunca, bu âdeti kaldırdı,ve yerine Kuran’dan Nahl 90. ayetin okunmasını sağladı.

Zira kendisinden rivayet edildiğine göre babası hutbede Hz. Ali (R.A)’nin adının zikredildiği yere gelince kekeler, dili tutulurdu. Oğlu Ömer, niçin öyle yaptığını sorduğunda söyle cevap verdi:

“Oğulcağızım! Bilesin ki, Ali b. Ebu Talip hakkında bizim bildiklerimizi halk bilse, bizden ayrılıp onun çocuklarına tâbi olurlar.”

Halife Ömer’in en büyük hizmetlerinden bir tanesi de hadislerin toplanması konusunda yaptırdığı çalışmadır. Halifeliği sırasında hadislerin derlenip toplanması emrini verdi. Dağınık bir şekilde bulunan hadislerin derlenip toplanmasını valilere emreden ve yazı gönderen ilk kişi odur. Peygamber Efendimizin (asm) hadislerine büyük ehemmiyet veren Halife bunların öğretilmesi konusunda da önemli çalışmalarda bulundu. Hatta çöllerde yaşayan insanlara bile hadis öğretmek maksadıyla görevliler tayin etti. Diğer taraftan Emeviler arasında mevcut olan Ehl-i Beyt’e karşı menfi tutumlara son vererek, bu mübarek silsileye hak ettikleri hürmetin gösterilmesini sağladı.

 Ehli–Beyt imamı İmam Muhammed Bakır’a Fatıma evlatlarına hakları olduğu için Fedek arazisini geri vermiştir.

Ömer İslam’ı kabul etmiş olan kimseden cizye vergisi alınmaması hakkında bir yasa çıkarttı.

Bu uygulamalarıdır ki, Ömer b. Abdülaziz’i müceddit, II. Ömer ve Beşinci Halife unvanına kavuşturmuştur.

Her şeyi Allah’ta gören bir insanın neler yapabileceğinin en güzel örneğini veren Ömer b. Abdülaziz, hadis ilminin tedvininde oynadığı rol de takdire şayandır.

Halkın her tabakasına karşı yakın tutumu ve özellikle fakirler ve alt tabakadaki halka yararlı reformlar uygulaması Emevi başkentindeki üst tabakayı çok kızdırmakta ve onların düşmanlığını çekmekte idi. Sonunda Ömer’in bir kölesini kandırarak onun yemeğine zehir koydurmayı ve onu ölümcül olarak zehirlemeyi başardılar. Ömer ölüm yatağında bu komployu öğrendi ve zehiri kendine veren köleyi affetti. Ama komployu hazırlayan diğer kişileri yakalatarak İslam hukukuna göre öldürmeye azmettirme suçundan dolayı ödemeleri gerekli olan yüksek ceza-î tazminatları toplattırdı ve bu meblağları devlet hazinesine verdi.

Ömer b. Abdülaziz büyük hizmetler ifa eden harikulade bir şahsiyettir. Emevilerin yanlış politikalarına son veren ve her şeye adaletle hükmeden örnek bir devlet adamıydı.

Hanımı Fatıma, onun kadar oruç tutan ve namaz kılan başka bir kimseyi görmediğini nakletmektedir.

Halifelik yaptığı 717-720 tarihleri arasınd yaklaşık iki buçuk yıl süren bu dönem Emevi tarihinde ayrı bir yere sahip olup, İslam Dünyasına büyük bir huzur ve sükunetin getirildiği bir dönemdir.

Ömer b. Abdülaziz  10 Şubat 720 Recep ayında  daha 40 yaşlarında iken Halep’te  Hakk’ın rahmetine kavuştu. Naaşı Halep yakınlarına defnedildi.

Allah kendisinden razı olsun. Amin..

Bediüzzaman, Ömer bin Abdülaziz’in halifeliğinden ve kişiliğinden övgüyle söz etmektedir. Sultan Abdülhamid’e ömrünün geri kalan kısmında Ömer-i Sanii’nin yolunda gitmesini tavsiye etmektedir. Kansız bir şekilde Meşrutiyetin ilanını kabul etmekle gösterdiği iyi niyeti, Yıldız’ı, insanların kalbinde yer edinmesi için bir üniversiteye dönüştürmesini tavsiye etmektedir. Yıldız’da oluşturulacak bir ulema meclisi ile İslam ilimleri ihya edilmeli, şeyhülislamlık ve halifelik hakiki mahiyetine kavuşturulmalıdır. “… milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti servet ve iktidarınla tedavi etmekle Yıldız’ı Süreyya kadar ala et. Ta hanedan-ı Osmanî ol burc-u Hilafette pertevnisar-ı adalet (adalet nuru saçan) olabilsin…

Bediüzzaman, dünya saltanatının aldatıcı olduğunu ve bunu hakkı ile ifa etmenin çok zor olduğunu belirtmektedir. Halifelerinin görevleri adaletle hükmedip Kur’an’ın hükümlerini muhafaza etmek, harfiyen yerine getirmektedir. Ancak, aldatıcı dünya saltanatı bu ulvi vazifeyi yerine getirmeyi güçleştirmektedir. Bu vazifeyi hakkıyla yerine getirebilmek için ya nebi kadar masum veya Hülefa-i Raşidin gibi olmak gerektiğini belirten Bediüzzaman, bu bağlamda, harikulade bir takva ve kalbe sahip olan iki halifeyi zikretmektedir. Bunlar, Emevilerde Ömer bin Abdülaziz ve Abbasilerde de Mehdi’dir.

Emirul Mü’minin Ömer b. Abdülaziz vefat edince, ondan sonra Yezid b. Abdülmelik halife oldu. Hanedandan biri gelerek:

“Ey Müminlerin Emiri Yezid! Ömer b. Abdülaziz Müminlere ihanet etti. Gücünün yettiği kadar cevher ve inciyi evinin iki odasına doldurup kilitledi.” dedi. Bunun üzerine Yezid, Ömer’in hanimi olan kız kardeşine haber göndererek çağırttı ve:

“Bana, Ömer’in kilitli iki odaya cevher ve incilerini doldurup bıraktığına dair haber geldi. Dedi. Bunun üzerine Fatima:

“Kardeşim, Ömer su bohçanın içindekinden başka ne bir tüy, ne de bir yele bıraktı.” dedi. Yezid bohçayı açtı. İçinde yamalı ve kalın bir entari, bir aba ve zayıf astarlı kalın bir cübbe buldu… Bana bunları değil, kilitli iki odanın anahtarını verin denmesi üzerine Fatima:

“Müminlerin Emirinin ölümüyle bana musibet veren Allah’a yemin ederim ki, o halife olalı onun istemediğini bildiğim için, o iki odaya hiç girmedim. Şunlar oranın anahtarıdır. Gel, aç ve içindekilerini Beytü’l Mal’e naklet.”

Yezid ve şikâyetçi Ömer b. Velid gidip eve girdiler; odalardan birini açtılar, baktılar ki deriden bir sandalye, yanında serilmiş dört çömlek ve bir de testi buldular. Bunun üzerine şikâyetçi “Estağfurullah” dedi. Sonra ikinci odayı açtılar. Baktılar ki çakıllarla serilmiş bir mescit ve tavanında da asılmış bir zincir vardı. O zincirde de boynuna geçecek kadar bir halka vardı… Orada kilitli bir sandık buldular, açtılar. Onda bir sepet vardı, sepette bir cübbe ile bir yün elbise vardı. Yezid ve yanındaki ağlayarak söyle dedi:

“Ey kardesim, Allah sana rahmet eylesin. Muhakkak senin hem gizlin ve hem de aşikârın temizmiş.” Şikâyetçi de:

“Estağfurullah, ben bana söylenen şeyi söyledim.”

 Ömer b. Abdülaziz vefat ettikten sonra ona olan hayranlığını gizlemeyen Roma İmparatoru;“Bir insanın, imkânsızlıkları dolayısıyla, ruhbanca bir yaşantıya sahip çıkması, dünyadan el-etek çekmesi çok kolaydır. Çünkü onun zaten terk edeceği herhangi bir dünya malına sahipliği yoktur. Fakat bu halife gibi, dünyanın en büyük devletinin yöneticisi için ayni şeyleri söylemek mümkün değil. Onun elindeki hazinelere rağmen, bunların hiçbirine aldırmayıp, sıradan bir fakirin yaşantısına sahip çıkmasına hayran olmamak doğrusu elden gelmiyor.” demiştir

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • Risale-i Nur
  • Büyük İslam tarihi
  • İslam Tarihi
  • Prof. I. Süreyya Sırma
  • ilkadım dergisi

Emir Sultan Hz. Kimdir? (1368-1430) Özet Hayatı

Bizim tarihimizde İslam’ın yayılması konusunda yaşayış ve sohbetleri ile, kılıçtan daha ziyade etkili olmuş, insanların gönülden İslam’a bağlanmasına, guruplar halinde İslam’a girmesine, çağ açıp çağ kapayan sultanların yetişmesine, tarihin akışının değiştirilmesine ve asırlarca insanlara Ruhaniyetleriyle yön verdiğine inanılan büyük insanlar ve veliler vardır. 

İşte bu büyük insanlardan birisi de Emir Sultan Hazretleri’dir.

On dördüncü yüzyılın sonlarına doğru Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa’da yaşayan, tefsir, hadis, kelam alimi ve mutasavvıf büyük veli. Emir Sultan Buharalı bir Türk bilginiydi.

İsmi, Muhammed bin Ali el-Hüseyni el-Buhari olup, lakabı Şemseddin’dir. 1368 (H.770) 1368 yılında, Orta Asya’da Buhara’da doğdu. Babasının adı Ali’dir. Soyu, Peygamber efendimize dayanır.

Ona, Buhara’da doğduğu için Muhammed Buhari, Seyyid olduğu için Emir Buhari, Yıldırım Bayezit Hanın damadı olduktan sonra da Emir Sultan denilmiştir.

Emir Külâl ismiyle tanınan babası geçimini çömlekçilikle sağlayan bir veli idi. Buhara’da sevilir ve duasını almak için kendisine sık sık başvurulurdu. Nakşibendi’ye tarikatına mensuptu. Emir Külâl oğlunu yetiştirmek için büyük gayret gösterdi. Onu sağlam bilgi ve ahlâk temelleri üzerinde yetiştirmeye çalışan Emir Külâl, oğluna, bir mesleğe sahip olması için, çömlekçiliği de öğretti.

Emir Sultan küçük yaşta annesini kaybetti ve öksüz kaldı. Babası onun annesizliğini aratmayacak ölçüde ona yaklaştı ve sevgi bağı kurdu. Babasının ona sık sık verdiği nasihatlerden biri şöyle idi:

“Ey oğlum! Peygamber efendimizi, babandan, anandan daha fazla sevmelisin.

Soyunla öğünmemelisin, ağzından hiç yalan çıkmamalı.

Her günü ömrünün son günüymüş gibi tamamlamaya çalışmalısın.

İlim öğrenmekte asla erinip üşenmemelisin.

Aksakallı da olsan, düşmanla cihadı bırakmamalısın.

Selâm vermeden hiç bir topluluğa girmemelisin.

Nikahsız bir kadınla oturmamalısın.

Kur’ân-ı kerîm rehberin, hadîs-i şerîfler ise yol göstericin olacaktır.

Ey oğlum! Hayat her yönü ile senin için bir mekteptir.

Hayır’a koş, kötülükten kaç.

En büyük silahın, Allah Teâlâ’ya ettiğin duandır. Bunu asla unutma!”

Babasının bu şekildeki nasihatleri ile yetişen Emir Sultan ayrıca, birçok tasavvuf ehlinin sohbetlerine de devam etti.

Muhterem pederleri ile bir gün tenha bir yerde sohbet ediyor ve bir ayet-i kerimenin tefsiri hakkında konuşuyorlardı. O sırada kalbi mahzun, çok çocuk sahibi, borçlu, sıkıntılar içinde bir kişi gelip, perişan halini;

“Buhara’da bir bahçem vardı. Onun mahsulü ile geçiniyordum. Bir gün bir fırtına esti,ağaçları ve sebzelerin çoğunu kuruttu.  Ey Resûlullah’ın evladı! , bana yardımcı ol.” diye anlattı,  Emir Sultan’ın babası “Cenâb-ı Hak inşallah seni arzuna kavuşturacaktır.” diyerek onu teselli etti.

 O gece Emir Sultan, ihtiyarın bahçesine gizlice varıp,  Allah Teâlâ’ya dua ederek yalvardı.

“Ey nimetler veren ve rızkları taksim eden Allah’ım! Bu fakirin ağaçlarını ve ekip diktiği sebze ve meyvelerini eski canlılığına kavuştur.” Diye dua etti. Bahçede ağaçlar çiçeklenmiş,  sebzeler de canlanmıştı.

İhtiyar, Allah telanın kudretine hayran kalıp, başından geçenleri Buhara halkına anlattı. Bu kerameti görünce insanlar, Emir Sultan hazretlerinden dua talebinde bulundular.

Emir Sultan 17-18 yaşlarına geldiğinde babası vefat etti. Babasının vefatından sonra bir müddet Buhara’da kaldı. Sonra aldığı ilahi emir üzerine Mekke’ye gitti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra Medine’ye geçti. Niyeti, ceddi Resulullah efendimizin mübarek kabirlerine yakın bir yere yerleşmek ve ömrünün sonuna kadar orada kalmaktı.

Medine’ye geldiği zaman, kalacak bir yer bulamadı. Seyitler için ayrılmış bir oda olduğunu duydu ve oraya gitti. Orada bulunanlar, seyit olduklarını ve odanın kendilerine tahsis edildiğini söyleyerek, Emir Sultan’ı yanlarına almak istemediler. Emir Sultan onlara; “Ben de Seyyidim.” dedi ise de dinlemediler. Emir Sultan onlara;” Gelin beraber kainatın efendisi Resulullah efendimizin türbesine gidelim. Selam verelim. Hangimizin selamına cevap verirse, onun nesebinin sahih olduğu belli olsun.” dedi.

Bu teklif üzerine, onlar Peygamber efendimizin türbesine dönerek; “Esselamü aleyke ya ceddi!” dediler. Fakat hiçbirine cevap gelmedi. Emir Sultan; “Essela mü aleyke, ya ceddi!” dedi. Resul-i Ekrem mübarek sesiyle “Ve aileyken selam, ya veledi!” diye cevap verdi. Bunun üzerine orada bulunanlar, Emir Sultan karşısında büyük bir mahcubiyet duydular ve af dilediler.

Emir Sultan hazretleri bir rüya gördü. Rüyasında Peygamber efendimiz ve hazret-i Ali yanana oturmuş halde idiler. Hazret-i Ali ona; “Ey Oğlum! Sana cenap-ı Hak tarafından ceddin Muhammed’in sünnetini, takva yoluyla öğretmen için Rum iline gitmen işaret olundu. Senin önünde, ilerleyen nurdan üç kandil belirecek, o kandiller nerede gözünden kaybolursa orada kalacaksın. Mezarın da orada olacak.” dedi. Emir Sultan uykudan uyanınca; “Demek ki takdir-i ilahi böyle.” diyerek yola çıktı. Hazret-i Ali’nin dediği gibi, üç kandil ona kılavuzluk etti.

Emir Sultan, Medine’den yola çıkıp Bursa’ya doğru gelirken, yolda bir beyin oğlu, Emir Sultan’ı gördü ondan kendisini talebeliğe kabul etmesini  istedi. Emir Sultan onu talebeliğe kabul etti. Bir süre sonra bir yol kavşağına vardılar. Oranın yerlisi  bir kişi, yolda, geçit vermeyen bir ejderha olduğunu söyledi  o yoldan gitmemelerini tembih etti.

Emir Sultan’ın önünde giden kandil o yolu gösterdiği için, o yoldan ilerlediler. Bir süre sonra yol kenarında bir ejderhanın uzandığını gördüler. Ejderha, şerefli bir misafiri bekler bir haldeydi ejderha Emir Sultan’ın devesinin ayaklarına kapanarak; “Hoş geldiniz Şeyhim! Emrinizdeyim!” dedi.

Emir Sultan’ın kafilesi, Sakarya Nehri kenarında bir bahçede konaklamıştıTtalebelerden birinin canı hurma istedi. O sırada talebenin önünde bir hurma ağacı yükseldi. Üzerinde olgun meyveleri vardı,talebe “Acaba eskiden burada mıydı? Yoksa ben bunu görmedim mi?” soruları zihnini kurcaladı. Emir sultanın bir kerametiydi.

Emir Sultan hazretleri Bursa’ya geldiği zaman, önündeki nurdan üç kandil gözünden kayboldu.

Böylece Emir Sultan Bursa’ya yerleşti.

Bu sırada Yıldırım Bayezit Han Macarlarla savaşıyordu. Düşman kuvvetleri, Osmanlı ordusuna büyük zayiat verdiriyordu. Bu esnada bir genç, yaralıların yaralarını sarıyor, bazan da ellerini açıp dua ediyordu. Kolundan yaralanan Yıldırım Bayezit, bu genç askerin gayret ve maharetle yaraları sardığını görünce, o gence karşı kalbinde bir yakınlık hasıl oldu. Yanına kadar giderek; “Benim de kolumda yara var, yaramı sar!” deyince, Emir Sultan cebinden bir mendil çıkarıp; “Buyurun Padişahım, sizin yaranızı da bu mendil ile sarayım.” dedi. Sabah olunca, sarılan bütün yaraların iyi olduğunu, askerlerin ayağa kalktıklarını Yıldırım Bayezid Hana haber verdiler. Yıldırım Bayezid de merak edip kendi yarasını açarken, kolundaki mendilin, hanımının nişanlı iken kendisine hediye ettiği mendilin yarısı olduğunu fark etti. Akşam yaraları saran askerin, yanına getirilmesini emretti. Fakat o kimseyi bulamadılar.

Osmanlı ordusu daha sonra Niğbolu Kalesi önlerine geçti. Niğbolu Kalesinin fethi için günlerce kanlı çarpışmalar oldu. Kale bir türlü feth edilemedi. Hücumların en şiddetli anında, daha önceki muharebede askerlerin yaralarını saran genç, kale kapısını ardına kadar açtı. Yıldırım Bayezit ve askerleri kaleye girdiler. Kaledekiler teslim olmak mecburiyetinde kaldılar. Zaferden sonra bu genci aradılar, bulamadılar. Yıldırım Bayezit Han, Rumeli fethinden sonra Bursa’ya gelmeyip Edirne’de konakladı.

Bu sırada Yıldırım Bayezid’in kızı, rüyasında Peygamber efendimizi gördü. Resul-i Ekrem ona; 

Oğlum Muhammed Buhari ile evlen, sakın beni kırma ve sözümü dinle!” buyurdu. Hunda Fâtıma Sultan, rüyasını kimseye söyleyemedi. Ertesi gün yine Resul-i Ekrem’i rüyada gördü. Server-i âlem, ona; 

“Eğer ahirette benden şefaat etmemi istiyorsan, Muhammed Buhari ile evlen.” buyurdu. Hâlbuki Hunda Fâtıma Sultanın, Rumeli Beylerbeyi Süleyman Paşa ile evleneceği söylenmekte idi. “Acaba Emir Buhari’nin bundan haberi var mı?” dedi. Hizmetçisine rüyasını anlattı durumu Emir Sultan’a bildirmesini söyledi. Hizmetçisi durumu Emir Sultan’a anlatınca, o; 

“Bizim de malumumuzdur. Nikâhımız, Allah Teâlâ tarafından kıyıldı. Dinimiz üzere burada da kıyılması gerekir. Durumu Hunda Fâtıma Sultan’a iletin.” dedi. Bunun üzerine Emir Sultan, dünürler gönderip sultanın kızını istedi. Fakat Valide Sultan kızını vermek istemeyip, işi zora sürerek, dünürlere; 

“Emir Sultan’a söyleyin, kırk deve yükü altın getirirse kızımı veririm.” dedi. 

Emir Sultan hazretleri de; 

Sultan validemiz develeri göndersinler, İstediği altınları gönderelim.” Saraydan kırk deve gelince Emir Sultan, develerle Nilüfer Çayının kenarına gitti. Develeri getirenlere; “Heybeleri bu kumlarla doldurun, sizler de istediğiniz kadar alın. Aldığınız altın olsun.” buyurdu. Kimisi şüphe ederek bir şey almadı. Kimisi de heybeleri ve keselerini doldurdular. Kırk deveden meydana gelen kervan saraya girince, 

Emir Sultan; 

“Boşaltın, istediğiniz altın olsun.” dedi. Heybeler boşaltılınca, hepsi altın çıktı.

Emir Sultan ile Hunda Fâtıma Sultan’ın evlenmelerine karar verilince, Fâtıma Sultan, kendi el işlemesi gömlek ve çamaşırları Harem ağası ile Emir Sultan’a gönderdi. Emir Sultan, bohça geldiği zaman bir odada mangal yakmış, talebeleri ile sohbet etmekte idi.

Harem Ağası “Valide Sultan’dan.” diyerek, bohçayı Emir Sultan’a verdi.  Emir Sultan, bohçayı açıp içinden bir mendil aldı. mendilin içine birkaç köz parçası koyup, mendili kapadı, Harem Ağası’na; 

“Valide Sultan’a selâm söyleyiniz. Kabul etmelerini arz ederim.” dedi. Harem Ağası, hediyeyi Valide Sultan’a teslim etti,mendilin içinden elmas parçaları çıkmıştı.

Nikâh haberi Edirne’ye ulaşınca, Yıldırım Bayezid, Süleyman Paşayı, Emir Sultan’ın ve Hunda Hatun’un başlarını getirmesi için Bursa’ya gönderdi. Süleyman Paşa Bursa’ya gelince, Valide Sultandan onları istedi. Valide Sultan vermeyince, kırk asker, Valide Sultan’ın sarayına saldırdıysada Emir sultanın kerametiyle başarılı olamadılar.

Padişahın, Emir Sultan’ın ve kızı Hunda Sultan’ın öldürülmesi için Bursa’ya asker gönderdiğini duyan Molla Fenari, Yıldırım Bayezit şu mektubu yazdı:

Sultanımızdan bir ricamız vardır. Dün öldürülmesini emrettiğiniz Emir Sultan, Resul-i Ekrem’in neslinden hürmete değer bir insandır. Bu zât gibi temiz kalpli, Peygamber neslinden bir kişi, zamanımıza kadar Anadolu’ya ayak basmamıştır. Buna benzer aslı temiz bir kimseyi elleri hediyeler dolu davetçiler göndererek Buhara’dan Anadolu’ya getirmeye çalışsaydınız, sizin için ebedî bir şeref olurdu. Böyle yapmadığınız hâlde, manevi irade üzerine yurdumuza gelen bu zât dolayısıyla Peygamber efendimize yakınlık kazandığınız takdirde, dünya ve ahiret saadetiniz artacaktır.

Şunu da bildireyim ki, bu damadınız, Peygamber Efendimizin; “Ümmetimin âlimleri, İsrailoğlularının peygamberleri gibidir.” buyurduğu kimselerdendir. Eğer bir daha onun başını kestirmek için asker gönderirseniz, bütün yurdumuzun felâketi olacağından şüphemiz yoktur. Son ferman sultanımızındır.”

Aradan günler geçtikten sonra Bursa’ya dönen Osmanlı ordusunu ve sultanı karşılayanlar arasında Emir Sultan da vardı. Yıldırım Bayezid, onunla selamlaşınca, harp meydanında askerlerle kendi yarasını saranın bu genç olduğunu anladı. 

Emir sultan “bendeniz damadınız Muhammed Şemseddin.” dedi. Yıldırım Bayezid Han atından inerek onunla kucaklaştı ve gözyaşlarını tutamayarak ikisi de ağladılar.

Sultan Yıldırım Bayezid Han, Niğbolu zaferinden sonra kazanılan ganimetler ile Müslümanların ibadet etmeleri için, Bursa’nın güzide bir yerinde câmi yaptırmak istedi. Bugünkü Ulu Câminin yeri uygun görüldü ve arsa sahiplerine mülklerinin bedelleri verildi. İçlerinden bir hanım; “Ben evimi satmam.” diye inat etti.  Sultan Bayezid, Emir Sultan’ın huzuruna giderek durumu anlattı.

Emir Sultan; “Her işin gerçekleşeceği bir vakit vardır.” diyerek Sultanı teselli ve teskin etti. O gece kadın bir rüya gördü  Herkes Cennet tarafına gidiyordu. İhtiyar kadın da onlar gibi Cennet’e gitmek istedi. Fakat yürümeye gücü olmadığı için, Arafat meydanında yapayalnız kaldı. Bunun üzerine  kadın feryat etmeye başladı. O sırada gaipten bir ses; “Eğer sen de Cennet’e gitmek istersen, Yıldırım Bayezid Hana evini sat, inat etme,bu rüya üzerine kadında evini sattı ve câminin yapılmasına vesile oldu.

Emir Sultan çok gayret göstermesine rağmen, Timur-Yıldırım çarpışmasının önüne geçemedi, Sultan Bayezid Han ile görüşmesine rağmen, kararından dönmeye niyetli olmayan Padişahı, savaştan vazgeçiremedi. Savaş Yıldırım Bayezid’in aleyhine sonuçlandı.

Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı mağlubiyetinden sonra, Amasya’da bulunan Şehzâde Çelebi Mehmet, Bursa’ya hareket etti ve Osmanlı tahtına geçti.

Bir gün sohbet esnasında bir zât, Emir Sultan’a, Peygamber efendimizin miraca çıkmasının cismani mi, yoksa ruhani mi olduğunu sordu. Emir Sultan hazretleri buyurdu ki: 

“Ceddim Resul-i Ekrem, miraca bedeniyle çıktı. Mekânsız, zamansız, cihetiz, sıfatsız olarak Allah telayı gördü. Gözsüz, kulaksız, vasıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Bu hususta kimsenin şek ve şüphesi olmasın. Bunun doğruluğu, Necm süresinde bildirilmiştir. Resul-i Ekrem için cümle melâike ve bütün mahlûkat salavat getirirler. Böyle yüksek bir zatın miracında, bedenen veya ruhen olmasında şüpheye gerek yok. Bu beden, göz ve kulaklar, günde bir defa değil, dört yüz kere miraç yapabilir. Buna şüphe etmemek gerekir. Allah Teâlâ bir hadis-i kudside; “Ey Habibim, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım.” buyuruyor. Bu hadis-i kutsi, bunun doğru olduğunu gösterir.”

Emir Sultan hazretleri buyurdu ki: “Allah telanın yolunda olan bir kimsenin kalbinde, Allah telaya kavuşmaktan başka bir arzu bulunmaz.”

Talebelerinden birisi anlatır: Bir gece rüyamda şöyle gördüm: Bursa’nın uzak kasabalarından birkaç kişi: 

“Bursa’da bir evliya var. Allah telanın izniyle ne hacetin varsa verirmiş.” diye yola çıktılar. Ben de yatakta yatıyordum. Onların dediklerini duyunca, aralarına katılarak, biz de duasını alalım diye birlikte Bursa’ya gittik. Dergâha girip Emir Sultan’ı görünce bayılmışım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkacak takati bulamadım. Emekliye emekliye Sultan hazretlerinin yanına vardım. 

“Sultanım, beni talebeliğe kabul edin!” dedim. “Kabul eyledik!” diyerek mübarek elleri ile sırtımı sıvazladılar. Heyecanla uyandım. Rüyamı anneme anlattım ve tabir etmesini istedim. Annem; “Sen hemen o büyük velinin yanına koş, himmetine kavuşarak duasını al.” dedi. Hemen yola çıktım. Bir grup insanın, rüyamdaki gibi; “Gidip Emir Sultan’ı ziyaret edelim. Onun duasını alalım.” diye yürüdüklerini gördüm. Aralarına katılarak, rüyamdaki gibi, sırayla dergâha girip huzurlarına çıktık. Emir Sultan’ın mübarek nazarlarına kavuşunca, aklım başımdan gitti. Düşüp bayıldım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkamayıp, emekleyerek ayakuçlarına kadar gittim. “Bizi talebeliğe kabul buyurun Sultanım.” deyince; “Biz seni talebeliğe kabul edeli kırk yıl oldu.” buyurdular.

Hacı Bayram-ı Velî, talebelerinden bir kısmı ile Bursa’ya gitti. O sırada Emir Sultan’ın Bursa kalesi kenarındaki evleri harabeye döndüğü için, ustalar tarafından tamir ediliyordu. O esnada marangozlar ellerinden büyük bir ağacı düşürdüler. Emir Sultan’ın mübarek bakışları düşen ağaca ilişince, ağaç boşlukta kaldı. Hacı Bayram-ı Velî bu olaya şahit oldu ve içinden;

“Herhâlde Emir Sultan, bana kerametlerinden birini göstermek istedi.” diye geçirdi. Emir Buhari ona; “Biz, bununla size keramet göstererek evliyadan biri olduğumuzu ispatlamak istemedik. Kale kenarında çocuklar oynuyorlardı. Ağaç onların başına düşüp ezilmesinler diye böyle yaptık. Gayemiz, çocukları büyük felâketten kurtarmaktı.” dedi. Çocuklar oradan kaçtıktan sonra ağaç yere düştü.

Bursa tüccarlarından Hoca Kasım, Emir Sultan’a bir sarık hediye etti. O da, tüccara bir miktar para verdi. Hoca Kasım, o parayı alarak kesesine koydu ve çarşıda gezerken, otuz bin dirheme satılan büyük bir elmas gördü. Onu almak istedi, fakat kesesinde o kadar çok para olmadığını bildiği için üzüldü. Sonra aklına, kesesindeki paraları saymak geldi. Paraları sayınca, otuz bin dirhemden fazla olduğunu hayretle gördü. Hemen o elması aldı. Aynı gün elmastan anlayan bir Yahudi, o elmasa yüz otuz bin dirhem verince, Hoca Kasım Yahudi’ye elması sattı. Bunun Emir Sultan’ın bir kerameti olduğunu anlayan Hoca Kasım, Emir Sultan için bir dergâh yaptırdı.

Sarı Yusuf şöyle anlatır: “Bir gün Bursa’da, Emir Sultan’ın huzurunda oturuyorduk. Emir Sultan sohbet ediyordu. O ânda hiç başıma gelmeyen bir şey oldu. Aniden uykum geldi. Öyle ki, göz kapaklarımı kaldıramıyordum. Durumu fark eden Emir Sultan; “Biraz uyu!” diyerek bana izin verdi. Ben de uyudum. Bir süre sonra korkulu bir rüya görerek uyandım. Emir Sultan’ın elinde bir kalkan vardı. Tekrar uyuya kaldım. Yine korkulu bir rüya görerek uyandım. Emir Sultan’ın elinde aynı kalkan duruyordu. Uykum kaçtı ve merakla Emir Sultan’a kalkanı neden tuttuklarını sordum. Emir Sultan şöyle cevap verdi: “Kırım’da bizi seven bir zat var. Şu anda gönlümüze yönelmişti. Bu mecliste uyumundan hatırı incindi. Sana doğru ok attı. Ben de kalkanla engel oldum. Yine attı, tekrar oka mani oldum. Sonra o, senin bizim müsaademizle uyuduğunu anlayınca, pişman olup, okun sana değmediğine şükretti.”

Emir Sultan, bir gün öğle namazını kılmak için evinden dışarı çıktı. Talebeleri de onu takip etti. İçlerinden Mûsâ Baba; “Sultanım! Ne olaydı, şurada bir su aksaydı da Müslümanlar namaz için abdest alsaydı.” dedi. Bu sıra Emir Sultan, asasına dayanmış tefekkür ediyordu.  Besmele çekerek, asasını yerinden oynattı. Oradan bir su kaynayıp coştu. 

Şeyh Sinan şöyle anlatır: Henüz küçük idim. Babamla bahçemize kavun, karpuz ektik. Ne kadar çabaladık ise, ektiğimiz kavun ve karpuzlar bir türlü istediğimiz gibi yetişmedi. Bir gün bostanda, üzüntülü bir şekilde oturuyordum. Babam ise köye dönmüştü. O sıra aniden, at üstünde, yeşil kaftanlı bir zat Peyda oldu. Benden çekirdek istedi. Ben de verdim. Çekirdeği alıp tarlaya saçtı. Bir anda tarla çimlendi ve kavun, karpuz yetişti. Benden bir karpuz istedi. Ben de koparıp verdim. Karpuzu ikiye böldü. Yarısını kendisi aldı, diğer yarısını da babama vermemi tembih etti ve “Bana Emir Sultan derler. Söyle babana, seni Bursa’ya, benim yanıma getirsin.” dedi. Ben de; ” emrinizi yerine getiririm.” dedim. Yeşil kaftanlı zat, bir anda kayboldu. Bir müddet sonra babam geldi. Ben babama, Emir Sultan’ın dileklerini ve tembihini aktardım. Babam da; “Başım, gözüm üstüne!” diyerek, beni Bursa’ya Emir Sultan hazretlerinin huzuruna götürdü.

Uzun müddet Emir Sultan’ın hizmetinde bulundum. Sonunda; “Fesat ehlini ıslah eyle. Himmet ve inayetle Müslümanlara nasihat et. Ta ki, senin Kur’an-ı kerime dayalı doğru yolunu duyanlar da, yaptıkları hatalarından dönsünler.” diyerek bana hilâfet verdi.”

Emir Sultan hazretleri, bir gün Ali Efendi isimli talebesini Balıkesir’e göndermek istediler. O talebe kalbinden şöyle geçirdi: “Acaba Balıkesir’e varıp gelinceye kadar vaktimi nasıl geçireyim?” Hemen kalkıp tesbihlerini getirip eline verdiler ve “Gidip gelinceye kadar bu tesbihle meşgul ol.” buyurdular. Talebe tesbihi alıp yola düştü. Balıkesir’e Cuma vakti vardı. Emir Sultan’ın ikaz için gönderdiği hoca efendinin hutbesine yetişti. Sonra ona bozuk düşüncelerini ve doğrusunu anlattı. Fakat o, Emir Sultan’ın talebesini dinlemedi ve kendi düşüncesinde ısrar etti. Talebe geri dönerken, akşam karanlığında bir köye girdi. Köye girdiği sırada, dere kenarındaki kumluk bir yere bastı ve kayarak düştü. O esnada tesbih elinden kayboldu. Ne kadar aradı ise bulamadı. Yolculuk bittiğinde, ağlayarak Emir Sultan hazretlerinin huzuruna girdi. “Ya oğlum! Yolculuğun nasıl geçti, hâlin nasıldır?” buyurdular. O da; “Sultanım içim yanıyor. Karanlıkta ayağım kaydı, tesbihi suya düşürdüm.” dedi. Bunun üzerine Emir Sultan; “Ya oğlum! Onun için niye üzülürsün? Biz onu suya düşürmedik.” dedi ve cebinden tesbihi çıkarıp verdi.

Bir gün bir köylü, Emir Sultan’ın huzuruna gelip; “Sultanım, bir sıkıntım var. Başım dertte, bana bir dua yazın ve himmet edin.” dedi. Ali Hoca isimli talebesine işaret edip; “Yazıyoruz.” dedi. O da duayı yazdı. Emir Sultan ve yanında bulunan talebeleri kime dua yazsa, Allah telanın izni ile şifa bulurdu. 

Emir Sultan hazretlerinin yayı ve bir de oku vardı. Bunlar, gazada kullanılmak üzere asılı dururdu. O yaya ok koydukları zaman, kırk ok çıkar, kırk kişiye isabet ederdi. Her nereye atmak isterse, bir talebesinin eline verir, o tarafa atmasını emre ederdi. Şeyhülislamın da hazır bulunduğu bir gün, Emir Sultan okunun ve yayının getirilmesini istedi. Getirilen ok ve yayın, Şeyhülislama  verilmesini emre buyurdu. Emir Sultan ona; “Oku doğuya doğru at. Ok nereye düşerse, mezarımız orası olsun.” buyurdu. Şeyhüİslâm, emirleri üzerine oku attı. Ok, şimdiki türbenin olduğu yere düştü.

Emir Sultan 1430 (H.833) senesinde Bursa’da veba hastalığından vefat etti. Vefat ettiğinde 63 yaşındaydı. Emir Sultan vefat ederken, Hacı Bayram-ı Velî’nin yıkayıp, cenaze namazını kıldırmasını vasiyet etti. Hacı Bayram-ı Velî gasil ve tekfin işlerini yaptı ve cenaze namazını kıldırdı. Okun düştüğü yer olan Bursa’nın doğu kısmında yüksekçe bir yere günümüzde kendi ismiyle anılan semte defnedildi.

Emir Sultan hazretlerinin türbesi yapılırken türbeyi yapan zat, rüyasında Emir Sultan’ı gördü. O zata; şurayı şöyle yap, burayı böyle yap diye, türbesi bitinceye kadar, her gece rüyada emir verdiler. O zat, türbe yapımını bitirdikten sonra, bir daha Emir Sultan’ı rüyasında görmedi.

Yavuz Sultan Selim, Mısır seferine çıktığında Yenişehir’de bulunduğu sırada Bursa’ya gelerek, atalarının kabirlerini ziyaret etti. Emir Sultan hazretlerinin türbesine gelip, onun ruhaniyetinden yardım dilerken, Emir Sultan hazretlerinin kabrinden; “Ya Selim! Duhulü Mısra İnşallah amin! (Ey Selim! İnşallah Mısır’a emniyet içinde giresiniz!)” diye bir nida işitildi. Duyanlar; “Müjdeler olsun padişahım! Size Mısır’ın fethi müjdelendi!” dediler.

Emir Sultan’ın vefatından yaklaşık iki asır sonra, yanında Arslan ile dolaşan bir zat Bursa’ya geldi. Emir Sultan’ın türbesini ziyaret etti. Bu sırada aslanını bir ağaca zincir ile bağladı. Biraz sonra zincirini koparan Arslan, aşık gibi türbenin kapısına geldi ve gözlerinden yaş aka aka Emir Sultan’ı ziyaret etti. Sonra olduğu yere dönerek sahibini bekledi.

Duy Halife adıyla meşhur bir zat vardı. Ona; “İlmi kimden tahsil ettin?” diye sorulduğunda; “Üstadım Emir Sultan hazretleridir. Bir gün, babam ve birçok kişi ile Emir Sultan hazretlerini ziyarete gitmiştik. Mübarek nazarlarına kavuşup, elini öptük. Babama bakıp; “Oku.” buyurdular. Babam Kur’an-ı kerim okumaya başladığında, oradakilerin birçoğu kendinden geçip ağladı. Ondan sonra babamın bütün çocukları çok güzel Kur’an-ı kerim okurlardı. Hatta kız kardeşlerim bile bizim gibi okurdu.” dedi.

İznik’te metfun bulunan velilerden Eşrefoğlu Abdullah, sağlığında bir iş için Bursa’ya gitmişti. Fakat fırsatı olmadığı için, Emir Sultan’ın kabrini ziyaret edememişti. İznik’e geri dönerken, yolda Halil Paşanın oğlu İbrahim Paşayı gördü ve ona; “Siz her halde Bursa’ya gidiyorsunuz. Emir Sultan hazretlerinin kabrini ziyaret ettiğinizde, selamımı  iletmenizi sizden rica ediyorum.” dedi. İbrahim Paşa, Bursa’ya girer girmez Emir Sultan’ın türbesinin bulunduğu yere gitti. İki rekat namaz kılıp, Kur’an-ı kerim okuduktan sonra Emir Sultan’ın türbesine girdi ve “Sultanım! Eşrefoğlu Abdullah, size selam söyledi.” dedi. O anda türbeden “Ve aleykümselam.” sesi geldi.

Mücahit Bahadır şöyle anlatır: “Fâtih Sultan Mehmet Han zamanında bir sefere katılmıştım. Bir kale muhasara edilmişti. İslam askerleri düşman kalesine tırmanıyorlardı. Ben de bir yerden burçlara doğru tırmanmaya başladım. Kale burcuna yaklaştığım sırada, önüme bir kaya parçası çıktı. Bu kaya parçası yüzünden yerimden oynayamıyordum. O sırada aklıma Emir Sultan geldi ve çan gönülden; “Ey Emir Sultan! Bana yardım eyle! Beni bu belâdan kurtar!” diye yalvardım. Birdenbire karşımda bir nur şelâlesi gördüm. İçinden yeşil elbiseler giyinmiş bir zât belirdi. Bana engel olan taşın üstüne geldi. Üstündeki elbisesini sarkıtıp; “Ey Gazi! Elbiseye tutun! Sakın korkma!” dedi. Ben de; “Ya Allah!” deyip, tutundum ve engeli aşmış olarak kendimi kalenin içinde buldum. Emir Sultan hazretlerinin elini öpüp, ayağının tozuna yüzümü sürmek istediğimde, gözümden kayboldu. Nereye gittiğini de anlayamadım.”

Başkasına Niçin Gidilmez?

Şeyhülislâm Molla Fenari, Emir Sultan’dan icazet, diploma aldıktan sonra, Ulu Câmide vaz verirdi. Bir gün vaz vermek için yine kürsüye çıkmıştı. Emir Sultan hazretleri bir talebesini, bir şeyler almak için çarşıya göndermişti. Bu talebe, Şeyhülislâmın vaz vereceğini duyunca, kendi kendine; “Gidip vaazı dinleyeyim, Şeyhülislâmın hayır duasını alayım.” diye düşünerek Ulu Câmiye gitti. O ânda câmide zelzele olmaya başladı. Cemaatin bir kısmı dışarıya kaçtı. Fakat dışarıda zelzele olmadığı görüldü. Bu durumdan haberi olan Şeyhülislâm, murakabeye daldı. Sonra cemaate dönüp; 

“İçinizde Emir Sultan’ın hizmeti ile emre olunan kim ise, çabuk câmiden dışarı çıksın. Yoksa bizi helâk ettirecek.” dedi. 

Talebe hemen dışarı çıktı. Câminin sallanması durdu. Bu talebe işini görüp dergâha gitti. Emir Sultan’ın huzuruna girdi. Talebe selam verdi. Emir Sultan başını kaldırıp, sadece talebeye baktı. Talebe, hocasının heybetinden düşüp bayıldı. Ayılınca, Emir Sultan ona; 

“Ey oğlum! Dünyevi ve uhrevî ihtiyaçlarınız karşılanmadı mı ki, başkalarından yardım beklersiniz. Bir kimse hocasından çeşit çeşit nimetlere kavuşurken, gidip başkasından yardım istemesi, ona sual sorması, ilim öğrenmesi, hem ayıp, hem gevşeklik tir.” buyurdu 

Derleyen: Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

kaynaklar:

  • ehlisünnetbüyükleri
  • evliyalar
  • altınsilsile

Habeşistan (Somali), Necaşi ve Bilal-i Habeşi

Günden güne Müslümanların sayısının artmasıyla müşriklerin eza ve cefaları da artıyordu, Müslümanlar için dayanılmaz bir hal almıştı. Peygamber Efendimiz Erkam’ın evinde ikamet etmeye başladıktan sonra bu eziyetler daha da arttı, işkence çeşitleri bile değişti. Müslümanlar serbestçe ibadet edemiyorlardı. Yapılan işkence ve tazyikler had safhaya ulaşınca Hz. Ömer ve Hz. Bekir’in de müracaatları ile Resulullah çareler aramaya başladı karar alındı hicret edilecekti. Müminler gidecekleri yerleri düşünmeye başladılar. “Nereye gidelim?” sorusunu Peygamber Efendimiz (asm) Habeşistan’ın olduğu yönü işaret ederek cevapladı ve akabinde: “Habeş toprağına giderseniz iyi olur! Çünkü, orada, yanındakilerin hiçbirine zulüm yapılmayan bir kral vardır. Hem orası bir doğruluk ülkesidir. Yüce Allah, içinde bulunduğunuz sıkıntılardan bir çıkış ve kurtuluş yolu açıncaya kadar siz orada bulununuz” buyurdu. Bu ifadelerle Necâşî, Peygamber Efendimizin iltifatına mazhar oldu..

Zulme uğradıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri, and olsun ki, dünyada güzel bir yerde yerleştiririz. Âhiret ecri ise daha büyüktür.”

Nahl Suresi’nde Hz. Muhammed tarafından alınan bu kararın yerinde bir karar olduğu ifade edildikten sonra, zulüm neticesinde yurtlarını terk eden Müslümanların huzur bulacakları ve ahirette büyük mükafatlara nail olacakları bildiriliyor ve şöyle deniyordu: ” Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince: Onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Ahiretin mükafatı ise büyüktür, onlar sadece Rablarına tevekkül ederek sabretsinler.” Bakara Suresi’nde ise: ” And olsun ki, sizi biraz korku ve açlık, mallardan canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile deneriz. Ey Muhammed! Sabredenleri müjdele, işte Rabbinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Doğru yolu bulanlar da onlardır.

Müslümanlar ilk defa Miladi 615 yılında, Recep ayı içinde dördü kadın olmak üzere, 15 veya 16 kişi Habeşistan’a hicret ettiler. Bunların içinde Osman bin Affan ile ailesi Peygamberimizin kızı Rukiye de bulunuyordu. Bu hicreti haber alan müşrükler, arkalarından takipçi gönderdilerse de onları bulamadan geri döndüler. Bu hicret Habeşistan Necaşi si Ashame devrine rastlamaktadır.

Birinci Habeşistan hicretinden sonra Hz.Muhammed (SAV)’e Necm suresi indirildi. Oda bu sureyi Harem-i Şerif’e müşriklere okudu. Surenin içinde müşriklerin putlarından Lat, Uzza ve Menat’ında adları geçmekte idi. Surenin sonunda secde emredildiğinden Resulullah Efendimiz sureyi bitirince secde etti. Müşrikler de surede putların ismi geçtiğinden onunla birlikte secde ettiler. Bu olay neticesinde Mekkeliler toptan Müslüman oldu diye asılsız bir söylenti çıktı. Bu söylenti Habeşistan’da da duyulunca orada bulunan Müslümanlar geri döndüler. Ancak müşriklerin zulüm ve işkencelerinin daha da çoğaldığını görerek döndüklerine pişman oldular.

Miladi 616 senesinde (İslamiyet’in 7 yılında) 100 kişi kadar bir İslam kafilesi, Hz.Ali’nin ağabeysi Cafer Tayyar’ın başkanlığında ikinci defa Habeşistan’a hicret ettiler. Kureyşliler İslamiyet’in etrafa yayılmasından endişe ederek Habeşistan’a göç eden Müslümanları geri almak üzere Habeş hükümdarına değerli hediyelerle birlikte elçiler gönderdiler. Hristiyan olan hükümdar Müslümanlarla elçileri, huzurunda yüzleştirdi.

 Necasi Müslümanlara:

-“Kureyşliler elçi göndermişler, sizi geri istiyorlar, ne dersiniz” diye sordu. Müslümanların reisi Câfer ayağa kalkarak:

-“Ey hükümdar, sorunuz onlara, biz onların kölesi miyiz?”

Kureyş delegeleri adına Âs oğlu Amr (Amr b.Âs) cevâp veriyordu:

-Hayır, hepsi hürdür.

-Onlara borcumuz mu var?

-Hayır, hiç birinde alacağımız yok.

-Kısas edilmemiz için, onlardan öldürdüğümüz kimse var mı?

-Öyle bir isteğimiz yok.

-O halde bizden ne istiyorlar?

Amr cevap verdi:

-“Bunlar atalarımızın dininden çıktılar, ilâhlarımıza hakaret ettiler, gençlerin inançlarını bozdular, aramıza ayrılık soktular.”

Bu iddialara karşı Câfer:

-“Ey hükümdar, biz cahil bir kavimdik. Taştan, ağaçtan yaptığımız putlara tapıyorduk. Kız çocuklarımızı diri diri toprağa gömüyor, ölmüş hayvanların leşlerini yiyorduk. İçki, kumar, fuhuş ve her türlü ahlâksızlığı yapıyorduk. Hak hukuk tanımıyorduk. Kuvvetliler zayıfları eziyor, zenginler fakirlerin sırtından geçiniyordu.

Cenâb-ı Hak bizim hidayetimizi diledi. İçimizden soyu-sopu, asaleti, ahlâk, fazilet ve dürüstlüğü hakkında kimsenin kötü söz edemeyeceği bir Peygamber gönderdi. O bizi puta tapma zilletinden kurtardı. Tek, Allah’ı tanıttı. Yalnız O’na kulluğa çağırdı. Bütün ahlâksızlıklardan uzaklaştırdı. Doğru söylemeği, emaneti gözetmeyi, akrabalık haklarına riayeti, komşularla hoş geçinmeyi öğretti. Yalan söylemeği, yetim malı yemeği, haksızlık etmeği yasakladı.

Biz O’na inandık. O’nun gösterdiği Hak Dini kabul ettik. Bu yüzden kavmimizin hakaret ve işkencelerine uğradık. Fakat dinimizden dönmedik. Dayanamaz hâle gelince onlardan kaçıp, sizin himâyenize sığındık…” dedi. Kur’ân-ı Kerim’den ayetler okuyarak herkesi heyecana getirip ağlattı. Hz. İsa ve Meryem’le ilgili olarak:

“Meryem çocuğu alıp kavmine getirdi. Onlar: Meryem, utanılacak bir şey yaptın. Ey Harun’un kız kardeşi, baban kötü bir kimse değildi, annen de iffetsiz değildi… dediler. Meryem çocuğu gösterdi: Biz beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz… dediler.

Çocuk: Ben şüphesiz Allah’ın kuluyum, bana kitap verdi ve beni Peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı, zekât vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti, beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde ve dirileceğim günde bana selâm olsun.. dedi”.

İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğlu İsa gerçek söze göre budur.” 

Bu ayetleri dinleyen Habeş hükümdarı:

-“Allah’a yemin ederim ki, bu sözler Hz. İsa’ya gelen sözlerle aynı kaynaktan,” dedi ve Kureyş elçilerinin teklifini reddetti.

Ertesi gün, Amr Necâşi’nin huzuruna çıkarak:

-“Onlar Hz. İsa hakkında yakışıksız sözler söylüyorlar”, diyerek hükümdarı tahrik etmek istedi. Çünkü Habeş Necâşisi Ashame Hristiyan’dı.

Bu iddiaya karşı Câfer:

-“Biz, Hz. İsa hakkında Cenâb-ı Hak Kur’ân’da ne bildirmişse ancak onu söyleriz” dedi ve sonra şu anlamdaki ayeti okudu.

“Meryem oğlu İsa Mesih, Allah’ın Peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir. O, Allah tarafından bir ruhtur…”

Bunun üzerine Necâşi yerden bir çöp alıp göstererek:

“-Hz. İsa’nın dedikleri ile sizin söyledikleriniz arasında şu çöp kadar bile fark yok. Sizi ve Peygamberinizi tebrik ederim. Şehadet ederim ki, O zât, hak Peygamberdir. O’nu Hz İsa müjdelemişti…” dedi. Sonra, Kureyş elçilerine:

“-Peygamberlerini yalanlayan kavmin hediyesi bana lâzım değil,” diyerek getirdikleri hediyeleri geri verdi.

Kureyş elçilerine müslümanları geri vermeyeceğini bildirdi. Daha sonra Habeş hükümdarı müslümanlarla uzun uzun konuşmalar yaptı. Bazı tarihçelerin beyanlarına göre hükümdar gizlice islamiyeti kabul etmiştir.

Habeşistan’da Müslümanlar güven içinde kaldılar. Bunlardan bir kısmı, Müslümanlar Medine’ye hicret edince Medine’ye gittiler (622 M.). Bir kısmı Hudeybiye barışına kadar orada kaldılar. (628 M.) Câfer’in başkanlığında son 16 kişilik kafile ise Hayber’in fethi esnâsında Medine’ye döndü. (628 M.)

 Habeşistan Meliki NECÂŞî ‘yi tanıyalım

İslâmiyet’in doğuş yıllarında, Mekke’de müşriklerin zulmünden bunalıp ülkesine sığınan Müslümanların burada huzur içinde yaşamalarını sağlayan adil insan. Peygamber Efendimize olan duygularını “Keşke şu saltanata bedel, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın hizmetkârı olsaydım! O hizmetkârlık, saltanatın pek fevkindedir” şeklinde dile getiren Mü’mün insan. Vefatı üzerine gıyabında cenaze namazı Peygamber Efendimiz (asm) tarafından kıldırılan bahtiyar Müslüman.

Necâşî, Habeş hükümdarlarına o zamanlarda verilen bir unvandır. Dolayısıyla bu, asıl isim olmayıp söz konusu hükümdarın unvanıdır. Asıl ismi ise daha çok Ashama olarak nakledilmekle birlikte, bazı kaynaklarda, Azhama veya Ahbar olarak da geçmektedir. Necâşî hakkında teferruatlı bilgi bulunmayıp doğum tarihi de kesin olarak bilinmemektedir.

Necâşî, insanlar arasında adaletin gözetilmediği, daha çok güçlülerin istekleri doğrultusunda yönetimin icra edildiği bir asırda ve zamanda, adil kişiliği ile ön plana çıkıp tanınan ve saygın bir kişiliği olan hükümdar olarak tanındı. Hükümdarlığı boyunca kendi halkı tarafından sevildiği gibi çevresindeki komşuları tarafından da sevilen ve saygı gösterilen bir yönetici oldu.

İslam tarihinde önemli bir yeri ve konumu olan Necâşî, Peygamber Efendimiz tarafından mektupla İslam’a davet edilen hükümdarlardandır. Diğer tarafından adil kişiliği, insanlara olan merhameti gibi özelliklerinden dolayı Müslümanların ülkesine iki kez hicret ettiği bir devlet başkanı olarak tanınmaktadır. Necâşî, din adamlarına karşı son derece saygın bir kişi olması ve onları korumasından ötürü çevresinde önemli ölçüde Hıristiyan din adamları da toplanmıştır. Nitekim kendisi ve çevresindeki din adamlarının kendi kaynaklarına dayanarak edindikleri bilgiler ve İncil’de geçen ibarelerin de etkisiyle İslamiyet’i hemen kabul ettikleri görüldü. Kendi kitaplarında geçen son peygamberin vasıflarının Peygamber Efendimiz’de (asm) bulunduğunu tespit eden Necâşî ve adamları Müslüman oldular.

Habeş denilince 

Bilal-i Habeşi (Bilal bin Rebah) (R.A.) tanıtmadan geçmek olmaz.

581 yılında Habeşistanlı köle bir ailenin çocuğu olarak Mekke’de dünyaya geldi. Annesinin adı Hamâme, babasının adı Rebah’tır.

İslamiyet’i ilk kabul edenlerden ve bunu açıktan ilan eden ilk yedi kişiden biridir. Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden Ümeyye’nin kölesi idi.

O zamanlar, her yerde olduğu gibi, Arabistan’da da korkunç bir cahiliyet vardı. İçki, kumar, zina, hırsızlık, zayıfları ezme, zulüm ve ahlâksızlık namına ne varsa hepsi yapılıyordu.

Güçlü kimseler, zayıf kimseleri köle olarak kullanıyorlardı. İşte bu kölelerden birisi de, Bilâl-i Habeşî idi. Fakat bunun diğerlerinden farklı bir hâli vardı. Son derece mert ve dürüst idi. Bunun için Ümeyye, bunu kervanının başını koyar, mallarını bunun vâsıtasıyla uzak yerlere gönderirdi.

Bilâl-i Habeşî hazretlerinin diğer bir özelliği de, sesinin çok güzel olmasıydı. Bunun için düğün ve şenliklerde aranan bir kimseydi.

Bilâl-i Habeşî yine bir gün, bir kervanla Şam’a gitmişti. Bu kervanda, Hz. Ebu Bekir de vardı. İkisi arasındaki dostluk bu yolculukta meydana gelmişti. Bu sırada Mekkelilerin tek gelir kaynağı ticaretti.

İslâm güneşinin doğmasına ve âlemi aydınlatmasına çok az bir zaman varken, işte bu yolculuk yapılmıştı. Hz. Ebu Bekir bu yolculukta gördüğü bir rü’yâ sebebiyle sefer dönüşü iman nuru ile şereflenmişti.

Bir gece yarısı Bilâl-i Habeşî hazretlerinin kapısı çalındı. Uyandığında, kapıdan fısıldayan bir ses duydu:

– Bilâl! Bilâl!

“Gecenin bu saatinde bu ses nedir” diye düşünürken, aynı ses tekrar etti:

– Bilâl! Bilâl!

Karanlıkta korkuyla sesin geldiği tarafa yöneldi. Sesin geldiği tarafa yaklaşıp sordu:

– Sen kimsin?

– Ben Ebû Bekir.

– Gecenin bu saatinde ne istiyorsun? Söyleyeceklerini sabah söyleyemez miydin? Acelen nedir?

– Sabahı beklemeden, sahibin duymadan söylemem lâzımdı, onun için geldim.

– Beni meraklandırdın! Söyleyeceğini hemen söyle!

– Yâ Bilâl! Bu ümmetin peygamberi geldi.

– Kimdir?

– Ebü’l-Kâsım.

– Peki, peygamber olduğunu nasıl anladın?

Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir şöyle cevap verdi:

– Şam yolculuğunda gördüğüm rü’yâyı anlattıktan sonra kendisine, “Yâ Ebe’l Kâsım, sen Allahın Resûlü olduğunu söylüyor, imana davet ediyormuşsun, öyle mi?” diye sordum. O da, (Evet yâ Ebâ Bekir! Rabbim insanlara müjdeleyici ve korkutucu olarak, Hazret-i İbrahim’i gönderdiği gibi beni de bütün insanlara peygamber olarak gönderdi) dedi. Ben de, “Sen bugüne kadar yalan söylemedin. İnanıyorum ki sen Allahın Resulüsün” deyip huzurunda Müslüman oldum. Senin de Müslüman olmanı, ebedî saadete kavuşmanı istiyorum,

Hz. Ebû Bekir’in bu cevabı üzerine, onu yakinen tanıyan, samimiyetinden hiç şüphesi olmayan Bilâl-i Habeşî hazretleri, Kelime-i şehâdeti getirip Müslüman oldu.

Bilâl-i Habeşî, Müslüman olduktan sonra hayatında bambaşka bir safha başladı. Artık o, hak ile batıl arasında vuku bulmak üzere olan çetin bir mücadelenin azimli bir kahramanı, yalnız bir mücahidi olmuştu.

Zalim Ümeyye; O’nun Müslüman olduğunu anladığı zaman, daha da hainleşti, onu İslâm’dan çevirmek için yapmadığı eziyet ve işkence kalmamıştı. Ümeyye, öğlen vakti güneşinin bir yanardağ kesildiği anda, Bilâl’i alır, kızgın kumların üzerine yatırır, sırtına kocaman bir taş koyar ve şöyle derdi: “Muhammed’e küfret; Lat ve Uzza’ya iman et. Yoksa onlara iman edinceye kadar böylece kalacaksın.”

Bilâl’in kızgın kumlar üzerinde sırtı yanar, göğsü yanar, nefesi tıkanır, bu müthiş işkence altında saatlerce kıvranırdı. Fakat dudaklarında daima şu sözler dökülürdü: “Allahu Ahad, Allahu Ahad”, Onun bu durumu, müşrikleri bile hayrete düşürürdü.

Ümeyye b. Halef’in Bilâl’e yaptığı işkencelere çok üzülen Ebu Bekir, ona bu işkenceden vazgeçmesini söyledi. O da: Onun ahlakını bozan sensin, onu bizden uzaklaştıran senden başkası değildir dedi.

Bunun üzerine Ebu Bekir ona şu cevabı verdi: Benim yanımda senin şu kölenden daha güçlü ve kuvvetlisi var. Hem de senin dinindendir. İstersen onu al ve bunu bana ver. Ümeyye b. Halef bu teklifi kabul edip öteki köleyi aldı ve Bilâl’i Ebu Bekir’e verdi. Böylece Ebu Bekir Bilal’i işkenceden kurtarmış oldu.

Bilâl daha sonra diğer ashap ile birlikte Medine’ye hicret etti. Orada Sa’d b. Hayseme’ye misafir oldu. Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik oluşturulunca Bilâl’e de Abdullah b. Abdurrahman el-Has’amî kardeş ilân edildiler. Bu kardeşlik köklü bir şekilde sürüp gitti. Öyle ki Bilâl, Hz. Ömer devrinde Şam’da bulunduğu sırada maaş olarak divandan ona ayrılan hissesinden kardeşine de bir hisse veriyordu.

Hicretten sonra Bilâl-i Habeşî hazretleri, bir gün Mescidi-i Nebi’de iken büyük bir neşe içinde coşuyor, yerinde duramıyor, oynuyordu. Hz. Ömer bu hâlini görünce sordu:

– Yâ Bilâl, bu hâlin nedir? Burasının mescit olduğunu unuttun mu?

– Benim hâlimde ne var ki? İstersen gidip hâlimi Resûlullaha arz edelim, yanlışım varsa tövbe ederim ve bir daha yapmam.

Beraberce Resûlullahın huzuruna gittiler. Hz. Ömer, Peygamber efendimize durumu arz etti:

– Yâ Resûlallah, Bilal, mescidin huşu’unu bozuyor. Burada neşelenip coşuyor, oynuyor.

Peygamber efendimiz Hz. Bilâl’e sordu:

– Yâ Bilâl, böyle neşeli olmanın sebebi nedir?

– Yâ Resûlallah, cenâb-ı Hak bana hidâyet nasip etti. Ben bir köleydim. Mekke’nin ileri gelenlerinden nice kimseler bu saadete eremediler. Ebedî saâdetten mahrûm kaldılar. Onlara hidâyet nasip olmadı. Ben neşelenmeyeyim de kim neşelensin? Ben oynamayayım da kim oynasın?

– Bilâl’e dokunmayın! Sevinip neşelensin

Medine’de Müslümanlar, namaz vakitlerinin bir şekilde bildirilmesi gerektiğine karar verdiler. Ancak bunun ne şekilde olacağı konusunda fikir birliğine varılamadı. Bu sıralarda Abdullah bin Zeyd, gördüğü bir rüyayı Hazreti Muhammed(sav)’e anlattı.

Rüyasında ezanın bugünkü şeklini duymuştu. Bunun üzerine Muhammed (sav), duyduğu ezanı Bilal’a öğretmesini ve bundan sonra namaz vakitlerinin ezanla duyurulacağını bildirdi. Böylece ilk ezan okuyan (müezzin) Bilal(ra) olmuştur. Bir süre sonra Bilâl-i Habeşî sabah ezanına essalâtü hayrun minnen nevm (namaz uykudan hayırlıdır) şeklinde bir ekleme yaptı ve Muhammed, Bilâl, bu ne güzel söz! Diye onu tasvip etti.

Hz. Bilâl, Resulullah’ın bütün gazalarına katıldı. Bedir gazasında Hz. Bilâl, Mekke’de kendisine her türlü eza ve işkenceyi reva gören Ümeyye’yi görmüş ve şöyle bağırmıştı: “İşte küfrün başı!” Bunun üzerine dikkatleri ona çevrilmiş ve müslümanlar derhal onun ve oğlunun etrafını sararak ikisini de öldürmüşlerdi.

Resulullah, Kâbe’yi putlardan temizledikten sonra müezzini Bilâl, burada ezan okuyarak, ortalığı tevhîd nameleriyle coşturmuştu.

Resul-u Ekrem’in vefatı üzerine, ona karşı büyük bir sevgi duyan Hz. Bilâl, Medine’de kalmaya dayanamayıp, ayrılmak zorunda kaldı. Hz. Ebu Bekir, Bilâl’e yanında kalması için ısrar ettiği halde, Hz. Bilâl ona şöyle demişti: “Eğer sen beni Allah için azat ettinse bırak istediğim yere gideyim; yok kendi nefsin için azat ettinse beni yanında alıkoy!“

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir şöyle demişti: “İstediğin yere git!“

Resulullah’ın vefatından sonra cihadı, ezana tercih eden Hz. Bilâl, Şam’a gitti ve Hz. Ebû Bekir devrinde Suriye’de meydana gelen gazalara katıldı.

Hz. Ömer devrinde cihat devam etti. Hz. Bilâl bu cihatlara da katıldı. Hz. Ömer, hicrî on altıncı yılda Suriye ve Filistin’e gittiği zaman, Bilâl onu karşılamaya çıkarak Câbiye’ye gelmişti. Sonra halifenin maiyetinde Kudüs’e giderek, bu kutsal şehrin teslimi sırasında bulunmuş ve Hz. Ömer ile birlikte Kudüs’e girmişti. Hz. Ömer, burada, Resulullah’ın vefatından beri ezan okumayan Bilâl’den ezan okumasını rica etmiş, Hz. Bilâl de halifenin ısrarına dayanamayarak ezan okumuştu. Bilâl Tevhîd’in bu üstün yanı olan ezanı okumaya başlar başlamaz, Hz. Ömer ve diğer ashab Resulullah (s.a.s.) dönemini hatırlayarak, gözlerinin önüne, geçmiş günleri getirip hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Bilâl’in ezanını dinleyenlerin hepsi, kendilerinden geçmişlerdi.

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in irtihâlinden sonra Suriye’ye giden Bilâl,”Havlan” kasabasına yerleşti. O burada huzur içinde yaşıyordu.

Hz. Bilâl, Suriye’de bir müddet kaldıktan sonra bir gece rüyasında Hz. Peygamber (s.a.s.)’i gördü. Resulullah ona, şöyle demişti: “Beni ziyaret etmeyecek misin?“

Hz. Bilâl, uyanır uyanmaz, hazırlığını tamamlayıp Medine yolunu tuttu. Medine’ye gece ulaştı. Oraya varınca Ravza-i Mutahhara’ya yüzünü sürerek, burada Resul-u Ekrem’le birlikte geçirdiği günlerin hatırasını düşünerek ağladı. Bu sırada Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin Bilâl’i görmüş, fecir vaktinde ondan ezan okumasını rica etmişlerdi. Bilâl, (r.a.) onların arzusunu yerine getirerek, Peygamber Mescid’inde ezan okumuştu. Bilâl’in sesini duyan Medineliler, İsrafil suruyla uyandırılmış gibi yerlerinden fırlamış ve ezanı dinlemeye başlamışlardı. Birinci şehadetten sonra Resulullah’ın risâletini ikrar eden şehadet tekrar okunurken, Hz. Peygamber’in kabrinden kalktığını tasavvur ederek evlerinden dışarı fırlamışlardı. Bu sabah, bütün Medine’ye, risalet devrini bütün canlılığı ile yaşatan, herkesin hislerini coşturan, bütün Müslümanların Resul-u Ekrem’e karşı duydukları sevgiyi canlandıran Bilâl’in sesi idi.

Hz. Bilâl (r.a.), vefatı yaklaşınca, ölümün ızdırabını, sevgililerine kavuşmasındaki zevk ile mezcetmiş; ömrünün son anlarında onun hastalığını gören zevcesi, teessüründen “ah ne acı” dedikçe, Bilâl: “Oh! Ne tatlı!” diyor ve ekliyordu: “Yarın sevgililerle, Muhammed ve arkadaşlarıyla buluşacağım.” diyordu.

Bilâl-i Habeşî, İslam’ın ahlâkıyla ahlâklanmış, fazîlet ve kemâl sahibi bir sahabî idi. Hz. Bilâl, bütün vaktini, Resul-u Ekrem’e hizmetle geçirdi. O, Resulullah’ın meclislerinde daima hazır bulunurdu. Her namazda, her durum ve işte Resulullah’dan ayrılmazdı. Hz. Peygamber’in hazinedarlığını, Bilâl yapardı. Çarşı ve pazardan alınacak her şeyi o tedarik eder, icabında ödünç para alır, Resulullah’ın evinin ihtiyaçlarını sağlar, sonra da müsait zamanlarda o borçları öderdi.

Hz. Bilâl’in doğruluk ve ahlâki, İslâm’a bağlılığı takdir edilmekte ve övülmekteydi. Artık o, siyahî bir köle değil, ashabın ileri gelenlerinden ve İslâm devletinin yönetiminde söz sahibi olan müminlerden biriydi.

Hz. Bilâl, uzun boylu, zayıf, ince ve koyu esmerdi. Ömrünün sonlarına doğru saçlarının çoğu beyazlaşmıştı

Bilâl-i Habeşî, 641 yılında vefat etti Şam’daki Ehl-i Beyt mezarı olarak bilinen Dımaşk’ın. Bab’üs Sağîr mezarlığına defnedilmiştir.

HABEŞİSTAN’IN DÜNÜ VE BU GÜNÜ

Somali halkı İslam’la daha hicretten önce tanışmışlardır. O dönemde bugünkü Somali toprakları adaletiyle ünlü Habeşistan kralı Necaşi’nin yönetimi altındaydı. Mekke’de müşriklerin zulmünden kaçarak Resulullah (s.a.s.)’ın tavsiyesiyle Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar da ilk olarak bugünkü Somali topraklarında bulunan Zeyla şehrine gitmişlerdi. Somalililer de İslâm’ı onların vasıtasıyla tanıdılar ve çok çabuk kabullendiler. Bu yüzden İslâm Somali halkı arasında hızlı bir şekilde yayıldı. Daha sonra Resulullah (a.s.)’ın İslâm’ı tebliğ etmeleri için Yemen’e gönderdiği Müslüman davetçiler oradan Somali’ye de geçtiler ve Somali’de de tebliğ çalışmalarında bulundular. Bu çalışmaların Somali halkı üzerinde büyük etkisi oldu ve daha birinci hicri yüzyılın yarısına gelinmeden bütün Somaliler Müslüman oldular. Somali uzun bir süre Habeşistan krallığının yönetiminde kaldı. Sonraki dönemlerde değişik krallıklar ülkeye hükmetti. 14. yüzyıl sonlarından itibaren Somali, Osmanlı Devleti’ne bağlı topraklardan sayılmaya başladı. Batılı sömürgecilerin Somali’ye saldırıları 19. yüzyılın ortalarından sonra başladı. 1884’te İngiltere Kuzey Somali’yi ele geçirdi. 1887’de de İtalyanlar Güney Somali’nin bir bölümünü ele geçirdiler. İtalyanlar 1927’ye kadar Güney Somali’nin kalan kısımlarını da işgal ettiler. Müslüman lider Mevla Muhammed bin Abdullah 1901’de başlattığı hareketle İngilizlerin işgal ettiği bölgeyi geri aldı. Ancak İngilizler 1920’de burayı yeniden işgal ettiler. İngilizlerin işgal ettiği bölge İngiliz Somalisi, İtalyanların işgal ettiği bölge İtalyan Somalisi olarak adlandırıldı. İtalyan Somalisi olarak adlandırılan bölgenin yüzölçümü 506.573 km2, İngiliz Somalisi olarak adlandırılan bölgenin yüzölçümü de 176.113 km2’ydi. İtalyan Somali’si 26 Haziran 1960’ta, İngiliz Somalisi de aynı yılın 1 Temmuz tarihinde bağımsızlığını elde etti. İngiliz Somalisi’nin bağımsız olmasıyla birlikte iki Somali birleşerek bağımsız Somali Cumhuriyeti’ni kurdular. Kurulan bu cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanlığına Aden Abdullah getirildi. 1967’de de cumhurbaşkanlığına Abdurreşid Ali Şermarke geçti. Sosyalist anlayış sahibi Tümgeneral Muhammed Siyad Berri 21 Nisan 1969 tarihinde gerçekleştirdiği askeri darbeyle yönetimi ele aldı ve sivil cumhurbaşkanı Şermarke’yi de öldürdü. Muhammed Siyad Berri, İtalya’nın Güney Sudan’ı işgal altında tuttuğu dönemde İtalyanların kurduğu polis teşkilatında polis müfettişi olarak görev yapmıştı. Siyad Berri, yönetimi ele alır almaz parlamentoyu dağıttı, siyasi partileri kapattı ve anayasayı yürürlükten kaldırdı. Berri, ülkede sosyalist bir yapı oluşturma çabalarına girdi. Bu amaçla bankaları ve çeşitli ekonomik kuruluşları devletleştirdi. Bu arada kendisinin benimsediği bilimsel sosyalizmin en büyük düşmanı olduğunu ileri sürdüğü İslâm’a karşı da savaş açtı. Halkın Somali diliyle yazılmış İslâmi eserlerle bağını koparmak amacıyla Arap harfleriyle yazılan Somaliceyi latin harfleriyle yazdırtmaya başladı. Uygulamalarına karşı çıkan çok sayıda ilim adamını idam ettirdi. Bazı yerlerde kendisine karşı çıkan kalabalıkların üzerine ateş ettirerek onlarca insanı öldürttü. İktidarının ilk on yılında Sovyetler Birliği’yle arası iyi olan Siyad Berri, 1977-78 Ogaden Savaşı’nda Sovyetler’in Etyopya’yı desteklemesi üzerine Sovyet yönetimiyle arası açıldı. 1979’da uygulamaya koyduğu anayasada kendine sınırsız yetkiler tanıdı. Bu yetkilerini sonuna kadar kullanarak Somali halkına her türlü zulmü yaptı. Onun zulmünden kaçan yüzbinlerce Somalili Etyopya topraklarına sığındı. Berri’ye karşı çeşitli dönemlerde muhalif eylemler düzenlendi. Ancak bu eylemler genellikle başarısız kaldı. Muhalefet 1990 sonlarına doğru iyice şiddetlendi ve bütün ülkeyi sardı. Berri’nin kurduğu diktatörlük rejimine karşı çıkan muhalif gruplar Aralık 1990’ın başlarından itibaren silahlı mücadeleye giriştiler. Silahlı çatışmalar Ocak 1991’de de devam etti. Sonunda yenilgiyi kabul etmek zorunda kalan Berri, Ocak 1991’de ülkesini terk etti. Ancak Berri’nin kaçmasından sonra ülke yönetimi konusunda aralarında anlaşamayan muhalif gruplar silahlarını birbirlerine çevirdiler ve iç savaş bu şekilde devam etti. Çıkan iç savaş ve iç savaşla aynı zamana denk gelen kuraklık ülkede büyük bir açlık faciasının ortaya çıkmasına sebep oldu. Uluslararası kuruluşların ilgisizlikleri ve yardım konusunda gösterilen gevşeklik ise faciayı daha da dramatik bir hale getirdi. Somali’deki açlığı bir fırsat olarak değerlendiren Hristiyan yardım kuruluşları da ülkeye girerek yoğun misyonerlik faaliyetlerinde bulundular. Hristiyan yardım teşkilatları hem ülke içinde yardım dağıtımı ile birlikte Hristiyan propagandası yapıyor hem de Somalili çocuklardan seçtiklerini Avrupa’daki kilise teşkilatlarına gönderiyorlardı. ABD yönetimi Kasım sonlarına doğru yaptığı açıklamada Somali’ye 30 bin asker gönderme niyetinde olduğunu bildirdi. ABD’nin Somali’ye asker göndermekteki gerekçesi bu ülkede devam eden iç savaş yüzünden yapılan yardımların yerlerine ulaşmaması ve bundan dolayı açlıktan ölümlerin gittikçe artmasıydı. BM Güvenlik Konseyi de, 4 Aralık 1992 tarihinde çıkardığı kararla, Somali’ye ABD komutasında bir askeri harekatta bulunulması teklifini onayladı ve ardından “umut operasyonu” adı verilen askeri operasyon başlatıldı. Ancak gelişmeler operasyonun amacının Somali halkını kurtarmak değil, ABD’nin Afrika boynuzu üzerindeki çıkarlarını korumak amacıyla Somali’yi bir askeri üs haline getirmek olduğunu ortaya çıkardı. Bu durumu gören Somali halkı ve siyasi gruplar yabancı askerleri ülkelerinden çıkarmak için bir mücadele başlattılar. Operasyona katılan bazı ülkeler gelişmelerin aleyhlerine olduğunu görünce askerlerini çekme kararı aldılar ve 1993’ün sonlarına doğru geri çekilme işlemi başlatıldı. 1994’te dış güçlerin Somali’den tamamen çekilmesine rağmen içerideki istikrarsızlık ve iç çatışma hâlâ devam ediyordu. 

Dış problemleri: Somali’nin en önemli dış problemi Ogaden meselesidir. Ogaden çoğunlukla Somali asıllı Müslümanların yaşadığı bir bölge. Somali içlerine bir burun gibi uzanan bu bölgenin önemli bir kısmı, İngiliz işgalcilerin bölgeden çekilmeye başlamalarından sonra, Habeşistan’la İngiltere arasında 1954’te imzalanan bir anlaşma gereğince Habeşistan’a bırakıldı. İngilizlerin bu bölgeyi adı daha sonra Etiyopya olarak değişen Habeşistan’a bırakmaktaki amaçları Somali’yle bu ülke arasında sürekli devam edecek anlaşmazlığa yol açacak bir problem ortaya çıkarmaktı. İngilizlerin istediği gerçekleşmiş ve Ogaden konusu Somali’ye Habeşistan (Etiyopya) arasında sürekli bir problem vesilesi olmuştur. Bu mesele 1977 – 78’de iki ülke arasında bir savaşa da yol açtı. Savaşta Sovyetler Birliği’nin Etyopya’yı desteklemesi Somali’nin savaşı kaybetmesine sebep oldu. Somali yönetimi Sovyetler Birliği’yle ilişkilerini düzeltmek amacıyla 4 Nisan 1988’de Etyopya’yla bir anlaşma imzalayarak Ogaden bölgesi üzerinde Etiyopya’nın hâkimiyetini resmen tanıdı. Ancak bu anlaşma meseleyi temelden çözmüş değildir. Ogadenli Müslümanları temsil eden Ogaden Kurtuluş Cephesi mücadelesini sürdürmektedir.

İç problemleri: Somali’nin en önemli iç problemi diktatör Siyad Berri’nin yönetimden uzaklaştırılmasından sonra ortaya çıkan siyasi istikrarsızlık ve iç çatışmadır. Bunda ülkedeki kabile yapısının da etkisi olmaktadır. Aslında kabilecilik anlayışına dayanan bu iktidar kavgasının asıl sebebi geçmişte uygulanan cahilleştirme politikasıyla halkın önemli bir kısmının İslâmi bilgi ve şuurdan mahrum bırakılmasıdır. Siyad Berri döneminden sonra ortaya çıkan iç savaşın bir cephesinde Haviye kabilesinden olan ve Berri’nin ülkeyi terk etmesinden sonra geçici devlet başkanı ilan edilen Ali Mehdi Muhammed’in taraftarları, diğer cephesinde Habar kabilesinden Muhammed Farah Aydid’in liderliğindeki Somali Milli Birliği bulunmaktadır. Somali’ye BM güçlerinin girmesinden sonra bu gruplar kendi aralarındaki savaşa kısmen ara vererek dış güçlere karşı mücadele etmeye başladılar. BM güçleri karşısında en etkili olan grup da Aydid’in grubu oldu. Ancak 1994 Mart’ında dış güçler tamamen çekildiyse de içerideki iktidar meselesi kesin bir çözüme kavuşturulamadı. Ülkedeki iç savaş ve iktidar kavgası 1 milyondan fazla Somalilinin komşu ülkelere sığınmasına sebep oldu.

İslami Hareket: Somalililer İslâm’ın daha Medine’ye girmeden önce kendi ülkelerine girmiş olmasından dolayı kıvanç duyarlar. Somali halkı asırlar boyunca İslâmi kimliğini korudu. Bunda Somalililer arasındaki güzel bir geleneğin önemli etkisi oldu. Bu geleneğe göre her ailede, ailenin diğer fertlerine İslâm’ı öğretebilecek iyi yetişmiş ve Kur’an-ı Kerim’i ezbere bilen bir kişinin bulunması gerekirdi. Afrika’nın Avrupa ülkeleri tarafından sömürgeleştirildiği dönemde İngiltere ile İtalya arasında paylaşılan Somali’de yürütülen misyonerlik çalışmaları ile de bu ülke halkının İslâmi kimliği değiştirilemedi. Ancak sömürgecilerin baskıları İslâmi eğitim çalışmalarının zayıflamasına yol açtı ve yukarıda sözünü ettiğimiz geleneğin sürdürülmesini engelledi. Somali’nin 1960’da bağımsızlığına kavuşmasından sonra ülkede yönetimi ele alanlar liberal anlayışı benimsediklerinden İslâmi çalışmalara her hangi bir katkıları olmadı. 21 Ekim 1969 tarihinde gerçekleştirdiği darbeyle Somali’nin yönetimini ele alan Muhammed Siyad Berri bütün İslâmi çalışmaların önüne engel koydu. Berri’nin bütün baskılarına rağmen ilim adamlarının gayri İslâmi uygulamalara karşı mücadeleleri durmadı. İlim adamları 14 Temmuz 1989 tarihinde verdikleri ültimatomda yönetimi İslâm aleyhtarı uygulamalarına son vermeye çağırdılar. İlim adamlarının, diktatör Siyad Berri’nin Somali’den İslâm’ın izlerini silmeyi amaçlayan uygulamalarına karşı direnişlerinin yanı sıra İslâm’ı devlete hâkim kılmayı ve Somali halkının İslâmi kimliğini korumayı amaçlayan birtakım cemaatler de oluşturuldu. Bunların içinde en köklü olanı Müslüman Kardeşler cemaatiydi. Ayrıca selefi anlayışa sahip Sünnet Cemaati ile Magam İslâm da bu ülkede halen varlığını sürdüren İslâmi cemaatlerin önemlileri arasındadır. Bugün Somali’deki İslâmi Hareketin başını İslâmi Birlik Partisi çekmektedir. İslâmi Birlik Partisi kuruluşunu 1985 yılında gerçekleştirdi. Ancak diktatör Siyad Berri’nin baskı uygulamaları dolayısıyla diğer İslâmi cemaatler gibi çalışmalarını oldukça zor şartlar altında ve gizli olarak yürütüyordu. İslâmi Birlik Partisi 29 Kasım 1991 tarihinde Cibuti’de bir kongre gerçekleştirerek Somali’de verdikleri mücadeleyle bu ülkeye yeniden İslâm’ı hâkim kılmayı amaçladıklarını dünyaya duyurdu. Ülkedeki diğer siyasi grupların iktidar mücadeleleri genellikle kabileci anlayışa dayanırken İslâmi Birlik Partisi Somali’nin birlik ve bütünlüğünü savunduğunu, kabileci anlayışla Somali Müslümanlarının parçalanmasına karşı olduğunu bildirdi. Batıcı liberal anlayışa sahip kabileci grupların diktatör Siyad Berri’ye karşı silahlı mücadele başlatmalarının oluşturduğu şartlar dolayısıyla İslâmi Birlik Partisi de bazı silahlı eğitim kampları kurmak zorunda kaldı. 1991’in Ocak ayında diktatör Siyad Berri’nin yönetimden uzaklaştırılması ile ülkenin iki büyük kabilesine mensup Ali Muhammed Mehdi ile Farah Aydid arasında çıkan iktidar kavgası İslâmi Birlik Partisi’ni de etkiledi. Aralık 1991’de Farah Aydid’in kuvvetleri ile İslâmi Birlik Partisi mensupları arasında Mereke’de çıkan çatışmada çok sayıda ölen oldu. Bu olaydan sonra İslâmi Birlik Partisi askeri gücünü daha da artırmak için çeşitli faaliyetler içerisine girdi. İslâmi Birlik Partisi’nin en güçlü olduğu yer üç milyon kişiyi yani Somali halkının yarısına yakın bir kısmını barındıran Ogaden bölgesidir. (Yani Somali’nin sınırları içinde kalan Ogaden.) Silahlı güçleri de çoğunlukla bu bölgede bulunmaktadır. Ancak ülkenin diğer bölgelerinde de destekçileri ve silahlı güçleri mevcuttur. Başkent Mogadişu’nun bazı önemli merkezleri de Amerikan işgal kuvvetlerinin Somali’ye girmesinden önce İslâmi Birlik Partisi’nin eline geçmişti. Amerika’yı Somali’ye işgal kuvvetleri göndermeye yönelten sebeplerin arasında İslâmi Birlik Partisi’nin gerçekleştirdiği başarıların da olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle bu partinin Sudan yönetimiyle işbirliği yaparak İslâmi yardım kuruluşlarının Somali’deki açlık felaketini durdurmak amacıyla Sudan üzerinden göndermeye başladıkları yardımların dağıtımında rol alması ABD’ni ve batılı güçleri endişeye soktu. Çeşitli kaynaklarda İslâmi Birlik Partisi’nin çeşitli Doğu Afrika ülkelerinde mücadele eden İslâmi cemaatlerle ve Sudan yönetimiyle doğrudan ilişkileri olduğuna dikkat çekilmektedir. İslâmi Birlik Partisi’nin siyasi lideri Ali Hivar Samiye’dir. Resmi sözcülüğünü Mahmud Osman yapmaktadır. Askeri operasyonlar sorumlusunun adı da Hasan Dahir Uveys’tir. Somali’deki diğer İslâmi cemaatler genellikle silahlı mücadeleden uzak durarak tebliğ çalışmalarına ağırlık vermektedirler.

615 ve 616 yıllarında Sahabe Efendilerimize kucak açıp onlara her türlü  yardımı yapın, can güvenliklerini sağlayan, her türlü baskıya rağmen onları müşriklere teslim etmeyen Necaşi’nin torunları şimdi fakirlik ,savaş, sömürü gibi her türlü olumsuzluklarla karşı karşıyalar.

Zaman biz Türkiye Müslümanlarının bu kardeşlerimize yardım etme zamanı, ellerinden tutma zamanı, en önemlisi içinde boğuldukları durumdan çıkması için en gerekli asrımızın reçetesi olan Kuran tefsiri Risalei Nurları onlara ulaştırma zamanı.

Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, ziyâ-yı İslâmiyet ile neşv ü nema bulacaktır.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • M. Asım Köksal, İslam Tarihi
  • Risalei nur
  • Nurnet
  • Enfal
  • İslam tarihi

Sultan II. Ahmed Han Kimdir? (1643-1695) Kısaca Hayatı

Ağabeyi 2. Süley­man hân’ın, vefatı üzerine, Sultan İbrahim’in, 25 Şubat 1643’te Edirne’de doğan şehzadesi  2. Ahmed  21. Osmanlı padişahı ve 13. Osmanlı halifesi ve İslam halifelerininde seksen altıncısı olarak Osmanlı tahtına çıkmıştır.Tahta çıktığında kırksekiz yaşında idi Annesi Hatice Muazzez Sultandı.

Annesi 2. Ahmed’in terbiyesiyle ve tahsiliyle sıkı sıkı meşgul olmuştur.Yazı yazma kabiliyeti çok üstündü. Kendisi bir çok Kur’an-i Kerim yazmıştır. Arapça ve Farsça lisanlarına vakıftı. Şairlere ve Şiirlere düşkündü. 

Ahmet Han’ın tahta çıkma sırasında Osmanlı Devleti, İkinci Viyana Kuşatmasını takip eden harplerle meşguldü. Tahta çıktığında  Avusturya üzerine giden Sadrazam Fazıl Mustafa Paşa’ya  seferine devam etmesini ferman buyurdu.  Fazıl Mustafa Paşa, 20 Temmuz’da Belgrad’a ulaşan Osmanlı ordusunu, Kırım kuvvetlerinin gelmesini beklemeden ve harp meclisinin kararına aykırı olarak Petervaradin önlerinde bulunan Avusturya ordusu üzerine sürdü. Şiddetli geçen harbin ilk anlarında Osmanlı ordusu üstün durumda iken serdarın vurularak şehit düşmesi üzerine, vaziyet Osmanlılar aleyhine döndü. Böylece Salankamen savaşı kaybedildi. Bu mağlubiyetten  sonra, Lipva ve Varat kaleleri Avusturyalılar tarafından işgal edildi İsakçı ve Hanya kalelerini muhasara etmişlersede kale komutanlarının başarılı savunmasıyla muvaffak olmayıp geri döndüler.

1693 yılında Avusturyalılar, Erdel üzerinden Eflak ve Boğdan’a tekrar taarruza başladılar. Yanova’yı işgal eden düşman kuvvetleri,Belgrad’ı muhasara ettiler. Ancak Sadrazam Bozoklu Mustafa Paşa Yanova’yı geri aldı ve Belgrad’ı muhasaradan kurtardı. Osmanlı Ordusunun kısmi başarılarına rağmen Avusturyalıların taarruzları bitmek bilmiyordu. Osmanlıların toparlanmasına fırsat vermek istemeyen Venedikliler de devamlı saldırı halinde idiler. Nitekim serdar-ı ekremin Varadin muhasarasında olduğu bir sırada Malta, Floransa ve Papalık filolarından müteşekkil bir Venedik donanması Sakız Adası’nı işgal etti. Bu haber Sultan II. Ahmet Han’ı çok müteessir etti. Padişah, bu üzüntüsünü vezir-i azam Sürmeli Ali Paşa’ya gönderdiği hatt-ı hümayunda “Madem ki Sakız düşman elindedir, bütün Engürüs (Macaristan) memleketini fethetsen makbulüm değildir.” diyerek bildirdi. Ayrıca sadrazam Edirne’ye gelince; “Eğer bu kış Sakız geri alınmazsa, bütün reisleri katlederim.” diyerek emrini bildirdi.

Bu emir üzerine 1695 yılı ilk günlerinde İstanbul’dan hareket eden Osmanlı donanması kalyonlar kaptanı Mezomorto Hüseyin Paşa’nın büyük kahramanlığı sayesinde Sakız boğazındaki Koyun adaları mevkiinde Venedik donanmasına büyük zayiat verdirdi.

Venedikli amiral, gemisiyle birlikte sulara gömüldü. Koyun adaları zaferinden sonra, Türk donanması Sakız’a asker çıkarıp adayı kolayca ele geçirdi. Ancak Sultan II. Ahmet Han Sakız’ın fetih haberini alamadan  6 şubat 1695 te elli iki yaşında Edirne’de hayata gözlerini yumdu. 2. Ahmed tahta çıktığı zaman söylediği; “Ben saltanata talip değildim. Allah-ü Teala fazl-ı kereminden bu aciz kuluna nasip eyledi. Bu nimetin şükrünü eda edemem.” şeklinde sözleri onun nasıl manevi bir mesuliyetle devlet reisliğini kabul ettiğini anlatmakta ve milletine hizmet duygusunun derinliğini göstermektedir. Divan toplantılarını asla aksatmaz, haftada dört gün çalışılmasını tekrar meriyete sokan bu zattır.

Ayşe Haseki sultan ve Rabia Haseki Sultanla evli olan 2. Ahmed ; İbrahim, Selim (ikizdir) Ahmet, Atike, Hatice ve Asiye (çocuk yaşta vefat etmiştir) adlı üçü kız üçü erkek olan altı  çocuk sahibi idi. Türbesi İstanbul Süleymaniye’dedir

Derleyen: Çetin Kılıç

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • enfal 
  • osmanlı padişahları

Hz. Muaviye (R.A.) Kimdir? Kısaca Hayatı

602 veya 603 yılında Mekke’de doğduğu tahmin edilmektedir. Mekke’nin ileri gelenlerinden olan Ebu Süfyan ile Hind bint Utbe’nin oğlu olarak dünyaya geldi. Babasının yanında yetişti ve onun gözetiminde büyüdü. İslâmiyet’in zuhuru sırasında 7-8 yaşlarında bulunmaktaydı.

Bilindiği gibi, ailesi, Mekke’nin fethine kadar Müslümanlarla savaşan ve mücadele eden cephede yer almıştı.

Mekke fethedildiği gün babası ile beraber, Resulullah(sav)’ın önünde müslüman oldu.

Hazret-i Muaviye (ra), Resulullahın zevcelerinden Habibe validemizin kardeşidir. Eshab-ı kiramın büyüklerindendir.Uzun boylu, beyaz tenli, heybetli. Güzel konuşur, adaletli davranan. Çalışkan, gayretli, azimli. Arabistan’da meşhur olmuş dört dâhi Sahabiden biridir.

Hazret-i Muaviye, Peygamber(sav) efendimizin kâtiplerinden idi. Yazısı güzel idi. Fasih, halim, vakur idi.

Zeyd ibni Sabit diyor ki:

Muaviye, Cebrailin getirdiği vahyi ve Peygamber efendimizin mektuplarını yazardı.

Fahr-i âlemin emniyetlisi idi. Bu yüksek rütbe, derecesinin ne kadar yukarı olduğunu gösterir. Bu büyük zata dil uzatanlar, Server-i âlemin Kur’an-ı kerimi yazmakta emniyet ettiğine dil uzatmış olurlar.  Abdullah ibn-i Mübarek, Peygamber(sav) efendimizin ilmine tam vâris idi. İşte bu büyük âlim buyuruyor ki:

Hazret-i Muaviye, Resulullah(sav)’ın yanında giderken, bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülaziz’den bin kere efdaldir.”

İkinci binin müceddidi imam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:

Hazret-i Muaviye’nin yanılması, Resulullah(sav)’ın sohbeti bereketi ile, Veysel Karani’nin ve Ömer bin Abdülaziz’in doğru işlerinden daha hayırlı oldu. Bunun gibi, Amr ibni As’ın yanlış bir işi, o ikisinin şuurlu işinden daha üstün oldu.

Din-i İslamın en büyük âlimlerinden İbni Hacer-i Mekki hazretleri de buyuruyor ki:

Şüphe yoktur ki, Hazret-i Muaviye Sahabe-i kiramın nesep itibariyle büyüklerindendir. Peygamber(sav) efendimize nesep ile ve nikah ile çok yakın ve mahremleridir. Server-i âlem, Onun hilm ve sehasını meth ve sena buyurdu. Onda İslamiyet, sohbet, nesep, nikahla akrabalık şerefleri toplanmıştır ki, bunların her biri, Cennette Resulullahın yanında bulunmaya sebep olan şereflerdir. Bunlara hilm ve ilim ve Halifelik şerefleri de katılınca, kalbinde az bir safa ve sıdkı ve salahı ve imanı ve izanı olan kimse için artık bu hususta fazla anlatmaya lüzum kalmaz.

Hazret-i Muaviye, Huneyn Gazasında Resulullah(sav)’ın önünde babası ile birlikte kahramanca çarpıştı. Tebük Gazvesine katıldı. Veda Haccında bulundu. Hazret-i Ebu Bekir(ra) ve Hazret-i Ömer(ra) zamanlarında Suriye taraflarındaki savaşlara katıldı. Hazret-i Ömer(ra), onu Şam valisi yaptı. Hazret-i Ömer(ra) zamanında 4 yıl, Hazret-i Osman(ra) zamanında 12 yıl, Hazret-i Ali(ra) zamanında 5 yıl, Hazret-i Hasan(ra) zamanında altı ay Şam’da 21.5 sene vali oldu. Kufe’de halife seçildi. 19 sene, dört ay halifelik yaptı.

Aklı, zekası, fesahatı, sabrı, yumuşaklığı, ikramı, cömertliği fevkalade çok idi. Müslümanların başına geçeceği, hadis-i şerifte bildirildi. Kendisinden çok hadis-i şerif alındı, kitaplara yazıldı. Bu da, büyüklüğünü ve kendisine güvenildiğini göstermektedir.

Hz. Osman(ra)’ın şehit edilmesinden sonra Hz. Ali’ye (ra) biat etmeyen Muaviye, mazeret olarak, şehit halifenin katillerinin hemen bulunmamasını gösterdi. Hz. Ali(ra), Cemel Olayı’ndan sonra Muaviye’yi tekrar biat etmeye dâvet etti. Ancak, kabul etmedi ve bazı şartlar ileri sürdü. Hz. Ali(ra) ve Hz Muaviye(ra) taraftarları arasında 657 yılında Sıffin’de bir savaş meydana geldi. Bu savaşta tam mağlûp olacakları sırada harekete geçen Amr bin As Kur’an’ın hakemliğinde taraflar arasında uzlaşmanın sağlanmasını önerdi ve durum hakemlere havale edildi. Ancak, bundan da bir netice çıkmadı. Bütün bu gelişmeler Hz. Ali’(ra)den çok Hz Muaviye(ra)’nin işine yaradı. Savaş’ın durmasından sonra Hz. Ali(ra) taraftarları arasında ihtilâf çıktı.

Hz. Ali’nin (ra) bir Harici tarafından şehit edilmesi, arkasından Hz. Hasan’ın (ra) da Hz.Muaviye(ra) ile anlaşma yoluna gitmesi ve halifelikten feragat etmesi üzerine halifeliğinin önündeki engeller ortadan kalkmış oldu.

Hz Muaviye(ra), halife olduktan sonra yirmi yıla yakın bu görevi sürdürdü. İç karışıklıklar bittikten sonra İslâmiyet yayılmaya devam ettiği gibi bir çok yeni yer fethedildi. İstanbul kuşatması sonrasında Bizans her yıl vergi vermek zorunda bırakıldı. Hz. Ömer (ra) zamanında fethedilen Kudüs daha sonra elden çıkmıştı. Bu dönemde tekrar ele geçirildi. Emevi Devleti; Mısır, Yemen, Irak, Azerbaycan, Anadolu ve Horasan’da önemli bir üstünlük sağladı ve bölgede en güçlü devlet konumuna yükseldi.

Uzun süren iç karışıklıklar ve çatışmalardan sonra devleti yeniden toparlayan Hz Muaviye(ra), fetih hareketlerine yeniden başladı. İç çatışmalar sebebiyle Bizans’a vergi vermek zorunda kalmıştı. Bizans üzerine birkaç sefer düzenledi. İslâm tarihinde bir ilki gerçekleştirerek 670 yılında İstanbul’u kuşatma altına aldırdı. Bu kuşatmayı dört yıl boyunca devam ettirdi. Afganistan taraflarına çeşitli seferler düzenledi. Buhara ve Semerkand gibi önemli merkezler fethedildi. Bu dönemde İslâmiyet Berberiler arasında hızla yayıldı.

Muaviye, vefatından evvel oğlu Yezid’i veliaht tayin etti. Bu icraatında; Küfe valisi Muğire’nin tavsiyelerinin etkili olduğu, halife seçiminin anlaşmazlıklara ve bölünmelere yol açtığı sebepleri ileri sürüldü. Muaviye’nin bu kararına karşı Hz. Hüseyin (ra) ile Abdullah bin Zübeyr dışında pek karşı çıkan olmadı. Ancak bu hareket ve hilâfetin saltanata dönüştürülmesi daha sonraki dönemde de ciddî eleştirilere sebep oldu. Diğer taraftan bu hareketin ihtilâflara son verdiği ve dolayısıyla netice itibariyle Müslümanların hayrına olduğu şeklinde de yorumlayanlar çıktı.

Halifeliği döneminde önemli başarılar elde eden, devletin sınırlarını genişleten Muaviye’nin iyi bir diplomat ve ileriyi gören bir idareci olduğu nakledilmektedir. Amr bin As ile Muğire bin Şu’be gibi iki başarılı yöneticiye sahip olması, bunlardan azamî ölçüde istifade etmesi ve geniş yetkiler tanıması da dönemine önemli katkılar sağladı. Muhaliflerine karşı nasıl davranılacağını iyi bilmesi, en zor durumlarda bile soğuk kanlılığını yitirmemesi, savaşa son çare olarak bakıp başvurması, çevresindekilere büyük ihsanlarda bulunması başarısını etkileyen diğer sebepler olmuştur. Valilerin sert tutumlarına göz yumması, Şiî ve haricilere karşı sert tutumuyla bilinen Muğire’yi valilikte tutmaya devam etmesi eleştirilen ve tepki çeken yönleri olmuştur.

Peygamber(sav) efendimiz, Hazret-i Muaviye(ra)’ye; “Ey Muaviye! Memleketlere hakim olduğun zaman, iyilik et!” buyurmuştur. Hatta Hazret-i Ömer(ra), Hazret-i Muaviye(ra)’ye her bakışta; Bu, ne güzel bir Arap sultanıdır derdi. Sanki her bakımdan devlet başkanı olmak için yaratılmıştı. Cins atlara biner, kıymetli elbiseler giyerdi. Resulullah(sav)’ın sohbetinin bereketiyle İslamiyetten hiç ayrılmadı. Hazret-i Muaviye, Peygamberimiz(sav)den hayır dua aldı ve övüldü. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

İşlerinizde Muaviye’yi bulundurunuz. Çünkü, o kavi ve emindir. Ümmetimin en halimi ve cömerdi Muaviye bin Ebu Süfyan“dır.

Ebu İdris el-Havlani anlatır: 

Hazret-i Ömer(ra), Umeyr İbnu Sad’ı Humus valiliğinden azledince yerine Muaviye’yi tayin etti. Halk, “Umeyri azledip Muaviye’yi mi tayin etti” diye mırıldandı. Umeyr; “Muaviye’yi hayırla yâd edin. Zira ben Resulullahın, (Allah’ım, onunla (insanlara) hidayetini ulaştır!)”dediğini duydum dedi.

Âmir İbnu Sa’d babasından naklen anlatır:

Resulullah Beni Muaviye Mescidine girdi. Orada iki rekat namaz kıldı, biz de onunla beraber kıldık. Sonra uzun uzun dua etti. Sonra yanımıza döndü. Buyurdu ki:

Rabbimden üç şey talep ettim. İkisini verdi, birini geri çevirdi: Rabbimden ümmetimi umumi bir kıtlıkla helak etmemesini talep ettim, bunu bana verdi. Ümmetimi suda boğulma suretiyle helak etmemesini diledim, bana bunu da verdi. Ümmetimin kendi aralarında savaşmamalarını da talep etmiştim, bu geri çevrildi.

Resulullahın torunlarından seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretleri buyuruyor ki:

İmam-ı Ali şehit olunca, imam-ı Hasan müslüman kanı dökülmemesi ve rahat etmeleri için hilafeti bırakmak istedi. Muaviye’ye teslim eyledi. Onun emirlerine tâbi oldu. O günden itibaren Muaviye’nin hilafeti hak ve sahih oldu. Böylece, (Bu oğlum seyyiddir. Allahü teâlâ, onun ile, müminlerden, iki büyük fırka arasını bulur, barıştırır) hadis-i şerifinin manası meydana çıktı. Muaviye de, imam-ı Hasan’ın tâbi olması ile, dine uygun halife oldu. Böylece, müslümanlar arasındaki bütün anlaşmazlık sona erdi.

İmam-ı Beyheki de diyor ki: Hazret-i Ali(ra) buyurdu ki, Resulullah(sav)’tan işittim, Ümmetimden bazıları, Eshabımı kötüleyecekler. Bunlar, Müslümanlıktan ayrılacaklardır buyurdu.

İmam-ı Azam hazretleri, Eshab-ı kiramın hepsini hayırla anarız buyurdu.

İmam-ı Şafii ve Ömer bin Abdülaziz de, Eshab-ı kiram arasındaki savaşlar hakkında Allahü teâlâ, ellerimizi, bu kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi, biz de, dilimizi tutup, bulaştırmayalım! buyurdu.

İmam-ı Gazali hazretleri de Dinimizi bize ulaştıran Ashab-ı kiramdır. Onlardan birini kötülemek, dini yıkmak olur buyurdu.

Ebussuud Efendi, Muaviye’ye lanet eden kimseye tazir-i beliğ ve hapis lazım olduğu fetvasını vermiştir.

Server-i âlem namaz kıldırırken rükuda semi Allahü limen hamideh deyince, ilk safta bulunan Hazret-i Muaviye de, Rabbena lekel-hamd dedi. Böyle söylemesi, takdir ve tahsin buyurularak, bunu söylemek kıyamete kadar sünnet olarak kaldı.

İslam düşmanları, İslamiyet’i içerden yıkmak için Ehl-i beyti nebeviyi facia ve felaketlere sürüklemişler. Bu cinayetlerini Ehl-i sünnete mal ederek, bu bahane ile İslamiyet’in bekçisi olan Eshab-ı kirama ve bunların yolunda olan Ehl-i sünnet âlimlerine saldırmışlardır. Müslümanların, bu tuzaklara düşmemek için, çok uyanık olmaları lazımdır.

Hz. Muaviye (ra) İslam’ın seçime dayalı hilafet sistemini saltanata çevirmekle tenkid edilmiştir. Ancak şu unutulmamalıdır ki, Hz. Muaviye (ra) de bir sahabedir ve Resulüllahın (sav) hiçbir ayrım yapmadan bütün ashabını temize çıkarmış hangisi olursa olsun dil uzatanı lanet etmiştir. Bütün Ehl-i sünnet uleması, bunu mühim bir esas olarak kabul etmiştir.

Ayrıca, o zamanda olan olaylarda kaderin payını da ihmal etmemek gerekir.

Hz. Muaviye (ra) devri, İslam fetihlerinin devam ettiği bir devirdir.

Elhasıl; Hz. Muaviye (ra) da dahil olmak üzere hiçbir sahabe hakkında, yaptıklarından dolayı itham ve suizan edilemez. Bu, hem Hz. Peygamberin (sav) hadisleri ile ve hem de Ehl-i sünnet alimlerinin ittifakı ile caiz değildir ve yapanlara lanet edilmiştir.

Muaviye’nin ismi, Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde de geçmektedir.

Hz. Ali (ra) ile yaptığı Sıffin Savaşı, “hilâfet ve saltanatın muharebesi” olarak ifade edilmektedir. İmam-ı Ali’nin dini hükümleri, İslâm hakikatlerini ve ahireti esas aldığı, saltanatın bir kısım kanunlarına, siyasetin merhametsiz gereklerine başvurmayarak bu dünyevî gerekleri din için feda ettiği; Hz. Muaviye ve taraftarlarının ise, sosyal hayatı saltanat siyasetiyle takviye etmek için, azimeti bıraktıkları, ruhsat yoluna gittikleri, siyaset âleminde uygulanan bazı fiillere uymaya kendilerini mecbur zannettikleri ve bu yüzden de hataya düştükleri dile getirilmektedir. Açıklamanın devamında sonraki gelişmelere de değinilerek;

Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.

Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.

Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir hâkim, millettaşını tercih eder, adalet edemez.” tesbiti yapılmaktadır.

Risâle-i Nur’da, Peygamber Efendimizin (sav) ileriye dönük ve Emevilerle ilgili bazı hadislerine de yer verilmiştir;

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Emeviye devletinin zuhurunu ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacağını ve Hazret-i Muaviye ümmetin başına geçeceğini iktidara geldiğin zaman yumuşak ve adil ol fermanıyla rıfk ve adaleti tavsiye etmiş. Ve Emeviyeden sonra Abbas’ın çocukları siyah sancaklarla çıkacaklar ve sahip olduklarının kat kat fazlasını elde edeceklerdir deyip, devlet-i Abbasiyenin zuhurunu ve uzun müddet devam edeceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.”

Hz. Muâviye (ra) ömrünün son günlerinde okuduğu bir hutbede şunları söyledi:

Ey insanlar! Üzerinizde çok kaldım. Sizi usandırdım. Artık ayrılmak istiyorum. Siz de benden ayrılmak ister oldunuz. Fakat size benden daha iyisi gelmez. Nitekim benden evvel gelenler, benden daha iyi idiler. Kim Allah Teâlâ’ya kavuşmak isterse, Allah Teâlâ da ona kavuşmak ister.Yâ Rab! Sana kavuşmak istiyorum, sana kavuşmamı nasib eyle! Beni mübârek ve mes’ud eyle!.

Seksen yıla yakın bir ömür sürdürdükten sonra 680 yılında Şam’da vefat etti. Öleceği zaman, Resulullahın kendisine hediye ettiği bir gömleğe sarılıp, hazinesinde saklamış olduğu, Resulullahın mübarek saç ve tırnak kesintilerinin de gözlerine ve ağzına konularak defnedilmesini vasiyet etmişti..Hz. Muaviye (ra) H. 60 yılında (diğer bir rivayette H. 50 yılında ) vefat etmiştir. Kabri Şam’dadır

Derleyen: Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar;

  • kütüb-ü sitte
  • sorularla islamiyet
  • diyanetansiklopedisi
  • risalei nur

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız