Etiket arşivi: MEHMED KIRKINCI

Bediüzzaman Devlete Hiçbir Zaman Zarar Vermedi!

Mehmet Kırkıncı Hocaefendi, son günlerdeki tartışmalar üzerine “müsbet hareket” çağrısında bulundu.

Devlete itaat etme üzerinde duran Kırkıncı Hocaefendi, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinden örnek verdi.

Kırkıncı Hocaefendi, “Maruz kaldığı o kadar zulüm ve işkencelere rağmen, Bediüzzaman hiçbir zaman devlete zarar verecek en ufak bir harekette bulunmamış, menfi hareket düşüncesinde olanlara da her zaman karşı çıkmıştır” dedi.

İşte Mehmet Kırkıncı Hocaefendi’nin açıklaması:

MUHABBET FEDAİLERİ

Son zamanlarda, bazı dış mihrakların milletimizin birlik ve beraberliğini bozmak ve milletimizin bir kesimini devletle karşı karşıya getirmek gibi dehşetli bir plan kurduklarına ve bunu kademeli olarak uygulamaya koyduklarına  şahit oluyoruz.

Milletimizi birbirine düşman etmek ve ülkemizi yıllarca geri götürmek emeliyle hazırlanan bu oyuna gelinmemesi için “ittihat, asayişi muhafaza ve devlete itaat” konularında bazı hakikatleri  hatırlamamız bir zaruret haline gelmiştir.

Konuya Üstad Bediüzaman Hazretlerinin şu cümlesi ile başlamak istiyorum:
“Bizler muhabbet fedaileriyiz husumete vaktimiz yoktur.”[1]

“Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit, mânevî, hayat da gider.”[2]  buyuran Bediüzzaman Hazretleri, hayatı boyunca daima âlem-i İslâm’ın ittihadına, milletin  birlik ve beraberliğinin muhafazasına çalışmış, her zaman asayiş ve huzurdan yana olmuş, talebelerini; “Asayişin manevî bekçileri” olarak tavsif etmiş, onlara her zaman sabrı ve müspet hareketi tavsiye etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri’nin vefatından kısa bir zaman önce umum Nur Talebelerine vermiş olduğu,  kendisinin de  hayatı boyunca titizlikle tatbik ettiği en son dersi  ‘Müspet Hareket.’ olmuştur. Üstad, bu dersiyle Nur Talebeleri’nin her türlü menfi cereyanlardan şiddetle kaçınmalarını tavsiye etmiştir.  

Üstad Hazretleri  bir vasiyetname mahiyetinde olan bu en son  dersinde şöyle buyurmaktadır:
Bizim vazifemiz müsbet harekettir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı ilâhiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır. Vazife-i ilahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde; her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz…          

 …Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir.

…Harici tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-cocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dahildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî ihlâs sırrı ile hareket etmektir. Hariç’teki ci-had başka, dahilde cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakiki talebeleri Cenâb-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda, dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azimdir.          

 … Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz.

… Hem dahildeki cihad-ı manevî; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki, maddî değil manevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok!…”

Bediüzzaman Hazretleri hem küfür ve dalalete, hem de her türlü bozgunculuğa, anarşiye ve bölücülüğe karşı ilmî ve fikrî bir mücadele vermiş, iman ve Kur’an hizmetini her şeyin fevkinde görmüş, davası uğrunda yirmi sekiz sene hapis yatmış, defalarca zehirlenmiş, bütün bunlara rağmen  “Saçlarım kadar başlarım olsa, hergün birini kesseniz hakaik-i Kur’aniyeye feda olan bu baş, zınkıya boyun eğmeyecek” diyerek davasındaki kararlılığını ortaya koymuştur. Bununla beraber, talebelerini, devlete ve hükümete karşı fiilî mücadeleden şiddetle men etmiş, hakkını daima kanuni yollardan müdafaa yoluna gitmiştir. Nitekim âdil hâkimler her seferinde onun ve talebelerinin masumiyetlerini tescil etmişler, hizmetinin devlete ve millete hiçbir zararının olmadığını, bilakis asayişin teminine büyük faydası dokunduğunu kaziyye-i muhkeme hâlinde tespit etmişlerdir.

Bilindiği gibi, devlet bir şahs-ı manevidir. Şüphesiz en kötü bir devlet, devletsizlikten binler kat daha iyidir. Devleti olmayan ve başka devletlerin esareti altında inleyen milletlerin perişan ve sefil halleri herkesin malumudur.

Vatanı olmayanın evi, barkı ve mülkü olmaz, namusu tarumar olur. Millet ile vatan, ruh ve ceset gibidir. Devletsiz, vatansız bir millet yetim; milletsiz vatan da harabe bir ev gibidir. İnsanın en esaslı vazifelerinden birisi de vatanını sevip sevdirmesi ve ona gereken hizmeti yapmasıdır. Çünkü devlet ve vatan, Cenab-ı Hakk’ın bizlere ihsan ettiği büyük nimetlerdir. 

Vatanı sevmenin sayısız sebepleri vardır. O, bizim şefkatli ve sevgili validemiz, bizler onun kıymetini bilen ve ona can feda eden hürmetkâr evlatlarıyız. Din, can, mal, namus ve evlat vatan ile muhafaza olunur. Kendi menfaatlerini vatanın ve milletin menfaatine tercih eden bir kimse vatan ve milletine ihanet etmiş olur.
Vatan; tahassungâhımızdır, evimizdir ve ibadethanemizdir. Bu dünyanın nimetlerini o hanede kazandığımız gibi, cenneti ve ebedî saadetimizi de yine orada kazanacağız. Vatan cennetin bir salonudur. Bunun içindir ki,  “Vatan sevgisi imandandır.” denilmiştir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vatanını pek ziyade severdi. Düşmanları kendisini Mekke-i Mükerreme’den çıkarttıkları gün; “Ne yapayım? Ben seni çok seviyorum, ama düşmanlarım beni senden çıkarttılar.” diye teessürünü ifade etmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yanında vatandan bahsedildiğinde mübarek gözleri yaşla dolardı.

Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi: “…Memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir.”[3] Bu hane içinde büyümüş, ilim ve irfandan nasibini almış vatanperver, şuurlu bir insanın hayatı boyunca bu nimete karşı şükretmesi dinî ve vicdanî bir borçtur. Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi: “Madem ben de bu vatanın bir evlâdıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için farzdır.”[4]

Topraklarımızın her karışı binlerce şehidin kanıyla yoğrulmuştur. “Bastığımız yerleri toprak diyerek geçmememiz, altında binlerce kefensiz yatanı düşünmemiz gerekir.”  Evet, vatan muhabbeti ve onu muhafaza gayreti olmasa, memleketler harap olur, viraneye inkılap eder. Milleti ise esarete mahkûm olur. Vatanlarını muhafaza edemeyen milletler tarihten silinmişlerdir.

Hamiyetperver her bir insan, vatanına, milletine, devletine faydalı bir fert olmak için gayret etmekten büyük bir zevk alır. Vatan ve milletini ve onun ihtiva ettiği ulvi değerleri, kara sevdalı bir âşık gibi sevmeyen bir insan veya bir millet izmihlale mahkûm olur.

Bir insanın ailesine karşı fedakârlığı bir ise, devletine ve milletine karşı bin olmalıdır. Evet, “…Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.”[5]

Büyük bir âlicenaplık ve fedakârlık yaparak bize meziyetli bir tarih ve eşsiz bir miras bırakan necip ecdadımızı tazim etmek ve onlara layık bir nesil olmak vicdanî borçlarımızdan biridir.

Asırlarca cihana medeniyette örnek olan, cesur, dirayetli, metanetli ve adaletli bir milletin gençlerini cehalet, cebanet, sefahet gibi ahlak-ı rezileden muhafaza etmek, onları millî ve manevi değerlerine bağlı, vatanperver, âlicenap, şecaatli ve edepli olarak yetiştirmek elzemdir.

Dinimizde vatana hıyanet etmek, devlete karşı ayaklanmak ve fitne çıkarmak kesinlikle yasaktır. Bir ayette  mealen şöyle buyurmaktadır: “Fitne  katilden daha şiddetlidir.”[6] 

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet onlardan biri, hâlâ (Allah’ın hükmüne boyun eğmeyip) ötekine saldırırsa, Allah’ın emrine  dönünceye kadar (bu) saldıran tarafla savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse artık  aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.”[7]

Bu ayette geçen “baği” kelimesi, anarşi çıkarmak, isyan etmek ve haddi tecavüz anlamlarına gelmektedir. Ancak, devlet yöneticilerinden farklı düşündüğü hâlde isyana teşebbüs etmeyen kimseye dokunulmaz. Çünkü “İtaat etmemek başkadır, isyan etmek daha  başkadır.”

Başta Peygamber Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere, bütün ehl-i sünnet âlimleri, devlete itaat edilmesi üzerinde ısrarla durmuş ve isyanı kesin olarak yasaklamışlardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) adaletle hükmetmeyen devlet reislerine dahi isyan etmeyi yasaklamıştır.

Devlet idarecilerine itaatin ehemmiyeti mükerreren teyit edilmiş, milletin birlik ve beraberliğini bozacak her türlü faaliyet İslam dininde men edilmiştir. Vatanın ve milletin muhafazası, namus ve iffetin hıfzı, mal ve canın emniyeti hep devletin varlığı ve devamı ile kaim olduğu için, Hz. Peygamber (s.a.v.) itaatin ehemmiyeti üzerinde ısrarla durmuş, Müslümanları her türlü isyan ve bozgunculuktan, nifak ve şikaktan şiddetle men etmiştir. İtaatteki hikmet ve maslahatı kavramayan nice milletler, Cenab-ı Hakk’ın en büyük ihsanlarından biri olan “devlet” nimetini ellerinden kaçırmışlar; birlik ve bütünlüklerini, istiklaliyetlerini muhafaza edememişlerdir. Tarih bunun acı misalleriyle doludur.

Bunun içindir ki, Müslümanların birlik ve beraberliği yolunda, vatanın ve milletin bekası uğrunda feda-yı can eden, ittihad-ı İslam’ın öncüsü ve sevdalısı olan Yavuz Sultan Selim Han şöyle der:

İhtilâf ü tefrika endişesi,
Kûşe-i kabrimde hattâ bikarar eyler beni;
İttihatken savlet-i a’dayı def’e çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağıdar eyler beni...”[8]

Bugün bütün âlem-i İslam’ın kalbini derinden yaralayan ve vicdanlarını sızlatan Filistin, Suriye ve Mısır’da yaşanan elim hadiseler hep ihtilaf ve tefrikanın neticesidir.

Peygamber Efendimiz (sav) müminlerin huzur ve sükûnuna, birlik ve beraberliğine büyük ehemmiyet vermiş, umumi asayişin devam etmesi için, devlet reislerinden gelebilecek zulüm ve baskılara karşı ümmetinin isyan etmeyip, tahammül göstermelerini tavsiye etmiştir. Hz. Huzeyfe’den nakledilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Benden sonra benim doğru yolumdan gitmeyen ve benim sünnetimle amel etmeyen hükümdarlar olacaktır.” buyurdular.

Bunun üzerine sahabeden biri: “Ben buna yetişirsem ne yapayım, ya Resulallah?” diye sordu.
Allah Resulü (s.a.v.): “Dinler ve itaat edersin. Sırtın dövülse ve malın alınsa bile dinle ve itaat et”, diye buyurdular.”[9]

Resulullah Efendimizin (s.a.v.)  ümmetine, devleti idare edenlerden gelecek haksızlık ve zararlara sabırla mukabele tavsiyesi, onları zulme boyun eğmeye davet değil; bilakis isyan yoluyla, devlet ve milletin bütünlüğünü zedeleyecek daha büyük zulüm ve zararlardan kaçındırmak hikmetine mebnidir.

Malumdur ki, Kur’an-ı Azimüşşan, değil zulüm yapmayı, zulme edna bir meyil ve rıza göstermeyi bile şiddetle yasaklamıştır. Bu bakımdan, Peygamber Efendimizin (s.a.v.),  zalim idarecilere itaat emrini, zulme razı olmak değil, zulmün büyümesine mani olmak şeklinde anlamak lazımdır. Bu emir, zulmün def’ine çalışmamak şeklinde de telakki edilmemelidir.  Zira, zulmü giderecek çeşitli fırsatlar ve uygun yollar itaat içinde de bulunabilir. Ancak bütün çabalara rağmen, meşru bir çare bulunmazsa cüz’i ve şahsi hukukunu umumun selametine, ammenin menfaatine feda etmek idrak sahibi her Müslüman’dan beklenen olgun bir davranıştır. 

İbn-i Abbas’dan (ra.) rivayet edilen başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulur: “Bir kimse herhangi bir  emirin yapmış olduğu zararlı bir şeyi görürse sabretsin (isyan etmesin). Çünkü her kim devlet başkanından (itaatten) bir arşın ayrılırsa cahiliyet ölümü ile ölür.”

Hadis Profesörü Kâmil Miras bu hadisi şöyle açıklamaktadır: “Vahiy ile müeyyet olan Peygamberimiz (s.a.v.) amme velayetini taşıyan bir kısım amirlerin gayr-i meşru hareketlerde bulunacaklarını nübüvvet nuruyla görüyor ve biliyordu. Bu vaziyet karşısında Müslümanlara sabır ve sükûn ile hareket etmelerini ve bozgunculuktan kaçınmalarını vasiyet ediyordu.”

Diğer  bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulur: “Sizden her kim bir münkeri (kötülük) görürse onu eliyle düzeltsin. Eğer ona muktedir olamazsa diliyle, diliyle de yapamazsa ona kalbiyle (buğz etsin); bu da imanın en zayıf derecesidir.”

Bu hadis-i şerif Feteva-i Hindiye’de şöyle izah edilmiştir: Bir kötülüğü kuvvet kullanarak defetmek devletin vazifesidir. Zira kuvvet kullanmak salahiyeti ferdin değil, devletindir.  Dil ile düzeltmek, yani tebliğ vazifesini yapıp insanları irşat etmek âlimlerin vazifesi, kalben buğz etmek  de avam-ı nasın görevidir.

İslâm dini, sultana, devlet reisine ve idarecilere itaati emretmekle beraber, bu itaati mutlak da bırakmamıştır. İtaat ancak “Allah’ın emirlerine isyanı gerektirmeyen konularda” söz konusudur. Bu hususta pek çok hadis-i şerif vardır. Bunlardan bazılarını takdim edelim:

Übade bin Sâmit, Resulüllah’ın (s.a.v.) kendilerini davet ederek şu manada biat aldığını haber vermektedir: “Emirlerinize (idarecilerinize, kumandanlarınıza) hem neş’eli, hem de kederli zamanlarınızda, hatta emirleriniz kendi nefislerini sizin nefisleriniz üzerine tercih etseler dahi onları dinleyecek ve itaat edeceksiniz. Ancak emirlerinizin açık bir küfrünü görmeniz ve onların küfrü hakkında yanlarınızda Allah’ın kitabında kuvvetli delil olması hâlinde, onları dinlemeyeceksiniz”[10]

Nevevî bu hadisi şerh ederken şöyle der:“Yöneticilerle yönetim işleri hususunda münakaşa etmeyiniz. Ve onlara o konuda itiraz etmeyiniz. Ancak onlardan sarih küfür ve kesin bir münker görürseniz bunu inkâr ediniz. Yâni, kabul etmeyiniz ve hakkı, münasip bir dil ile söyleyiniz. Fasık ve zalim olsalar bile, onlara karşı ayaklanmak ve onlarla savaşmak tüm ulemanın icmaı ile haramdır.”

Evet münkeri işleyen bir idareciye hakkı söylemek bir vazife olduğu gibi; onlara karşı ayaklanmamak da vatan ve millet namına en mühim bir vazifedir. Zira böyle bir isyan hareketinden ancak iç ve dış düşmanlar fayda görecekler, birçok masumların kanı dökülecektir.

Devletin Nizam ve İntizamı İtaate Bağlıdır

Mazide yaşanan elim hadiseler, istikbale ışık tutan parlak bir aynadır. Tarihte cereyan eden olaylardan milletlerin alacakları pek çok ibretli dersler vardır. Yarınlara hazırlanırken, geçmiş tecrübelerden mutlaka yararlanmak, geçmişte düşülen hataları yapmamaya çalışmak elzemdir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır: “De ki, yeryüzünde bir gezin de bakın, bundan öncekilerin sonu nasıl olmuş!…..”[11]

Cenab-ı Hak bu gibi ayetlerle geçmiş kavimlerin başına gelen elim hadiselerden ve tarihî olaylardan ders almamızı emretmektedir. Vatanperver her insan geçmişte yaşanan üzücü hadiselerden ders almalı, onları hiçbir zaman hatırından çıkarmamalı, Müslümanların birlik ve beraberliğine zarar verecek her türlü tutum ve davranışlardan hassasiyetle  kaçınmalıdır.

Evet, dünyanın nizam ve intizamı itaate bağlıdır. Zira itaat,  nizam ve intizamın temelidir; feyiz ve bereketin, huzur ve sükûnun, birlik ve beraberliğin esasıdır.

Tarihe ibretle göz gezdirdiğimiz zaman, ecdadımızın birlik ve beraberlik içinde olduğu dönemlerde dünyanın en güçlü devletine sahip olduklarını, insanlığa ilim, medeniyet, fazilet dersi öğrettiklerini  görürüz. Dâhilî kargaşa ve fitnelerin çıktığı, devlete isyan ve tuğyanların başladığı zamanlarda ise ülkenin kan gölüne döndüğünü, düşman istilasına maruz kaldığını, istiklaliyet ve hürriyetini kaybettiğini esefle müşahede ederiz.

Acaba ne oldu da bir taraftan Viyana’ya, diğer taraftan Mısır ve Şam’a, diğer yandan Umman Denizi’ne, beri taraftan Hind’e kadar uzanan bu muhteşem saltanat yıkılmaktan kurtulamadı. Evet bunun sebebi ve kökü pek derindir. Cehalet, sefahat ve tefrika gibi içimizi kemiren, kanımızı cevelandan, dimağımızı hareketten alıkoyan ruhi ve manevi hastalıklardır. Bu tür hastalıklara duçar olan fert ve cemiyetlerin kendilerini toparlaması çok müşküldür. Bunlardan kurtulmanın yegâne çaresi İslam’ın ulvi hakikatlerini hayatımıza tatbik etmek, Müslümanlar arasındaki uhuvvet, muhabbet, samimiyet, birlik ve beraberliğin te’minini esas almak, tefrikayı netice verecek fitne ve fesadın, nifak ve şikakın kapısını kapamaktır.

***

Bütün müçtehitler, mücedditler ve diğer İslam âlimleri itaat etmemekle isyan etmeyi birbirinden tamamen ayrı mütalaa etmişler, Allah’ın emrine muhalif durumlarda hiç kimseye itaat etmemişlerdir. Bununla beraber katiyen isyana teşebbüs yahut teşvik de etmemişlerdir. Bilakis müminleri isyandan menetmek hususunda gayret ve himmetlerini esirgememiş ve bu vadide bütün Müslümanlara, hâlleriyle örnek olmuşlardır. İslam tarihi bunun misalleriyle doludur. Biz bunlardan sadece birkaç numune  nakledeceğiz.            

Mesela, İmam-ı Azam Hazretleri hem Emeviler hem de Abbasiler zamanında halifelerin kadılık tekliflerini reddetti. Bu reddin sebebi, onların zulümlerine destek olmakla Allah’a asi olma endişesiydi. Bu endişe için hayatı pahasına onların tekliflerini kabul etmedi. Ve Mansur zamanında zulmen atıldığı hapishanede şehit oldu. Kendisine yapılan bütün baskı ve işkencelere karşı hiçbir zaman Müslümanları devlete isyana teşvik etmedi, aksine onları teskin için büyük gayret gösterdi. Hâlbuki İmam-ı Azam dilese, bütün Müslümanları bir anda ayaklandırabilirdi Fakat o, bir masumun dahi olsa, kanının dökülmemesi için, bu işkencelere sabır ile katlandı.   

Bu mevzuda diğer bir ibret levhası da İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri’nin zamanın halifesi Mu’tasım Billah’a karşı davranışıdır. Halife, Ehl-i Sünnet itikadına muhalif olan Mutezile mezhebine mensuptu. Bu sapık mezhebin mensupları Kur’an’ın mahlûk olduğuna inanırlardı. Halife, İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri’ni Kur’an’ın mahlûk olduğuna inanmaya ve bu hususta fetva vermeye zorlamış, lakin o büyük imam, Halife’nin bu sözüne itaat etmeyerek teklifini reddetmişti. Sonunda kendisine vurulan sopalar neticesinde zulmen şehit edilmiştir. O zaman onunla birlikte ehl-i sünnete mensup birçok âlim de şehit edilmiştir. Bununla beraber ne İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri, ne de ona tâbi olan âlimler, halkın üzerindeki büyük nüfuzlarına rağmen onları isyana teşvik edici hiçbir beyanda bulunmamışlardır.

Hem mesela, ehl-i sünnet itikadının düşmanlarından olan Ekber Şah, İmam-ı Rabbani gibi bir müceddidi, senelerce hapsettirdiği hâlde, o büyük insan,  Ekber Şaha karşı ayaklanma hazırlığı yapan oğlu Selim Şah’ın yardım talebini  reddetmiş ve onu babasına karşı isyan etmekten vaz geçirmiştir.

Bu konuda çok önemli bir örnek de Bediüzzaman hazretleridir. Senelerce akıl almaz zulüm ve işkencelere maruz kaldığı hâlde, daima müspet hareket metodunu uygulayıp, bedduayı bile menfi hareket sayan, hatta kendisine hapishanelerde yer hazırlayıp zulmedenlere bile hakkını helal eden ve talebelerine de sabrı ve müspet hareketi tavsiye eden asrın büyük müceddidi Bediüzzaman Hazretleri devlete itaat etmenin ehemmiyetini şu ifadesiyle ortaya koyar: “Beni tevkif için gelen jandarmaya kemal-i itaatle ellerimi uzatır,  önlerine düşer giderim.

Maruz kaldığı o kadar zulüm ve işkencelere rağmen, Bediüzzaman hiçbir zaman devlete zarar verecek en ufak bir harekette bulunmamış, menfi hareket düşüncesinde olanlara da her zaman karşı çıkmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri  1910 yılında Osmanlı Devleti’ne  isyan etmek isteyen bazı aşiret reislerine hitaben şöyle diyordu:

“Altı yüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve ma’rifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık etmeyeceğiz ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlat böyle olur, itaatimizle göstereceğiz. İttifakta kuvvet var, ittihâdda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaatte selâmet var. İttihâdın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir.”[12]

Bediüzzaman Hazretleri 31 Mart hadisesinde (1909) de devlete isyan eden askerlere karşı yaptığı konuşmada huzur ve saadetin, birlik ve beraberliğin ancak itaat ile olabileceğini şöyle ifade etmişlerdir:

“Şeriatla, Kur’ânla, hadisle, hikmetle, tecrübeyle sâbittir ki: Sağlam, dindar, hakperest ulûlemre itaat farzdır. Sizin ulûlemriniz, üstadınız; zabitlerinizdir. Nasıl ki mahir mühendis, hâzık tabib; bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezalik, münevver-ül-efkâr ve fenn-i harbe âşina, mektepli, hamiyetli, mü’min zabitlerinizin bir cüz’î nâmeşrû hareketi için itaatinize hâlel vermekle, Osmanlılara, İslamlara zulmetmeyiniz! Zira itaatsizlik, yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki; bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlâhî, sizin yed-i şecaatinizdedir. O yedin kuvveti de, itaat ve intizamdır.”[13]

Bediüzzaman Hazretleri bu harika konuşmasıyla sekiz tabur askeri isyandan vazgeçirip, itaate getirmiştir.
1925 yılında devlete karşı ayaklanan Şeyh Said, Van’daki Erek Dağı’nda bulunan Bediüzzaman Hazretlerine bir mektup yazar ve Kör Hüseyin Paşa ile gönderir. Mektubunda; “Efendim! Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir. Bu hareketimize iştirak buyurur, yardım ederseniz galip oluruz.” diyen Şeyh Said’e, Bediüzzaman Hazretleri şu cevabî mektubu yazmıştır.

“Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardaşız. Kardaşı kardaşla çarptıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç harici düşmana çekilir. Dahilde kılıç çekilmez. Bu zamanda yegâne kurtuluş çaremiz Kur’an,  iman hakikatleriyle, tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akim kalır. Birkaç canî yüzünden binlerce masum kadın ve erkekler telef olur.”

Kör Hüseyin Paşa, birkaç gün sonra tekrar Bediüzzaman Hazretleri’nin yanına gelmiş; “Üstadım bu bir fırsattır. Bu fırsatı kaçırmayalım.”demiş,  Üstad Hazretleri, ihtilalin zararlarını ve devlete isyan etmenin büyük mesuliyet  olduğunu uzunca anlatmış ve onu da devlete karşı güç kullanmaktan ve ihtilalden vazgeçirmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri Şeyh Said’in hareketinin yanlış olduğunu ifade edip, birlikte hareket edelim teklifini reddettiği gibi, Doğu’daki aşiret reislerini Van’daki Nurşin Camii’nde toplamış, onlara meseleyi anlatmış ve onların da hadiseye karışmasına mani olmuştur. Daha sonra onlar; “Bizi ihtilale karışmaktan alıkoyan Bediüzzaman Hazretleri oldu. Allah ondan razı olsun.”  diyerek onu her zaman hayırla yâd etmişlerdir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin irşat metodu, hadiseler karşısındaki tutum ve davranışları geçmiş asırlardaki kutupların, gavsların, mürşit ve mücedditlerin görüş ve davranışlarıyla aynıdır.  Üstad Bediüzzaman kendisine zulmedenlere afv ile mukabele etti. O, yalnız Allah’ın rızasına talip oldu.  Allah için yaşadı, Allah için sevdi, Allah için buğz etti ve Allah için manevi cihad etti, kendine zulmedenleri bile affetti.

“Benim ve Risale-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibarıyla; bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hatta en şiddetli bir garaz ile bana zulmeden bazı fasık belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim hâlde, değil maddi belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat menediyor. Çünkü o zalim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evladı gibi masumlara maddi zarar gelmemek için, o dört-beş masumların hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum. Bazan da hakkımı helal ediyorum. İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki; idare ve asayişe kat’iyyen ilişmediğim gibi, bütün arkadaşlarıma o derece tavsiye etmişim ki, üç vilayetin insaflı zabıtalarının bir kısmı itiraf etmişler ki: “Bu Nur şakirtleri manevi bir zabıtadır; idare ve asayişi muhafaza ediyorlar.” [14]

İtaat konusunda Elmalılı Hamdi Efendi’nin Görüşü

Hem ilimde, hem de fikirde misli az bulunan ve bu asrın bütün âlimlerinin itimadına mazhar olan büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi itaat ve isyan mevzuunu şöyle beyan etmektedir: “Müminlerden olmayan ululemirlere itaat dinen vacip kılınmamıştır. Bu hususta itaat değil,  varsa bir ahde riayet mevzubahis olacaktır. Fakat taatin vacip olmayışından isyanın vacip olması gerekmediğinden, itaat mecburiyetinin bulunmamakla isyan mecburiyetinde bulunmak arasında fark vardır. Hakk-ı isyan başka, vazife-i isyan yine başkadır. Binaenaleyh buradan gayr-i mümin bir muhitte bulunan müminlerin şuna buna karşı isyankâr bir ihtilalci vaziyetinde telakki edilmemeleri, belki müminlerin her nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah’a ve Resulüne karşı masiyetten içtinap ve aynı zamanda kendilerinden olan ululemre itaat etmeleri ve tağutlara boyun eğmemeleri lüzumunu anlamak lazım gelir.”

Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, gayr-ı müslim muhitte yaşayan Müslümanların kendilerinden olmayan ululemre itaatleri vacip değildir. Ancak müminlerin o devlete verdikleri ahde uymaları söz konusudur. Bununla beraber onlara itaatin vacip olmayışını, isyanın vacip olması lazım geldiği şeklinde anlamamak icap eder. Onların Allah’a isyanı gerektiren emirlerine uymamak o müminlerin hakkıdır. Lakin isyankâr bir ihtilalci olmakla da vazifeli değillerdir. Müslümanlar her nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah’a ve Resulüne karşı masiyetten (günahlardan) kaçınmakla, kendilerinden olan ululemre itaat etmekle ve Allah’a isyana zorlandıkları takdirde boyun eğmemekle mükelleftirler.

Görüldüğü gibi, Hamdi Efendi de itaat etmemekle isyan etmeyi birbirinden ayrı tutmuş, gayrımüslimlerin idaresi altında yaşayan Müslümanların bile devlete isyan etmelerinin vacip olmadığını beyan etmiştir.

DİPNOTLAR:
[1] Nursî, B.S Tarihçe-i Hayat
[2] Nursî, B. S Barla Lahikası
[3] Nursî, B.S Şualar
[4] Nursî, B.S Emirdağ Lahikası
[5] Nursî, B.S Hutbe-i Şamiye
[6]  Bakara Suresi, 2/19
[7]  Hucurat Suresi 49/9
[8]  Nursi, B.S. Tarihçe-i Hayat.
[9]  Tac Tercümesi, 3. cilt sayfa, 44-45
[10] Müslim
[11]   Rum Suresi 30/42
[12]  Nursî B.S, Asar-ı Bediiye
[13]  Nursî, B.S. Tarihçe-i Hayat
[14] Nursî, B.S Şualar (14. Şua)

www.mehmedkirkinci.com

Dabbetül Arz Nedir? Ahirzamanda Çıkacak Dabbe Ne Olabilir?

Dâbbe; hareket eden canlı bir hayvan demektir. Dâbbeyi tek bir canlı olarak değil de bir tür olarak düşünmek daha doğru olur.

Dâbbe” kelimesi Kur’an-ı Kerimde on dört yerde geçmektedir. “Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah’a aittir.” (Hud, 11/6) Bu ayette geçen dâbbe kelimesi bütün hayat sahiplerini ifade etmektedir.

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların ayetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler.” (Neml, 27/ 82)

Dâbbenin insanlarla konuşması, sadece dil ile konuşması anlamına gelmez. Nitekim bu kâinat sarayında teşhir edilen nice antika eserler ve birçok hadise hal diliyle akıl sahiplerine çok şey anlatmaktadırlar.

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır Efendi bu ayetin tefsirinde şöyle der:

Debb ve Debib: Hafif yürüme, debelenme demektir. Hayvanlarda ve çoğunlukla haşerelerde, yani böceklerde kullanılır. İçkinin vücuda yayılması ve bir çürüklüğün etrafına bulaşması gibi, hareketi gözle tespit olunamayan şeylerde de kullanılır. “Dabbe” kelimesi de bundan fail olmak üzere asıl lügatte “mâyedübbü“, yani debbeden, hafif yürüyen, debelenen demek olur. Ve şu halde tren, otomobil, bisiklet gibi otomatik şeylere de, lügatin aslına göre “dabbe” demek uygun olabilecekse de dilde kullanılışı hayvanlara mahsustur. Hatta örfte dört ayaklı hayvanlarda ve onlar içinde özellikle atta daha çok kullanılmıştır. Bununla beraber “Allah, her hayvanı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünen, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayaküstünde yürür…”(Nur, 24/45) âyetinden anlaşılacağı üzere her hayvan hakkında kullanılır. Hayvan kelimesi ile eşanlamlı gibidir.

Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’a aittir.”(Hud, 11/6) âyetinden anlaşılan da budur. Bundan dolayı dabbe kelimesi hayvanlar için olduğu gibi insanlar için de kullanılır. Bu ayette “dâbbe” kelimesi nekre (belirsiz isim) olarak geldiğinden bunun bildiğimiz dâbbelerden başka bir dâbbe olması akla gelir. “Onlarla konuşan dâbbe” terkibinde açıkça belirtilen bunun konuşan bir hayvan, yani insan olmasıdır. Tefsirler de bu iki nokta etrafında dolaşmaktadır.

Râgıb, ‘Müfredat’ında bu konudaki görüşleri şöylece özetlemiştir: “Dâbbe”, tanıdığımızın aksine bir hayvandır ki, çıkması kıyamet vaktine mahsustur.” Bir de denildi ki: “Bununla cehalet ve bilgisizlikte hayvanlar gibi olan en şerli kimseler kast olunmuştur.

Bu takdirde dâbbe bütün debelenen yaratıkların ismi olarak ifade edilmiş olur. “Hâin” kelimesinin cemisi, “hâine” gibi. Kâdı Beydâvî ve bazı hadisçiler bunu “cessâse” casuslar olarak göstermişlerdir ki, bir hadiste haber verildiğine göre, cessâse, Deccal için haberler araştırıp toplayan casus demektir. Ebü’s-Suud da diyor ki: Bu dâbbe, casustur. Bundan cins isim söylenip, bir de tefhîm (büyüklüğüne işaret) tenviniyle bilinmezliğinin tekid edilmesi, şanının garipliğine ve özelliğinin, davranışının açıklamadan uzak olduğuna delalet eder…..

Beyhakî gibi zatların Ebu Hüreyre (r.a)den rivayet ettikleri bir hadiste Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: “Dâbbetü’l-arz, Musa’nın âsası, Süleyman’ın mührü yanında olarak çıkacak, mühür ile müminin yüzünü parlatacak, âsa ile kâfirin burnunu kıracak, insanlar sofraya toplanacak, mümin ve kâfir tanınacak.

Bu hadise göre de, dâbbe, normalin üzerinde bir kuvvet ve saltanat ile ortaya çıkıp büyük bir İslâm devleti kuracak lider olmuş oluyor. Şüphe yok ki, Musa’nın asasına, Süleyman’ın mührüne sahip olan kimse, büyük bir şahsiyet olacaktır. Hem de kötülerden değil, iyi ve hayırlılardan olacak, bütün müminlerin yüzünü güldürecek, kâfirlerin burnunu kıracaktır. Âyette; “Onlara insanların âyetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler.” buyrulması da bunu gerektiriyor. Şu halde buna dâbbe ismi verilmesinin sebebi, onun kâfirlere karşı acımasız olacağını ve Allah Teâlâ’ya göre onun meydana çıkarılmasının zor bir şey değil, yerden normal bir dâbbe çıkarmak gibi kolay olduğunu anlatmaktır. Bu konudaki bazı açıklamaları da kaydedelim:

1- İbnü Cerir’in Huzeyfe b. Esîd’den rivayet ettiğine göre: “Dâbbe’nin üç çıkışı vardır: Birisinde bazı çöllerde çıkar, sonra gizlenir. Birisinde de, emirler kan dökerken bazı şehirlerde çıkar, yine gizlenir. Sonra insanlar mescitlerin en şereflisi, en büyüğü ve faziletlisi içinde iken yeryüzü kendilerini fırlatmaya başlar. Derken halk kaçışır, müminlerden bir grup kalır, bizi Allah’tan hiç bir şey kurtaramaz derler. Dâbbe de onların üzerine çıkar, yüzlerini parlak yıldız gibi parlatır. Sonra hareket eder, artık ne takip eden yetişebilir, ne de kaçan kurtulabilir. Bir adama varır, namaz kılıyordur, vallahî sen namaz ehli değilsin der. Yakalar, müminin yüzünü ağartır, kâfirin burnunu kırar” dedi. “O zaman insanlar ne halde olur” dedik. “Arazide komşu, malda ortak, yolculuklarda arkadaş olurlar” dedi.

2- İlim ehlinden birçokları dâbbenin ortaya çıkması, emr-i bi’l-ma’rûf (iyilikleri emir) ve nehy-i ani’l-münker (kötülüklerden menetme) terk edildiği vakittir demişler.

Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Ne zaman ki Süleyman’a ölümü hükmettik, cinlere onun ölümünü sezdiren olmadı. Yalnız bir güve böceği yere dayandığı asasını yiyordu. Bu sebeple Süleyman yere yıkılınca ortaya çıktı ki, cinler eğer gaybı bilir olsalar o zilletli azap içinde bekleyip durmazlardı.” (Sebe, 34/14)

Hz. Süleyman’ın (a.s) dayandığı asasını yiyen ağaç kurdunun veya bir güve böceğinin mahiyeti hakkında da iki görüş vardır: Bir görüşe göre burada ifade edilen kurdun, bilinen ağaç kurdu olduğudur.

Diğer görüşe göre ise bu kurt, asaları yiyen bir kurtçuktur.

Ayette ifade edilen dâbbenin Hz. Süleyman’ın (a.s) bastonunu kemirerek yiyip bitirmesi gibi, AİDS mikrobu veya başka bir hastalığın da isyan ve ahlaksızlıkta haddini aşan bazı insanları kemirip eritmesi mümkündür.

Peygamber Efendimiz (sav.) “dâbbetü’l-arz“ın meydana çıkmasını kıyamet alametlerinden birisi olduğunu bir hadis-i şeriflerinde şöyle ifade etmektedir: “Onun alametlerinden biri, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine “dâbbe”nin çıkmasıdır. Bu alametlerden hangisi önce belirirse, ötekisi onu kısa zamanda takip edecektir.” (Müslim, Fiten, 118; İbn Hanbel, “Müsned”, II, 201)

Bediüzzaman Hazretleri de bu konuda şöyle buyurur:

“Amma “Dabbet-ül Arz”: Kuran’da gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı hâlinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise; ben şimdilik, başka meseleler gibi kat’î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: (Laye’lemulğaybeillallah) Nasılki kavm-i Firavun’a “çekirge âfâtı ve bit belası” ve Kâbe tahribine çalışan Kavm-i Ebrehe’ye “Ebabil Kuşları” musallat olmuşlar. Öyle de: Süfyan’ın ve Deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye’cüc ve Me’cüc’ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle, arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu a’lem, o dabbe bir nev’dir. Çünki gayet büyük bir tek şahıs olsa,her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak. Belkiإِلَّا دَابَّةُ الْأَرْضِ تَأْكُلُ مِنسَأَتَهُ âyetinin işaretiyle, o hayvan, dabbet-ül arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü’minler iman bereketiyle ve sefahet ve sû’-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş.” (Nursî, Şuâlar, Beşinci Şuâ)

Bediüzzaman Hazretleri müminlerin iman bereketiyle ve sefahatten içtinap etmeleriyle böyle bir duruma düşmeyeceklerini özellikle vurgulamaktadır. Öyle ise asrımızın en dehşetli ve en büyük tehlikesi olan sefahat yangınına karşı, takva kalasına sığınmak lazımdır.

Evet, günahların her taraftan sel gibi hücum ettiği günümüzde, nefs-i emmarenin tehlikesinden, aldatıcı ve cazibedar hevesatın hücumundan kurtulmanın yegâne çaresi, iffet, edep, hayâ ve takva dairesinde yaşamaktır. Zira nefisle cihadın en kısa yolu takvadır.

Ulvî maksatlar için yaratılan insan, bu imtihan yeri olan dünyaya sadece yemek, içmek ve zevk etmek için gönderildiğini zannedip, helal dairesindeki keyfi kâfi görmeyerek, her türlü ahlaksızlığı işlemekte ve sefahat bataklığında sürünmektedir.

İman, marifet, muhabbet, ibadet, takva, adalet ve istikamet gibi ulvi seciyelerden mahrum olan bir cemiyetten sefahat ve fuhşiyat gibi her türlü fenalık zuhur eder; memleketleri yıkar, aileleri tarumar eder, haysiyet ve şerefleri silip süpürür ve fert ve cemiyetin dünya ve ahiret hayatını zehirler.

Evet, ahlaksızlık ve hayâsızlıkta haddini aşan ve sefahat bataklığında boğulan geçmiş bazı ümmetler ve kavimler bir çok elim azaba, bela ve musibetlere duçar olmuşlardır. Bunlardan ders alınması bir ayette şöyle ifade buyrulur: “De ki, yeryüzünde gezin dolaşın da, daha öncekilerin akıbetleri nice oldu görün.” ( Rum, 30/42)

Mazide edep ve hayâsızlığa sukut etmiş ve ahlaksızlık çukuruna düşmüş olan birçok asi kavimlere Cenâb-ı Hakk’ın vurduğu sille-i tedip ve tazip Kur’an-ı- Kerim’in birçok ayetinde nazara verilmektedir. Bir kanser mikrobu olan sefahate, çok güçlü kavim ve imparatorlukların kudretleri dahi dayanamamıştır. Bu mikrop bir cemiyete girdi mi, artık onun bünyesini kısa bir zamanda kemirir, güçsüz bırakır ve sonunda çökertir. Öyle ise geçmiş kavimlerin başına gelen o elim hadiselerden ibret alıp uyanalım, edep, hayâ ve istikamet dairesinde yaşayalım ki, gadab-ı ilâhinin celbine vesile olmayalım.

Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’de geçmiş ümmetlerin başına gelen elim hadiseleri bizlere anlatmasının hikmeti, onlardan ibret ve ders almamız içindir. Firavun ve kavmini bit, çekirge ve kurbağa istila etmişti. Ama onlar her defasında tövbelerini bozmuş, başlarına gelen musibetlerden ders almamış ve sonunda denizde boğulmuşlardı.

Hem yine Kâbe’yi yıkmak için gelen Ebrehe ve ordusuna Cenab-ı Hak sürüler halinde kuşlar göndermiş, o kuşlar gaga ve ayaklarında taşıdıkları taşlarla onları perişan etmişlerdi.

Hem yine, Hz. Nuh’un (a.s) kavmini helak eden o büyük tufan, asi ve mütemerrit bir kavmi tarih sahnesinden silmişti.

Evet, Cenab-ı Hak, insanları uyarmak ve uyandırmak için zaman zaman deprem, kasırga, açlık ve sel gibi bazı afetlerle onları ikaz etmektedir. Ancak insan öyle garip ve acip bir mahluktur ki, gaflet uykusundan uyanmasını gerektiren bir çok ayet, hadis ve tarihi hadiseler varken yine de onların birçoğu bunlardan ibret alıp uyanmaz, kendini tehlikeye sürükleyecek hata ve günahlardan sakınmaz.

Bu bakımdan, çeşitli bela ve musibetlere maruz kalmamak için, her mümin ve özellikle de ilim ve irfan erbabı olanlar, kanser mikrobundan daha tehlikeli olan bu asrın hastalığı “sefahate” karşı büyük bir mücadele etmelidirler. Aksi halde suçlularla beraber masumlar da perişan olur. Nitekim bir ayette şöyle ifade buyrulur: “Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz. (masumları da yakar) ” (Enfal, 8/25)

Edep ve hayâsızlıkta haddini aşan geçmiş kavimlerin başına birçok elim hadise geldiği gibi, Roma, Endülüs ve Pers gibi birçok imparatorlukları da tarih sahnesinden silip atan sefahattir. Evet, tarihin şahadetiyle sabittir ki, düşmana mağlup olmuş nice milletler daha sonra güçlenerek istiklallerini elde edebilmiş, düşmanlarına galip gelebilmişlerdir. Fakat ahlâksızlığa, sefahate, zulme ve adaletsizliğe mağlup olan bir milletin kendini toparlaması ve güçlenmesi mümkün olmamıştır, olamaz da. Sefahat nice milletleri tarih sahnesinden silmiştir.

Mesela; Romalılarda faziletin bütün güzellikleri inkişaf etmiş; gerek idarecileri ve gerek ahalisi arasında muhabbet tesis edilmişti. Onlar sefahatten ve ahlaksızlıktan son derece sakınır ve faziletli yaşamayı bir şeref sayarlardı. Hanımları ve gençleri son derece iffetli idi. Ancak, İskender Yunanistan’ı fethedince, onlardaki ahlaksızlık ve sefahat Roma’yı istila etmeye başladı. O güzel ahlâk ve faziletin yerine sefahat ve ahlaksızlık hakim oldu. Aile hayatı bozuldu ve tefessüh etti. O ihtişamlı Roma imparatorluğu yıkıldı ve tarih sahnesinden silinip gitti. Ne kanunları ve ne de zenginlikleri onları yıkılmaktan kurtaramadı.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“… gençlik gidecek. Sefahette gitmiş ise, hem dünyada, hem âhirette, binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû’-i istimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve manevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz; hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı halinden, gençlik saikasıyla israfat ve sû’-i istimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi; hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekatın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta -ehl-i keşfelkuburun müşahedatıyla ve bütün ehl-i hakikatın tasdikıyla ve şehadetiyle- ekser azablar, gençlik sû’-i istimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz. Hem nev’-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile “Eyvah gençliğimizi bâdi heva, belki zararlı zayi’ ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız.” diyecekler.” (Nursî, Şuâlar)

Mehmed Kırkıncı / mehmedkirkinci.com

Mehmed Kırkıncı’dan Çok Önemli “Kardeşlik – Uhuvvet” Tarifi!

Uhuvvet, Müminlerin Allah için samimi bir kardeşlik ve dostluk içinde yaşamalarıdır.

Dostluk, iki gönlün birbirine karşı muhabbet ve samimiyetle dolu olmasından ibarettir.

Dinimiz uhuvvet ve muhabbet üzerine bina edilmiştir. Uhuvvet, insanların yegâne kurtarıcısı, içtimai nizamın temeli, saadet-i beşeriyenin muhafızı ve muaşeret-i medeniyetin üssül esasıdır. Bu bakımdan her mü’min diğer mü’mini kardeşi gibi sever ve sevmelidir. İnsanların birbirini sevmesi dinimizin emridir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar : “Birbirinizi sevmedikçe hakiki iman etmiş olamazsınız.

Birbirlerini sevmeyen ve mümtaz bir haslet olan ülfet nimetinden mahrum olanlar, tek başlarına yaşamaya ve sıkıntılı bir hayat geçirmeye mecbur olurlar. Nitekim bir hadis-i şerifte :

Mü’min ülfet eden ve kendisi ile ülfet edilendir. Ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfet edilmeyen kimsede hayır yoktur.”1buyrulmaktadır.

İnsanda bulunan uhuvvet ve muhabbet hissi kadar hoş, latif bir saadet ve lezzet tasavvur edilemez. İnsan, yekdiğerine karşı göstermiş olduğu muhabbet ve uhuvvet sayesinde huzur ve saadete nail olur. Hayatın devam ve lezzeti ancak uhuvvet ve muhabbetledir.

Hayatın devamı ve huzuru ancak muhabbet ve uhuvvet ile kaimdir. Bu kardeşlik dünyada olduğu gibi, berzahta da ahirette de ebediyyen devam edecektir. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

Evet mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizasıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlukatı, bilhassa insanları, bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir. Çünki iman bütün mü’minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor.” 2

Muhabbet, uhuvvet ve vefakarlıkla meydana gelen dostlukların kıymeti pek alidir. Dünyanın en büyük saadetlerinden biri de dostların birbirleri ile irtibat ve sohbetleridir. Evet, keder ve ızdıraba düşen bir insana teselli verecek ve onun gözyaşlarını şefkat elleri ile silecek olan dostların bulunması ne büyük bir saadettir. Hz. Ali (r.a) şöyle buyurmuştur: “Alemde sadık dostu ve ahbabı olmayan adam, sol eli olup, sağ eli olmayan kimseye benzer.”

Bu gaye ile dostluk kuranlar birbirini Allah için sever, ülfet ve muhabbet ederler. Meselelerini müşavere, sabır ve itidalle çözmeğe çalışırlar. Görmedikleri dostlarını devamlı araştırıp sorar ve ziyaret ederler. Vefat edenleri de hayırla yad eder; fatiha ve yasinlerle ruhlarını şad ederler. Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Ahiret kardeşlerinizi çoğaltınız.” buyurmaktadır. Bu emre binaen kişi, ahiret kardeşlerini ve dostlarını çoğaltmalıdır.

Hz. Mevlana da dostluğun ehemmiyetini şöyle ifade etmiştir: “ İnsanlarla dost ol! Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halk ne kadar çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.”

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Medine’ye hicret ettikleri zaman, her şeylerini Mekke’de bırakarak gelen Muhacirler ile Medine’deki Ensar’ı birbirleri ile kardeş ettiler. Bunun üzerine “Müminler ancak kardeştirler.”3 ayeti nazil oldu. Bu ayete göre, sadece Ensar ile muhacir değil, Hz. Adem’den (a.s) kıyamete kadar gelecek bütün müminler birbirlerinin kardeşidirler. Bu hakikate binaen Hz. Adem (a.s) bir müminin hem babası hem de kardeşi olduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.v) de bir Müslüman’ın hem kardeşi hem de Resuludür. Resûl-i Ekrem Efendimiz ve diğer peygamberlerle kardeş olan bir mümin için bundan daha büyük bir şeref, bir izzet ve bir saadet olabilir mi ? Evet, bir müminin kardeşi kainatın fahr-i ebedisi olan Hz. Peygamber olursa elbetteki, onun gideceği yer de cennet olacaktır.

Akıllara hayret, kalplere sürur ve neşe veren bir durum da şudur ki, kıyamete kadar gelecek bütün müminler birbirlerinin dualarından hissedardırlar. Her namazda yapılan , « Rabbimiz ! Hesap görülecek günde, beni, anamı-babamı ve bütün inananları bağışla »4 duasına mazhar olmaktadırlar. Bu kadar müminin, hususen mürşit ve eyliyaların yapmış oldukları bu duanın Cenab-ı Hak tarafından kabul edilmemesi mümkün müdür ?

Bediüzzaman Hazretleri de Allah için hizmet edenlerin öldükten sonra sevap defterlerinin kapanmayacağını şöyle ifade etmektedir:

Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı ilâhi yolunda ahirete müteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, “Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla manevi bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum” diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve “0 ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum” der, rahatla yatar.” 5

Evet, birbirlerini Allah için seven, birbirlerinin yapmış oldukları hizmetleriyle iftihar eden Kur’an hadimleri bu hakikata kemaliyle mazhardırlar.

Allah için olan muhabbetler hem lezzetli, hem daimi, hem kedersiz, hem de sevaplı olur; insanı dünya ve âhiret saadetine mazhar eder. Eğer bir insan, sevdiklerini Allah namına sevmezse, o muhabbet azap olur. Lezzetlerin elinden gitmesiyle de o lezzetler, zehirli bal hükmüne geçer. Cenab-ı Hakk’ın hesabına olmayan muhabbet, ne dünyada ne de ukbada insana hiç bir fayda sağlamaz.

Cemiyeti teşkil eden insanlar birbirlerini sevmez ve birbirlerine kin ve düşmanlık beslerlerse o toplumda huzur ve saadet olmaz. Eğer bir ailede ve bir toplumda uhuvvet ve muhabbet gibi ulvi hisler kaybolursa, artık orada nifak, kin ve adavet kaim olur.

Kötü hasletli insanlar, ömürlerini adavet ve husumet sebebiyle daima keder ve huzursuzluk içinde geçirirler. İnsanların en şerlisi, diğer insanlara kötülük düşünen ve onlara zarar vermeye çalışandır. İnsan, yaptığı kötülüklerinin cezasını “el ceza-ü mincinsil amel” (ceza amel cinsindendir) hakikatince gerek dünyada ve gerekse âhirette mutlaka görecektir.

Uhuvvetin tesis edilmesinde en önemli esaslardan biri insanın kendisine yapılan kötülüğe aynı ile karşılık vermemesi ve onu iyilikle def etmesidir. Bir ayette meâlen şöyle buyrulur: “Sen kötülüğü, en güzel haslet ne ise onunla önle (Öfkeye sabr ile; cehâlete ilim ile; kötülüğe afv ile karşılık ver). O zaman (görürsün ki) aranızda adavet bulunan(o) kimse sanki yakın dostun olmuştur.”6

Mal ve mülk edinme hırsı, menfaat düşkünlüğü, makam sevdası, insanların göstereceği itibara önem vermek, tarafgirlik, inat ve haset gibi kötü huylar, adavetin sebepleridir. Bu gibi kötü hasletlerin yaygın bir hal alması, toplum hayatını zehirler ve yaşanmaz bir hale getirir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

(Ey insanlar,) birbirinize haset etmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinizin satışını bozmayın.

Ey Allah’ın kulları, kardeş olun. Müslüman kişi, diğer Müslüman kişinin (rengi, dili, doğum yeri, içtimaî durumu, cinsiyeti ne olursa olsun) kardeşidir.

Öyleyse ona zulmedemez, ihanet edemez, aldatamaz, yardım isteğini cevapsız bırakamaz, tahkir de edemez.

Allah sizlerin dış görünüşünüze, mallarınıza bakmaz, fakat kalblerinize ve amellerinize bakar, -kalbini göstererek – takvâ şuradadır, takvâ şuradadır.

Kişinin kötü sayılması için Müslüman kardeşini tahkir edip, horlaması kâfidir.

Bir Müslüman’ın kanı, malı ve ırzı diğer bir Müslüman’a haramdır”7

Sizden evvelki ümmetlerin hastalıkları size de sirayet etmiştir. Bu da haset ve kindir.”8

Abdullah Bin Ömer şöyle buyuruyor:

Geceleri hep kaim olsam, gündüzleri oruçla geçirsem ve bütün malımı da Allah yolunda infak etsem de Allah’a itaat eden bir mü’mini sevmeden ölsem vallahi bu yaptıklarımın bana bir faydası olmaz.”

Bunun için bir mü’min kardeşinin kusurlarına ve eksiklerine bakarak, ona kin ve adavet besleyen kişi, gerçekten insafsızlık etmiş olur. Hâlbuki insanların birbirini sevmesi için birçok sebep vardır.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu hakikati şöyle ifade etmektedir:

Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzıkınız bir.. bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın!”9

İslâm kardeşliği, neseb ve kavmiyetten daha evladır. Çünkü nesep kardeşliği sınırlıdır; din kardeşliği ise tâ Hz. Adem’den kıyamete kadar gelecek bütün mü’minleri içine alan çok geniş bir dairedir.

Sahabilerden biri Selman-ı Farisi’ye “hangi ırktansın?” diye sorduğunda şöyle cevap verir: “Ben İslâm’ın oğlu Selman’ım.”

Evet, nesep kardeşliği cismaniyetin icabıdır. Ruhun cisme rüçhaniyeti ne ise, din kardeşliğinin nesep kardeşliğine üstünlüğü de odur. İnsanların aslı birdir, hepsinin aslı topraktır ve hepsi Adem’in çocuklarıdır. Hiç kimse nesebinden dolayı fazilet ve şeref kazanamaz. Asıl üstünlük, fazilet ve şeref takvadadır.

Bir ayette mealen şöyle buyrulmaktadır:

Allah’ın nazarında en üstün olanınız takvada en ileri olanınızdır. Muhakkak ki, Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.” 10

Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, insanlar mahiyet itibariyle birbirlerinin aynıdır. Birbirlerine üstünlükleri ne ırk, ne rütbe, ne makam, ne de zenginlikle olmayıp, ancak iman, takva ve amel-i salihin dereceleri nisbetindedir. Zira insanların kemali ve fazileti ancak takva iledir.

İnsan, Cenab-ı Hakk’ın fıtratına yerleştirdiği sıfatları ve istidatları, yerinde kullanılırsa, hem dünyasına hem de ahiretine faydalı olacak işleri yapar ve saadete nail olur. .Mesela insan, fıtratında bulunan inadı, ibadette ve diğer hayırlı işlerde kullanması gerekirken o, inadını bir gün adavete değmeyen şeylerde kullanır, bir mümine veya akrabasına senelerce kin ve düşmanlık besler. Halbuki Allah o inadı onun için vermemiştir.

Bediüzzaman Hazretlerinin inatla ilgili şu sözlerine kulak verelim:

Şiddetli bir inad ile; ehemmiyetsiz, zâil, fâni umûrlara karşı hissiyatını sarfeder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşey’e, bir sene inad ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şey’e inad namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarfetmek, hikmet ve hakikata münafîdir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umûr-u zâileye vermeyip, âlî ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarfeder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âlî bir haslet olan hakikî inada, -yani hakta şiddetli sebata- inkılab eder.”11

Gül ağacının gülleri dostlar için, dikenleri ise düşmanlar içindir. Gül, bu mânada gül ağacının lûtfu, diken ise gazabı gibidir. Veya gül o ağacın cemâli, diken ise celâli mesabesindedir.

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ihsan ettiği cihâzat ve hissiyatını o gül ağacı gibi istimal etmelidir. Ondaki adâvet, kin, haset, gurur, hırs ve gazap gibi his ve kuvveleri yerinde istimal ettiği takdirde, yani onları düşmanlara karşı kullanması halinde, onlarda gülün dikenleri gibi fayda görürler. Onları kendi kardeşlerine karşı kullanması büyük zararlara yol açacağı gibi; muhabbet, uhuvvet, lûtuf ve tevazu gibi ulvi çiçekleri de dostlar yerine düşmanlara takdim ettiği için, o çiçekleri dikenlere çevirmiş olur.

Evet, her insanın noksan tarafları, zafiyet noktaları ve bazı hoş olmayan hareketleri vardır. Zira hatasız ve noksansız insan olamaz. Belki insan, görmek istemediği kendi kusurlarına, insaf ve vicdan ölçüleriyle baksa karşısındaki insanın kusurlarından daha fazla olduğunu görecektir. Öyle ise asıl kemal, insanın kendi kusurları görmesi, onların izalesine çalışması ve kalbindeki kin, nefret ve adavet gibi hisleriyle mücadele etmesidir.

Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et; onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adavet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için, mü’minlere adavet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen; kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet et.”12

Bir insana yakışan hareket kardeşinin, dostunun veya akrabasının varsa kusurlarının izalesine çalışmak ve onları kusurlarıyla sevmektir. Bir doktorun hastasına değil, hastalığa düşman olup, onun tedavisine çalışması gibi, insanlar ve özellikle aynı gayeye hizmet eden mü’minler de birbirlerinin kusurlarının izalesine ve islahına çalışmalıdırlar.

Mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. .”13

Evet, kusursuz insan yoktur ve olmaz da. Öyle ise noksan tarafları ve kusurları olanları terk etmek ve onları kendi başlarına bırakmak büyük bir vefasızlıktır. Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur: “Asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terketmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadakatın şe’nidir.”14

Demek ki, bir kardeşimiz hatalı ve kusurlu ise yere batırılmamalı ve terk edilmemelidir. Belki o, istikbalde yıkanıp, temizlenebilir; hatta emsallerinden çok daha ileri geçip, terakkî edebilir. Bir kardeşimiz bir cihetle hatalı ise, bir diğeri de başka bir cihetle hatalıdır. Onlar birbirlerini hoş görüp affetmelidirler ki, Allah-u Azimüşşan da (c.c.) onları affetsin.

Bu bakımdan birbirimizin hatalarını açığa vurmamalı, daima müsbet hareket düsturuna göre hareket etmeliyiz. Tatlı, makûl, yerinde ve yumuşak bir dille konuşmalıyız.

Bir kardeşimizin kopup gitmesi bir mücevherat kaybetmemiz demektir. Halbuki yüz kuruşunu kaybeden ızdırabını çekiyor. Bir insanın kolunu kaybetmesi ne ise, bizler için davamız noktasından bir insanın kaybedilmesi de odur. Bir kardeşimiz gidince bir azamız felc olur.

Bir hatip bir camide konuşur, sair camilere hoparlör bağlanır. Böylece bir ses binlerce yerlerde dinlenebilir. Bir camide hoparlör bozulursa, o camiye ses gitmez. Her bir kardeşimiz bir hoparlör hükmündedir. Bir memlekette hizmet eden bir kardeşimizde arıza olursa, oraya sesimiz gitmez olur. Halbuki bizim maksadımız her camideki cemaate sesimizi duyurmaktır. Öyle ise bizim vazifemiz hoparlörü tamir ve onu muhafaza etmektir. İnsan bozulan bir alete kızmaz ve ona küsmez. Belki onu tamir eder. “Niye bozuldu?” diye çekiçle ona vurursak, onu tamamen kaybedebiliriz. Kusurlu müminlere kızmaktan ziyade onları muhabbet ve şefkat ile tedavi etmek gerekir. Hamiyet ve dava ruhu bunu gerektirdiği gibi, maslahat ve akıllılık da budur.

Üstadımızın şu ifadeleri bizim düsturumuz olmalıdır:

Risale-i Nur zinciriyle kuvvetli uhuvvet öyle bir hasenedir ki, bin seyyieyi affettirir. Haşirde adalet-i İlahiye, hasenelerin seyyielere racih gelmesiyle affettiğine binaen, siz de hasenelerin rüchanına göre muhabbet ve afv muamelesini yapmak lâzımdır. Yoksa bir seyyie ile hiddet etmek, sıkıntıdan gelen bir titizlik, bir asabilik ile zararlı bir hiddet, iki cihetle zulüm olur. İnşâallah, birbirinize sürurda ve tesellide yardım edip sıkıntıyı hiçe indirirsiniz.”15

Ayrıca iki kardeş arasında herhangi bir kırgınlık ve düşmanlık varsa, onların arasının düzeltilmesine çalışmak da her mü’minin görevidir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulmaktadır: “Müminler sadece kardeştirler. O halde ihtilaf eden kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki, O’nun merhametine nail olasınız.”16

Peygamber Efendimiz de (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: ” Bir mü’minin bir mü’minle üç günden fazla küsülü durması haramdır.

Namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerde bir zorluk ve meşakkat vardır. Ancak insanların birbirini sevmesinde ve birbirlerine muhabbet etmesinde hiçbir zorluk ve meşakkat olmadığı gibi, azim mükafat vardır. Öyle ise, Allah’ın rızasını mazhar olmak, böyle azim bir mükafatı kazanmak, huzurlu bir hayat yaşamak, dünyevî ve uhrevî saadete nail olmak için birbirimizi Allah için sevmeliyiz. Unutmayalım ki, seven sevilir.

Muhabbet ve uhuvvetin olduğu yerde huzur ve saadet vardır. Böyle bir toplumda hariçten gelebilecek fitne, fesat ve tehlikelerin de fazla tesiri olmaz. Zira orada nizam ve intizam hakimdir; herkes birbirlerinin hukukuna riayet eder ve asla sadakat ve uhuvvetten ayrılmazlar. Uhuvvet ve muhabbet erbabı olan bir insan, din kardeşlerini en yakın ve hakiki dost kabul eder ve onların maddî ve manevî sıkıntılarını gidermeye çalışır. Mü’minlerin çektikleri sıkıntı ve ızdırapları kendi ruhunda hisseder. Samimi dost olanlar birbirlerinin ızdıraplarını ve sıkıntılarını paylaşır, kusurlarına bakmaz ve daima birbirlerinin güzel meziyetlerini nazara alırlar. Dikensiz gül olmayacağı gibi, kusursuz dost da olmaz. Kusursuz dost arayanlar dostsuz kalırlar.

İbrahim Ethem, birisiyle arkadaş oldu. Bu arkadaşlıkları bir müddet devam etti ayrılacakları zaman arkadaşı: “Uzun zaman arkadaşlık ettik bir ayıbımı gördünse söyle bir daha yapmayayım.” dedi. Bunun üzerine İbrâhim Edhem şöyle dedi: “Kardeşim sende bir ayıp görmedim. Ben sana dâima sevgi gözü ile baktım. Onun için seni hep iyi buldum. Senden gördüklerim hep iyi şeylerdi. Ayıp arıyorsan başkalarına sor.” buyurdular.

Bir dostumuzun bir hatası olduğunda muhabbet ve şefkat ile tedavi etmek gerekir. Hamiyet ve dostluk ruhu bunu gerektirdiği gibi, maslahat ve akıllılık da budur. Bu şekilde hareket etmek samimi dostluğun şiarıdır.

Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “Her kemale bir noksanı karıştırmak şu âlem-i kevn-ü fesadın mukteziyatındandır.”

Hiçbir insanın her yönü mükemmel değildir. Bu bakımdan noksan tarafları olan terk edilmemeli, aksine güler yüz, tatlı söz ve şefkatle o insanın kalbi hoşnut edilmelidir.

Bir zamanlar bir mürşit, müritleriyle bir yerden geçerlerken bir hayvan cifesine rastlarlar. Ölmüş hayvanın pis kokusu etrafa dağılmış olduğundan, müritler burunlarını kapatıp, yüzlerini çevirirken; mürşit tebessüm ederek; “Ne kadar güzel dişleri var, inci gibi parlıyor” der. İşte bu mürşidin bakışı gibi, bir mümin de kardeşinin hep güzel taraflarını ve meziyetleri nazara almalıdır. Zira her insanın güzel meziyetleri ve methe layık hususiyetleri mutlaka vardır.

Demek ki, hakiki dost, dostunu hatasından dolayı terk etmez, aksine ona hikmetli ve yumuşak bir dille nasihatte bulunarak onu hatalarından ve düştüğü tehlikelerden kurtarmaya çalışır. Allah için olan muhabbetler hem ebedi, hem lezzetli, hem kedersiz, hem de sevaplı olur; insanı dünya ve âhiret sadetine mazhar eder.

Hz. Ömer’ den (r.a) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v) kıyametin dehşetinden herkes kendi haline düştükleri halde bazı kimselerin arşın gölgesinde oturacaklarını ifade ederek şöyle buyurdular:

Arşı azamın etrafında nurdan kürsüler vardır. Bu kürsülere öyle kimseler oturacaktır ki, elbiseleri ve yüzleri nur gibi parlayacaktır. Bunlar peygamber ve şehit değillerdir. Fakat peygamberler ve şehitler onlara gıpta edeceklerdir.” Allah Resûlüne: “Bunlar kimlerdir?” diye sorulunca, Resulü Ekrem (s.a.v): “Onlar Allah için birbirini sevenler, Allah için buluşup oturanlar ve Allah için birbirini ziyaret edenlerdir” buyurdu ve şu ayet-i kerimeyi okudular: “Haberiniz olsun ki, muhakkak Allah’ın velileri için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.”17

İmam-ı Gazali Hazretleri İhya-i Ulûmiddin adlı eserinde uhuvvet ve muhabbetin ehemmiyetini uzunca anlattıktan sonra uhuvveti üç kısma ayırır.

  1. Uhuvvetin birinci mertebesi; dostluk ettiği kimseye her hususta yardımcı olmak.
  2. İkinci mertebesi; onu her hususta kendi nefsi ile müsavi tutmak.
  3. Üçüncü ve en büyük mertebesi ise; onu kendi nefsine tercih etmektir ki, buna “isar hasleti” denilir.

Bazı kimseler bu haslette o kadar ileri gitmişlerdir ki, kendileri muhtaç oldukları halde başkalarını kendi nefislerine tercih etmişlerdir. Başta Resûl-ü Ekrem (s.a.v) olmak üzere bütün peygamberlerin, sahabe-i kiram efendilerimizin ve mürşitlerin takip ettiği bu yol, faziletin en üstün derecesi ve zirve noktasıdır. Asr-ı saadette bu hasletin akılları hayrette bırakan sayısız misalleri vardır. Burada sadece birisini dikkatinize sunmak istiyorum.

Sahabenin büyüklerinden olan Hz. Talha’nın yanına ahbaplarından biri gelerek ihtiyacı olduğunu ve kendisine yardım etmesini söyler. Bunun üzerine, Hz. Talha; “ Vallahi benim sana verebileceğim bir dirhem nakdim yoktur, ancak yüz dirheme almış olduğum bir bağım var, git onu sat ve ihtiyacını temin et.” der.

Bu hal uhuvvetin, alicenaplığın ve mürüvvetin zirve noktasıdır. En büyük bir şeref ve yüksek bir meziyettir.

Müminler arasındaki uhuvvetin tesisi, dünya ve ahiret hayatının saadetine vesile olan muhabbetin devam ve bekası için bazı mühim esaslar vardır. Bunlardan en önemlisi ihlâstır.

İhlâs, saf, içten, riyasız, samimi sevgi ve bağlılık demektir.

İhlâs yapılan her işte ve bilhassa ibadetlerde sadece Allah’ın rızasını gözetip, gösteriş, riya, hile ve desiseden sakınmaktır. Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.”18

İhlâs, kalp temizliğinin ve samimi niyetin delilidir. Kişinin maddî ne manevî bütün varlığı ile Allah’a kul olması ve hiçbir şeyi ibadetlerine gaye etmemesidir. Cenab-ı Hakk’ın rızası ihlâs ile kazanılır. Bazen ihlâs ile söylenmiş bir kelime, bir insanın kurtuluşuna sebep olabilir. Onun için yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yakmak gerekir. Allah’ın bir kişiden zerre kadar razı olması, o insan için en büyük bahtiyarlık ve saadettir.

Mü’minler bütün söz ve davranışlarında yalnız Allah’ın rızasını gözetmelidirler. Uhud savaşında en önde savaşan Kuzman, Medine’deki hurmalıklarını korumak niyetiyle savaştığı için Cehennemlik olmuştur. Demek ki, kişinin niyeti çok mühimdir.

Bediüzzaman Hazretleri niyetle ilgili şöyle der;

Bu niyet mes’elesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür. Evet niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acib bir iksir ve bir mâyedir. Ve keza niyet, ölü ve meyyit olan haletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur.

Ve keza niyette öyle bir hâsiyet vardır ki; seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyiata tahvil eder. Demek niyet, bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır. Öyle ise necat, halas ancak ihlâs iledir. İşte bu hâsiyete binaendir ki; az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki; az bir ömürde, Cennet bütün lezaiz ve mehasiniyle kazanılır. Ve niyet ile insan, daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır.”19

Evet, halis niyet ile bir şeyi isteyen, o arzusuna kavuşur. O halis niyetinin meyvesini dünyada görmese bile, Cenab-ı Hak onun karşılığını ahirette mutlaka verir.

Şunu da belirtmek isterim ki, Allah için hizmet edenler, daha fazla sevap kazanma hususunda hırs göstermemelidirler. Çünkü bu durum rekabet ve kıskançlığa yol açar, ihlâsı kaçırır ve insanı riyâya götürür. İnsanın vazifesi halis bir niyet ile sadece tebliğde bulunmaktır; tesir Allah’tandır. Bazı peygamberler vardır ki, sadece birkaç ümmeti olmuş, bazılarının ise hiç olmamış. Onun için irşad ve tebliğ kimden ve nereden olursa olsun, kıskanmak değil, cidden taraftar olmak lazımdır.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:

Mesleğim haktır yahud daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden, “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek.”20

Bu hakikatlerden de anlaşılıyor ki uhuvvetin tesis ve devamında en mühim amil ihlastır

Uhuvvetin mühim esaslarından biri de sabır ve tahammüldür.

Kişi, kardeşinde gördüğü kusurları sabırla izale etmelidir. İnsan birçok belâ ve musibetleri sabır ile aştığı gibi, meşru arzu ve isteklerine de ancak sabır ile nail olur. Tecrübelerle sabittir ki, sabırdan daha faydalı bir şey yoktur. “Sabır bütün müşkilatın ahahtarıdır.” Hususan en şerli ve en zalim insanların taarruzlarına maruz kalan büyük zatlar, o işkence ve zulümlerin altında inayetin iltifatını görüp, kemal-i sabır ile tahammül ederek, maksatlarına ulaşmışlar, davalarında muvaffak olmuşlardır. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın inayet ve yardımı sabırlı insanların üzerinedir.

Herkesin meselelere intikali bir olmaz. Bir kardeşimizin idrak ettiği bir meseleyi, başka bir kardeşimiz bazen bir veya iki sene de anlayabilir. Hizmetin semeresini görmek için sabredip beklemek lazımdır. Bir insanın ayağı kırılmış ise, o ayak ancak altı ayda tutabilir. “Ben altı ay bekleyemem” dersen, o ayaktan mahrum kalırsın, altı ay sabredersen bir ayak kazanırsın. Acele ederek ayağımızı tahtadan yapmaya kalkışmayalım. Teenni ve sabır ile arkadaşınızın başını beklerseniz, bu zillet değildir. Ben bir zamanlar Ankara’da hastanede yattım. Hastanede bir doktor vardı. Her gün usanmadan sabahtan tâ akşama kadar hastalarıyla şefkat ve ihtimam, sabır ve hilim ile meşgul oluyordu.

Bizler de bir doktor gibi arkadaşımızın hatasını düzeltmek için şefkat ve merhametle çalışırsak emin olunuz ki, bu hareketimiz zillet değildir. Doktorun hastalarına hizmeti zillet midir? Hasta öksürebilir, kusabilir. Ona “Sen niçin öksürüyorsun?” denilebilir mi? Hastanın yapmış olduğu kabahati, doktor da işleyebilir mi? O zaman hastanın derdini kim dinleyecek?

Evet, hasta kabul ettiğimiz kardeşimizin kusurunu tedavi edeceğiz. Tarz budur. Muvaffakiyetin şartı da budur. Unutmamak gerekir ki, böyle bir asırda, böyle bir kudsi davanın hizmetine talip olanlar, ancak birbirlerinin kemalat ve meziyetlerini tamim etmek ile dava şuuruna erebilirler.

Ferdî ihtilafların ve şahsî dargınlıkların umumi yerlerde ve cemaat içerisinde konuşulması, faydadan ziyade zarar verebilir. Evvelâ, karşılıklı ithamlar, akıl yerine hissiyatı, hakikat yerine fikirlerin tahakkümünü, muhabbet ve uhuvvet yerine inatlaşmayı ve birbirinden nefret etmeği ziyadeleştirir. O zaman, o meclis enaniyetlerin tatmini, nefislerin tahakkümü için müstaid bir zemin olur. Hem bu ahval, cemaatin şevkini kırar, huzurunu dağıtır. Üstadımızın “Çok sıkı tutmayınız, herkes bir meşrebde olmaz.” ifadelerini esas alarak, ferdi ihtilafların hususi sohbet ve irtibatlar vasıtasıyla halline gidilmelidir. Bu işin tedavisi lâyık ellere havale edilmelidir. Her insan yara saramaz. Bu çeşit ihtilâfları vaz-u nasihat ile, telkin ile ve zamana bırakmakla tedavi etmek gerekir.

Üstadımızın “Kardeşlerimden rica ederim ki sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve “Haysiyetime dokundu” demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim.” ifadeleri kulağımıza küpe olmalı, en büyük düsturumuz olmalı ve bu bir emir olarak telakkî edilmelidir.

Müminler arasında kin ve nefrete sebep olan en mühim sebeplerden biri gıybettir. Bunun içindir ki, kardeşlerimizde gördüğümüz kusurları başkalarına söylememeli ve onları arkalarından çekiştirmemeliyiz. Kendimize söylendiği zaman hoşlanmayacağımız bir sözü, din kardeşimiz hakkında arkasından konuşmak gıybettir. Eğer ortada kendisinin çözemeyeceği bir problem varsa, o meseleyi vazifeli birine söyleyip onun vasıtasıyla halletmelidir.

Bediüzzaman Hazretleri böyle durumlarda nasıl hareket edileceğini şöyle ifade eder:

Şekva suretinde bir vazifedar adama der, tâ yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın.”21

Gıybetin ne kadar çirkin olduğu bir ayet şöyle ifade edilmiştir:

…Birbirinizin gıybetini yapmayın. Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır. Bundan tiksinirsiniz öyle değil mi? Muhakkak ki, Allah tövbeleri çok kabul edendir ve çok merhametlidir.”22

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Bir kimse yanında hakarete maruz kalan bir mümine gücü yettiği halde yardım etmezse, Allah o kimseyi kıyamet gününde insanların önünde rezil rüsyav eder.”23

Her kim gıyabında kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyamet gününde Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder.”24

Ey kalbiyle değil de diliyle iman edenler topluluğu! Müslümanların gıybetini yapmayınız, ayıplarını araştırmayınız. Zira kim kardeşinin ayıp ve kusurlarını araştırırsa, Allah da onun kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurlarını araştırırsa, onu evinin içinde bile olsa rezil rüsvay eder.”25

Gösteriş, intikam hissini tatmin etmek, başkalarını küçültmek gayesiyle onlarla alay etmek, kendini büyük göstermek için başkalarının ayıplarını ve kusurlarını ortaya koymak ve kıskançlık gibi şeyler gıybeti netice verirler.

Gıybet insanın ibadet ederek kazandığı sevapların azalmasına ve başkasının günahlarının kendine yüklenmesine sebep olur. Rivayette vardır ki, “Kıyamet günü bir kimsenin sevap defteri açılır. ‘Ya Rabbi! Dünyadayken şu ibadetleri yapmıştım. Sayfam da bunlar yazılı değil”der. “Onlar defterinden silindi, gıybet ettiklerinin defterine yazıldı.” denilir. “Kıyamet günü bir kimsenin hasenat defteri açılır. Yapmamış olduğu ibadetlerin yazılı olduğunu görür. “Bunlar seni gıybet edenlerin sevaplarıdır.” buyrulur.

Bu hakikatlere göre zahmet çekerek ve bir çok sıkıntılara katlanarak yaptığı ibadetlerin sevabını gıybetle yok etmek akıllı insanın işi değildir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Nasıl ateş odunu yer bitirir ise; gıybet dahi salih amelleri ve onların sevaplarını öylece yer bitirir.”

Gıybetin günahından kurtulmak için pişmanlık duymak, tövbe etmek ve gıybet ettiği kişi ile helalleşmek gerekir. Eğer pişmanlık duymadan helallik istense o zaman riya yapılmış olur ki, bu da ayrı bir günahtır.

Cenab-ı Hak Hazret-i Musa’ya (as) vahyetmiş ki, gıybet eden kişi tövbe edip ölse bile, cennete girenlerin en sonuncusu olur. Gıybete devam eden ve tövbe etmeden ölen kişi de cehenneme en evvel gidecektir

Elhasıl, büyük bir hastalık olan gıybetin zararları nihayetsizdir. Evde, köyde ve şehirdeki bütün sıkıntıların ve huzursuzluğun sebebi gıybettir. Bütün insanlığı tehdit eden terör, fitne ve ihtilal gibi hadiselerin temelinde hep gıybet gibi kötü hasletler vardır.

  • Uhuvvetin devamına vesile olan bir diğer esas da vefadır.

Vefa; kişinin vadine, ahdine ve yeminine sadık kalması, dostlarını unutmaması, onların dostluklarına ve iyiliklerine daha güzeliyle karşılık vermesidir. Böyle insanlara vefakâr denilir. Vefa, bir Müslüman’da bulunması gereken en güzel ve en faziletli meziyetlerden ve hasletlerden biridir. Vefanın zıddı nankörlük ve yapılan iyilikleri unutmaktır. Asilzade bir kişi yapılan iyilikleri unutmaz, ahdinde ve vadinde sadakat gösterir ve böylece vefalı olduğunu ortaya koyar. Sözünde ve vadinde sadık olmayanlara itimat edilmez, hürmet ve muhabbet gösterilmez.

Vefa, gerek ind-i İlahide gerekse içtimai hayatta insanın itibarını ve şerefini artırır. Vefa, dinen, aklen ve vicdanen yerine getirilmesi vacip olan en büyük hakikatlerden biridir. Vefa daima baş üstünde taşınan kıymettar bir taçtır.

Vefa dostlukları arttırır. Vefalı insan herkes tarafından takdir edilir ve sevilir. Vefa insanı a’layı illiyyine çıkarır ve Allah’a dost eder. Heyet-i içtimaiyenin maddî ve manevî yükselmesi ahitlerin yerine getirilmesiyle mümkün olur. Hayat-ı beşeriyenin ruhu ahde vefadır. Vefasızlar dünya ve âhirette kendilerine dost bulamazlar.

Her güzel ahlakta olduğu gibi, vefada da en ileri zat Hz. Peygamber’dir. (s.a.v) O, sözüne, şehâdetine, ahdine, kefâletine ve sadakatine son derece vefalı idi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Mekke müşriklerinin zulmünden kaçarak kendisine sığınan sahabelere kucak açan Habeş kralı Necaşi’yi daima hayırla yad etmiş, öldüğünde gıyaben cenaze namazını kılmış ve ona dua etmiştir. Daha sonra Medine’ye gelen oğluna kendi eliyle hizmet ederek vefasını ortaya koymuştur.

  • Uhuvvetin devamı sağlayan bir başka haslet de hilimdir.

Hilm; yumuşak huylu olmak, kızgınlık ve gazap halinde iken, nefsine hakim olup, muhatabına nezaketle muamelede bulunmaktır.

Hazret-i Ali (r.a) “Hilm, ahlak-ı hamidenin tuzudur.” demiştir.

Çeliğin kızgın ateşin karşısında erimesi gibi, öfke ve gazap da, yumuşaklık karşısında buz gibi erir ve su gibi olur. Hilm sahibi olan insan, her zaman büyük zararlardan kurtulmuş olur. Demek ki, yumuşaklıkta olan kuvvet, sertlikte yoktur.

Hilm sahibi herkes tarafından sevilir ve hürmet görür. Bu sıfatın bilhassa rütbe ve makam sahiplerinde olması daha güzeldir ve takdire şayandır. Hilm, İslâm nazarında büyük bir fazilet ve meziyettir. Ancak, hakkını müdafaa edemeyecek kadar halim olmak da doğru değildir.

Hilm gibi ulvî sıfatlar, başta Peygamber Efendimiz (s.a.v) olmak üzere, diğer bütün peygamberlerde, her alicenap ve hamiyetperver zatta derecesi nisbetinde görülür. Cenab-ı Hak, muttakilerin sıfatlarından birisinin de gazaplı iken öfkeye kapılmamak olduğunu bir ayette meâlen şöyle açıklamaktadır: “Onlar, kızdıklarında öfkelerini yutarlar, insanların kusurlarını affederler.”26.

Şunu ifade edelim ki, insan, dâvası için hiddet edebilir. Ama aynı şeyi hilm ile yapmak mümkündür. Yapılan bir yanlışı yumuşak bir dille söylersen, muhatabın hem kabul eder hem de sana hürmetini devam ettirir. Ama hiddet gösterdiğin vakit, en azından kalben sana muhalefet eder, yahut inad damarı ile muhalefetini artırabilir.

  • Uhuvvetin en mühim esaslarından bir diğeri de hüsn-ü Zandır.

Hüsn-ü zan bir kimse hakkında iyi niyetli olma halidir. Hüsn-ü zan, kalb-i selim ashabında bulunan bir hasse-i celildir. Zira hüsn-ü zan sahibi bir mü’min, daima güzel düşünür ve hoş olmayan hareketleri ve hadiseleri bile hayra yorar. Hüsn-ü zannın zıddı ise su-i zandır ki; daha çok evhama mağlup olan fertlerde bulunur ve böyle kimseler ömür boyu kalp huzuruyla yaşayamazlar.

Hüsn-ü zan muhabbetin en büyük vesilesi, insanın iç güzelliğinin alameti, saf ve berrak kalblerin eseridir. Hüsn-ü zan yüksek bir ahlâk-ı hasenedir. Bu haslete sahip olanlar başkalarının ayıplarını araştırmazlar. Hiç kimseyi bir ayıbından dolayı hakir görmezler. Şayet herhangi bir kimsede bir kusur ve hata görseler bile, onu ifşa etmez bilakis setrederler, mümkün oldukça ıslahına çalışırlar. Hüsn-ü zan sahipleri, taş yürekli düşmanları bile insafa getirir ve onların sevgisini celbederler.

Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak: “Ey iman edenler! Zandan çok sakının; çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın.”27 buyurarak insanların su-i zandan kaçınmalarını emretmiştir. Zira su-i zan, ihtimal üzerine verilmiş bir hüküm olduğundan her zaman isabetli olmaz. Söylenilen veya düşünülen şey o kişide yoksa ona iftira edilmiş olur.

Bir kimsenin mevcut haline bakarak akıbetine hükmetmek büyük bir hatadır. Zira bazı kimseler vardır ki, ömrünü zühd ve takva ile geçirdiği halde, akıbeti iyi olamaya bilir. Onun için her insan, akıbetinden daima endişe edip korku içinde olmalıdır.

Bazı kimseler de vardır ki, ekseri hayatını fısk ve fücur ile geçirdiği halde, hidayete erer ve hüsn-ü akıbete mazhar olabilir. Bu hallerin sırr-ı hikmeti idrakimizin fevkindedir Bizim yapmamız gereken, birbirimize daima hüsn-ü zan edip hayır ile dua etmektir. Zira “Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.”28

Dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da şudur ki; Bir insan, başına her hangi bir musibet gelirse, onu kendi günahlarının ve hatasının neticesi bilip, tevbe ve istiğfar etmelidir. Başkasının başına gelen musibetlerde ise, “Acaba ne etti de bu başına geldi” diyerek su-i zan etmemeli, aksine “Cenab-ı Hak onu bu hadiseyle imtihan ediyor.” demelidir. Belâ ve musibetlerin en şiddetlisi, “ismet” sıfatı ile muttasıf olan peygamberlere gelmiştir.

Cenab-ı Hakk ve Hazret-i Peygamber (sav) hakkında hüsn-ü zan vacip, insanlar hakkında hüsn-ü zanda bulunmak ise, sünnettir.

Şunu da belirtmek isterim ki, başkaları hakkında kötü düşünmenin ve onların hareketlerini kötüye yormanın asıl sebebi, insanın kendisinde bulunan kötü ahlâk ve evhamdandır

Bediüzaman Hazretleri şöyle buyurmuştur:

Evet insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû’-i ahlâkı, sû’-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden, takbih etmesin.” 29

  • Uhuvvetin en önemli bir vesilesi de kavl-i leyindir.

Kavl-i leyyin, sözü yumuşak söylemek, muhatabı rencide etmeden tatlı bir dil ile maksadını anlatmaktır. Kavl-i leyyin, uhuvvetin devamına vesile olan, dostlukları artıran en mühim bir haslettir. Kavl-i leyyin, insanın kemalatına vesile olan ulvî bir meziyettir. Binaenaleyh bir kişinin davasında muvaffak olması, onun kavl-i leyyin sahibi olmasına bağlıdır.

Kavl-i leyyinle, yani tatlı dille söylenen her söz, kalpleri teshir eder, insanları birbirine rapteder ve dostlukları artırır. Hatta en inatçı ve mütekebbir insanları bile insafa getirir ve onu hakkı kabule mecbur eder. İnsan bazen tatlı bir söz ile en aziz ve mukaddes olan hayatını dahi feda eder. Bazen de bir söz insanın kalbini fethedip onun irşadına vesile olur.

Kavl-i leyyin güzel bir meziyettir. Kavl-i leyyinle söylenen söz büyük bir kuvvete maliktir.

Kelâmın nezaketle ve yumuşaklıkla ifade edilmesi ilim ve hikmetin gereğidir. Yumuşak ve tatlı dilli olanı herkes sever ve takdir eder. İnsan kalbi, çok hassas ve nazenindir; çabuk tesir altında kalır. Dolayısıyla söylenen söz ilim ve hikmete uygun ve kavl-i leyyin ile söylenmelidir ki, reddedilmesin ve söyleyenden de incinilmesin. Aksi halde, o kelâm doğru olsa bile, kabul edilmez ve reddedilir.

Konuşmalarında sert, kaba ve küçük düşürücü ifadelerle muhatabını rencide edenler, haklı davalarını anlatamadıkları gibi, muhataplarının da nefretlerini kazanırlar. Zira rıfk ve mülâyemet vifak ve ittifakı; sertlik ve katılık ise nifak ve şikakı netice verir.

Cenab-ı Hak, küfür ve inatla haddini tecavüz eden Firavun’u, hidayete gelmeyeceğini bildiği halde, hak dine davet için, gönderdiği Hazret-i Musa (as.) ve Hazret-i Harun (as.)’a “Ona tatlı ve yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki, aklını başına alır, yahut hiç değilse biraz çekinir.”30 buyurması kavl-i leyinin ne kadar önemli olduğunun en güzel bir misalidir.

Cenab-ı Hak, bütün insanlara rahmet ve rehber olarak gönderdiği Resûl-i Zîşan Efendimize (s.a.v) hitaben şöyle buyurmaktadır:

Ey Habibim! İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet ve onlar için mağfiret dile…”31

Bu ayetten anlaşılıyor ki, lisanında kavl-i leyyin, kalbinde şefkat ve merhamet tecelli eden Peygamber Efendimiz (s.a.v) o şirk, cehalet ve zulüm asrındaki insanları etrafında bir pervane gibi döndürerek onlara, “mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus ve sultan-ı ervah oldu.

Cenab-ı Hakkın inayetine mazhar, her cihetle mansur ve muzaffer olan bütün peygamberler, tebliğatlarını kavl-i leyyin ile yapmışlardır. İman ve Kur’an hizmetinde bulunanlar da bu hususta onları örnek almalı, çok titiz ve hassas davranmalıdır.

  • Uhuvvetin mühim esaslarından biri de mürüvvettir.

Mürüvvet; başkasına iyilik, ikram ve yardım inayet etmek, hamiyetli olmak, insanlığın icabı olan meziyetleri taşımak, cesur ve mert olmak, insaf ve merhametle hareket etmek gibi manalara gelir.

Mürüvvet, dinen, aklen ve örfen de takdire şayan bütün güzelliklerin ve meziyetlerin kaynağı, bir çok kemalatın da vesilesidir Eğer mürüvvet tecessüm etmiş olsa idi, nurani bir melek şekline girer, akılları hayrette bırakırdı.

Evet, mürüvvet; çok cemiyetli ve zengin manaları ihtiva eden mümtaz ve ali bir haslettir ki, hiçbir güzel ahlâk onun dairesi haricinde kalamaz. Mürüvvet bütün güzelliklerin esasıdır. Mürüvvet dinin semeresi, imanın ve inancın gereğidir. Din ile mürüvvet arasında sıkı bir münasebet ve kuvvetli bir rabıta vardır. Din ile mürüvvet arasındaki münasebet, ruh ile ceset, ağaç ile meyve arasındaki münasebet gibidir. Din ve iman vicdanın mürebbisidir. Bütün ahlak-ı hasene din sayesinde olur. Necip hissiyatlar dinden feyiz alır. Din ve iman feyz-i Hüda ve nur-i Hüdadır. Dinin lahuti ziyaları hangi kalbte tecelli ederse, o kalp marifetullahın cilvegahı olur. O feyz-i Rabbaniden mahrum olan bir insanda mürüvvet olmayacağı bedihidir. Günümüzde de bunu daha bariz olarak müşahede etmekteyiz. Bundan dolayıdır ki, ‘Dini olmayanın mürüvveti de olmaz’ sözü darb-ı mesel olmuştur.

Mürüvvet sahibi bir insan, ebna-yı cinsine karşı hizmet etmeyi ve faydalı olmayı kendine bir vazife bilir. Bir kimseye yapılan iyilikten alınan zevk hiçbir şey ile mukayese edilmez.

Mürüvvet, başta Peygamber Efendimiz (s.a.v) olmak üzere diğer bütün peygamberlerin, mürşit ve müceddidlerin ve kâmil mü’minlerin en ali meziyetlerindendir.

Ruhu şefkat ve merhametle dolu ve mürüvvetin zirvesinde bulunan Peygamber Efendimiz (s.a.v) kendisine defalarca suikast hazırlayanları ve Müslümanlara her türlü kötülüğü, eza ve cefayı yapmaktan geri kalmayan Kureyşlileri affetmiştir.

Mekke’nin fethi esnasında suçlu ve mahcup bir vaziyette Kabe’nin etrafında toplanan Kureyşliler: “Muhammed bizi ya öldürür ya da bize işkence eder. Keşke bize işkence etmeden öldürse” diye kendi aralarında konuşurlarken, Kabe-i şerife gelen Allah Resûlu onlara: “Ey ebnay-ı Kureyş bugün benden nasıl bir muamele bekliyorsunuz?” diye sordular. Kureyşliler bütün tedirginliklerine rağmen: “Sen asil bir kardeşsin ve asil bir kardeşin oğlusun, senden af bekliyoruz” dediler. Peygamber Efendimiz, (s.a.v) Yusuf’un (a.s) kardeşlerine hitaben söylediği “Bugün sizi kınayacak, serzenişte bulunacak değilim! ” 32 ayet-i kerimesini okudu ve umumi bir af ilan etti.

Hz. Yusuf da kardeşlerinin kendisini öldürmek için kuyuya atmalarına mukabil, Mısır’a sultan olunca onları affetmesi, bu büyük suçlarından dolayı onları kınamaması mürüvvetinin kemalini göstermektedir.

Akıl almaz zulüm ve işkencelere maruz kaldığı halde, daima müsbet hareket metodunu uygulayıp, bedduayı bile menfi hareket sayan, hatta kendisine hapishanelerde yer hazırlayıp, zulmedenlere bile hakkını helal eden ve talebelerine de sabrı ve müspet hareketi tavsiye eden Bediüzzaman Hazretleri de hayatı boyunca mürüvvetin harika örneklerini sergilemiştir. Demek ki, mürüvvetin, şefkat ve merhametin zirvesinde olanlar, kendisine eza ve cefa etmiş olanları bile affeder, onların kötülüklerine iyilikle mukabele ederler.

 Mehmed Kırkıncı

http://www.mehmedkirkinci.com

Dipnotlar:

1 Müsned, 2,4,5,335

2 Mesnevi-i Nuriye

3 Hucurat Suresi 49/10

4 İbrahim Suresi 14/ 41

5 Lem’alar

6 Fussilet Suresi, ayet, 34

7Müslim, Birr, 32-34; Tirmizî, Birr, 18, 1908. H.

8 Tirmizî.

9 Mektubat s, 264

10 Hucurat Suresi, 49/13)

11 Mektubat s,33-34

12 Mektubat 265

13 Mektubat s, 263

14 Şualar

15 Şualar

16 Hucurât Suresi 49/20

17 Yunus Suresi, 10/62

18 Lem’alar

19 Mesnevi-i Nuriye s,70

20 Lem’alar s,151

21 Mektubat

22 Hucurat Suresi ayet, 12

23 Taberani

24 İbn Ebi’d Dünya

25 Ebu Davud İbn Ebi’d Dünya

26 Al-i İmran Sûresi, ayet, 134.

27 Hucurat, 49/12

28 Sünuhat Tuluat İşarat, 77

29 Mesnevi Nuriye, 66-67

30 Taha Suresi, ayet, 44.

31 Al-i İmran Suresi, ayet, 159.

32 Yusuf Suresi 12/92

Allah’ın varlığının delilleri nelerdir? Allah’ın varlığını nasıl ispatlarız / kanıtlarız?

Varın ispatı, yokun ispatından her zaman daha kolaydır. Bir elma cinsinin yeryüzünde bulunduğunu, bir tek elmayı göstermekle ispat edebiliriz. Halbuki yokluğunu iddia eden kimse bütün yeryüzünü, hatta kainatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu ispat edebilir. Bu ise, imkansızlık çapında bir zorluk demektir. Öyleyse diyebiliriz ki; yok, hiçbir zaman ispat edilemez…

Bir sarayın kapılarından 999’u açık, biri kapalı olsa, kimse o saraya girilemeyeceğini iddia edemez. İşte inkarcı, devamlı surette kapalı olan o bir tek kapıyı nazara verip onu göstermek ister. Aslında o kapı da, o inkarcı ve onun gibi olanların gözlerine çekilmiş perde sebebiyle onların ruh dünyalarına kapalıdır. Mümin için kapalı kapı yoktur. Yeter ki gözlerini yummasın!… Zaten 999’u herkese açıktır. Hem de ardına kadar…

İşte o kapı ve  delillerden birkaçı :

İmkân Delili: İmkân, birşeyin olması ile olmamasının eşit ihtimale sahip olması demektir. Günlük konuşmalarımızda da mümkün derken olabilir de olmayabilir de manasını kast ederiz. Yaratılmış olan her varlık bize şu gerçeği haykırır: Benim olmamla olmamam eşit idi. Şu an ben varsam, var olmamı yoklukta kalmama tercih eden biri var demektir. O ise ancak Allahtır.

Hudus delili: Hudus, sonradan olma demektir. Hudusun en büyük delili değişmedir. Bir varlıkta değişme varsa, bu hareketin bir ilk noktası olacaktır. İşte o noktadan önce o şey varlık sahasına çıkmamıştı. Henüz yoklukta iken var olmayı kendi kendine irade edemeyeceğine ve buna güç yetiremeyeceğine göre bu var oluş Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşmiş demektir. Maddenin termodinamik kanununa göre sürekli yokluğa doğru kayması, kainatın durmadan genişlemesi, güneşin süratle tükenişe doğru yol alması gibi hadiseler, bu varlık aleminin bir başlangıcı olduğunu gösteriyor.

San’at: Atomdan insana, hücreden galaksilere kadar bütün kainatta, ince ve baş döndürücü bir sanat göze çarpmaktadır. Evet, bir baştan bir başa kainattaki her eser şu özelliklere sahiptir:
• Büyük sanat değeri taşır.
• Çok kıymetlidir.
• Çok kısa zamanda ve çok kolay yapılmaktadır.
• Çok sayıda olmaktadır.
• Karışık ve çeşit çeşittir.
• Devamlıdır.

Halbuki, kısa zamanda, çok sayıda, kolay ve karışık yapılan işlerde san’at ve kıymet olmaması gerekir. Ancak yapan Allah (c.c.) olursa, o zaman her şey değişir ve zıtlar bir araya gelebilir!..

Devir ve Teselsülün Muhal olması: Devrin muhal olduğu şu misalle açıklanıyor. Bir yumurtayı tavuğun yaptığını iddia eden adama soruyorsunuz. Tavuğu kim yaptı? Buna karşılık onun çıktığı yumurtayı gösteriyor. Buna göre tavuğu aradan çıkardığımızda yumurta yumurtayı yapmış oluyor. Bu ise muhaldir. Teselsül ise bir şeyin silsile halinde ta ilk noktasına kadar gidip o ilk varlığı kimin yaptığını sormak suretiyle Allah’ın varlığını ispat metodudur. Yani bu meyveyi şu ağaç yaptı, o bir önceki meyveden oldu, o da bir önceki ağaçtan. Böylece ilk ağaca yahut ilk meyveye kadar varıyor ve soruyoruz : Bunu kim yarattı diye .

Kur’an yolu devir ve teselsülden çok farklıdır. Yumurtayı kim yaptı? Yahut meyveyi kim yaptı? sorusunun cevabı, doğrudan doğruya, “Allah yarattı” diye cevap verilir. İlim, irade, şefkat, merhamet kavramlarından bir nasibi olmayan, insanı tanımayan, hikmetten, sanattan anlamayan bu sebeplerin (tavuğun ve ağacın) sonucun yaratılmasında hiçbir tesirleri olmadığı ispat edilir. Böylece devir yahut teselsül deliline gerek duyulmaz.

Hikmet ve gaye delili: Her varlıkta kendisine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda takip edildiği göze çarpmakta ve hiçbir şeyde gayesizlik, manasızlık ve israf sayılacak herhangi bir durum müşahede edilmemektedir. Hâlbuki, ne madde aleminde, ne bitki ve hayvanat dünyasında, ne de eşya ve hadiselerde şuur ve idrak mevcut değildir ki, bu gayeler silsilesi takip edilebilsin. Öyle ise, kainattaki bu şuurlu işleyişi ve bu hikmet ve gayeleri ancak Allaha isnat etmekle makul bir yol tutmuş olabiliriz.

Yardımlaşma delili: Yağmurun toprağın imdadına, güneşin gözlerin yardımına koşmalarından, ta havanın kanı temizlemesine kadar, bu alem bir yardımlaşma hareketiyle adeta dolup taşmaktadır. Bu yardımlaşmayı yapan taraflar birbirlerini tanımamakta, bilmemektedirler Öyle ise bu merhametli icraatı sebeplere vermek mümkün değildir.

Temizlik: Kainattaki nezafet ve temizlik, başlı başına bir delil olarak, bize Kuddüs ismiyle müsemma bir Zat’ı (c.c.) anlatmaktadır. Toprağı temizleyen bakteriler, böcekler, karıncalar ve nice yırtıcı kuşlar; rüzgar, yağmur ve kar; denizlerde buzullar ve balıklar; gezegenimizde atmosfer, uzayda kara delikler; bünyemizde kanımızı temizleyen oksijen ve ruhumuzu sıkıntılardan kurtaran manevi esintiler, hep Kuddüs isminden haber vermekte ve o ismin verasındaki Zat-ı Mukaddes’i göstermektedir.

Simalar: Herhangi bir insanın siması, en ince teferruatına kadar kendisinden evvel geçmiş milyarlarca insandan hiçbirisine birebir benzememektedir. Bu kaide, kendisinden sonra gelecekler için de aynen geçerlidir. Bir cihette birbirinin aynı, diğer cihette birbirinden ayrı milyarlarca resmi küçücük bir alanda çizip, sonra da kendileri gibi olması mümkün, milyarlarca resimden ayırmak ve her şeyi sonsuz ihtimal yolları içinde bir yola ve bir şekle sokmak, elbette ve elbette yarattığı her varlığı, hem de hiç kapalı bir yanı kalmamak üzere bilen ve o varlığa istediği şekli vermeye gücü ve ilmi yeten Cenab-ı Hakk’ı en sağır kulaklara dahi duyuracak kuvvette bir ilandır.

Fıtrat ve Vicdan Delili: Allahı tanımanın sayılamayacak kadar çok delil ve işaretleri insanın yaratılışında, fıtratında mevcuttur. Bunlardan birkaç örnek: İnsan fıtratı ve vicdanı her nimetin mutlaka şükür istediğini bilir. Bir peygambere kavuşmuş ve hidayete ermişse şükrünü Allaha yapar. Aksi halde batıl mâbutlara tapar. Bu tapma insan vicdanın insanı zorlamasıyla gerçekleşir. Güzelliği takdir hissi de insan fıtratında mevcuttur. Sergiler, fuarlar bu his ile gerçekleşir. İnsan bu yaratılışının gereği olarak, şu sema yüzünde sergilenen yıldızları, zemin yüzünde boy gösteren çiçekleri, ağaçları, ormanları dolduran ceylanları, aslanları, denizlerde kaynaşan balıkları seyretmek ve onlardaki İlâhî sanatın mükemmelliğini takdir etmek durumundadır.

Tarih: Dinler tarihi şahittir ki, insanlık hiçbir devrini dinsiz geçirmemiştir. Batıl, hatta gülünç dahi olsa, hemen her devirde bir dine inanmış ve bir manevi sistemi takip etmiştir. İnsan fıtratına inanma duygusunu Allah koymuştur ve insan O’na (Allah’a) inanmakla mükelleftir.

Kur’an: Kur’an-ı Kerim’in Kelamullah olduğunu ispat eden bütün deliller, aynı zamanda Cenab-ı Hakk’ın varlığını da ispat eder durumdadır. Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna dair yüzlerce delil vardır. Bunlar, Kur’an ile alakalı İslam kaynaklarında en ince teferruatına kadar mevcuttur. Bütün bu deliller, kendilerine mahsus dilleriyle “Allah vardır” derler.

Peygamberler: Peygamberlerin ve bilhassa Peygamberler Efendisi İki Cihan Serveri’nin (a.s.m) peygamberliğini ispat eden bütün deliller de, yine Cenab-ı Hakk’ı anlatan delillere dahil edilmelidir. Zira Peygamberlerin varlıklarının gayesi, Tevhid; yani Allah’ın varlık ve birliğini ilan etmektir. Öyleyse, her peygamberin kendi peygamberliğini ispat eden bütün delilleri, aynı zamanda, Cenab-ı Hakk’ın varlığına da delil olmaktadır. Bir peygamberin hak nebi olduğunu ifade eden bütün deliller, aynı kuvvetle, hatta daha da öte bir kuvvetle “Allah vardır ve birdir” demektedir.

Mehmed Kırkıncı / Sorularlaislamiyet

Allah kendisinden büyük bir varlık yaratabilir mi?

Bu soruya maddeler halinde cevap vermeyi daha uygun görüyoruz:

1- Soruda kasıt vardır:

Bu sorunun hedefi inançları sarsmak, saf zihinleri bulandırmak, masum ve körpe dimağlara zehir akıtmaktır. Bir akrep kıskacı olan bu demogojik soru ile insanlar zehirlenmek istenmektedir. Şöyle ki:

Eğer bu soruya “Evet” diye cevap verilse o zaman “Demek ki sizin Rabbiniz, yarattığı şeyden güçsüzdür.” denilecek. Eğer, “Hayır” diye cevap verilse, o zaman da “Demek ki sizin Rabbiniz âcizdir.” denilecektir. Her iki halde de -hâşâ- Cenâb-ı Hakk’a acizlik isnadı söz konusudur.

Bu soruyu ortaya atanlar, var olması muhal olan bir şeriki yaratmayı Cenâb-ı Hakk’ın kudretinden talep etmekle Allah’ın Hâlık (yaratıcı), vehmettikleri o şerikin de mahlûk (yaratılan) olduğunu bir ön yargı olarak kabul ettikleri halde, daha sonra o mevhum mahlukun Hak Teâlâ’dan büyük olabileceğine ihtimal vermekle, açıkça demagoji yapmaktadırlar.

Bu kimseler Allah’ın kutsi mahiyetinin mahlûk mahiyetine hiçbir cihetle benzemeyeceğini bilememektedir. Eser ustasına hiçbir cihetle benzemeyeceği gibi, Cenab-ı Hak da mahlûkatına hiçbir cihetle benzemez.

Bu hakikati bilmemek, büyük bir cehalettir. Bu cehalete düşenler Allah’ın mutlak kadir, mahlûkun ise sonsuz âciz olduğu gerçeğinden gafildirler.

2- Soruda “imkân-ı vehmî” ile “imkân-ı aklî” birbirine karıştırılmaktadır.

İmkân-ı aklî: Aklen hem olması, hem de olmaması mümkün olan şeye denir. Meselâ, yeni evlenen bir insanın, çocuğunun olması da, olmaması da mümkündür.

İmkân-ı vehmi: Hariçte vukua gelmesi mümkün olmayan, hakikatsiz ve esassız bir vehimdir. İmkân-ı vehmi hiçbir hükme esas olamaz. Hiçbir delil ve hakikate dayanmadığı için ilim ve mantık imkân-ı vehmi ile meşgul olmaz.

İmkân-ı vehmi sadece “olabilir”, “belki” gibi temenni, zan ve hayallerden kaynaklanır.

“Cenâb-ı Hak kendinden büyük bir mahlûk yaratabilir mi?” sorusunda imkân-ı vehmi ile imkân-ı aklî karıştırılmıştır. Bu soru ancak vehmin mahsulüdür; hiçbir hakikate istinad etmeyen bir hurafe, bir safsatadır; aklen muhaldir. Hiçbir akıl, bir mahlûkun Allahü Azîmüşşân’dan büyük olmasını mümkün göremez.

3- Soru ile demagoji yapılmaktadır.

Mantıkta “Gerçek olmayan mukaddemelerle yapılan kıyaslara demagoji veya safsata” denilmektedir. Meselâ duvar üzerine çizilmiş bir insan resmi gören demagog:
“Bu resim konuşur. Çünkü, bu resim insana aittir.”

“Her insan konuşur. Öyle ise bu insan da konuşur.” diye yanlış bir hükme varır. Cenâb-ı Hakk’ın yaratacağı bir mahlûku -hâşâ- Allah’tan büyük tevehhüm etmek, duvardaki resmi insan kabul etmekten daha büyük bir safsatadır.

Bu soruda esas olarak şu safhalar vardır:

1) Yaratılması vehmedilen varlığın şu anda mevcut olmadığı kabul edilmektedir.

2) Mevhum varlığın yaratılması Allah’tan beklenmekte, böylece Allah’ın Hâlık olduğu, o mevhum varlığın ise mahlûk olacağı kabul edilmektedir.

3) O mevhum varlığın yaratılması Allah’tan istendiği gibi, onun büyüklüğü, gücü, dirayet ve azameti de Allah’tan istenmektedir.

Bu mukaddemelerden Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz büyük, yegâne Hâlık, ezelî ve ebedî ve mutlak Kadir olduğu; o mevhum varlığın ise yaratılmaya muhtaç, âciz, zelil ve miskin olduğu sonucu çıktığı halde, tam tersine o vehmî varlığın Allah’tan büyük olup olmayacağı sorulmaktadır. Bu ise yukarıdaki misâlden çok daha ileri derecede bir safsatadır.

4) Soru pek çok çelişkilerle doludur:

Soru ile yapılmak istenen kıyas, çelişkili hükümlere dayandırılmıştır. Dolayısıyla, bu sorunun “iddia olma” özelliği yoktur. Meselâ, “Sonsuzdan daha büyük bir sayı yazılabilir mi?” sorusu böyle çelişkili bir hükme dayanır. Bu sebeple hiçbir ilmî kıymeti yoktur. Çünkü, sonsuzdan büyük bir sayı olamaz ki, böyle bir soru da sorulabilsin. Eğer sonsuz, erişilmez bir büyüklüğün sembolü ise hiçbir rakam sonsuz ile mukayese edilemez. Sonsuzdan büyük bir rakam düşünülse o zaman da sonsuzluk hakikati ortadan kalkar.

Bu soru da, çelişkili kıyaslardan olduğu için mantıken ve ilmen hiçbir kıymeti yoktur.

Bilindiği gibi bir eserdeki kemâl, onu yapan zatın kemâlinin bir tecellisi, bir göstergesidir. Ve bu eserdeki kemâlin, ustasının kemâlini aşması, ondan fazla olması muhaldir. Bir âlimin, telif ettiği bir kitabına kendi ilminden fazla ilim yerleştirmesi, yahut, bir mimarın kendi maharetini aşan bir eser yapması, güneşin kendi ışığından fazlasını bir damla suya vermesi muhaldir, safsataların en acibidir.

“Cenâb-ı Hak, kendinden büyük bir varlık yaratabilir mi?” sorusu: “Allahü Teâlâ kendi kemâlatından daha fazlasını bir mahlûkuna verebilir mi?” gibi bir saçmalık ifade eder.

Soru, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları, fiilleri adedince muhaller taşır. Bunlardan birkaçını kaydedelim:
Hak Teâlâ’nın sıfatlarından biri “Kudrettir. Soru, bu sıfat yönünden tahlil edildiğinde şöyle olur:
“Kudreti sonsuz olan Cenâb-ı Hak, kendinden daha kudretli birisini yaratabilir mi?”

Bu sorunun sahibi, sonsuzluk kavramının cahilidir. Sonsuz kudretten daha büyük bir kudret olamaz ki, böyle bir soru sorulabilsin. Şu sonsuz feza, şu uçsuz bucaksız sistemler, hep O Kadir-i Zülcelâl’in kudretinin tecelligâhıdır. Haşmetli bir dağın âyinedeki tecellisi bir çakıl taşı ağırlığında da olamaz. Hadsiz yıldızlar, uçsuz bucaksız galaksiler hep Cenab-ı Hakk’ın Hâlık isminin tecellileridir. Bu tecellilerin O Kadir-i Mutlak’ı yorması, âciz bırakması düşünülemez. Her an böyle milyarlarca kâinatı yaratsa, bunların tümü o kudret nazarında yine bir zerre kadar da olamaz.

Söz konusu soru, Cenâb-ı Hakk’ın irâde sıfatı yönünden tahlil edilirse şu şekle girer:
“Mutlak irâde sahibi olan Allahü Teâlâ, kendi hükmünü geri bıraktıracak, kendi irâdesini kayıtlayacak bir ilâh yaratabilir mi?”

Halbuki, Cenâb-ı Hakk’ın irâdesi mutlaktır, sonsuzdur. Hiçbir kayıt altına girmez. O’nun irâdesini kayıt altına alacak bir varlığın bulunması muhaldir. Öte yandan, Cenâb-ı Hakk’ın yaratacağı şey, mahlûk olur. Mahlûk ise Hâlık’ın irâdesi altındadır. Bu soru ile Hâlık’ın irâdesi sınırlı, mahlûkun irâdesi ise sınırsız tevehhüm edilmekte, böylece “sınırlı olanın sınırsız olanı sınırlandırması” gibi büyük zıtlığa ve çelişkiye düşülmektedir.

Soruyu, Allahü Teâlâ’nın ezeliyeti ve ebediyeti noktasından düşündüğümüzde şu safsata ile karşılaşırız:
“Cenâb-ı Hak, kendinden evvel var olup, kendisinden sonra da varlığı devam edecek olan bir mahlûk yaratabilir mi?”

Ezel ve Ebed Sultanı olan Allahü Azîmüşşan’ın, bir ismi Evvel, bir ismi de Âhir’dir. Varlığının evveli olmadığı gibi, sonu da yoktur. Ezelden evvel ve ebedden öte bir zaman kavramı olamaz ki, böyle bir hurafeye, bir vehme yer olabilsin. Bu safsataya göre, Cenâb-ı Hak ezelî ve ebedî olduğu halde, hâşâ, fâni ve sonradan yaratılan bir mahluk olacak, yaratacağı o mevhum varlık ise, mahlûk olduğu halde ezelî ve ebedî olacaktır.

Cenâb-ı Hakk’ın Hayat, Semi’, Basar gibi diğer sıfatları da aynı mantık ve ölçü içerisinde düşünülebilir.

Ne gariptir ki, böyle bir safsata ve bir hezeyan bu asrın cehalet çarşısında müşteri bulmakta, az da olsa bir kısım insanları saptırabilmektedir.

5) Soruda hakikatlerin zıtlarına dönüşmesi istenmektedir.

Bilindiği gibi, bir hakikatin, zıddına dönüşmesi muhaldir. Yine, bir hakikatin kendi mahiyetini korumakla birlikte kendi zıddı olan bir mahiyete girmesi de muhaldir. Meselâ, güneşin, kendi mahiyetini aynen muhafaza ederek suya dönüşmesi, yahut bir insanın “insanlık” mahiyetini hiç kaybetmeden “arslan” olması muhaldir. Misâller çoğaltılabilir. Mahlûkat için, gerçeklerin zıtlarına dönüşmesi böyle binlerce muhaller taşıdığı halde, Hâlık Teâlâ hakkında böyle bir şey vehmetmek muhallerin en acibidir.

Yukarıdaki soru ile Ulûhiyete ait sonsuz hakikatlerin zıtlarına dönüşmesi tevehhüm edilmektedir. Şöyle ki; soru sahibi bu demogoji ile sonradan yaratılacağından noksan, fâni, âciz, kayıtlı olacak olan o mevhum varlığın hakikatini, zıddı olan sonsuz kudret ve kemâle inkılâb ettirme muhaline düşmektedir. Allahü Teâlâ’nın mutlak kemâli, zıddı olan mutlak noksanlığa, mutlak cemâli mutlak çirkinliğe, mutlak kudreti, mutlak acze inkılâb etmez.

O Zât-ı Zülcelâl sonsuz aziz, mahlûkat ise sonsuz zelildir. Allahü Azîmüşşân, sonsuz âlim ve mutlak Hâkim’dir; mahlûkat ise cahil ve mahkûmdur. Allah’ın varlığı vücudu vâcib, Zâtı ezelî ve ebedîdir. Yarattığı ve yaratacağı herşey ise mümkindir, fânidir ve hadistir.

Soru sahibinin vehmine göre, Cenâb-ı Hak ezeli olduğu halde, hâşâ hadis olacak (sonradan meydana gelecek), yaratılması vehmedilen o varlık ise, hadis olduğu halde ezelî olacaktır. Tâ ki, Allahı Teâlâ’dan, hâşâ daha büyük olması tevehhüm edilsin.

Allahü Azîmüşşân, sonsuz kadir olduğu halde, âciz olacak, O’nun yaratmasına muhtaç olan o varlık ise sonsuz kadir olacaktır.

Misaller çoğaltılabilir.

6) Soru sahibi vücut (varlık) mertebelerinden habersizdir.

Bu sorunun cevabı, üç kavramın bilinmesine bağlıdır. Bunlar “vâcib, mümkin ve mümteni” kavramlarıdır. Aklen bu üçünün dışında kalan bir başka şık düşünülemez.

Gayet mükemmel bir heykele baktığımızda bu üç hakikati şöyle tesbit edebiliriz:
“Heykelin bir ustası olması vâciptir.” Zira, san’at san’atkârsız düşünülemez.

“Bu heykel yapılmadan önce, ustası için heykeli yapıp yapmamak ise mümkündür.” Yâni usta için, o eseri yapıp yapmamak olasıdır.

“Heykelin, ustasından daha maharetli, mükemmel, daha güçlü olması ise mümtenidir (imkansızdır), muhaldir.”

Aynı hakikati güneş için düşünecek olursak: Güneşin ışık sahibi olması vâcibdir. Yâni, ışıksız güneş düşünülemez. Güneşi irâde sahibi farzetsek, ışığını dilediğine verip, dilemediğine vermemesi de mümkündür. Güneşin âyinedeki tecellisinin, güneşin büyüklüğüne ve ısısına sahip olup, etrafında oniki gezegeni dolaştırması ise mümtenidir yani imkansızdır.

Yukarıdaki misâller gibi, vücud mertebelerinde de üç hakikat vardır: Vâcib, mümkin, mümteni.

Cenâb-ı Hakk’ın vücudu “vâcib”, yaratılmış ve yaratılacak olan herşeyin vücudu “mümkin”, Allahü Teâlâ’nın şeriki, misli, benzeri ve nazirinin bulunması ve herhangi bir mahlûkunun kendisinden büyük ve güçlü olması ise “mümteni”dir.

Cenâb-ı Hakk’ın vücudu vâcibdir. O’nun vücudu Zât’ ındandır. Var olmak için hiçbir sebebe muhtaç değildir. O’nun varlığı mahlûkatın varlığına hiçbir cihetle benzemez. Hiçbir cihetle dengi, eşi ve benzeri yoktur.

Mümkine gelince, mümkin varlığı ile yokluğu eşittir, var da olabilir, yok da olabilir. Mümkinin varlığı da, yokluğu da muhal değildir. Yaratılan ve yaratılma ihtimali olan herşey mümkindir.

Meselâ, kâtibe göre bir harfin yazılıp yazılmaması denktir. Yâni, kâtib, o harfi yazabilir de, yazmayabilir de. Demek ki, “harf için iki taraf sözkonusudur. Olmak ve olmamak. Kâtib bu iki şıktan hangisini tercih ederse o gerçekleşir. Yazmayı tercih ederse harf yokluktan varlık âlemine çıkar, yazmamayı tercih ederse yoklukta kalır.

Bütün mümkinat, Cenâb-ı Hakk’ın yanında bu harf gibidir. Kâinat, O’nun yaratmasıyla meydana geldiği gibi, yine O’nun irâdesi, kudreti, terbiye ve takdiri ile varlığını sürdürmektedir. Gerek var olmasında, gerekse devam ve bekasında Allah’a muhtaçtır.

Mümkinat âleminde, O Vâcib-ül Vücudu âciz kılacak bir mahlûkun olması düşünülemez. O’nun ezelî irâdesi ve mutlak kudreti karşısında herşey eşittir. Küçük – büyük farkı yoktur. O kudrete nisbeten bütün galaksilerle bir zerre birbirine denktir. Bir çiçek ile baharın, parça ile bütünün farkı yoktur.

Mümteniye gelince; mümteni, varlığını tasavvur etmek asla mümkün olmayan demektir. Mümkinin “olmak”, “olmamak” gibi iki ciheti varken, mümteninin tek ciheti vardır; o da olmamaktadır. Yokluk mümteninin daimî vasfıdır. Onun varlığını tasavvur etmek, çelişki ve tezatları doğurur.

Meselâ, bir rakam ya çifttir, ya da tektir. Bir rakamın hem çift, hem de tek olması mümtenidir.

Bir insanın aynı anda hem ayakta, hem de oturur olması da mümtenidir.

Bir rakamın sonsuzdan büyük olması da mümtenidir.

Aynen öyle de, Cenâb-ı Hakk’ın ortağı ve benzeri olması da mümtenidir.

Mümkinin vâcib’ten büyük olması da mümtenidir.

Mahlûkun Hâlık’tan üstün olması da mümtenidir.

Soru sahibi bir demogoji ile mümteniyi mümkin göstermeye çalışmaktadır.

7) Soru sahibi büyüklük kavramının cahilidir.

Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğü mahlûkata nisbeten değildir. Yâni, O, zâtında büyüktür, büyüklüğü mahlûkat ile kıyasa girmez. O’nun Zâtı hiçbir mahlukuna benzemediği gibi, büyüklüğü de mahlûkatın büyüklüğüne benzemez, takdirle bilinmez. Mahlûkatın büyüklüğü nisbîdir, birbirine göredir.

Bu hakikati bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Güneşin büyüklüğü kar zerrelerindeki tecellileriyle kıyasa girmez. Zira, bütün o tecelliler, parlaklıklarını o güneşten almaktadırlar. Nasıl onunla kıyasa girebilirler?

Bu misâl gibi, ilmi, kudreti, azamet ve kibriyâsı sonsuz olan Allahü Teâlâ’ nın büyüklüğü de mahlûkatın büyüklüğü ile hiçbir cihetle kıyasa giremez. Zira bütün mahlûkat hep O’nun sıfatlarının ve isimlerinin tecellileridir. Varlıkları O’nun var etmesiyle, hayatları O’nun hayat vermesiyle, nurları O’nun nurlandırmasıyladır. Onların büyüklükleri ancak birbirilerine göredir. O’nun bir mahlûku olan insan aklı ne kadar büyüklük tasavvur ederse etsin ve yine insan hayali büyüklüğü nasıl hayal ederse etsin bunların hepsi mahlûk büyüklüğüdür. Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğü, düşünülen ve hayal edilen bütün bu büyüklüklerden münezzehtir, yücedir.

Bilindiği gibi, matematik ilminde bir “sonsuz” kavramı vardır. Bütün rakamlar ona nisbetle kıyasa giremeyecek kadar küçük kalırlar. Onların büyüklükleri birbirilerine göredir. Sonsuz için bir ile bir milyarın farkı yoktur. Bu noktada sonsuza nisbeten büyük-küçük fark etmez. Bütün rakamlar, şuurlu kabul edilse, bunların hepsi sonsuzu kavramakta aynı derecede güçsüz ve noksan kalacakları gibi, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz büyüklüğünü anlamakta da bütün akıllar aynı nisbette âciz kalırlar. O mutlak ve sonsuz büyüklük, bu sınırlı akla sığmaz.

Soruda sözü edilen o vehmi varlığın, mahlûk olacağı peşinen kabul edilmektedir. Bir mahlûk ise ne kadar büyük olursa olsun, büyüklüğü mahlûklara göredir ve o daire içinde düşünülür.

San’atkârın san’atından büyük olduğu tartışma kabul etmez bir gerçektir. Meselâ, Selimiye Camii’ndeki bütün kemâlât ve güzellik hep mimarının kemâlâtından süzülmüş, ilminden dökülmüştür. O taşları bir şaheser hâline getiren, Mimar Sinan’ın ruhundaki incelik, düşüncesindeki derinlik, hissiyatındaki zerafet ve san’atındaki meharettir. Alkış Sinan’adır, takdir O’na gider. Faraza, Sinan’ın ömrü, ebedî olsaydı, daha nice camiler yapar, eserler vücuda getirirdi. O eserlerin hepsi de O’nun büyüklüğüne delil olurdu. Lâkin, onların büyüklükleri Mimar Sinan’ın büyüklüğüyle mukayeseye giremezdi.

Şu kâinat denilen büyük mescid, arşlar, ferşler, sema tabakaları, uçsuz bucaksız galaksiler de hep Allah’ın eseri, icadı ve mahlûkudur. Onlarda tecelli eden bütün güzellikler ve üstünlükler Esmâ-i İlâhiyye’ye aittir. Bütün mevcudat Cenâb-ı Hakk’ın kudretiyle, iradesiyle, hâkimiyetiyle ayakta durmaktadır. Atomlardan galaksilere kadar herşey, her haliyle ve tavriyle, her an O’nun hâkimiyeti ve gözetimi altındadırlar. O’nun hâkimiyeti karşısında herşey mahkûm, O’nun büyüklüğü karşısında her mahlûk zelildir.

İşte yukarıdaki soru, büyüklük mefhumunu bilmemek yanında, Hâlikıyet ve mahlûkıyeti de bilmemekten kaynaklanmaktadır.

Mehmed Kırkıncı / Sorularlaislamiyet.com