Etiket arşivi: kısaca hayatı

Tahiri Mutlu Kimdir? (1900-1977)

Nur Talebelerinin Tahiri Ağabey, Bediüzzaman’ın son yıllarında yanında bulunmuş, hizmet tarzını yakından görüp bilen sayılı kişilerdendir. Üstad’ın hizmet için vekil olarak bırakıp, “Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilecek” dediği kişilerden birisidir. Said Nursî onun, on velî kuvvetinde olduğunu söylemiştir: “Tahiri´nin öyle bir derecesi var ki, manevi sahadaki derecelerinden birini görse dünyayı terk eder! Ya Rabbi, bu manevî varlığını kendisine bildirme! Ahirette Ümmet-i Muhammed´e faydası olacak…”

Tahiri Mutlu, 1900 yılında Isparta’ya bağlı Atabey ilçesinde dünyaya geldi. Çocukluk yılları, mânevî değerlerin ön planda tutulduğu, dinî hassasiyetleri olan bir aile ortamında geçti. Vatanî hizmetini Millî Mücadele yıllarında yerine getirdi. Savaş sonrasında gazilik unvanı ve madalyası aldı. Kendisine gazilik maaşı bağlandıysa da, o bu maaşı almaya yanaşmadı.

Tahiri Mutlu 1930 yılında Bediüzzaman’ın ismini duymuş ve Risâle-i Nur’la tanışmıştı. Bu tanışmadan sonra Hafız Zühdü’nün oğlu Eşref ile birlikte Barla’ya giderek Bediüzzaman’ı ziyaret etti. Bu ziyaret kendisini çok etkiledi. 1935 yılından sonra fiilen Risâle-i Nur Talebeleri safında yerini aldı. 1942 yılında Ayetü’l-Kübra Risâlesi’nin bastırılması amacıyla İstanbul’da kırk beş gün kaldı. Bu arada sık sık Sahaflar Çarşısı’na giderek Bediüzzaman’ın eserlerinin olup olmadığını araştırdı. Bunun sonucunda İşaratü’l-İ’câz, Hakikat Çekirdekleri ve Lemeat adlı eserleri bulup aldı.

Tahiri Mutlu, Ayetü’l-Kübra Risâlesini bastırdıktan sonra İstanbul’dan ayrılarak vapurla İnebolu’ya ve oradan da Kastamonu’ya geçti. Bu tarihlerde Bediüzzaman Kastamonu’da sürgün hayatını yaşıyordu. Görüşme sırasında, bastırılan Risâleleri Üstada gösteren Mutlu, ayrıca bulduğu diğer eserleri de takdim etti. Bediüzzaman özellikle Lemeât’ı görünce çok sevindi.

Tahiri Mutlu, Bediüzzaman ve diğer Nur Talebeleri gibi, takiplerden kendini bir türlü kurtaramadı. 1943’te Denizli ve 1948’de Afyon hapishanelerinde çileli günler geçirdi. Ayrıca, 1958 yılında Ankara ve 1960’ta Isparta’da hapis hayatına devam etti. Mahpusluğu sırasında boş durmadı. Etrafındakilere iman hakikatlerini anlatmak için büyük gayret harcadı. Karşılaştığı sıkıntıları hiçbir zaman kendine dert edinmedi. Her zaman hizmeti birinci planda tuttu. Onun bu samimî tavrı Bediüzzaman’ın dikkatinden kaçmadı ve kendisini takdir ederek bunu lahikalara kaydettirdi:

“Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapiste kat’î kanaatim gelmiş ki, Risâle-i Nur ile kıraeten ve kitabeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musîbet tezâuf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder. Bazı esbaba binaen, ben en ziyade Hüsrev’i ve Hâfız Ali (r.h.), Tahirî’yi sıkıntıda tahmin ettiğim halde, en ziyade temkin ve teslim ve rahat-ı kalb, onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. ‘Acaba neden?’ derdim. Şimdi anladım ki, onlar hakikî vazifelerini yapıyorlar; mâlâyâni şeylerle iştigal etmediklerinden ve kaza ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve enâniyetten gelen hodfuruşluk ve tenkit ve telâş etmediklerinden, temkinleriyle ve metanet ve itmi’nan-ı kalbleriyle Risâle-i Nur şakirtlerinin yüzlerini ak ettiler, zındıkaya karşı Risâle-i Nur’un mânevî kuvvetini gösterdiler. Cenâb-ı Hak, onlardaki nihayet tevazu ve mahviyette tam izzet ve kahramanlık seciyesini umum kardeşlerimize teşmil ettirsin. Âmin.”

Tahiri Mutlu, 1953 yılında Bediüzzaman’la birlikte Barla’ya gitti. Onlarla birlikte Zübeyir Ağabey de bu seyahate katılmıştı. Beraber kaldıkları mekânları ziyaret ettiler. Talebelerinin kusurlu hareketlerine kızan Bediüzzaman’ın hiddetli ve kızgın anlarında, Tahiri Mutlu’nun gelmesi ile tavrını değiştirdiği ve hemen yumuşamaya başladığı hatıralarda anlatılmaktadır. Böyle durumlarda hemen bu mümtaz talebesini tebessümle karşıladığı, Allah’ın veli kulu diye hitap ettiği nakledilmektedir.

Bediüzzaman’ın talebesi olmaktan iftiharla söz eden Tahiri, bu yüzden hapis yatmıştır. Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde yaptığı savunmada, “…Üstadım Bediüzzaman Said Nursî ve diğer arkadaşlarıyla birlikte suçlu gösterilmekle mahkemeye veriliyorum… Ahlâkımızı dinen terbiye edip yükselten ve kendisine ‘müceddid’ dediğimiz halde bizi reddedip kıran ve büyük bir hürmetle Üstad kabul ettiğimiz Said Nursî’nin senelerden beri talebesiyim…”

Talebesine “Kahraman Tahiri” olarak hitap eden Bediüzzaman; “Merhum Lütfi’nin ehemmiyetli varislerinden Abdullah Çavuş, Kahraman Tahiri ile Atabeyi, Nurs karyem hükmüne getirmişler”  ifadesini kullanmıştır. Hizmetlerinden övgüyle söz ettiği gibi, ailesine de yakın ilgi göstermiş, selâm ve duâsını eksik etmemiştir:

“Tahirî gibi kahraman bir şakirdi Risâle-i Nur’a yetiştiren ve o vasıtayla defter-i â’mâllerine daima hasenat yazdıran bir şakirdi bize kardeş veren o mübarek zatlar, İnşaallah bu saadeti daima idame ettirecekler. Dünyanın cam parçalarını, o elmaslara tercih etmeyecekler. Onlar, hususî duâlarımızda dâhildirler.”

Bediüzzaman, Tahiri Ağabeyi yazılarından dolayı da takdir etmektedir: “Tahirî’nin bize o kıymettar kalemiyle Cennet taamları gibi çok tatlı ve huri libası gibi çok güzel yazıları, burada herkesi lezzetle mütalaya sevk ediyor. Ve onun ma‘sûme iki mübarek kızlarının yazdıkları nüshalar, burada kadınlar, kızlar âleminde geziyor, görenleri Risâle-i Nur’a cezb ediyor. Çok çalışkan ve fedakâr Tahirî’nin kesretli hediyeleri, bizleri çok borç altında bıraktı”

Ömrünü iman hizmetinde geçiren Tahiri Mutlu Ağabey 3 Nisan 1977 tarihinde vefat etti. Vasiyetine uyularak Eyüp Sultan Mezarlığı’na defnedildi. Önden giden Nur Talebelerine komşu oldu.

Tahirî Ağabeyin, sadakati, vefası, iman ve Kur’ân hizmetindeki sağlam duruşu, Risâle-i Nur’un neşri için bütün malını infak etmesi, hayatını Nur hizmetine vakfetmesi ve ibadetindeki azamî dikkati gibi örnek hayatı öne çıkmaktadır. Tahiri Mutlu’nun unutulmaz bir hizmeti de tevafuklu Kur’ân’ın bastırılması hususunda gösterdiği gayret, yaptığı fedakârlıktır. Köydeki tarlalarının tamamını ve evini satıp getirdi, Kur’ân’ın basılması için ortaya koydu. Tevafuklu Kur’ân’ın—Bediüzzaman’ın tarifi üzerine—ilk defa yazılmasına Hüsrev Efendi muvaffak olduğu gibi, Tahiri Ağabey de basılıp Müslümanların eline geçmesine vesile oldu.

Onun hizmetleri İnşâallah ebede kadar unutulmayacaktır.

Yeni Asya

Kahraman Zübeyir Gündüzalp’i Rahmetle Anıyoruz (2 Nisan 1971)

Üstad Bediüzzaman’ın talebesi merhum Zübeyir GÜNDÜZALP.

Zübeyir Gündüzalp 1920 senesinde Konya’nın Ermenek kazasında dünyaya geldi. İlkokul tahsilini Ermenek’te tamamladı.Ermenek’te ortaokul bulunmadığı için Silifke’ye gitti. 1939 senesinde ortaokulu Silifke’de bitirerek memleketine döndü. Balıkesir’in Susurluk kazasında askerlik vazifesini tamamladıktan sonra Konya Postahanesi’nde telgraf muhabere memuru olarak çalıştı. 1971 yılının 2 Nisan Cuma günü vefat ederek aramızdan ebediyetlere intikal etti.

Mehmed Zübeyir Gündüzalp, gündüzler gibi aydınlık bir alp erendi. Mehmed Zübeyir Gündüzalp; bahadır bir İslâm fedâisi idi, ateşîn bakışlı, gür bıyıklı, Kafkas Kartalı İmam Şamil’in ruh ve edâsı ile dolu idi. Zaten neseben de, kendileri Kafkasyalıydı.

Bu İslâm kahramanı, Ermenek yaylasında dünyaya teşrif etmişti. Bu yayladan Malazgirt’e, Niğbolu’ya, Mohaç’a gider gibi; Konya, Akşehir, İslahiye ve Urfa’ya gitmiş, buraların dostluk iklimlerinde yaşamış, daha sonraları Isparta’nın güller dünyasında, Emirdağ’ının nur dünyasında hayatlar sürmüştü. Üstadımızın âhirete teşrifinden sonra Urfa’da kalmıştı. 27 Mayıs’tan sonra mecburen çıkarıldığı Urfa’dan Ankara’ya gitmiş, bilahare son on yılını İstanbul’da geçirmişti. Yavuz bakışlı, çelik iradeli, kumandan edalı bu aziz zat, hayatının baharında bütün varlığıyla, bütün benliği ile Kur’ân’ın hizmetine koşmuştu. Nur yolunun dertlisi ve kara sevdalısı olmuştu

Uzun, ince, tığ gibi ve gerilmiş yay gibi bir vücut. Her zaman, ayakta ve yatakta üzerindeki elbiseleri, her an sefere hazır akıncı fedâilerin ruh halinde bir fedâi. Daima düşünen, nurların tefekkür dünyasında yaşayan bir bahadır. Düşman karşısında, İslâm askerlerinin önünde kılıç sallayan, Osmanlı paşaları gibi, cevvaliyet ve hareket dolu. Bahtsız insanların, Kur’an talebelerini sanki birer adi suçlu gibi çamurlu ayaklarıyla, evlerindeki tertemiz halıların üzerlerinde dolaşarak alıp gittikleri günlerde, Selimler’in, Sinanlar’ın edası içinde, İstanbul’daki Fatih-Yavuz Selim durakları arasında, kaldırımlarda bir yürüyüşü vardı ki… bazı görülen, yaşanan ve tadılan durumlarını, ne anlatmak ne de yazmak mümkün değildir!

Hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş, davası yolunda birçok meşakkatler çekmişti. Meşakkatler karşısında yılmayan bir kimseydi. Kur’ân davasına bağlılığın müşahhas bir timsâli, sıddıkıyetin mümtaz bir ferdiydi.”Anam, babam ve nefsim sana feda olsun Ya Resulallah!” diyen Sahabilerin bu asırda fedakâr bir varisi, onlar gibi herşeyini Resulullahın nuruna ve bu nurun yayılmasına hizmet için fedâ eden, bir zatı alperendi. Mezkur gerçekleri kendisine adeta bir kartvizit yapmıştı, isim ve soy isim yapmıştı. Gündüzlerin, aydınlıkların ve Nur dünyalarının Gündüz Alp’iydi bu yiğit adam.

Gençliğinin baharını, hayatının canlı zamanlarını, sıhhatinin en gürbüz günlerini, varını, yoğunu, hülasa herşeyini muazzez ve misilsiz bir İslâm dertlisinin derdine fedâ etmişti. Gündüzalp, Üstadını ilk defa 1946’da Emirdağ’da ziyaret etmiş. İlk ziyaretinde heyecandan tir tir titriyor ve mütemadiyen gözyaşlarını tutamayarak ağlıyormuş. Üstad, “Keçeli, neden ağlıyorsun?” diye onu bağrına basıp dua etmiş. Üstadının ikazı üzerine dışarı çıkıp yüzünü gözünü yıkamış tekrar Üstadın huzuruna kabul edilmiş. Ayrılık zamanı gelince Zübeyir Gündüzalp, Üstadına, “Memuriyetten ayrılıp, yanınızda hizmet etmek istiyorum” demiş, Bediüzzaman, bu fedakârlığa çok memnun olmuş; cevaben, “Vazifene devam et, Konya’da daha çok hizmet edersin. İnşaallah, ileride alırım seni yanıma” demiş. 1948 senesinde Afyon’a tevkif edilmiş, burada Üstadıyla birlikte altı ay mevkuf kalmış. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Üstadından ayrılmamak için, tahliyesinin yanlış olduğunu bildirerek, tekrar tevkif edilmesini sağlamış. Yine İslâmın bu kahraman fedaisi, Üstadıyla beraber olmak arzusuyla, Nur Risalelerini okuyup yazdığını bildirerek, kendi kendini ihbar etmiş.

Yandaki resimde Isparta Tugay Camii temel atma töreninde Üstad hazretlerine harcın döküleceği yeri işaretle gösteren merhum Zübeyir GÜNDÜZALP’dir.Yıllar sonra bu fotoğrafla ilgili olarak, muhterem Abdülvahit MUTKAN’a ”Üstadımıza harcı dökeceği yeri el işaretiyle göstererek, edebe muhalif hareket ettiğini düşündüğünü ve bu resimden duyduğu rahatsızlığı’nı dile getirmiştir.

Üstadımızla ilişkilerinde bu derece hassas ve dikkatliydi merhum Zübeyir GÜNDÜZALP.

Genç yaşında ölmüştü. Henüz elli yaşını bile bulamamıştı. Yayınlanan mahkeme müdafaaları ve notlarından derlenen kitap ve kitapçıklar onun muhteşem şahsiyetini gösteren aynalardır. Kendisine zulmeden zalimler bile, onun ‘Vur! Vur! diye haykırışından korkarak, vurmalarını bırakırlardı. Öyle bir rehber şahsiyetti ki, iman ve Kur’ân yolunda hizmet etmek isteyenlere herşeyiyle yardımcı olur ve yol gösterirdi. Hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş bir alp eren.

Nice nice büyük zatlar vardır ki; bunların, vefat edip de, dünyaya veda ettikten sonra kıymetleri bilinir. Hasretle, takdirlerle anılırlar. Bu büyükler yeraltına düşen çekirdekler gibidirler, ölümden sonra çiçek açarlar, yaprak açarlar, koku ve meyve vermeğe başlarlar. Bu bilinmez zatların, hayatları sanki ölümlerinden sonra başlar..Bu büyük insan 1971 yılının 2 Nisan Cuma günü vefat ederek aramızdan ebediyetlere intikal etmişti. Cuma günü olan vefat hadiseleri, Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin şu meâldeki hadislerini hatırlatır bana: “Cuma günü veya gecesi ölen kimse, kabir azabından korunur”

Son Şahitler

Hz. Adem (A.S.) Kimdir? Kısaca Hayatı..

İlk insan ve aynı zamanda ilk peygamber olan Âdem Aleyhisselam, yaratılmadan önce, bugün görüp müşahede ettiğimiz canlı-cansız bütün mahlûkat yaratıldı. Dünyada, bir insanın yaşayabilmesi için gerekli olan her şey vücuda getirildikten sonra, ilk insan yaratıldı. Yani, arzın halifesi olarak yaratılacak olan insan için, ortam her açıdan hazır hale getirildi. Son olarak da Hz. Âdem, Cenab-ı Allah tarafından yaratıldı.

Daha önce, yeryüzünün imarını üstlenmek ve diğer varlıklar üzerinde bir nevi amirlik vazifesi ile tavzif edilen cinler, bu görevi hakkıyla yerine getirmedikleri gibi, yeryüzünü fesada vererek zulme sebep oldular. Birbirlerini öldürdüler. Yaptıkları kötülükler, iyiliklerini fersah fersah geride bırakınca, Allah tarafından bu vazifeden azledildiler. İlahi kudret, onların yerine yeni bir mahluk yarattı: “İnsan”

İlk insan, ilk peygamber, insanlığın babası.. Allah Teâlâ Hz. Âdem (as) (as)’i topraktan (turâbtan) yarattı.

 Yüce Allah yeryüzünde bir halife yaratacağını meleklerine bildirdiği zaman; ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla donatacağı bu varlığın yeryüzüne uyum sağlaması için maddesinin de yeryüzü elementlerinden olmasını dilemiştir.

Allah Teâlâ Hz. Âdem (as)’i yaratırken maddesi olan toprağı çeşitli hâl ve safhalardan geçirmiştir.

Hayat kaidesinin candan sonra iki temel unsuru su ve topraktır.

Yeryüzünün 3/4’ü su ile kaplıdır. İnsan vücudunun da %75’i sudur. Demek ki dünyadaki bu düzen aynen insana da intikal ettirilmiştir. Yine Cenâb-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Andolsun biz insanı (Âdem (as)’i) çamurdan süzülmüş bir hülâsadan yarattık.

İşte ilk insan, yaratılışının mertebelerinde, önce böyle bir çamurdan sıyrılıp çıkarılmış, sonra hülâsadan (bir soydan) yaratılmıştır.

Nihayet şekil ve suretinin tesviyesini ve düzenlemesini tamamlayınca ona can vermiş ve ruhundan üflemiştir:

Yaratılışı tamamlandıktan sonra Allah Teâlâ ona, haydi şu meleklere git, selâm ver ve onların selâmını nasıl karşıladıklarını dinle! Çünkü bu, hem senin, hem de zürriyetinin selâmlaşma örneğidir. Bunun üzerine Hz. Âdem (as) meleklere: “Es-selamu aleyküm” dedi. Onlar da: “Es-selâmu aleyke ve rahmetullah” diye karşılık verdiler. İnsanlar arasında sıcak duyguların uyanmasına, aradaki sevgi ve saygının pekişmesine ve daha bir çok müspet gelişmeye sebep olan selam, İslam dini mucibince verilmesi sünnet, alınması farz haline geldi.

Âdem (as), insanların büyük atası olduğu için, Cennet’e giren her kişi, Âdem (as)’in bu güzel suretinde girecektir. Hz. Âdem (as)’in torunları, onun güzelliğinden birer parçasını kaybetmeye devam etti. Nihayet bu eksiliş şimdi (Hz. Muhammed zamanında) sona erdi.

Allah Hz. Âdem (as)’i yarattıktan sonra, dünyaya yerleşip kendilerinden faydalanabilmeleri için ona eşyanın isimlerini ve özelliklerini öğretti. İsimlerin dalâlet ettiği varlıkları anlama kabiliyeti verdi.

Allah Teâlâ, Âdem (as)’i yeryüzünde halifesi yapacağını meleklerine istişare eder gibi tebliğ etmiş, Âdem (as)’i yarattıktan sonra ona eşyanın isimlerini öğretmiş, eşyanın bilgisini edinme ve beyan etme kabiliyetini vermiştir. Meleklerin devamlı olarak tesbih ve takdis vazifesiyle meşgul olmaları ve nefislerinin olmaması sebebiyle yeryüzünde halifelik ve imtihan keyfiyetlerine Âdem (as) ve evlatlarının lâyık olacaklarını Âdem (as) ile meleklerini bir imtihandan geçirerek göstermiştir.

Yüce Allah Âdem (as)’i yarattıktan sonra zevcesi Havva’yı onun eğe veya başka bir görüşe göre kaburga kemiğinden yarattı

Yüce Allah Âdem (as) ve eşine “Ey Âdem (as), sen ve eşin Cennet’te yerleş, otur. Ondan (Cennet’in yiyeceklerinden) istediğiniz yerden ikiniz de bol bol yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın.  Yoksa ikiniz de kendinize zulmedenlerden olursunuz.

Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi Cennet’ten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve güneşte yanmazsın” buyurarak, Cennet’e yerleştirdi

Vesvese vererek insanları azdırma kabiliyetine sahip olan şeytan, ne yaptıysa yaptı, bir yolunu bularak Cennet’e girebildi.” Rabbiniz size bu ağacı başka bir şey için değil, ancak iki melek olacağınız yahut ölümden kurtulup ebedi olarak kalıcılardan bulunacağınız için yasak etti’ dedi. İşte bu şekilde ikisini de aldatarak o ağaçtan yemeye tevessül ettirdi. Ağacın meyvesini tattıkları anda ise, o çirkin yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine Cennet yaprağından üst üste yamayıp örtmeye başladılar. Rableri de “Ben size bu ağacı yasak etmedim mi? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi? diye nida etti.

Şeytanların yaratılması ve insanlara musallat edilmelerindeki hikmet ve şeytanların yaratılma işinin şer olup olmadığı konusundaki soruya da Risale-i Nur’da aydınlatıcı ve ikna edici cevaplar verilmektedir. Şeytanların halk edilmesi konusunda neticeye dikkat çekilir. Kötü olan yaratma olayı değil, insanın kendi iradesi ile o fiili işlemesidir. Mesela ateşin halkında birçok fayda vardır ve hayırlıdır. Ancak, birileri kötü işlerde kullanıp, can ve mala zarar verdiklerinde, ateşin kötü olduğuna hükmedilemez. Bir diğer husus da, bazı büyük kazanımlar için, bir kısım kayıpların göze alınması gerekir. Savaş halinde bazı sıkıntılara katlanıp, nöbet tutulur, birçok zorluğa göğüs gerilir. Böylece vatan düşman istilasından kurtarılır. Vatanın kurtarılması sırasında meydana gelen kayıplar, fazla dikkate alınmaz. Kangren olmuş parmağın kesilmesi zahiren kötü görünse bile, bedenin kurtarılması göz önüne alındığında daha hayırlı olduğu hemen anlaşılır. Parmak kesilmediği takdirde daha büyük bir felakete sebep olur.

İşte, bu sebepledir ki, şeytanların musallat edilmeleri ile insanlarda büyük terakkiyat meydana gelir. Meleklere musallat olmadıkları için makamları sabittir ve ilerlemezler. İnsandaki mertebeler hem ilerleme hem de gerilemede sınırsızdır. Bu yüzdendir ki, “Nemrutlardan, Firavunlardan tut, tâ sıddıkîn-i evliya ve enbiyaya kadar gayet uzun bir mesafe-i terakki var” Böylece imtihan yeri olan bu dünyada kömür ruhlularla elmas ruhlular tefrik edilir. “Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar beraber kalacaktı. Âlâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i sâfilîndeki Ebu Cehil’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı.

Hz. Âdem (as) ve Havva ve nesillerinin yeryüzünde yerleşip kalmaları ve burada üreyip geçinmeleri, imtihan edilmeleri takdir edildi ve Âdem aleyhisselam Hindistan’da Seylan (Ceylon) adasına, Havva ise Cidde’ye indirildi.

Hazreti Adem’in (as) cennetten ihracı ve bir kısım insanların cehenneme girmelerinin, hikmetinin ne olduğuna dair soruya, Risale-i Nur’da şu cevap verilmiştir: “Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki, bütün terakkiyât-ı mâneviye-i beşeriyenin ve bütün istidâdât-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esmâ-i İlâhiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netâicindendir. Eğer Hazret-i Âdem Cennette kalsaydı, melek gibi makamı sabit kalırdı; istidâdât-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki yeknesak makam sahibi olan melâikeler çoktur; o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i İlâhiye, nihayetsiz makamâtı kat edecek olan insanın istidadına muvafık bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için, melâikelerin aksine olarak, muktezâ-yı fıtratları olan malûm günahla Cennetten ihraç edildi.”

Cennet gibi bir hayattan daha zor şartların hüküm sürdüğü bir dünya hayatı yaşamaya başladılar burada uzun bir süre tövbe ve istiğfar ile meşgul oldular.200 sene ağlayıp yalvardıktan sonra, tövbe ve duaları kabul olup, hacca gitmesi emir olundu.

Arafat ovasında Havva ile buluştu. Kâbe’yi inşa etti.

Hz. Âdem her sene hac yapardı. Arafat meydanında veya başka meydanda, kıyamete kadar gelecek çocukları belinden zerreler halinde çıkarıldı. «Ben sizin Rabbiniz değil miyim ?» diye soruldu. Hepsi dedi. Sonra hepsi zerreler haline gelip, beline girdiler. Yahut belinden yalnız kendi çocukları çıktı. «Evet ». Buna “Ahd-ü-Misak” ve “Kalu Bela” denildi.

Sıra Âdem neslinin çoğalmasına gelmişti.

Hz. Âdem (as) ve Havva anamız izni ilahi ile bir süre sonra evlendiler. Artık kendi sülblerine yüklenmiş olan genetik şifrelerin açılma vakti gelmişti. Yeryüzünde yaşayacak olan insan neslinin hayat sahnesine çıkması gerekiyordu. Allah’ın güzel isimleri tecelli edecek ve İzni İlahi ile nesiller çoğalacaktı.

Yeryüzünde tek bir anne ve tek bir baba olduğuna göre kardeş durumunda nasıl bir evlilik vuku bulacaktı? Şöyle ki:

Havva annemiz her defasında bir kız ve bir oğlan olmak üzere ikiz çocuk doğuruyordu. Bu çocuk sayısının 40 olduğu, yani 20 çift ikiz çocuk olduğunu çeşitli kaynaklarının haberlerinden anlıyoruz. Bazı kaynaklarda çocuk sayısına 120 diyenler de var, ancak ekseriyetin görüşü 40 olduğu yönünde. Belki bir miktar da fazla olabilir, fakat bu çok da önemli değil. Zira bazı çocuklar sonradan vefat etmiş de olabilir. Buradaki önemli husus çocukların özel bir şekilde yaratılıp, ikiz olmaları. Özel yaratılıştan kasıt şu: kardeş bağları nedeni ile ileride yapılacak özel evliliklerde her hangi bir genetik bozukluk olmasın. Zira çocukların evlilik süreçleri de Hz. Âdem’e (as) İlahi Kudret tarafından bildirilmiş. Sırası ile doğan iki çocuklar çaprazlama olarak evlendirilecek. Sanki beraber doğan ikizler kardeş mesabesinde, diğer doğanlar sanki bu özellikten daha uzaklar.

İşte insan nesli Hz. Âdemden sonra ikinci kuşak olarak böyle bir süreçle başlamış. Yani ikiz doğan çocuklar çaprazlama bir usulle, Emr-i İlahi doğrultusunda, evlendirilmişler. Bunun bir ilahi emir olduğunu Habil ve Kabil olayından anlıyoruz.

Habil ve Kabil ark arkaya doğan ikiz çocukların erkek olanları idi. Bu durumda Habil Kabil’in kız ikizi ile Kabil de Habil’in ikizi ile evlenmek durumundaydı. İlk İlahi emir bu idi. Ancak Kabil bu fıtri seyre itiraz etti ve kendi ikizi ile evlenmek istedi. Bu durumu babası Hz. Âdem’e(as) bildirdiği zaman, Kabil’in isteğini uygun bulmadı babası. Bunun yasak olduğunu, Allah’ın emrinin diğer kız ile yani Habil’in ikizi ile evlenmesi gerektiğini ona bildirdi. Kabil ise arzu ve isteğinde ısrar edince duruma Kudret-i İlahinin hüküm vermesi yönünde tavsiyelerde bulundu. Bu noktada Habil ve Kabil Allah’a kurban adayacaklar, kimin kurbanı kabul edilirse Allah onun için olumlu bir cevap vermiş olacaktır.Neticede Habil’in duası kabul olundu, Kabil’in isteği ise ret olundu. Kabil ise Allah’ın hükmüne isyan ederek kardeşi Habil’i öldürdü. Kendi ikizini de yanına alarak başka bir diyara göç etti.

Bu kıssada dikkat çekici bazı noktalar var:

1- Havva annemizin bir seferde bir oğlan ve bir kız olmak üzere ikiz doğurması sadece ilk üremeye ait çok özel bir durumdu.

2- Bu ilk çocuklardaki genetik yapıları özel olarak tanzim edilmişti.

3- Bu düzeni bozmak isteyen Kabil’e müsaade edilmemiş, Allah onun kurbanını kabul etmemişti. Yani Allah bu fıtratın bozulmasından razı değildi.

4- Kabil ise isyan neticesinde bu fıtri yapıyı bozmuş, neslin farklı bir şekilde çoğalıp üremesinde sebep olmuştu.

5- Kabil nesli ile diğer kardeşlerin nesli arasında ileride anlaşmazlık çıkacaktı.

Kabil ilk cinayeti işleyip, yeryüzünde kan döküp ilke fesat fiilini işleyen bir olması yanında, daha kötüsü olarak neslin üreme ve çoğalmasında fıtrat bozucudur. Nuh tufanında boğulan neslin büyük bir kısmının Kabil’in zürriyeti olduğu yine bazı kaynaklarda yer alıyor.

Kardeş evlilikleri daha ilk ikizler sonrası, yani 19 çift çocuk sonrası yasaklanmıştır.

Allah, insanı nefsinin şehvet ve şeytanın vesveselerine maruz kalacak şekilde yaratmış, ona bunlara karşı koyacak akıl, hayır ve şerri birbirinden ayırt edecek vicdan (kalb gözü) vermiştir. Cenâb-ı Allah böylece insanı bu dünyada imtihan alanına koyduğu için, hikmet ve rahmetinin gereği olmak üzere hayır, fazilet, şer ve rezalet yollarını gösterecek, hak ile batılı öğretecek, hayır ve kemâl yollarına irşat edecek peygamberler göndermiştir. Cenâb-ı Hakk peygamberler göndermekle, insanın tabiatına ve halifeliğine uygun imtihan şartlarını tamamlamıştır. Neticede insan bu dünyada yaptıklarının hesabını öldükten sonra diriltilince verecek, imanlı olup iyilik ve sevap terazileri ağır gelenler Cennet’e girecektir. Bunları kendilerine öğretip ikaz etmek için peygamberlere ihtiyaç vardır. İlk insanlara peygamber olmaya en lâyık olan zat, Allah Teâlâ’nın doğrudan doğruya vasıtasız konuştuğu ataları Hz. Âdem (as)’dı.

Yüce Allah, ilk insan Hz. Âdem (as)’i bizzat doğrudan doğruya çeşitli safhalardan geçirerek yaratmıştır. Darwinist olan tekâmülcülerin (evrimcilerin) iddia ettiği gibi, insan maddenin kendiliğinden gelişerek tek hücreli canlı olması ve bunun da gelişerek çeşitli hayvanlar ve maymunlar oluşması ve maymunların da insana dönüşmesi yoluyla meydana gelmemiştir. Uydurma ve yakıştırmadan ibaret olan bu nazariyenin doğruluğuna, deney ve gözlemlerde ve delil olarak kabul ettikleri materyal fosillerinde, en ufak bir ipucu bile yoktur. Bunun aksini ispat edecek fosil ve deliller pek çoktur. Mendel ve Pastör kanunları gibi.

Bir eser müessirinden (yaratıcısından) üstün olamaz. Bir eserde yapıcısında bulunmayan vasıflar bulunamaz. Netice sebebinden üstün olamaz. Taş sebep olursa, parçacıkları taşın eseri (neticesi) olur. Maddede can yoktur; insanî ruh ve bunun özellikleri olan şuur ve akıl hiç yoktur: vicdan ve bunun özellikleri olan sevgi, nefret ve üzüntü de yoktur. Bir maddenin, pek çok mükemmel makina sistemi olan bir canlının vücudunu meydana getirmesi ve ona kendisinde hiç bulunmayan canı, hele akıl, irade ve vicdanın kaynağı olan ruhu vermesi ne kadar muhal ve imkânsızdır. Can enerji değildir. Can, canlının duymasını ve gayeli hareket etmesini sağlayan, vücudunu tamir etme, kendisini koruma ve neslini devam ettirme vazifesini üstlenen manevî bir cevherdir.

Bir canlı sisteminin meydana gelebilmesi için mutlaka şu şartlar gereklidir:

1. Sistemin gelişigüzel değil, enerji ve besinleri dönüştürecek mükemmel mekanizması ve makina sistemi olmalıdır.

2. Otomobilin çalışması için nasıl petrol lâzımsa, bunun da kullanılabileceği bir enerji kaynağı yani besinler bulunmalıdır. Canlıların besinleri, bitki ve hayvan organizmalarıdır.

3. Bu enerjinin dönüşüm mekanizmalarını idare edip devam ettirmek ve çoğaltmak için bir kontrolcü bulunmalıdır. Çünkü Termodinamiğin ikinci kanunu olarak ifade edilen ve kâinatta geçerli kanuna göre sistemlerin düzensizliğe doğru tabii bir kaymaları vardır. Otomobilde bu kontrolcü şoför, elektronik beyinde kontrol mühendisidir. Otomobilin şoförü veya elektronik beyinin kontrolcüsü ölmüşse bunlar kendi kendilerine gayeli ve düzenli çalışamazlar. Kendilerinin benzerlerini meydana getiremezler ve kendilerini tamir edemezler. Az bir zaman sonra çürür, dağılır ve saçılıp giderler. Canlıların mekanizma ve makinalarının kontrolcü ve idarecisi candır. Canlının canı çıkmışsa, bunca muazzam zekâsına rağmen insan dahi ona canı veremez.

4. Canlı bir sistemin mutlaka akıllı ve âlim bir yaratıcısı olmalıdır. O da Allah’tır. Otomobilin yapıcısı akıllı bir insandır. Öyle ise canlıların organizmalarını, o akıllara durgunluk verecek çok muazzam makina sistemlerini, oksijen, hidrojen (yani su), fosfor, kükürt, azot, karbon, kalsiyumdan yaratan ve bunlara canı veren Allah’tır.

İnsanla hayvan arasında mahiyet farkı vardır. İnsanlarda akıl, irade ve vicdan vardır. Hayvanlarda bunlar yoktur. Bunların kaynağı da Allah’ın insana verdiği ruhtur. Bu insanî ruh hayvanda yoktur.

Buna göre tekâmül nazariyesi Darwinizm imkânsızdır.

Adem (as) Neslinden 40.000 kişiyi gördü. 1500 yaşında iken çocuklarına peygamber oldu.

Çocukları çeşitli dillerde konuştu. Cebrail aleyhisselam 12 kere geldi. Oruç, her gün bir vakit namaz ve gusül abdesti emredildi. Kendisine on suhuf (forma) kitap verildi. Bu kitapta; iman edilecek hususlar, çeşitli diller ve lügatler, her gün bir vakit namaz kılmak, gusül boy abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz eti yememek, tıp, ilaçlar, hesap, geometri gibi şeyler bildirildi. Ayrıca fizik, kimya, tıp, eczacılık, matematik bilgileri öğretildi. İbrani, Süryani ve Arap dillerinde kerpiç üstüne çok yazı yazıldı.

İlk insanlar, bazı tarihçilerin zannettiği gibi ilimsiz, fensiz, görgüsüz, çıplak ve vahşi kimseler değildi. Bugün Asya, Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında, tunç devri dedikleri zamandakilere benzeyen vahşiler yaşadığı gibi, ilk insanlarda da, bilgisiz basit yaşayanlar vardı. Bundan dolayı ne bugünkü, ne de ilk insanların hepsi için vahşidir denilemez. Hazret-i Âdem ve ona inananlar şehirlerde yaşarlardı. Okuma-yazma bilirlerdi. Demircilik, dokumacılık, çiftçilik, ekmek yapmak gibi san’atları vardı. Altın üzerine para dahi basılmış, maden ocakları işletilip, çeşitli aletler yapılmıştı.

Âdem aleyhisselamın hiç sakalı yoktu. İlk sakalı çıkan Şit aleyhisselamdır. Hazret-i Âdem çok güzeldi. Siyah saçlı ve buğday tenliydi. Hz. Âdem’in (as) boyunun 60 zira (40 m civarı) olduğu belirtilmektedir. İbn Haldun gibi bazı düşünürler ise bunun onun cennetteki boyu olduğunu, Hz. Havva ile yere indirilince yer şartlarına uygun boyuna iade edildiğini kabul etmişlerdir.

Birçok mucizeleri vardır. Bunlardan bir kaçı şöyledir:

Yırtıcı, vahşi hayvanlarla konuşurdu. Susuz dağ ve taşlara elini vurunca, pınarlar fışkırır, temiz sular akardı. Eline aldığı ufak taşlar, yüksek sesle Allah Teâlâ’yı zikrederdi.

On bir gün hasta yatıp, Bir rivayete göre 2000 yaşında iken Cuma günü vefat etti. (Ömrünün bin veya iki bin yıl olduğuyla ilgili farklı rivayetler vardır.) Âdem aleyhisselam vefat edince, Cebrail aleyhisselam bir gömlek giydirdi. Şit aleyhisselama yıkamayı öğretti. Yıkayıp kefenlediler.

Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Âdem aleyhisselam vefat edince, melekler üç defa su ile yıkadılar. Onu defnettiler. Sonra çocuklarına dönerek, (Ey âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız) dediler.”

Şit Aleyhisselam imam olup cenaze namazını kıldırdı.

Hz. Havva 40 sene sonra vefat etti. Kabirlerinin Kudüs’te veya Mina da Mescit-i Hif’de veya Arafat’ta olduğu rivayetleri vardır.

Allah Teâlâ Kur’an-i Kerimde mealen buyuruyor ki : « Allah nezdinde İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona «OL !» dedi ve oluverdi ». Burada değinilen durum, Hz.İsa’nin ve Hz. Âdem’in babasız dünyaya gelmeleridir.

Peygamberimiz Muhammed (S.A.V.) Hz. Âdem hakkında : «Allah Teâlâ Âdem’i (aleyhisselam) yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan yarattı. Bu sebeple zürriyetinden siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bazıları da bu renklerin arasındadır. Bazısı yumuşak, bazısı sert, bazısı halis ve temiz oldu » buyurmuştur.

Hz. Âdem 5 şeyi ile bahtiyar olmuştur:

1) Hatasını itiraf etmek

2) Pişmanlık duymak

3) Nefsini kötülemek

4) Tövbeye devam etmek

5) Rahmetten ümidini kesmemek

İblis de 5 şeyden bedbaht olmuştur:

1) Günahını ikrar etmemek

2) Pişmanlık duymamak

3) Kendini kötülememek

4) Kendini kötülemeyip azgınlığını Allah Teala’ya nispet etmek

5) Rahmetten ümidini kesmek

Adem (as)’ın meleklere karşı kabilyetli oluşunu Bediüzzaman Hazretleri Risale-i nur adlı eserinde şöyle anlatmıştır.

“Hazret-i Ademin melâikelere karşı kabiliyet-i hilâfet için bir mu’cizesi olan tâlim-i esmâdır ki, bir hâdise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev-i beşere câmiiyet-i istidad cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın enva’ına muhit pek çok fünun ve Hâlıkın şuunat ve evsafına şamil kesretli mâarifin tâlimidir ki; nev’-i beşere değil yalnız melâikelere, belki Semâvat ve Arz ve dağlara karşı Emanet-i kübrâyı haml dâvasında bir rüchâniyet vermiş ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i mânevîsi olduğunu Kur’an ifham ettiği misillü; «Melâikelerin Âdem’e secdesiyle beraber, Şeytan’ın secde etmemesi olan‘» hâdise-i cüz’iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas ediyor. Şöyle ki: Kur’an, şahs-ı Âdem’e Melâikelerin itaat ve inkıyâdını ve Şeytan’ın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle; nev’-i beşere kâinatın ekser maddî enva’ları ve enva’ın mânevî mümessilleri ve müekkelleri müsahhar olduklarını ve nev’-i beşerin hassalarının bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber, o nev’in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevkeden mevadd-ı şerîre ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri, o nev’-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müdhiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyân, bir tek Âdem’le (A.S.) cüz’î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev’-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.”

Çetin KILIÇ

 www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • Kur’an-ı Kerim Meali
  • Risale-i Nur
  • Sorularlaislamiyet
  • Mustafa Asım Köksal
  • Diyanetcamii
  • Dinimizislam
  • enfal

Cafer-i Sadık (R.A.) Kimdir? (699-765) Kısaca Hayatı..

Cafer-i Sadık (R.A.) 669 yılında Medine’de doğdu.

Hazreti Ali (ra) ve Hazreti Ebubekir (ra) gibi mübarek bir nesepten gelmektedir.

Babası Muhammed Bakır olup, Hazreti Ali’nin torunu olan Zeynel Abidin’in oğludur. Annesi Ümmü Ferve’de Hazreti Ebubekir’in (ra) torunu Kasım bin Muhammed’in kızıdır. Oğlu İsmail’den ötürü Ebu İsmail künyesi ile anılmakla beraber, İsmail’in kendisinden evvel vefat etmesinden dolayı daha çok Ebu Abdullah ve Ebu Musa lakaplarıyla anıldı.

Künyesi; Ebu Abdullah Cafer bin Muhammed Bakır bin Ali Zeynel Abidin şeklindedir. “on iki imam” olarak kabul edilen silsilenin altıncısıdır.

İlk eğitimini dedesi Zeynel Abidin ile babası Muhammed Bakır’dan aldı. Büyük bir âlim olan Muhammed Bakır 19 yıl gibi uzun süre imamet görevinde bulundu. İmamet; namaz kıldırmadaki imamlık anlamına geldiği gibi, müminlerin emiri, halife anlamına da gelmektedir. Muhammed Bakır ve kendisinden sonra aynı vazifeyi sürdüren Cafer-i Sadık (ra) geniş bir kesim tarafından, müminlerin halifesi olarak kabul görmüşlerdir. Ancak, buradaki mana idari mekanizmadan farklı ve sadece dini manadaki emirlik mahiyetindedir.

Cafer-i Sadık (ra), otuz yıl boyunca sürdürdüğü imamet vazifesi boyunca, sadece Şiiler tarafından değil, Sünniler ve âlimleri tarafından da büyük bir hürmet ve saygıyla karşılandı ve alaka gördü. O, Emeviler ve Abbasiler döneminde mensubu bulunduğu Haşimilerin imamı olarak hizmetini ifa etti. Emeviler zamanında Ehli Beyt’e karşı sürdürülen menfi durumdan kendisi de etkilendi. Özellikle amcası Zeyd bin Ali’nin öldürülmesinden sonra tamamen siyasetten uzaklaşarak kendini dini hizmete verdi. Abbasiler döneminde de siyasetten uzak durmaya devam etti. Kendisi siyasi faaliyet ve girişimlerde bulunmadığı gibi yakın akrabalarına da, idareyi elde etmeye yönelik faaliyet ve girişimlerden uzak durmaları konusunda tavsiyelerde bulundu.

Ehli Sünnet nezdinde müstesna yeri olan ve hürmetle yad edilen Cafer-i Sadık, Hadis ilmindeki vukufiyeti ve üstün şahsiyetinden ötürü bu alanda; güvenilir, itimada layık kimse anlamında gelen “sika” ünvanıyla tanınır ve kabul edilir. Hadis ilmiyle uğraşıp müçtehit mertebesine yükselmiş, sezme gücü yüksek, özü ve sözü doğru, naklettiği hadisler ve görüşleri güvene layıktır. Büyük bir hadis âlimidir. Doğru sözü söylemekten sakınmayan, ifrata gidip özellikle Ehli Beyt konusunda haddi aşanlarla mücadele etti. En önemli lakaplarının başında “sadık” unvanı gelir. Bunun yanında sâbir, fâzıl, tâhir ve âtır (güzel kokulu) gibi unvanlarla da anılmıştır.

Risâle-i Nur’da kendisi övülmekle beraber, özellikle Peygamber Efendimizin (asm) soyundan gelenlerin, Emeviler üzerinde, yanlış yönelimlerinde ve zararlı siyasetlerinde bir çeşit fren etkisi yaptığı ve kendilerini kontrol etmek zorunda bıraktıklarını görüyoruz. Özellikle Hazreti Ali (ra) olmasaydı dünya saltanatı konusunda Emeviler bütün bütün yoldan çıkacaklardı. Onlar karşılarında Hazreti Ali’yi görünce ister istemez ölçüyü tutturmak, Müslümanların nazarında kendi mevkilerini daha fazla düşürmemek için çaba gösterdiler. İslami konularda yeterli hassasiyeti göstermeyen idarecilerin büyük ekseriyeti kendilerine tabi olanları İslam ve iman hakikatleri konusunda teşvik edici tavır takındılar.

Taraftarlarını, Kur’an hükümlerinin muhafaza ve neşrine sevk ettiler. Böylece bir çok müçtehit, muhakkik ve muhaddisin yetişmesine vesile oldular. Ali Beytin velayet ve diyanetteki kemalleri onların karşısına dikilmekle, son zamanlarında düşmüş oldukları kötü durum ve çığırından çıkma hadiselerinin bütün devirlerine yayılmasını önlemiş oldu.

Bediüzzaman Hazretleri Hazreti Hüseyin’in soyundan gelen Cafer-i Sadık için şu ifadelere yer verir; “… Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynel Abidin ve Cafer-i Sadık ki, her biri birer mânevî mehdî hükmüne geçmiş, mânevî zulmü ve zulümatı dağıtıp envâr-ı Kur’âniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler, cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler

Peygamber Efendimizin Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e gösterdiği sevginin arka planında onların mübarek soyundan gelenlerin de hissesi vardır. Hazreti Hüseyin’e (ra) karşı gösterdikleri fevkalade ehemmiyet ve şefkat, O’nun nurani silsilesinden gelen Zeynelabidin, Cafer-i Sadık gibi şanlı imamların ve “hakikî verese-i Nebeviye gibi çok mehdîmisal zevât-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i Risâlet hesabına boynunu öpmüş, kemâl-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir“.

İlim ve fazilette zamanının bir tanesi oldu. Din bilgilerinde olduğu gibi, zamanının bütün fen ilimlerinde de söz sahibiydi. Yetiştirdiği talebeler, cebir ve kimya ilimlerinde çeşitli keşifler yapmışlar, bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlardır. Fizik ve kimya ilimlerinin konusunu teşkil eden madde ve onlar üzerindeki bilgisi pek çoktu. Kimyanın babası sayılan Cabir de, Cafer-i Sadık hazretlerinin talebesidir.

Ancak, riyakârlık ve gösterişten kaçındığından birçok şeyini ifşa etmekten kaçınmış ve kaçınmayı tavsiye etmiştir. Babası ve dedesinin yolunu takip ederek mümkün mertebe fitneden kaçınmıştır. Günümüze kadar ulaşan eserleri şunlardır:

Misbahu’ş-şeria; dini ve ahlaki sözleri ihtiva eder. Tefsirü’l-Kur’an, Kitabü’l-Cefr (el-Hafiye), İhtilacü’l-aza; insan organlarındaki titreme ve sebepleri üzerinde durur. Heyakilü’n-nur; tılsımlardan bahseder. Esratü’l-vayh, Havassü’l-Kur’anil-azim, Kitabü’t-tevhid, Risâletü’l-vesaya, Duaü’l-cevşen. Bu eserlerinin dışında da bazı Risâleleri mevcuttur.

İmam-ı Cafer’in en meşhur talebesi olan İmam-ı A’zam Ebu Hanife, Cafer-i Sadık’ın sohbetlerine iki sene devam ederek, o gizli ve açık marifet kaynağından ilim ve evliyalık yolunda çok faydalandı. İmam-ı A’zam, onun huzurunda kavuştuğu yüksek mertebeleri anlatmak için;

O iki sene olmasaydı, Numan helak olmuştu” buyurdu.

Hakiki İslam âlimleri, dinimizi, hiç değiştirmeden bugüne kadar ulaştırmıştır. Bu âlimlerden iman bilgilerini anlatanlara “Mütekellimin“, ibadetlerin nasıl olacağını bildirenlere, “Fukaha”, kalb ile yapılacak ve sakınılacak şeyleri öğreten ilme “Tasavvuf” ve bu ilmin âlimlerine de “Mutasavvifin” denildi. İşte imam-ı Cafer hazretleri, bu üçüncü ilmi anlattı.

İmam-ı Cafer hazretleri Buyurdu ki:

 “Şunlarla beraber bulunmaktan sakın:

 Yalancıdan.

 Cimriden.

 Ahmaktan. Çünkü en çok işine yarayacağı zaman, seni bırakır.

 Fâsıktan yani günah işlemekten utanmayandan!

Bir hata işlediğiniz zaman istiğfar edin, hatada ısrar helak olmaya sebeptir. Bir kimse geçim darlığı çekiyorsa istiğfara devam etsin.”

Mihnete şükretmeyen, nimete şükretmez.

Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınız. Zekât vererek mallarınızı koruyunuz. Tasarrufa riayet eden sıkıntı çekmez. Tedbirli, düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır. İnsanlarla iyi geçinmek, aklın yarısıdır. Musibet zamanında dizini döven, sevabından mahrum olur. “

“Şu dört şeyin azı da çoktur: Ateş, düşman, fakirlik, hastalık.

Şu üç şey Müslümana şeref verir: Kendisine zulmedeni affetmek, bir şey vermeyene iyilikte bulunmak ve kendisini aramayanı, arayıp sormak.”

Cafer-i Sadık 765 yılında Medine’de Hakkın rahmetine kavuştu Naaşı Cennetül Baki’de babası ve dedesinin yanına defnedildi.

Çetin KILIÇ / www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • Risale-i Nur
  • Mustafa Öz, “Ca’fer es-Sadık”
  • dinimizislam

Yıldırım Bayezid Kimdir? (1360-1403) Kısaca Hayatı

Osmanlı Sultanlarının dördüncüsü Bayezid Han, Sultan Murad-ı Hüdavendigar’ın oğlu olup, 1360 yılında Edirne’de doğdu. Annesi Gülçiçek Hanım’dır.

Yıldırım Bayezid yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, koç burunlu, ela gözlü, kumral saçlı, sık sakallı ve geniş omuzluydu.

Küçük yaştan itibaren zamanın seçkin âlimlerinden ilim öğrendi. Değerli kumandanlardan askerlik, sevk ve idare derslerini gördü. 1381 yılında devlet idaresinde yetişmesi için Kütahya’ya vali tayin edildi.

1389’da haçlı ordusu ile yapılan Birinci Kosova savaşına katılarak büyük kahramanlık gösterdi. Babası Sultan Murat, bu savaş sonunda bir Sırplı tarafından şehit edilince, devlet ileri gelenlerinin müşterek kararı ile Osmanlı tahtına geçti. Tahta çıktığında 29 yaşındaydı.

İlk olarak Sırbistan işlerini yoluna koyan Yıldırım Beyazıt bu sırada kendisine karşı ittifak eden Anadolu Beylikleri üzerine yürüdü. Süratle hareket ederek Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Germiyanoğulları, Menteşe ve Hamidoğulları beyliklerini ortadan kaldırdı (1390). Karamanoğulları beyliğini itaat altına aldı. Ardından ihmal edilmiş bulunan Balkanlara yöneldi.

Yıldırım 1391’de Bizanslılardan Şile’yi aldı. İstanbul’u yedi ay muhasara etti ve yedi aylık bir kuşatmadan sonra şehirde bir Türk Mahallesi kurulması, bir cami yapılması ve yıllık verginin artırılması şartıyla anlaşma yaptı. Tuna nehrini geçerek Romanya’yı Osmanlılara tâbi kıldı.

1392’de Silivri ve Selânik Osmanlılara katıldı aynı yıl Kastamonu üzerine yürüyerek, Candaroğlu topraklarını ele geçirdi. 1394’te Selanik ve Yenişehir’i (Mora) alan Osmanlı orduları, Teselya’ya ilerlediler. 1393’de Bulgaristan tamamen fethedildi. Arnavutluk ve çevresi de Osmanlı topraklarına katıldı.

Yıldırım Beyazıt’ın 1395’te İstanbul’u ikinci defa muhasarası yeni bir haçlı ordusunun hareketine yol açtı. Bütün Avrupa milletlerinden meydana gelen haçlılar, Osmanlılara ait Niğbolu kalesini kuşatmışlardı. Yıldırım Bayezid de ordusu ile Niğbolu kalesi önlerine kadar geldi. Bir gece Yıldırım Bayezid, tek başına atına binerek düşman saflarını yardı.

Niğbolu kalesinin duvarları dibine yanaşarak bir elini kale duvarına dayadı ve : “Bire Doğan!” diye seslendi. Bu sesi tanıyan Niğbolu kalesi kumandanı Doğan Bey de yukarıdan : “Ne var, şevketlüm!” diye sordu.

Padişah : “Ordumla birlikte geldim. Sakın kaleyi teslim etmeyesin!” emrini verdikten sonra atını sürerek gece karanlığında bir yıldırım gibi karargâha döndü.

Yıldırım’ın kazanmış olduğu zaferlerin en mühimlerinden birisi  25 Eylül 1396 senesinde, tek başına Müslüman Türk milletinin, bütün bir Hıristiyan Avrupa Devletlerine karşı kazanılmış ve tarihin en büyük zaferlerinden birisi olan Niğbolu zaferi idi. Bu, şanlı zaferin neticeleri de çok büyük olmuştur. Bu zafer, Osmanlı Türk Devletinin, doğu İslâm âleminde de tanınmasına sebep oldu Mısır’daki Abbasi Halifesi (Birinci Mütevekkil) Yıldırım Bayezid’e tebrik için gönderdiği mektubunda, Türk Padişahına: “Sultan-ı İklim-i Rum” unvanı ile hitabetti.

Esir edilen ve fidye karşılığı serbest bırakıldıktan sonra padişaha karşı bir daha savaşmamaya yemin eden Avrupalı asilzadeler ve şövalyelere Yıldırım Beyazıt Han şöyle diyordu:

Ettiğiniz yeminleri size iade ediyorum. Gidiniz, yeniden ordular toplayınız ve bizim üzerimize geliniz. Bana bir kere daha zafer kazanmak imkânı sağlamış olursunuz. Zira ben, Allahü Teâlâ’nın dinini yaymak ve O’nun rızasına kavuşmak için dünyaya gelmişim.”

Bu zaferden sonra Müslüman coğrafyada ‘Sultan’ olarak anılmaya başlanmıştır. Bu tarihten sonra İran, Irak gibi karışıklık içinde bulunan coğrafyalardan Anadolu topraklarına, Sultan Bayezid’in idaresine girmek üzere önemli ölçüde göçler başlamıştır.

Niğbolu zaferinden sonra Osmanlı akıncıları Macaristan içlerine kadar girerek pek çok ganimetlerle döndüler. 1397’de İstanbul’u üçüncü defa kuşatan Bayezid, Bizans’ın denizle bağlantısını kesmek için Anadolu Hisarı’nı inşa ettirdi.

Salona Piskoposu, Padişahı bizzat davet ederek halkın zulümden kurtarılmasını rica etmiş bunun üzerine Yıldırım Bayezid, Bizanslılardan Silivri, Mora ve Attika’yı kurtarmıştır. Türklerin Yunanistan’ı almaları böyle olmuştur. Girdiği savaşlarda göstermiş olduğu cesaretten dolayı 1397’de ona Yıldırım lakabı verilmişti.

Üç defa İstanbul’u kuşatmasına rağmen hem Batıdan hem Doğudan gelen tehditler, diğer taraftan İstanbul kalelerini aşacak teknik yetersizlikler ve yabancı danışmanlarının etkisi, onu bu emeline kavuşmaktan mahrum bırakmıştır.

1399’da Anadolu’ya dönen Bayezid, Karaman ve Kadı Burhaneddin topraklarını ilhak ederek Toroslardan Tuna’ya kadar uzanan merkezi bir imparatorluk kurmuştu.

Onun idaresi zamanında devşirme sistemi tekrar canlandırılmış ve Hıristiyan gençleri sadece bir asker olarak değil aynı zamanda bir Osmanlı ve idareci olarak da yetiştirilmeye başlanmıştır. Merkezi hazinenin genişletilmesi, teşkilatlanma alanlarında önemli bürokratik yenilikler bu devire ait gelişmelerdir. Tahrir sistemine ait en eski kayıtlar bu döneme aittir. Ulemanın tasarrufundaki pek çok vakıf malı bu dönemde devlet erkine devredilmiş, idarede kul sistemi geniş ölçüde uygulanmaya başlamıştır. Hatta eski kayıtlarda, Bayezid’in, görevlerini suiistimal eden kadıları çok şiddetli bir biçimde cezalandırdığına dair kayıtlar da bulunmaktadır.

Sultan Yıldırım Beyazıt, iyi bir idareci ve askerdir. Çevik, atılgan, cesur, zamanın hadiselerini kavramış iyi bir kumandandı. Ani olaylar karşısında soğukkanlılığını muhafaza ederek karar verir ve ordusunu süratle istediği yere sevk ederdi. Adaleti çok meşhurdu. Âlimlerin sohbetinde bulunur, onların Allahü Teâlâ’nın emir ve yasaklarını bildiren sözlerini gönülden kabul ederdi. Evliyaya çok hürmette bulunurdu. Silsile-i Sâdât-ı Nakşıbendiyye’den Hâce Bahaüddin Şah-ı Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, Hâce Alâüddin Attar (k.s.) Hazretleri, Allame Saadeddin Teftazâni, Şerh-i Mekâsıd Müellifi Kemaleddin Hocendi, Hayatü’I – Hayvan isimli eserin sahibi Kemaleddin Muhammed Demiri, Hoca Hafız Şirâzi ve Kadı İbn-i Haldun Yıldırım Bayezid devrinde vefat eden büyük zatlardır.

Osmanlı topraklarının her tarafında cami, mescit, darüşşifa, medrese, imaret ve misafirhaneler yaptırdı. Ayrıca bütün bu imarethaneler için geniş vakıflar kurdurdu. Bursa’daki Ulucami yaptığı en önemli eseridir.

Yıldırım Beyazıt’ın bir mahkemede şahitlik etmesi gerekiyordu. Padişah mahkemeye geldi ve herkes gibi o da ellerini önünde bağlayarak ayakta bekledi. Devrin Bursa kadısı Molla Şemsüddin Feranî, dik dik Padişah’ı süzdükten sonra şu hükmü verdi: “Senin şahitliğin geçersizdir. Zira, sen namazlarını cemaatle kılmıyorsun. Elinde imkân bulunduğu halde namazlarını cemaatle kılmayan biri, yalancı şahitlik edebilir demektir.

Bu yüzden itham karşısında herkes Yıldırım Beyazıt’ın hiddetlenmesini bekliyordu. Fakat o boynunu büküp mahkemeyi terk etti. Bu olaydan sonra sarayın yanı başına bir cami yaptırdı. Namazlarını cemaatle kılmaya başladı.

Bu arada Orta Asya ve İran’a uzanan güçlü bir imparatorluk kurmuş bulunan Timur (1335-1405); Anadolu topraklarına girmeden önce Çağatay, Harzemşah ve İlhanlı gibi hanedanların son varislerini de ortadan kaldırmış bulunmaktaydı. Bu nedenle kendisi bu hanedanların doğal varisi olarak görmekteydi. 1400 yılına gelindiğinde ise Anadolu topraklarına yönelerek Kadı Burhaneddin Devleti’nin başkenti olan Sivas’ı ele geçirdi. Bunu gören Türkmen Beyleri derhal Timur’un tarafına geçerek onun yanında yer aldılar. Aynı zamanda onu Osmanlı sultanına karşı kışkırttılar.

Timur’dan kaçan Karakoyunlu ve Cezayir beyleri de Yıldırım Beyazıt’ı Timur’a karşı tahrik ediyorlardı.

Sultan Bayezid ve Timur’un karşılaşması kaçınılmazdı. Türk dünyasının lideri olma iddiasındaki bu iki büyük hükümdar her ne kadar birbirlerinden farklı hedeflere sahip olsalar da birbirleri ile mücadele etmeye mecbur kalmışlardı.

Bu tahrikler iki büyük Türk hakanını 27 Ağustos 1402’de (Rivayete göre ulemadan cevazına dair fetva alınmadan) Ankara’da karşı karşıya getirdi. Çubuk ovasında yapılan ve çok şiddetli geçen muharebe sonunda Osmanlı ordusu, mağlubiyete uğrarken, Yıldırım Beyazıt da esir düştü (28 Temmuz 1402).

İki oğlu, Şehzade Musa ve Mustafa ile birlikte Akşehir’e sürgüne gönderildi.  Esaret zilletini çekemeyen Fatih’in dedesi Yıldırım Beyazıt Han yedi ay sonra kederinden ve nefes darlığından kırk dört yaşında vefat etti (1403). Cenazesi oğlu Çelebi tarafından Bursa’ya getirilerek, kendi türbesine defnedildi. Allah rahmet eylesin.

Timur Han ölüm haberini alınca: “Yazık oldu, büyük bir mücahidi kaybettik.” demekten kendini alamadı.

Yıldırım Beyazıt; Musa Çelebi, Süleyman Çelebi, Mustafa Çelebi, İsa Çelebi, Mehmet Çelebi, Ertuğrul Çelebi, Kasım Çelebi ve Fatma Sultan adında sekiz çocuk sahibi idi.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  •  Ybu.edü
  •  İlimrehberi
  •  Biyografi
  •  Haznevi
  •  derszamanı