Etiket arşivi: MEHMED KIRKINCI

Mehmet Kırkıncı Hoca ve Hikmet Pırıltları

Mehmet Kırkıncı Hoca’nın Hikmet  Pırıltıları ismi en son , 2007 ‘de Zafer Yayınları’ndan çıkmış, üçyüz on bahisten oluşan bu kitap aforizmalar tarzında kaleme alınmış, vakalardan hareketle onları hikmete bağlayan muhtelif boyutta yazılardır. Bediüzzaman’ın eserleri dört büyük tema üzerinde şekillenmiştir, bunlar tevhid, nübüvvet, haşir, ibadet ve adalettir. Aynen öyle de Kırkıncı Hoca’nın Hikmet  Pırıltıları ve sonradan ona ilave edilen Nükteler isimli eserindeki bahisler de bu dört esas üzerinde şekillenirler. Kırkıncı Hoca Bediüzzaman’ın olayları açıklarken kurguladığı sahneler ve küçük hikaye yorumlarından ciddi boyutta etkilenmiş , küçük çapta temsili hikayecikler kurmuştur.

Kırkıncı hocanın olaylara, insanlara , temalara , sorunlara bakış açısındaki en önemli nokta onun her zaman  sıradan gibi görünen olayları şaşırtıcı bir yorum düzeni içinde insanı hayrete sevkeden bir bakış açısıyla vermesidir. Hatta onun en büyük yanı bu olayları  sıradanlıktan  çıkarıp  insanın hayatında önemli bir yere sahip olan şekilde yorumlamasıdır. Kırkıncı Hoca şaşırtan adamdır, o hep olayların kimsenin görmediği yanlarını görür, ülfet edilen, adet elbisesi giymiş olaylar birden onun elinde plastik bir mahiyet kazanır ve ibret ve hayrete dönüşür, insanın  davranışlarını düzenler.

Hikmet Pırıltıları Bediüzzaman’ın Mesnevi Nuriye isimli eserinin sırasında yorumlanacak ondan etkilenmiş bir mesnevi tarzı eser de denilebilir.Türkiye ‘de temsillerle hakikatleri anlatma yolunu Bediüzzaman açmıştır, o yolun talebeleri içinde ikinci derecede örnekleme ve temsillerle, dramatik sahnelerle ifade edilmesini Kırkıncı Hoca taammüm ettirmiştir, onun yetiştirdiği talebelerin bir kısmı da bu temsillerle anlatma yolunu icraatları sırasında anlatmışlardır. Bediüzzaman‘dan yansıyan bu aklileştirme, akıl mizanına vurma tarzı Erzurum’dan ülkeye yayılan bir Risale-i Nur yorumlama ve değerlendirme tarzı olmuştur.

kirkinci.hocaKırkıncı Hoca büyük sanatcılar gibi  ya bir olayın tahriki ile , ya bir ilhamın ikazı ile, ya bir insanın ortaya koyması ile , veya bir tezadı yakalaması ile , veya bir müşkül meselenin ortaya çıkardığı kısmi bunalımı çözümleme maksadıyla  aforizmalarını ortaya koymuştur. Onun bir meseleyi hikmete bağlaması uzun uğraşılar ile elde edilmez, o birden bir olayı hikmet kılıfı ile yorumlar ve ortaya koyar, çok çabuk ve seri bir zihinsel üretim mekanizmasıyla hikmetini ortaya koyar.

Kitap konulara veya temalara göre bir tasniften geçmemiş, yığma bir editoryal muameleye maruz kalmıştır. Bunları kendi arasında bir tasnife tabi tutarsak, Allah ve efali, yaratılış olayı, Allah’a yaratma işinde ortak olmaya kalkan mülahazalar, esmanın görülmesi yorumlanması ve esmanın yorumunda ortaya çıkan sorunlar kitabın ağırlıklı konularını işgal ederler.  Sahibini Tanıyan Eser, Görmemek Olmamaya Delil Olur mu , Mevhum Sani , Dört Yol,Kim Bu Tabiat,Varlıkların Kendi Kendine Teşekkülü Mümkün mü , Şirkin Muhaliyeti ,Kudret Kaleminin Mürekkebi , Vahdetteki Kıymet, Lezzet-i Mukaddese. Allah’ın Efaline Onun Canibinden Bakmak,  Müsebbib ül Esbab,Tabiat Hakkında adını taşıyan metinlerde Kırkıncı Hoca  Risale-i Nur’daki bahislere  izahlar ve yorumlar getirir. Bazı metinler Allah’ın isimleri ile ilgilidir. Vahdetteki Kıymet, Nur  İsminin Bir Cilvesi, Rezzakiyetin Şumülü , Kayyumiyet Sırrı, Kayyumiyet Sırrına Birkaç Misal, İnsan Ruhunun Kuddus İsmine Mazhariyeti ,Vahidiyet İçinde Ehadiyet Cilvesi , Kesretten Vahdete bu metinler de Allah’ın esması ile ilgili bahislerdir. Ölüm ve Haşir,Eğer Ahiret Olmasa , Haşir Sabahı, Haşr-i Cismani Üzerine  ilgili başlıklar ahiret ve  haşir ile ilgilidir.

Hikmetli bahisler içinde insan ile ilgili maddeler de bir yekün teşkil eder. İnsandaki Fabrikalar, İnsan Ruhunun Süsleri,Gaye ve Hedef İnsan,İnsan Nisyandan Alınmıştır, Zihayat İnsan Kelimesi , İnsanın İsmi Azama ve Her ismin Mertebe-i Azamına Mazhar Olması, Kainat Sarayı ve İnsan, İnsanın Nimeti , İnsanın Kıymeti , Kendini Aldatan İnsan, İnsan Ağacı, İnsan ve Yükü , İnsanın Şerefi, İnsandaki Cihazatın Kıymettarlığı,   Bir İnsan Yaratmak metinleri insan ile ilgilidir.

 Cenabı Hak İbadeti Niçin Emretmiş?, Şükür Vazifemizi Yerine Gebiliyor muyuz?,Teneffüs ve İbadet, ibaretle ilgili konulardır.Kur’an’ın  Benzeri Neden Yapılamaz, Herşey Kuranda olduğuna göre Alimlere neden ihtiyaç Var?,Kur’an’ın Fatihada Dercedilmesi, başlıkları Kur’an ile ilgildir.Mukayyed Akıl ve Mutlak Hakikatler, Göz  ve Akıl,Kur’an Nuru ve Akıl Gözü, Aklın Meyvesi, Akıl İtiraz Aleti mi ?,gibi bahisler akıl ile ilgilidir. Fen ve felsefenin taciz etmesiyle hastalayan aklı Bediüzzaman makul düşünen bir akla dönüştürmek istediği gibi Kırkıncı Hoca da o yolda aklı terbiye etmeye  çabalar.Kader İlim Nevindendir, Cüzi İhtiyarinin Mahiyeti , Kaderi Tenkid Eden Başını Örse Vurur kırar, metinleri kader ile ilgilidir. Kırkıncı  Hoca’nın  en çok üzerinde durduğu bahislerden biri kaderdir bu konuda bir  de Kader nedir ? isimli eseri vardır.

Hikmet Pırıltıları isimli  kitap liselere deneme örnekleri olarak tavsiye edilebilir, Üniversite programlarına  kelami ve hikemi denemeler diye dahil  edilebilir.Biraz  geliştirilse Montaine ve Bacon ‘un  peynir ekmek gibi okunan denemelerini aşar.  Bir insanda çok yönlü fikir değişimlerine neden olacak her bahis Hikmet Pırıltılarına dercedilmiştir. Benim Erzurum yıllarımda bu kitabın ortaya çıkması için bir ekip halinde büyük emekler sarfettiğimizi belirtelim. Kitap  bakış açısı  ve bakış açısının arkasından yapılan yorumlarla , büyük bir mantiki değerlendirme ile benzeri olmayan bir hikmet kitabıdır.  Okuyan herkese ve nur talebesine bir yorum ve gözlem düzeni içinde olaylara bakmayı öğretir.

Prof. Dr. Himmet Uç

Peygamberimizin Teblig Metodu Nasıldır?

Peygamberimiz, irşadında ve ikazında hiddet ve şiddet göstermezdi. Muhataplarını samimî bir hava içerisinde karşılar, onlara şefkat ve merhametle nasihatte bulunurdu.

“Habîbim! İnsanları rabb-i teâlânın yoluna hikmetle (açık delillerle ve güzel vaazlarla) dâvet et. Ve onlarla muhkem ve güzel mukaddimelerle, mülâyim ve tatlı sözlerle mücadele et (ki dâvetin hüsn-i tesir hâsıl etsin).” (Nahl Sûresi, 125)

Peygamberimiz bu ve benzeri ayetleri örnek alarak müminleri ilim ve hikmetle irşat eder, bu irşadını delillere dayandırırdı.

İrşadında ve ikazında hiddet ve şiddet göstermezdi. Muhataplarını samimî bir hava içerisinde karşılar, onlara şefkat ve merhametle nasihatte bulunurdu. Doğruyu ve gerçeği anlatmakta daima tatlı dili, güzel sözü tercih ederdi. Zihinlerde meydana gelen şüphe ve tereddütleri büyük bir sabır ve anlayışla giderirdi. Muhataplarına itibar eder ve onları ikna etmek için fesahat ve belâgatla tane tane konuşurdu. Sorulan sualler yersiz de olsa tebessümle karşılar, ciddiye alırdı. Vaaz ve nasihatlerindeki tesirin en büyük bir sebebi de insanların kusurlarını bağışlayıp, onları affetmesiydi. Hattâ en çok sevdiği amcasını ve daha birçok akraba ve sahabelerini şehit eden ve ettirenleri Mekkenin fethi sırasında affetmişti. Hâlbuki, o gün bütün güç ve kuvvet elindeydi. Onları dilediği gibi cezalandırabilirdi.

İşte böyle büyük ve yüksek seciyelerle etrafındaki insanların ruhlarına tesir etti ve onların nüve halindeki kabiliyet ve yeteneklerini uyandırdı, inkişaf ettirdi. Onları insanlık semâsının birer yıldızı haline getirdi. O asrı perdeleyen cehalet sislerini kaldırdı. Âlemin şeklini değiştirdi. İnsanlar arasında adalet, muhabbet, yardımlaşma gibi yüksek seciyeleri hayata geçirdi. Kişisel ve sosyal hayatı tehdit eden bütün hastalıklara karşı şifalı ilâçlar getirdi ve Allahın izniyle insanlık âlemini tedavi etti.

Tebliğ mesleğinin yolu, “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür” yoludur. Bu dâvâ, iman kurtarma dâvâsı. İnsanları âhir zamanın dehşetli fitnelerinden sıyırıp, ulvî gayelere yönlendirme dâvâsı. Beşeriyeti, nefsin, şeytanın ve akıl almaz derecede bozulmuş içtimaî havanın tesirinden kurtarıp, ona kulluğun zevkini tattırma dâvâsı. Bir insan bu yüksek ideali, bir İlâhî lütuf olarak yakalayabildiği takdirde, ilk yapacağı şey, bu zor işi başarmaktaki aczini ve fakrını itiraf ile Rabbinin kudretine ve rahmetine istinat etmek olacaktır.

Acz ve fakr, kulun iki zâtî hassası; insanın en bâriz özellikleri. Nitekim Fâtiha Sûresini okurken, mealen, “yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz” diyerek âlemlerin Rabbi olan Rabbimize sığınır, dünyevî olsun, uhrevî olsun her işimizde O’ndan medet bekleriz. İşte iman ve Kur’an hizmetinin erleri de insanların kalplerinde hidayetin sümbüllenmesi için bütün güçleriyle çalışmakla birlikte bu büyük neticeyi kendi kuvvet ve kudretleriyle elde edemeyeceklerini bilerek acz ve fakr ile Allah’ın dergâhına iltica ederler.

Üçüncü adım, kendilerini cehenneme hazırlayan âsi ve günahkâr insanlara acımak ve yardımlarına bir doktor hassasiyeti ve bir anne şefkatiyle koşmak. Ve dördüncü adım, bu işi hikmet dairesinde yürütmek.

Millî şairimiz, Merhum Mehmet Âkifimizin,

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı. Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.” beytiyle ortaya koyduğu büyük ideal, Risale-i Nur Külliyatında kemâliyle tahakkuk etmiştir. Neden ve niçinlerle dolu bu asrın çarşısında, ancak hem akla, hem de kalbe hitab eden, dâvâsını hem sevdiren, hem de ispat eden bir külliyat revaç bulabilirdi ve buldu da.

Bu tespitlerden birincisi İslâm’ı gerek kendi vatandaşlarımıza, gerekse bütün bir insanlık âlemine ulaştırabilmemiz için en büyük şartın, Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak olduğunu ders verir. Diğeri ise, iman ve Kur’an hakikatlerini muhtaçlara ulaştırabilmek için iktisadî yönden kalkınmak gerektiğini tespit eder.

Bu iki yaramızı tam kabul ile tedavisine çalışmamız gerek. Bundan gaflet ederek, geçici ve kararsız siyasî formüllere bel bağladığımız sürece, sürünmeye devam edecek ve bununla da kalmayıp, İslâm’ın muhtaç gönüllere ulaşmasına perde ve engel olmanın mesuliyetini de çekeceğiz.

Her müslüman üzerine düşen görevi yapmakla sorumludur. Bir insanın toplumda bulunduğu konum ona bazı sorumluluklar yükler. Her müslüman da o kunumuna göre sorumlu olur. Bu konuya bir hadisi şerifle bakabiliriz: “Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz.” buyuruluyor.

Herkes her durumda bu hadisi kendine göre yorumlayamaz. Mesela, yolda bir kötülük görsek, onu elimizle düzeltmeye kalksak ve o kişiye zarar versek, o adam da davacı olsa, bu durumda bize de ceza tatbik edilir. Öyleyse hadisi şerifin manasını nasıl anlamalıyız?

El ile düzeltmek vazifeli insanların, yani devletin ve emniyetin görevi, dil ile düzeltmek alimlerin vazifesi, kalben buğz etmek ise diğerlerinindir.

Bu nedenle bir Müslüman önce İslamı hakkıyla yaşamalıdır. Sonra eğer zarar vermeyecekse uygun ve tatlı bir dille anlatmalıdır. Bundan sonrasını da Allaha bırakmalıdır.

Nasıl ki ağaç yetiştirmek isteyen bir kimse şu konulara dikkat eder: Tohum ıslah edilmiş, tarla ekime elverişli, mevsim ekim zamanı ve ekenin de sahasında uzman olması şarttır. Bu açıdan bozuk bir tohumu, sert ve elverişsiz bir tarlaya, uygun olmayan bir mevsimde, hiç ekimden anlamayan bir kimsenin yapması her şeyin boşa gitmesine neden olacaktır. Bu özeliklere sahip olan bir bahçıvan görevini yaptıktan sonra, tarladan çiçeklerin ve güllerin çıkması için tarlanın içine girmeye ve onu ağaç yapmaya kalkışmaz. Üzerine düşeni yapar ve sonucu Allah’a bırakır.

Aynen bunun gibi, doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu yaşamak ve anlatmak gerekir. İslama uygun olmayan düşünce ve fikirleri İslam diye anlatmak hem İslama, hem anlatana hem de anlatılana zarar verecektir.

İslam ve iman tohumlarının atıldığı muhtaç gönüllerin de ona hazır olması gerekir. Henüz bunlara hazır olmayanlara anlatmak bazen zarar bile verebilmektedir.

Ayrıca tebliğin mevsimi de çok önemlidir. Ortam, şahsın halet-i ruhiyesi, beklentileri gibi durumlar da önemlidir. Mevsiminde ekilmeyen her tohum zayi olabilir.

Diğer taraftan islamı tebliğ eden kimsenin de onu nasıl anlatacağını, kırmadan dökmeden uygun bir ifade tarzıyla akıl, kalp ve gönüllere nasıl serpileceğini bilecek donanıma sahip olmalıdır. Uzaman bir doktor gibi ehil olmalıdır.

Bu özelliklere sahip olan bir Müslüman üzerine düşenleri yaptıktan sonra o gönüllerde iman ve İslam güllerinin açılmasını Allah’a bırakır, Allah’ın vazifesine karışmaz.

Mehmed KIRKINCI / www.mehmedkirkinci.com

Hikmet Nedir? Ne Faydası Var?

Hikmet; ilim, sır, gaye, fayda, adalet, felsefe demektir. Ayrıca hikmet, kâinatı ve ondaki varlıkların yaratılış gayesini ve faydalarını bilmek gibi manalara gelir.

Hikmet; Kur’an-ı Kerim, ilim, fıkıh, ilm-i ledünni, nübüvvet, din ve dünyanın salahı, “İlahi emirlerin faydasını anlama”, güzel fiilleri meydana getirme melekesi, “ahlak-ı ilahiyye ile ahlaklanma” ve “müktezayı hale göre hareket etmektir.” Başka bir ifadeyle hikmet, “Hakkı hak bilip ittiba etmek ve batılı batıl bilip ondan sakınmaktır.”

Hikmet, her türlü aşırılıktan uzak durarak sırat-ı müstakim üzere yaşamaktır.

Kur’an-ı Kerim’de hikmet kelimesi bir kaç manada kullanılmıştır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Allahın üzerinizdeki nimeti ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve ondaki hikmeti düşün. “1 Bu ayetteki hikmet, nasihat ve öğüt manasındadır.

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Andolsun biz, Lokmana hikmet verdik” 2 Burada geçen hikmet, “derin anlayış, Kur’an’ın sırlarına vukufiyet, tefekkür ve ilim” manasındadır.

Bir başka ayette ise: “Allah(c.c.) Davud’a saltanat ve hikmet verdi.”3 Burada ifade buyrulan hikmet kelimesi ise peygamberlik manasındadır.

Yine bir başka ayette de şöyle buyrulur: “ Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” 4 Bu ayette geçen hikmet kelimesi de Kur’an’ın inceliklerini ve sırlarını anlama manasınadır. Hikmetin ehemmiyetini ve onu hangi zatların takdir edebileceğini gösterir.

Merhum Ömer Nasuhi Bilmen bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Allah Teala, kullarından dilediğine güzel amele karşılık olan ilim verir, hakaik-ı eşyaya vukuf verir. Evamir-i ilahiyenin faidelerini, gayelerini anlayabilecek istidad verir ve fazilet ihsan buyurur. Böyle kimse pek mesuttur ve pek büyük bir lütf-u ilahiye naildir. Ebedî selamet ve saadete namzet bulunmuş olur. Bunun bir muazzam mevhibe-i ilahiye olduğunu takdir ederek vazife-i ubudiyetlerini kemali şevk ile, bir latif hiss-i şükran ile ifaya çalışır dururlar. Ne büyük muvaffakiyet!”5

Bazı müfessirler de Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinde geçen hikmet kelimesini sünnet olarak tefsir etmişler. “Kitap ve hikmeti onlara öğretir.” 6 Burada zikredilen kitaptan maksat Kur’an, hikmetten maksat ise sünnettir. Zira, Hz. Peygamber (s.a.v) hikmet sahibiydi. Onun her sözünde ve fiilinde bir incelik ve mana vardı. O az sözle çok derin ve engin manaları ifade ederdi. Hakka uymayan söz ve fiil sudur etmezdi. Hazret-i Peygamber (s.a.v) “(Ey Muhammed) Sen (insanları) rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”7 ayet-i kerimesine kemal derecede mazhar olmuş ve İslamın neşir ve ilan edilmesinde en büyük esas olan tebliği, hikmetle yerine getirmiştir. O’nun varisi olan ümmetinin de bu mazhariyete nail olması iktiza eder. Böylece diğer ümmetlerin haiz olmadığı yüksek bir dereceye ulaşılmış olur.

İslam âlimleri, “Hikmet; faydalı ilim ve salih ameldir.” diye tarif etmişlerdir. Diğer bir ifadeyle hikmet, “eşyanın hakikatlerine olduğu gibi vakıf olmak ve onun muktezasıyla amel etmektir.” Nitekim Peygamber Efendimiz “Yarabbi! Bana eşyanın mahiyetini bildir.” diye dua etmişlerdir. Avrupalı bir mütefekkir, “O zattan başka hiç bir kimse böyle bir sözü söylememiş, böyle bir niyazda bulunmamıştır.” demiştir.

Hikmet bir nurdur ki, hak ile batılı ve hayır ile şerri birbirinden tefrik eder. O öyle faydalı bir ilimdir ki, insanı, salih amellerle Cenab- Hakk’a yaklaştırır. O’nun sevgisine ve rızasına mazhar eder. Allah’tan hakkıyla korkup, yasaklarından sakındırır. Zira, “hikmetin başı Allah korkusudur.”

Allah’tan korkmak insanı her türlü kötülük, zarar ve günahtan muhafaza eder ve ebedi saadetin kazanılmasına vesile olur. Günahlardan kaçınıp, dinin emirlerini yerine getiren bir insan, imanını bu tehlikeden koruduğu gibi, Allah katında da insanların en çok ikram edileni ve en sevgilisi olur. Bir insanın Allah’tan korkması ve akibetinden endişe etmesi yaratılışın ve aklın gereğidir.

Allah’tan korkmanın birçok mertebesi vardır. En aşağı mertebesi, küfürden sakınmak, vasat mertebesi günahlardan sakınmak ve en yüksek mertebesi de Cenab-ı Hakk’ın muhabbet ve marifetine mani olacak her şeyden kalbi muhafaza etmektir.

Her hikmet, güzellik ve iyilik Allah korkusundan meydana gelir. İnsanlara fazilet hissini veren Allah korkusudur. Cenab-ı Hak kendisinden korkanı sever ve kendisinden hakkıyla korkanı korkutmaz. Allah korkusu insanları bütün dalaletlerden, tehlikelerden ve nice afetlerden kurtararak sırat-ı müstakime götürür ve insanın aklına nur ve rehber olur.

Hikmet eşyanın hakikat ve mahiyetini idrak etmektir. İlimlerin menbaı ve bütün faziletlerin kaynağı hikmettir. Dünyevi ve uhrevi saadetlerin, maddi ve manevi nimetlerin vesilesidir. Cehaletle ölmüş kalpleri dirilten ve onları ihya eden hikmettir. Hikmet, dünyevi ve uhrevi maksatları anlayıp ikisini beraber yürütmek ve o nisbette tarakki ve tekamül etmektir.

İnsan hikmet ve felsefenin takip ettiği yolu dikkatli incelerse görür ki, hikmetin asıl gayesi vahdaniyet-i İlahiyeyi delil ve hüccetlerle ispattan başka bir şey değildir. Evet, hikmetin gayesi ve neticesi teslis değil, tevhiddir.

Cenab-ı Hakk’a isnad olunan hikmetten murat ise, O’nun ilim ve kudretinin, şefkat ve merhametinin sonsuz olması, abes hiç bir şey yaratmaması ve yarattığı her şeyde binler fayda ve maslahat bulunmasıdır. Zira, bütün eşyayı mahiyetiyle, hakikatıyla, vazife ve gayeleriyle bilen Cenab-ı Hak’tır. Öyle ise, mutlak hikmet sahibi ancak O’dur.

Merhum Hamdi Yazır da; “Hem ilim, hem amel-i salih, hikmetin esası ve temelidir.” demiştir.

Evet, ilimsiz amel, faydalı da olsa hikmete muvafık olmayacağı gibi, amelsiz ilim de ne kadar cazip ve faydalı olursa olsun hikmet ismini alamaz. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Allah’ım! Faydası olmayan ilimden sana sığınırım.” diye buyurmuştur. Ulum-u akliye ve ulum-u nakliye olarak ikiye ayrılan ilimlerin bir arada cem olmasına hikmet denilir. Bunlar birbirinden ayrıldıkları zaman letafetlerini kaybederler. Zira birini ihmal edip, diğeri ile iktifa etmek, hikmete zıttır.

Hükema ise; “hikmet, alemin ahvalini derinden derine tefekkür etmektir.” demişlerdir.

Avrupa hükemasından Yufro ve taraftarları da “ hikmet, hakikatı henüz taayyün etmemiş bir sırdır. Eğer taayün etmiş olsa idi, hükema adedince hikmet olmazdı. Yani birden fazla hikmet bulunmazdı.” demişlerdir.

Felsefe ve hikmetin hakikatini anlayan Yunan mektebinin reisi olan Talis adlı bir feylesof da, “ Bu alem bidayetten ve nihayetten münezzeh olan bir Sânii Hakim’in eseridir.” diyerek Cenab-ı Hakk’ın ezeli ve ebedi olduğunu ifade etmiştir.

Şunu da ifade edelim ki, bütün bu hükema ve feylesofların fikir ve düşünceleri insanın hakiki saadet ve selameti adına ciddi ve sağlam bir yol ortaya koyup, onları irşat edememişlerdir. Bunun içindir ki, Avrupalı bir fikir adamı şöyle der: “Ben bir çok hükemanın fikirlerine müracaat ettim ve bir çok eserlerini tetkik edip okudum, ancak cümlesini anlamakta aciz kaldım. Zira onlar birbirinin görüş ve iddialarını çürütüp, kendi fikrinin doğruluğunda ısrar eden dayanaksız ve cahil bir topluluk olarak gördüm. Bütününün delil ve düşüncelerinin fasid olduğunu anladım. Baktım ki, hepsi kendi dava ve şöhreti namına doğruyu söylemiyor. Felsefeciler iyi bilsinler ki, ruy-i zemini tenvir ve ihya eden kendi hikmetleri değil, hak din olan İslamiyettir.”

Sokrat da “feylesoflar aldanmışlardır, his ve zevkler de bizi aldatır.”8 diyerek, bunların bir noktada ittifak etmediklerini ifade etmiştir.

Felsefe hep ihtimaller üzerine hareket eder. Çünkü menbaı akıl ve fikirdir. Herkes kendi aklı ile hareket etmiş, kendi ilmini kafi görmüş, birbirlerini tekzip ve fikirlerini çürütmekle meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan felsefeciler, tarih boyunca bir noktada ittifak edememişlerdir. Sadece akıl ile hareket edenler, hadiselerin iç yüzünü, necat yolunu, ahiret alemini bilemezler ve bilemediler de. Demek ki akıl, tek başına hakim olamaz ve daima sırat-ı müstakimde yürüyemez.

Bediüzzaman Hazretleri Kur’an ve felsefenin mukayesesini şu orijinal cümleleri ile şöyle ifade eder:

Felsefenin talebesi, “Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir.

Amma hikmet-i Kur’anın hâlis tilmizi ise; bir abd’dir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakikî tilmizi mütevazidir; selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za’fını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır… İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaşılır.

Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidal” tanır.

Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Hakkın şe’ni, ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.”

Hikmeti, nazari ve ameli olarak iki kısma ayıranlar da olmuştur.

Nazari hikmet; kâinatta cereyan eden ilahi kanunları ( sünnetullah, Allah’ın takdir edip var ettiği kanunlar) tefekkür ve muhakeme yoluyla elde edilir. Kâinat, tefekkür erbabı için hikmetlerle dolu bir kitaptır.

Ameli hikmet; akla uygun ve faydalı fiillerdir. Faydalı ilim salih amelden ayrı düşünülemez. Onun için ehl-i hikmet şöyle demiştir; “hikmetin evveli kainat kitabını tefekkür, ortası din ve itaat ve nihayeti de ebedi saadettir.

Kainat, insan aklının önüne açılmış, okumakla bitmez koca bir kitaptır. Kainatta olan mahlukat nevileri hesaba gelmeyecek kadar nihayetsizdir. Basiret sahibi her insan, bu sahifelerde tecelli eden binler ayet ve ilahi hikmetleri görür, okur ve onu yazan Halik’ının mevcudiyetini bilir ve O’nun azamet ve kudretini tasdik eder. Kâinat kitabını ibretle tefekkür edip okuyan bir insan, eserden müessire, sanattan sanatkâra, nakıştan nakkâşa, sebebler âleminden o sebepleri yaratan Cenab-ı Hakk’a intikal eder. Bundan sonra bütün bu kainatı evirip çeviren, bütün mahlukatı yoktan var eden Rabbine karşı kulluk vazifesini ifa eder. İnsanın yaratılış gayesi olan tefekkür ve ubudiyet de onu ebedi saadete mazhar eder. İşte hakiki hikmet budur ve hikmet buna denilir.

Mehmed KIRKINCI / Nükteler / www.mehmedkirkinci.com

Dipnotlar:

1 Bakara Suresi 2/23

2 Lokman Suresi 31/12

3 Bakara Suresi 2/251

4 Bakara Suresi 2/269

5 Ö.N Bilmen Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri 1.Cilt

6 Âl-i İmran Suresi 3/164

7 Nahl Suresi 16/125

8 Bkz. E. H. Yazır Metalip ve Mezalip s,46

Irkçılık Hastalığı ve Tedavi Yolları!

İslâm dini kavmiyetçiliği şiddetle yasaklamıştır. Kavmiyetçilik, körü körüne bir ırkı veya bir soyu üstün sayarak diğer kavimleri hakir gören, kendi ırkından olmayanları kötüleyen, saldırgan, istilâcı ve zulümkâr bir zihniyettir. Kavmiyetçilik, dinî bağları gevşeten anarşi ve vahşete yaygınlık kazandıran ve içtimaî bünyelerde tahribe yol açan bir mikroptur. Zira ırkçılık, hayata nizam veren dinî ve ahlâkî esaslar yerine, ırkî ve kavmî râbıtaları esas aldığı için tahripkârdır.

Kavmiyetçilik, İslâm alemi üzerine çökmüş küre-i zemin kadar ağır, kanserden daha tehlikeli bir hastalık ve büyük bir musibettir. Hem ırkçılık, tarafgirliği, o da düşmanlığı netice verir; toplum hayatını zehirler ve yaşanmaz hale getirir.

Kavmiyetçilik ya da soy-sop üstünlüğü iddia etmek, içtimaî hayatın temel esaslarından olan adaleti, muhabbeti ve tasanüdü ciddî biçimde zedeler ve bunların yerini zulüm, tahakküm, tefrika ve terör alır. Bediüzzaman, dinî râbıta yerine, millî râbıtaların esas alınması halinde, adalete bedel zulme düşüleceğini şöyle beyan etmektedir :

Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takib etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünkü: Unsuriyet-perver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez.

Kavmiyetçilik, içtimaî râbıtaları zayıflatır, uhuvveti sarsar, muhabbeti gölgeler, samimiyeti selbeder. Kin, hased, adâvet gibi mânevî mikroplara menba olduğundan, birlik ve beraberliği zedeler.

Kavmiyetçilik, insanı korkunç bir vahşet ve kin iklimine doğru sürükler; onun mahiyetindeki şefkat, merhamet ve mürüvvet gibi ulvî seciyeleri tamamen yok eder. Şu an memleketimizde olduğu gibi, bütün dünyada kavmiyetçi ve bölücü anarşistlerin masum insanlara yaptıkları fecî katliam bunun açık bir delilidir.

Kavmiyetçilik felsefesi, gurur ve enaniyet, üstünlük iddiası ve asalet dâvası gibi menfi esaslara binâ edildiğinden içtimaî hayatta daima fitne ve fesadı körükler, huzursuzluk ve keşmekeşliğe sebep olur. Meziyet ve faziletleri kendine hasretmek, kendi kusur ve noksanlıklarını ise görmemek kavmiyetçiliğin şiarıdır.

Kavmiyetçilik insandaki yüksek hamiyet hislerini sadece kendi ırkına tahsis ettirmekle bu ulvi hissin çerçevesini daraltır. Yüksek, ebedî, mânevî ve uhrevî ideallerin gelişmesini engeller. İnsandaki fıtrî seciyelerin yerlerini değiştirir; tevazuya bedel gurur, muhabbete bedel kin, muavenete bedel çarpışmayı tahrik eder. Hakka bedel kuvveti esas alır.

Kavmiyetçilik, insanlık âlemini helâk eden bir zakkum ağacı gibidir. İnsanlık, onun zehirli meyvelerinin sancısını, asırlarca çekmiş ve halen de çekmektedir. Zira onun zehirli suyundan içenlerin sancıdan kurtulmaları mümkün değildir.

Kavmiyetçilik illetine müptelâ olanlar, insanlar arasındaki birlik ve beraberliği, uhuvvet ve muhabbeti, şefkat ve adaleti emreden dine sarılmak yerine, ırkçılığı esas alırlar. Böyle kimselerin hamiyet duyguları daralır, körelir, söner, gider. Ve nihayet, kendilerini ve taraftarlarını tatmin etmek için muhayyel efsanelerden medet ummaya başlarlar.

Bütün bu tehlikelere düşmemenin veya onlardan kurtulmanın çaresi ise, muhabbet ile ittihadı sağlamak, marifet ile fikirleri birleştirmek ve yardımlaşmayı emreden, dünyevi ve uhrevi saadeti tekeffül eden İslâmiyet’e sarılmaktır. Zira, hayatın devam ve lezzeti ancak muhabbet ve kardeşlikle kaimdir. Bu kardeşlik dünyada olduğu gibi, alem-i berzahta ve ahirette de ebediyen devam edecektir.

Evet mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizasıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlukatı, bilhassa insanları, bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir. Çünki iman bütün mü’minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor.” 1

Bir millet, kendi ırkını âlem-i İslâm’a yapmış olduğu maddî ve manevî hizmetlerinden dolayı sever ve taktir eder.

İnsanın kavmini ve aşiretini sevmesi fıtridir. Fıtri muhabbete muhalefet edilmez. Ancak, bu sevgi başka milletleri aşağılamayı, onlara kin ve adavet beslemeyi gerektirmez.

Hem bu sevgi sadece mücerret bir sevgiden ve kuru bir davadan ibaret olmamalıdır. Milleti sevmek, onların dünyevi ve uhrevi saadetlerine , ilim ve irfan sahasında terakkilerine vesile olacak hayırlı hizmetleri yapmakla olur. Dünyevi ve uhrevi saadetin temini, ferdi ve içtimai hayatın refahı, birlik ve beraberliğin tesisi için çalışanları taktir etmemek mümkün değildir. İnsanın ruhuna gıda, kalbine nur ve aklına istikamet olacak hakikatleri anlatmak onların maddi ve manevi terakkisine vesile olacak hizmetleri yapmak büyük bir fazilettir. Sadece kendi ırkından olanlara değil, bütün Müslümanlara hatta tüm insanlığa yardım etmek dinî ve insanî bir vazifedir. Bunları terk edip sadece kuru bir davadan ibaret olan ırkçılıkla övünmek, o insanın fikren noksan ve muhakemesiz olduğunun açık bir alametidir.

Öyle ise, hamiyetperver bir Müslüman himmetini ve muhabbetini sadece nesep ve ırkına hasretmemeli, bütün din kardeşlerinin hatta tüm insanlığın derdi ile dertlenmeli, ihtiyaçlarını temin için elinden geleni yapmalıdır.

Allah’ın rahmeti, yardımı ve inayeti cemaat üzerinedir. Cemaatın üzerinden yardım rüzgarları kesilmez. Öyle ise, Allah’ın yardımına ve inayetine mazhar olmak için Kur’an ışığında ve sünnet-i seniyye çizgisinde yürümek gerekir. Allah’ın ve Resulullahın çizdiği bu yol, nurani bir yoldur. Bu yolda yürüyen saadet ve selamete nail olur. “Sürüden ayrılan koyunu kurt kapar” sözü kulaklara küpe olmalıdır.

Faziletperver bir mü’min, icraat ve hareketinde Müslümanlar arasındaki uhuvvet, muhabbet, samimiyet, birlik ve beraberliğin te’minini esas almak, tefrikayı netice verecek fitne ve fesadın, nifak ve şikakın kapısını kapamak mecburiyetindedir.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur :

Eğer şu milleti ciddî severseniz, onlara şefkat ederseniz; öyle bir hamiyet taşıyınız ki, onların ekserisine şefkat sayılsın. Yoksa, ekserisine merhametsizcesine bir tarzda, şefkate muhtaç olmayan bir kısm-ı kalîlin (azınlığın) muvakkat gafletkârâne hayat-ı ictimâiyelerine hizmet ise, hamiyet değildir. Çünkü: Menfî unsuriyet fikriyle yapılacak hamiyetkârlığın, milletin sekizden ikisine muvakkat faidesi dokunabilir. Lâyık olmadıkları o hamiyetin şefkatine mazhar olurlar. O sekizden altısı, ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musîbetzededir, ya çocuktur, ya çok zaiftir, ya pek ciddî olarak âhireti düşünür müttakîdirler ki; bunlar hayat-ı dünyeviyeden ziyade, müteveccih oldukları hayat-ı berzahiyeye ve uhreviyeye karşı bir nûr, bir teselli, bir şefkat isterler ve hamiyetkâr mübarek ellere muhtaçtırlar. Bunların ışıklarını söndürmeye ve tesellilerini kırmaya hangi hamiyet müsaade eder? Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yolunda fedakârlık!”2

Bir insan, milletine yapmış olduğu maddî ve manevî hizmetinden, ilim ve irfanından dolayı sevildiği ve takdir edildiği gibi, bir millet de, kendi ırkını alem-i İslâm’a yapmış olduğu maddi ve manevi hizmetlerinden dolayı sevilir ve taktir edilir. Nitekim bizler de Selçuklu ve Osmanlıları İslamiyet’e ve insaniyete yapmış oldukları hizmetlerinden dolayı seviyoruz. Bediüzzaman Hazretleri ecdadımızın yapmış oldukları hizmetleri şu ifadeleriyle meth-ü sena etmektedir:

Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’anı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur’ana ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müdhiş tehacümatı def’ettiniz..

Bugün bile dünyanın bir çok yerinde Selçukluların dalga dalga her tarafa yayılmış ilim ve irfan abidesi olan başta Ulu Camiler olmak üzere bir çok camileri, köprüleri, kervansarayları, maddi ve manevi terakkiye büyük hizmetleri olan medreseleri vardır. Onlar, bir taraftan Haçlı seferlerine karşı asırlarca savaşmış, bir yandan da ilim, irfan ve sanat adına bir çok eser ortaya koymuşlar; bal arısı gibi muhtelif ülkelerden topladıkları farklı çiçeklerden bal yapmasını bilmişlerdir.

Tarih sahnesinde vazifelerini iftiharla yapan Selçuklular, artık siyasi kaftanını ve saltanat elbisesini sıyırmak ve nöbetlerini başka bir kavme merasimle devretmek üzere idiler. Bu büyük emanet sahibini arıyor; güneş sanki yeniden doğacağı saati bekliyordu.İşte Selçuklulardan nöbeti devralan Osmanlılar, altı yüz sene her yerde İslam’ın ve Kur’an’ın bayraktarlığını yapmış, milliyetlerini İslamiyet’e kala ve siper etmiş, tarihe hak ve adaletiyle tarihe damga vurmuş, İslamiyet, uhuvvet ve muhabbet ruhu ile yetmiş iki milleti hâkimiyetleri altında bulundurmuşlardır. Şanlı ecdadımız, Kur’an’dan aldıkları iman ve feyiz ile başka din mensuplarının mabetlerine, inançlarına, giyimlerine, örf ve adetlerine, lisanlarına kısacası yaşantılarına karışmadıkları gibi, onlara geniş hak ve hürriyetler tanımışlardır.

Hacda, Osmanlı hayranı bir Arap’la sohbetimizde bana şöyle demişti:

İslâmiyet her ne kadar Mekke ve Medine’de nazil oldu ise de onun dünyaya yayılmasını, layıkıyla, sizin ecdadınız yaptı.”

Peygamber Efendimizin (s.a.v) “Elbette İstanbul fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden asker ne güzel asker.” müjdesine mazhar oldular. Bütün bunlar tarihçe sabittir.

Bu bakımdan aynı vatanda yaşayan, ama farklı dilleri konuşan insanlar kendi lisanlarını rahatlıkla konuşmalıdırlar. Bu noktada herhangi bir dayatma ve yasak söz konusu olmamalıdır. “Arapça vacip, Türkçe lazım ve Kürtçe caiz” diyen Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

Eğer milyonlar ile efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan, Türklerin hakiki vatandaşı ve asırlardan beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra belki bizim gibi ayrı unsurlardan sayılanlara teklifiniz bir nevi usul-ü vahşiyane olur. Yoksa sırf keyfidir. Eşhasın keyfine uyulmaz ve uymayız.”3

Bununla beraber anayasamız, milleti millet yapan unsurlardan biri olan dilimizi yani Türkçemizi teminat altına almalıdır. Zira dil, bir milletin hassasiyet ve heyecanını, karakter ve seciye-yi milliyesine, duyuş ve düşünüşünü tezahür ettirir, onlara ayna olur. Dil, bir milletin en büyük hazinesi olan kültürünün anahtarıdır. Bir milletin tefekkürü, edebiyat ve sanatı, dilinin zenginliği, zerafet ve zevk-i bediiyle ölçülür.

Dinimizde yasak edilen ırk değil, ırkçılıktır

Şunu hemen ifade edelim ki, ırk başka, ırkçılık başkadır. Dinimizde yasak edilen ırkçılıktır. Faraza bir adamın on tane oğlu olsa elbette ki hepsinin ismini Hasan veya Hüseyin koymaz, değişik isimler koyar. İşte milletler de değişik kabile ve ırklar olarak yaratılmışlardır. Nitekim bu husus bir ayette şöyle ifade buyrulur: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, kabilelere ayırdık” 4

Bediüzzaman Hazretleri bu ayeti kerimeyi şöyle tefsir etmektedir: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki; yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adavet edesiniz değildir.”5

Kavmiyetçilik, kuru bir davadan ve vehimden ibarettir. İslâm’da, güzel amellerin sevabında ve günahların azabında, kavimlere göre bir taksimat yapılmamıştır. Meselâ, Kur’ân’ın her harfine asgarî on sevap verileceği müjdelenirken, kavim tahsis edilmemiştir. Yani Araplar okursa yüz, Türkler okursa on, Hindliler okursa beş kat sevap verilir gibi bir ayırım yoktur. Diğer sevap ve günahlar da bunun gibidir.

Şark-i Anadolu’dan çıkan birçok mühim âlim, mürşit ve evliya; milletin birlik ve beraberliği, uhuvvet ve kardeşliği için azamî gayret göstermişlerdir.

Cenâb-ı Allah’ın dostları, mürşitleri, velîleri, asfiyâları, sâcidleri, âbidleri ve zâhidleri Türkten de, Kürtten de, Araptan da çıkmıştır ve çıkabilir. Yani, Allah, kendi dostlarını şu veya bu kavme tahsis etmemiştir. Nitekim, Şark-i Anadoludan bir çok mühim alimler, mürşitler ve evliya çıkmıştır. Bunlar gerek medrese, gerekse tekke ve zaviyeler ile nice insanların irşadına vesile olmuşlar, onları menhiyattan, şikak ve nifaktan, kin ve adevetten men edip, birlik ve beraberlik, uhuvvet ve kardeşliğin önemini anlatmışlardır. Evet, Küfreviler, Arvasiler ve Tağiler gibi ailelerin hizmetleri takdire şayandır. İşte Şark-i Anadoludan çıkan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri; eserlerinde bir taraftan imana ait şüphe ve vesveseleri izale edici delil ve burhanlar serdederken, diğer taraftan da millet ve memleketin birlik ve beraberliğini, uhuvvet ve muhabbetini perçinleyici kuvvetli ve muknî dersler vermiştir.

Bediüzzaman Hazretleri “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder.”6 buyurarak, sadece İslami ilimlerle iktifa edilmemesini istemiş ve bunun için de Van’da bir Darul Fünun Medresesi” yani üniversitesi açmak için büyük gayret göstermiştir.

Bediüzzaman Hazretleri, İslâmiyet Milliyetinin mânâ, şümul ve müessiriyet açısından yeterli olduğu ve bu râbıtaların kavmiyetçilikteki râbıtalardan çok daha râsih, metin, samimî, hasbî ve daimî olduğunu fiilen sergilemiştir. Bediüzzaman bu konudaki görüşünü şöyle dile getirir:

…İslâmiyet’in verdiği uhuvvet içinde, bin uhuvvet var; âlem-i Beka’da ve âlem-i Berzah’ta o uhuvvet bâkî kalıyor. Onun için uhuvvet-i milliye, ne kadar da kâvî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa, onu onun yerine ikame etmek; aynı kal’anın taşlarını, kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakâne bir cinayettir.

Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın!…”7

(O zamanki Müslümanların sayısı üç yüz milyon idi. Şu anda bu rakam iki milyara yaklaşmıştır.)

Bir insanın aç ve susuz kaldığını düşününüz. Bu adam açlık eleminden kurtulmak için sırtındaki elbisesini satarak karnını doyurabilir. Fakat, ben iyi bir Türküm veya Kürdüm ya da Çerkez’im diyerek ırkını satmak istese kaç para eder veya kim ona talip olur?

Bundan seneler önce vefat etmiş olan insanların kemiklerini çıkarıp bir yere dizseniz bu kemiklerin hangi ırka ait olduğunu anlayabilir misiniz? Elbette ki, hayır. Çünkü kemiğin Kürdü, Türkü, Laz’ı, Arap’ı veya Çerkez’i olmaz. Ruh alem-i emirden geldiği için, zaten onun ırkı yoktur. Ama cesedin siyah ve beyaz gibi renkleri olabilir. Kıymet, güzellik ve kemalat cesedin değil, ruhundur.

Hem ölüm döşeğinde bulunan veya amansız bir hastalığın pençesine düşmüş olan bir kişiyi teselli etmek için; “ bu hastalık sana ne kadar ızdırap verirse versin sen hiç merak etme, kederlenme, çünkü sen iyi bir Türksün veya Kürtsün” dese, acaba bu söz, o hastaya bir teselli verebilir mi?

Kavmiyetçilik kabir de geçerli bir akçe değildir. Hem kabirde sual melekleri, hiç kimseye hangi soya mensup olduğunu sormayacak; ona Rabbin kimdir?, Dinin nedir? gibi sualler sorulacaktır. Demek ki, böyle bir davada bulunmak kabirde bile beş para etmiyor. Orada kıymetli olan geçer akçe, salih amel ve takvadır. Babanın oğlundan, annenin çocuğundan kaçacağı mahşer meydanında, o dehşetli hesap gününde de, hiçbir ferde kavmiyetinden dolayı hususiyet tanınmayacaktır.

Bediüzzaman Hazretleri, saf ırk felsefesinin tamamen hayalî ve vehmî olduğunu ve millî birliği unsuriyetin değil, “dil, din ve vatan münasebeti”nin te’min edeceğini müdafaa eder:

Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakikî unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfî milliyetçilerin ve unsuriyet-perverlerin reislerinden ve dîne karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din, bir ise; millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münâsebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dâiresine dahildir…”8

Bir ayette mealen şöyle buyrulmaktadır:

Allah’ın katında en üstün olanınız takvada en ileri olanınızdır. Muhakkak ki, Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.” 9

Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, insanlar mahiyet itibariyle birbirlerinin aynıdır. Birbirlerine üstünlükleri ne ırk, ne rütbe, ne makam, ne de zenginlikle olmayıp, ancak iman, takva ve amel-i salihin dereceleri nisbetindedir. Zira insanların kemali ve fazileti ancak takva iledir. Her meselede olduğu gibi, bunda da hiç kimse kendiliğinden bir ölçü koyamaz. Ölçüyü koyan yalnız Allah’tır.

Bütün insanlar Allahü Azîmüşşân’ın eseridir, san’atıdır. Hepsi Allah’ın kulları ve bir babanın çocuklarıdır. Vücutları, aynı elementlerden dokunmuştur. Aynı beşikte büyümüş, aynı havayı teneffüs etmişlerdir. Aynı sofradan beslenmiş, aynı güneşten ziyâlanmışlardır. Binâenaleyh, ırk nokta-i nazarından bir kavmin diğer bir kavme üstünlüğü iddia edilemez.

İnsanlar arasında farklılık ancak iman, ilim, marifet, itikat, fazilet ve takvâ gibi ulvî meziyetler itibariyledir. Bu aslî seciyeler ise, soya-sopa bağlı değildir, onlara bina edilemez. Bu bakımdan, bu ulvî hakikatlardan hissesi olmayan herhangi bir ferdin baba, dede ve ecdadının faziletiyle iftihar etmeye hakkı yoktur. Şayet bir insanın kendisi cahilse ve güzel ahlâktan mahrum ise, ecdadının ilmi, irfanı, fazileti ve ahlâkı ona bir şan, bir şeref kazandırmaz. Kendisi çok fakir ve yoksul olan bir adamın, dedesinin geçmişteki zenginliği ile ihtiyacını gideremediği gibi…

Öte yandan, insanların gerek yaratılmaları, gerekse şu veya bu kabileye mensup olmaları kendi iradeleri ve tercihleri ile değil, tamamen Allahü Azîmüşşân’ın halk ve iradesi iledir. Bir insanın kendi ilminin, maharetinin, kesbinin, san’atının, kabiliyetinin neticesi olmayan bir şeyle hiçbir surette iftihar etmeye hakkı yoktur. Farzımuhal, şu veya bu kabileye intisap bir şeref, bir fazilet dahi olsa, o zaman iftihar ve gurur yerine, o ihsana karşı, Allah’a şükür ve hamdetmek icabeder.

Resûl-i Ekrem (s.a.v), mü’minlerin birlik ve beraberliğini bozan her türlü fiili ve özellikle İslâmî uhuvvet ve ittihadın en zararlı ve en büyük düşmanı olan kavmiyetçiliği şiddetle tardetmiştir. Resûlullah Efendimiz (s.a.v) küfür ve kavmiyetçiliğin her ikisine birden savaş açmış, ömrü boyunca bunlara karşı cihad etmiş ve muvaffak olmuştur. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) hassasiyetle üzerinde durduğu en önemli meselelerden biri de, “ümmetini tefrikaya karşı uyanık tutması”dır. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde “Müslüman millet ve kavimleri, fert ve cemaatleri birbirlerinden ayıran ve bölmeye gayret gösteren bizden değildir” buyurarak tefrikanın ne kadar büyük bir tehlike olduğuna dikkatleri çekmiştir. Yine başka bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır :“Ümmetimin helâk olması üç şeyden ileri gelecektir:

1- Kaderiyye (Fertler, kendi fiillerini kendileri yaratırlar, diyerek Allah’ın takdir ve iradesini kabul etmeyenler.)

2- Unsuriyet, (ırkçılık) dâvası gütmek,

3- Dinî mes’elelerin rivâyetinde titiz davranmamak”10

Soy-sop üstünlüğü dâvasında bulunmanın ne derece tehlikeli olduğunu beyan sadedinde aşağıdaki hadîs-i şerifleri de dikkatinize sunuyorum.

Kavmiyet dâvasına çağıran, bizden değildir. Kavmiyet uğruna savaşan da bizden değildir. Keza kavmiyet dâvası üzerine ölen de bizden değildir”11

Kim kavmiyetçilik dâvası güderse, Cehennem’de iki dizi üzerine çökecek olanlardır.”

Dediler ki:

Ey Allah’ın Resulü, oruç tutsa ve namaz kılsa da mı?

Evet!” cevabını verdi. “Oruç tutsa da, namaz kılsa da”12

Peygamber Efendimizin (s.a.v) son dersi olan veda hutbesinde de bu mevzu üzerine hassasiyetle durmuş ve şöyle buyurmuştur : “Ey nâs, Rabbiniz birdir. Hepiniz, Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise, topraktandır. Allah indinde en şerefli olanınız, takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arab olmayan üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arab olmayanın da Arab üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyahın beyaz üzerine bir üstünlüğü yoktur. Beyazın da siyah üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir.”

Hz. Peygamber’in (s.a.v), kavmiyetçiliğe karşı göstermiş olduğu hassasiyet, sahâbe-i kiramda en güzel şekilde tezahür etmiş, bu husustaki irşâd ve ikazları Asr-ı Saâdet’de fiilen yaşanmıştır, Devr-i Nûr’da, ebedî ve daimî olan İslâm kardeşliği karşısında cahiliyetten gelen kavmiyetçilik taassubu zir ü zeber edilmiştir. Bunun en güzel bir tablosu, Bedir savaşında sergilenmiştir. İslâm’ın te’sisine temel olan bu mukaddes muharebede Hz. Resûlullah (s.a.v), amcası Abbas ve kayınbiraderi Nefec’e karşı savaştı. Hz. Ebû Bekir de oğlu Abdurrahman’ı, Hz. Ömer dayısını, Hz. Ali de kardeşi Ukeyl’i öldürmek için kılıç sallıyorlardı. Zira bunlar henüz Müslüman olmamışlardı.

Bir gün Hz. Ebû Zerr (r.a), huzûr-u Resûlullah’da, azadlı zenci bir köle olan Bilâl-i Habeşi ile konuşurken, bir anlık gafletle hiddete gelerek, Hz. Bilâl’e: “Siyahın oğlu!” diye hitabetti. Ebû Zerr (r.a) sözünü bitirir bitirmez Resûlullah Efendimiz (s.a.v): “Ebû Zerr, kab taştı (yani ölçüyü kaçırdın). Beyazın oğlunun siyahın oğlu üzerine bir üstünlüğü mü var? İnsanlar arasındaki üstünlük, ancak takvâ ve amel-i sâlih iledir. Fazilet, renk ile değil, sâlih amel iledir,” buyurdular. Hz. Resûlullah’dan bu uhuvvet ve muhabbet dersini alan Hz. Ebû Zerr (r.a), hatâsını anladı ve yüzünün bir tarafını yere koyarak, Hz. Bilâl’e şöyle hitap etti: “Kalk ve ayağını yanağımın üzerine bas! Sen ayağını basmazsan, ben yüzümü kıyamete kadar yerden kaldırmam.” Evet, kişinin hatası anlayıp, ondan dönmesi ne güzel bir meziyet.

Bir defasında Selman-ı Farisî, Suheyb-i Rûmî ve Bilâl-i Habeşî’nin bulunduğu bir topluluğa, Kays bin Mutatiye isminde birisi gelir ve ırkçı bir düşünceyle der ki: “Bunlar Resûlullah’a (s.a.v) yardımcı olan Evs ve Hazreçliler, ya bunlar da (Selman, Süheyb ve Bilâl’i göstererek) kimler!..” Bu sözleri işiten Hz. Muâz (r.a.) hemen ayağa kalktı, adamı boynundan yakalayıp, Resûlullah’ın (s.a.v) huzuruna getirdi. Onun söylediklerini Resûlullah’a haber verdi. Resûlullah (s.a.v) kızarak kalktı, ridâsını topladı ve camiye girdi. Sonra namaz için ezan okundu, cemaat toplandığında Resûlullah (s.a.v), Allah’a (c.c) hamd ederek sözüne başladı ve cemaata şöyle buyurdu : “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız Âdem birdir. Dininiz birdir. Dikkat edin! Araplık sizin için annelik ve babalık değildir. O sadece bir lisandır. Kim Arapça konuşursa o Arap’tır.

Bunun üzerine Hz. Muâz (r.a) boğazından sıkıp tuttuğu adamı göstererek: “Yâ Resûlâllah, bu münâfık hakkında ne dersiniz?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v): “Onu ateşe bırakın”13 buyurdular ve yerinin Cehennem olduğuna işaret ettiler. Nitekim ırkçı bir zihniyete sahip bu adam, sonradan irtidat etti ve bu yüzden öldürüldü.

İslâm tarihi tetkik edildiğinde Resul-i Ekrem Efendimizin (s.a.v), kumandan, âmir, memur tâyininde ve vazife tevdiinde, liyâkat, istidat ve kabiliyeti esas aldığı görülür. Efendimiz (s.a.v) renk, kan, soy-sop üstünlüğüne itibar etmemiş; bunları icraatında fiilen göstermiştir. Nitekim, Hz. Ömer (r.a) ve Hz. Ali (r.a) gibi büyük sahabelerin bulunduğu bir orduya azadlı köle Zeyd’in oğlu Üsâme’yi kumandan tâyin etmiş, Bilâl-i Habeşî’ye ashâb arasında müstesna bir değer vermiş ve İranlı olan Selman-ı Fârisî’ye: “Benim ehlimdendir” diye buyurmuşlardır.

Hz. Peygamber (s.a.v) bizim hem peygamberimiz hem de kardeşimizdir.

Evet, müminleri birbirine bağlayan ve sevdiren mânevi bağlar pek çoktur. Bunların başında, iman ve İslâm kardeşliği gelir.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu hakikati şöyle ifade etmektedir:

Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzıkınız bir.. bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın!”14

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Medine’ye hicret ettikleri zaman, Muhacirler ile Medine’deki Ensar arasında kardeşlik bağını kuvvetlendirmek için onları birbirleri ile kardeş ettiler. Bunun üzerine “Müminler ancak kardeştirler.”15 ayeti nazil oldu. Bu ayete göre, sadece Ensar ile muhacir değil, Hz. Adem (a..s) den kıyamete kadar gelecek bütün müminler birbirlerinin kardeşidirler.

İslâm dininin müminlere kazandırdığı şu büyük nimete bakınız ki, bu ayete göre İslâm dini bizi, başta Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) olmak üzere diğer bütün peygamberlere kardeş etti. Sonra bütün mürşitlere, müceddidlere ve evliyalara kardeş etti. Demek ki, Hz. Peygamber (s.a.v) bizim hem peygamberimiz hem de kardeşimizdir. O Zat’ın (s.a.v) bir müminin kardeşi olmasından daha büyük bir şeref, izzet, lütuf ve kerem olabilir mi? Kâinatın ve bütün mahlukatın yaratılış sebebi olan Hazret-i Peygamber (s.a.v) elbette ki kendisini nefsinden ve ailesinden ziyade seveni, sünnet-i seniyyesini kendine rehber eden bir mümini elinden tutup cennete götürecektir.

Ayrıca müminler birbirinin kardeşi olduğu için, kıyamete kadar gelecek bütün müminler birbirlerinin dualarından hissedardırlar. Bu ise, akıllara hayret, kalplere surur ve neşe veren eni-boyu ve derinliği hesap edilemeyen büyük bir nimet-i İlâhidir. Hususan her müminin namazda okuduğu, «Rabbimiz ! Hesap görülecek günde, beni, anamı-babamı ve bütün inananları bağışla. »16 duasına mazhar olmak olmak ne büyük bir nimettir. Bu kadar müminin, hususen mürşit ve eyliyaların her an yapmış oldukları bu duanın ind-i İlâhide kabul edilmemesi mümkün müdür ?

Evet, bu ayete göre dünyanın neresinde bir Müslüman varsa kardeşimizdir. Dili ve ırkı ne olursa olsun onu sevmemiz dinimizin emridir. Çünkü onlarla dini rabıtamız vardır. Aynı vatanda yaşayan Müslümanların rabıta-yı vataniyeden dolayı da birbirlerini, ayrıca sevmeleri lazımdır. Öyle ise aynı vatanda yaşayan, asırlarca cihad arkadaşlığı yapan, bu vatanı beraber kurtaran ve birbirlerinden kız alıp kız vermek suretiyle aralarında akrabalık bağı oluşan , âdeta et ile kemik mesabesine gelen Türk’ler ile Kürt’lerin birbirlerini daha ziyade sevmeleri aklın ve vicdanın gereğidir.

Dindar, şuurlu ve alicenap Kürt Beyleri, Osmanlı Devleti’ne itaat etmenin zaruretini anlamış ve gereğini yapmışlardır

Bilindiği gibi, Şah İsmail’in İran’da kurduğu Safevî Devletinin asıl amacı, elh-i sünnet mezhebini ortadan kaldırıp, Anadolu’yu Şiîleştirmek yani Şia mezhebini bütün Anadolu’da hakim kılmaktı. Bu durum hem Osmanlı Devleti ve hem de âlem-i İslâm’ın birlik ve beraberliği açısından büyük bir tehlike idi. Şehzâde Selim, daha Trabzon Sancakbeyi iken bu tehlikeyi fark etmiş ve babasını defalarca ikaz etmişti. Fakat, II. Bâyezid, bu mevzuda hiçbir tedbir almamış ve Şi’îlerin tahrikiyle çıkarılan Şah İsmail isyanını da önleyememişti.

Yavuz Sultân Selim Padişah olunca, büyük âlim İbn-i Kemal’in de irşad ve ikazlarıyla, İslâm birliğini bozmaya çalışan, Doğudaki Sünnî Kürt ve Türkmen aşiretlerini rahatsız eden Safevî tehlikesini bertaraf etmeye azmetti. Allah’ın yardımıyla 1514 tarihinde kazanılan Çaldıran Zaferi ile, Şah İsmail’in Anadolu üzerindeki sinsi ve hain emellerine son verildi. Böylece, bu bölgenin ve mahallî halkın güvenliği sağlanmış oldu.

Eğer Yavuz Sultan Selim Han, 1514’de Çaldıran Zaferi’ni kazanmamış olsa idi, bugün Doğu ve Güneydoğu Anadolu insanı Şî’a’nın tasallutu altında olacak, belki de ehl-i sünnet cemaatı kalmayacaktı.

Bu savaşın kazanılmasında büyük gayretleri ve yardımı olan İdris-i Bitlisî kumandasındaki on bin kişilik gönüllü birlikler, Şah İsmail’in Diyarbakır muhasarası için gönderdiği orduyu hezimete uğratmışlardır.

İslâm birliğinin ehemmiyetini bilen dindar, şuurlu ve alicenap Kürt Beyleri, Osmanlı Devleti’ne itaat etmenin zaruretini anlamışlar ve kendilerinin yeni bir devlet kurmak yerine, Osmanlıya iltihak etmenin daha faydalı ve zaruri olduğunu ifade etmişlerdir. Nitekim büyük âlim İdris-i Bitlisî Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Osmanlı Devleti’ne bağlanması için büyük gayret göstermiş ve bu bölgelerin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmiştir. Kürt Beyleri arasındaki gayretlerini sürdüren büyük âlim İdris-i Bitlisî sayesinde Bitlis Hâkimi Şerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hısn-ı Keyfâ Emiri Eyyubîlerden II. Halil, İmâdiye Hâkimi Sultân Hüseyin olmak üzere bir çok Kürt beyi (ümerây-ı ekrâd), Osmanlı Devleti’ne itaat arzularını padişaha iletmişlerdir; Yavuz Sultân Selim’e ve Osmanlı Devleti’ne itaat etmeden huzur bulamayacaklarını ifade etmek gayesiyle şu mektubu göndermişlerdir.

“Can ü gönülden İslâm Sultânı’na bî’at eyledik, İlhâdları zâhir olan Kızılbaşlar’dan teberri eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bid’atleri kaldırdık ve ehl-i sünnet mezhebi ve Şafi’î mezhebini icra eyledik. İslâm Sultânı’nın namı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâda başladık. Cihada gayret gösterdik ve İslâm Padişahı’nın yollarını bekledik. Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultânı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah’ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah bizde böyle cârî olmuştur.”17

İdris-i Bitlisî vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kısa bir zaman içinde ve hem de yerli beğlerin istek ve arzularıyla Osmanlı Devleti’ne ilhak edildiğinin haberini alan Yavuz Sultân Selim, bu büyük âlimi taltif etmek üzere kendisine bir ferman gönderir. Mektubunun başında Diyarbekir Vilâyeti’nin sulh ile ve istimâlet yolu ile fethine vesile olduğu için İdris-i Bitlisî’ye teşekkür eder, ayrıca bazı mühim ve kıymetli hediyeleri gönderir.

Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi, güneyde yer alan Arap aşiretleri de yine kendi irâdeleriyle Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmişlerdir. Aralarında İbn-i Harkuş, İbn-i Said, Benî İbrahim, Benî Sâyim, Benî Atâ aşiretleri, Safed ve Gazze şeyhleri ile Haleb ileri gelenlerinin bulunduğu seçkin bir temsilciler heyetinin Yavuz’a takdim ettikleri ve aslı Topkapı Sarayı’nda bulunan şu itâ’at mektubu çok manidardır: “Bizler, canlarımız, mallarımız, iyâlimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz. İslâm’ı tatbik ve adâleti te’sis için sizin hâkimiyetinizi zaruri görüyoruz.

Bu bakımdan bu iki kardeşin, her türlü menfi hareketten ve özellikle ırkçılıktan vatanın bekası ve milletin saadet ve selameti adına şiddetle sakınmaları ve bu konuda çok hassas davranmaları gerekir. Zaten kavmiyetçilik dinimizde cahiliye adeti olarak görülmüş ve reddedilmiştir. Kavmiyetçilik, İslâm’ın bekasına, Müslümanların huzur ve saadetlerine en büyük bir darbedir. Malumdur ki, aileler arasında meydana gelen husumetler diğerlerine olan adavetten daha tehlikelidir.

Kalbin temizliğini, adalet ve iyiliği, uhuvvet ve muhabbeti, şefkat ve merhameti, Allah yolunda cihad etmeyi, müttaki olmayı ve her türlü menhiyattan uzak durmayı emreden İslam gibi şerefli bir din ile iftihar etmek lazım gerekirken, vehmi ve hayali olan kuru bir dava ile övünmek akıl kârı değildir. Osmanlılardan ayrılan Arnavut kardeşlerimizin düştükleri durum, bizim için büyük bir ders olmalıdır. Zira her zaman “aynı sebepler, aynı neticeleri doğurur.” kaidesi düstur olmalıdır.

Memleketimizde sergilenen anarşi oyununun perde arkasını görmek ve yanlış değerlendirmelerle birlik ve beraberliğimize zarar verecek tutum ve davranışlardan hassasiyetle kaçınmak mecburiyetindeyiz. Hepimiz çok iyi bilmeliyiz ki, son zamanlarda memleketimizde yaşanan olaylar göstermiştir ki, kökü dışarıda olan ve bu milletin birlik, uhuvvet ve muhabbetine ihanet eden komiteler ve zihniyetler bu vatanda yaşayan Müslümanları bölmek ve parçalamak istemektedirler. Bütün bu dessas plan ve ihanetlere rağmen, Anadolu’da yaşayan insanlar bu fitnelere alet olmamışlar ve inşallah bundan sonra da olmayacaklardır. Zira, Müslüman Türklerle Kürtler arasında dinî, ahlakî, vatanî ve kültürel açıdan bir çok müşterekler vardır. Bu sebeple bunların bütünlüğünü bozmak ve parçalamak maksadıyla içerde ve dışarıda yapılan faaliyetlerin, bölge halkı arasında müessir olması asla mümkün olmayacaktır.

Çünkü Anadolu insanı; merttir, samimîdir, hasbîdir, dindardır. O, berrak ruhunu ürperten, rencide eden hâdiselerin arkasında kimler olduğunu bilir. O, dimağındaki aldatılmaz şuur ile kalbindeki yanardağlar gibi sönmez ve söndürülmez imanıyla her türlü menfi cereyanın karşısındadır. Bu yüzden hiçbir şeytan, hiçbir hile ve desiseyle bu volkan gibi imanı aşamaz, bu ülkeye giremez. Zira, Anadolu insanı cesurdur, vefâdardır, fedakârdır; hamiyet-i diniyesi için yapamayacağı hiçbir fedakârlık yoktur. Onlar, asırlarca vefa gördükleri devletlerine, binlerce uhuvvet bağlarıyla bağlandıkları kardeşlerine hıyanetle mukabele etmenin şerrin en eşnei olduğunun şuurundadırlar.

Şunu da ifade edelim ki, insanlarda istismara en müsait zayıf damar kavmiyetçilik damarıdır. Bugün birtakım iç ve dış güçler, insanın bu damarını kendi menfur emellerine âlet etmek istemektedir. Bu maksatla sistemli ve plânlı bir şekilde kavmiyetçilik fikrini körüklemektedirler.

Bu vatanda yaşayan Türkler ile Kürtler İslam kardeşliği sayesinde böyle bir hataya düşmeyeceklerdir inşallah.

Memleketimizde bu fitneye itibar edilmemesinin tek ve yegâne sebebi, insanımızın din ve mukaddesatına olan bağlılığıdır. Çünkü, onun mihengi imanıdır, vicdanıdır.

Şark’ta ve Garp’ta meydana gelen fitnenin tedavisinde dikkate alınacak ilk ve esas tedbir, hamiyet-i diniyyeyi canlandırmaktır.

Hakikat şu ki, Şark’ta ve Garp’ta bu fitnenin tesbit ve tedavisinde dikkate alınacak ilk ve esas tedbir; dinî hissiyatı tekmil etmekle hamiyet-i diniyyeyi canlandırmaktır. Aksi halde alınacak maddî, şeklî, idarî ve siyasî tedbirler kesinlikle yeterli olamayacaktır. Alınacak kanunî ve ekonomik tedbirler belki bir ölçüde, muvakkat bir zaman için müessir olabilir. Ancak ruh ve gönüllerde hâkim olacak müeyyideler, mânevî esaslardır.

Şark’taki fitneyi söndürmek için, en evvel Şark’m fıtratını ve yapısını iyice tespit etmek elzemdir. Bu fıtratı dikkate almadan uygulama safhasına konulacak bütün tedbirler, temelde, yetersiz ve isabetsiz kalmaya mahkûmdur. Şark insanının ruhunu tahlil, seciyelerini tetkik: etmeden köklü tedbirlere ulaşılamaz.

Şark’ı ayakta tutan “Hamiyet-i Diniye”dir. Bu fıtrata muvafık bir cereyan verilmediği takdirde, alınacak bütün tedbirler, -ister ekonomik, ister idarî olsun- muvakkattir, sathîdir.

Şark’ın mizacını fevkalâde bilen Bediüzzaman Hazretleri’nin Şark insanının karakter ve yapısıyla ilgili şu tespiti, bugünün ve yarının idarecileri için, dikkate alınması gereken hayatî bir ölçüdür :

“Bu millet-i İslâm’ın cemaatleri çendan bir cemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ, umum Şark’ta, ıımum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: ‘Acaba namaz kılıyor mu?’ derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa ne kadar muktedir olsa, nazarlarında müttehemdir. Bir zaman Beytü’ş-Şebab aşâirinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: ‘Sebeb nedir?’

‘— Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?’ Bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkiya idiler.

Enbiyânın ekseri Şark’ta ve hükemânın ağlebi Garb’da gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şark’ı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şark’ın fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebaen gider veya muvakkat, sathî kahr…”18

Bu teşhis gösteriyor ki, Şark’a tâyin edilecek idarecilerin, özellikle dindar ve hamiyetperver insanlardan seçilmesi, ciddi bir zaruret olmaktadır. Çünkü, Şark insanı, söz ve beyandan ziyade, fiil ve tatbikat arar. Aksi halde hamiyetperverlikten dem vuran, milletimizin kültüründen, örf ve an’anelerinden, mizaç ve hissiyatından habersiz, üst tabakadan bazı laubali aristokratların; iktisadî mekanizmaların nazarî incelemelerine dayanarak, insanî te’sirleri her zaman yeterince hesaba katmayan teknokratların; gerekli tedbirlerden ziyade, şekle lüzumundan çok yer veren bir kısım bürokratların milletin ruhuna mal olmayacak basit tedbirleriyle, bu mes’elelere çözüm getirilemez.

Evvelâ açık olarak belirtelim ki, ittihad ve muhabbeti netice verecek tedbirlerin, milletin vicdanında mâkes bulması şarttır. Bu vazifenin başarıyla yürütülebilmesi için, en başta müracaat edilecek merci, vicdan-ı umumîdir.

Vicdan-ı umumî; milletin basiret gözü, hakikatin sönmez şimşeğidir. Bakışı net, ferâseti keskin, şuuru küllî, teşhisi isabetlidir. O asla yanılmaz. Onun değerlendirmeleri açık ve mübalâğasızdır. Bir pusula gibi daima istikameti gösterir. Vak’a ve hâdiseleri tartmada, emsalsiz bir mihenk taşıdır. O, her şeyi olduğu gibi gösteren parlak bir âyinedir; ne küçüğü büyültür, ne de büyüğü küçültür. İkaz ve tebliğini çoğu kere sükût ve acı tebessümle îfa eder. Bazan konuşmaması, lâkaytlığının değil, hoşnutsuzluğunun ifadesidir. Hakikatları, lisan-ı hâl ile harfsiz ve kelimesiz, fakat müessir ve muknî olarak konuşur. Onun muhalefeti hiçbir şeye benzemez. Onun “iyi” dediğine kimse “kötü” diyemez. Onun bir kere “mahkûm” ettiğini kimse “hâkim” kılamaz. Dinini hafife alanları, mukaddesatına saldıranları, millet ve vatanına ihanet edenleri, engin denizler gibi boğar, tarih sahnesinden siler.

Evet, şurası bir hakikattir ki bir milletin devam ve bekası, “hikmet” ile “kuvvet”in bir noktada imtizacından hâsıl olur. Hikmet de, kuvvet de vicdan-ı umumînindir. Bunların bir noktada toplanmasıyla, hâkimiyet-i milliye hâsıl olur. O nokta ise, devlettir. Yani devlet, vicdan-ı umumînin bir cihette yed-i kudretidir, bir cihette de şuurudur, aklıdır. Devlet, vicdan-ı umumînin hem düşünce ve inancını, hem de kuvvet ve dirayetini temsil eder. İşte devletin ana felsefesi bu olmalıdır.

Ne zaman devlet, vicdan-ı umumîden aldığı kudret ve kuvvet ile onun şuur ve temayülünü tahakkuk ettirirse, işte o zaman içtimaî bünye sıhhatli ve muhkem olur, ferdî ve içtimaî huzur ve sükûn tevellüd eder.

Menfî ve tahripkâr cereyanlar karşısında halk ile devletin bütünleşmesi lâzımdır. Halkın devlete gösterdiği teveccüh ve itimat kadar, devletin de halkın hissiyatına inmesi ve halkın hissiyatını mihver yapması şarttır. Çünkü Şark’ın mukadderatı, doğrudan doğruya Şark insanının şuur, idrak ve imanıyla alâkadardır.

Şark insanını, ümit, azim ve şuur vererek intibaha getirecek aslî değerler, bin dört yüz senelik mânevî mirasımız olan dinimiz ve kültürümüzde mevcuttur. Bu değerler manzumesinin ortaya çıkartılmasıyla onun, kudret, uhuvvet, muhabbet, feraset, şecaât, basîret gibi sıfatları inkişaf edecek; bu inkişaf, neticede birlik ve muhabbeti pekiştirecektir. Şarkı ihyâ etmek için evvelâ dinî hissiyatı ihyâ etmek şarttır. Çünkü cemiyet bünyesinde en yüksek moral güç, din ve ahlâktır. Bir cemiyette dinî hisler ihmal edilir, ahlâk-ı umumiye tefessüh ederse, içtimaî hayatı birbirine bağlayan bütün râbıtalar çözülür. Fertler, madde ve ihtirasların zebûnu olur, vatan yabancı ideolojilerin istilâsına uğrar, milleti, gençliği gerçek ulvî değerler değil, sloganlar yönlendirir. Cemiyet aslî mihverinden çıkar.

Kitleler arasında en korkunç ve en büyük felâket, ruhî ve hissî bir uçurumun meydana gelmesidir. Şark’ta bu uçurumu açmak için iç ve dış düşmanlar el ele vererek sistemli ve şuurlu biçimde çalışmaktadırlar. Bu uçurumu kapatmak için şimdiden ciddî tedbirler alınmazsa sadece maddî ve şeklî tedbirlerle hatt-i muvasala te’min edilemez.

Öte yandan bu mes’elelere gündelik tedbirler ve çarpık fikirlerle hâdiseleri değerlendiren ve çoğu zaman kamuoyunu yanıltan bir kısım edip ve yazarların, mecmua ve gazetelerin isabetsiz görüşleriyle de çözüm getirilemez.

Bilmek gerektir ki, sadece yol yapmakla, fabrika kurmakla, elektrik götürmekle, Şark’taki fitne söndürülemez. Şark’taki bu fitneyi söndürebilmek için şu âyet-i kerîmenin ifade ettiği hakikat dikkate alınmalıdır:

O Allah ki seni nusretiyle ve mü’minlerle te’yid buyurdu ve müminlerin kalblerinin birbirlerine O ısındırdı. Yoksa yeryüzünde ne varsa sen hepsini harcasaydın yine de onların kalblerini (böylesine) ısındıramazdın. Lâkin Allah, kalplerini kaynaştırdı. Muhakkak ki, O azizdir, hakimdir.”19

Bu âyet-i kerîmenin ifade ettiği mânâ şudur: Sadece kalıpların, maddî cesetlerin bir araya gelmesiyle imtizaç, muhabbet, ülfet te’min edilemez. Hattâ bu hususta yeryüzünün “bütün servetleri” seferber edilse bile, aradaki husumeti, kin ve nifakı, iğbirarı kaldıramaz. Kalbleri birbiriyle te’lif edecek yegâne çare; mânevî râbıtalar ile içtimaî bünyeyi dokumaktır.

Bu asrın mânevî bir hekimi olan Bediüzzaman, bu fitnenin reçetesini bundan kırk-elli sene önce ortaya koymuştur :

Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyûnluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var. O da, Kur’ân’ın hakikatlarına sarılmaktır. Yoksa koca Çin’i az bir zamanda komünistliğe çeviren musîbet-i beşeriye, siyasî, maddî kuvvetler ile susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-ı Kur’âniye’dir”20

Şark’taki bünyenin sıhhati için müşterek duyguların ihyâsı elzemdir; inanç birliği, fikir birliği, his birliği, değer birliği, kültür birliği ve bütün bunları sağlayacak tedris birliği, cemiyet bünyesinde devamlı canlı tutulmazsa, milletin sinesinde bugün olmazsa, yarın ciddî ve tehlikeli, kapanması gayr-ı kabil gedikler açılabilir. Bilinmelidir ki milletimizi tehlikeye atacak kahhâr sebep, düşmanların hile ve desiselerinden ziyâde, bu değerler manzumesinin ihmal edilmesidir.

Bu değerler manzumesi, birliğimizi ve ittifakımızı te’sis etmeye yeter kâfi sebeplerdir. Şark’ı Garbla, devleti milletle bağlayacak binlerce bir-birler vardır :

Rabbımız bir, Halikımız bir, dinimiz bir, kıblemiz bir, kitabımız bîr, devletimiz, vatanımız bir, ilâ-âhir..

Bu râbıtaları canlı tutmak ile uhuvvet ve muhabbet te’sis edilebilir.

Bu mes’elede sağlam ve sarsılmaz bir neticeye doğru gitmek için milletin vicdanında derin ve köklü izler bırakacak mânevî intibah vasıtalarını da dikkate almak gerekir.

Bu intibahı tehyiç etmek için hamiyyet-i diniyyeyi feverana getiren, – her türlü şahsî ihtirastan uzak ve siyasî ideolojilere âlet olmayan – nurlu, müdebbir, hakîm, şuurlu, münevver mâneviyat adamlarını, hem bu mânâya hizmet eden, hasbî çalışan cemaatları “şucu-bucu” demeden devreye sokmak lâzımdır ve bunların faaliyet sahaları engellenerek daraltılmamalıdır.

Şark’a gerçek hizmet; GAP ile toprakların bereketlendirilip, hanelerin aydınlatılması yanında, kalblerinîn nûrlandırılması ve fikirlerinin aydınlatılması ile götürülebilir.

Malûmdur ki, inanmak; yaradılışın bir gereğidir, fıtrî ve ebedî bir ihtiyaçtır: bu bakımdan o asla terk edilemez ve cemiyetin bünyesinden tecrit edilemez.

Dinin yerini hiçbir ideolojik düşünce, ictimâî disiplin, kanun hâkimiyyeti, ilim ve felsefe dolduramaz.

İctimâî hayatın mânevî râbıtalarını güçlü kılan ve ayakta tutan en büyük saik, dindir. Dinî hissiyatın sürekli cemiyyet bünyesinde canlı tutulması şarttır. Aksi halde cemiyet-i beşeriye dinden kopartılırsa lakayt serseri ve anarşist olur. Artık kanun kuvvetiyle asayiş te’min edilemez. Bu noktada cemiyet ya “rüşvet-i mutlaka” veya “istibdat-ı mutlaka” ile ancak ayakta tutulabilir. Bu mevzuya dikkatleri çeken Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

Ey… bedbaht hamiyetfürûş! Dikkat et; bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları râbıtaları kopmasın. Eğer böyle ahmakâne, körü körüne topuzların altında bazıların dinden râbıtaları kopsa, o vakit hayat-ı ictimâiyede bir semm-i katil hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünkü, mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan hayat-ı ictimâiyeye zehir olur”21

Diğer taraftan meşhur Alman müsteşriki Franz Taescher’in aşağıdaki tespitleri ders alınması gereken, dikkate değer bir ibret levhasıdır :

Tek Tanrı akidesinde, pratiklikte, içtimâî mes’elelerde ve pek çok mevzuda İslâm dini üstün ve mükemmel bir dindir. Ama din sadece bir iman mes’elesi değildir ki… Bir sistem, bir kültür, bir tarih, bir menşe, bir politika, bir dâva mes’elesidir. Ben bir Almanım ve hristi-yanim. Hristiyanlığı bıraktığım an Almanlıkla ilgim kesilir. Kültür ve milliyet bakımından başka bir cemiyete geçerim…”22

Asrımızda maddî ihtiras ve çekişmeler içerisine düşen, boğucu ve bunaltıcı bir atmosferde yaşayan, ruhî bunalım ve çöküntülere giren gençleri kurtaracak en kuvvetli istinadgâh, en güçlü hâmi ve en büyük huzur kaynağı dindir, Allah korkusudur. Günümüzde bu ihtiyaç her gün biraz daha artmaktadır. Gençliğin bunalımlarım izale edecek ve içine düştüğü mânevî boşluğu dolduracak, kavmiyetçilik fikrini ve bölücülüğü kökünden kesip atacak tek ve yegâne reçete; İslâmiyet’tir.

Milletimize yüksek idealler vermek, gençliğin hamiyetini inkişaf ettirmek ancak, dinî telkinlerle olabilir. Çünkü dindeki te’sir hiçbir ideolojide mevcut değildir.

İnsan ruhunu saran ve sarsan kâbusları dağıtacak, kalbleri teskin ve teselli edecek en emin nokta-i istinad ve istimdad, dindir.

Din, içtimaî hayata disiplin getirir. Vicdanî murakabeyi derinleştirerek ictimâî birliği korur, cemiyette âhengi te’sis eder. Terör ve anarşinin kapılarını kapatır. Cemiyet hayatının mânevî ve aslî râbıtaları olan; şefkat, fedakârlık, muhabbet, uhuvvet gibi ulvî hisleri canlı tutar. Cemiyet bünyesine, vatanperverlik, hamiyet, feragat ve fedakârlık gibi ulvî seciyeler ancak dinle verilebilir.

Din, duygulara şekil verir, ölçü kazandırır, istidatları inkişaf ettirir. Mes’uliyet duygusunu geliştirir. Dinî seciyelerle teçhiz edilmiş insan, varlığını milletin hizmetine vakfeder, himmetini bütün bir milleti bilir.

Din içtimaî yapıda bütünleyicidir. Malûmdur ki, bir bedende, bütün âzaların bir tek ruha bağlanmasıyla birlik hâsıl olur, vücut kuvvet bulur ve sıhhat kazanır. Bedendeki âzaların vazifeleri, yapıları, fonksiyon ve hususiyetleri ayrı ayrı oldukları halde, tamamı bir tek ruha bağlıdır. Ondan meded alır. Onun nâmına hareket eder. Vazifeleri, birbirinden ayrı olan bütün bu âzaların muvaffakiyetleri, bir tek ruhu kabul etmelerine ve ona bağlanmalarına vâbestedir. O tek ruhu kabul etmeyen, ondan intisabım kesen âza, mefluçtur. Demek ki, vücudun birliği, ruhun birliğinden gelmektedir. Ruhun bu birleştirici ve hayatî fonksiyonunu hiçbir âza yüklenemez. Ve kendisini onun yerine koyamaz. Meselâ “göz” olmazsa, vücut mevcudiyetini noksaniyetle de olsa devam ettirebilir. Ama, ruh olmazsa, artık vücudun varlığından söz edilemez. Her bir âza, ruhun hayat ve feyzinden nasibini almakla memnun ve mes’ud olur. Her âzanın, kendi uhdesine düşen vazifeyi yapmasıyla hâsıl olan semereden, şereften, kemâlden, bütün âzalar hisselerini ayrı ayrı alırlar. Meselâ bütün âzalar, müdebbirâne bir aklın tefekkür ve temkininden fayda gördükleri gibi, her bir âzanın, kendi vazifesini lâyıkıyla yapmasından da akıl müstefid olur.

Bir millet de, bütün efradı, bütün sınıf ve tabakaları ve bütün müesseseleri ile bir vücut gibidir. Onların hayat, ittihat, devam ve bekaları da hepsini ihata edebilecek, “Mukaddes Bir Mefhum “a, bir “şahs-ı mânevî “ye bağlanmalarıyla mümkün olur. îşçiler-işverenler, köylüler-şehirliler, hocalar-talebeler… hâsılı bütün içtimaî sınıflar o şahs-ı manevînin birer azalan hükmündedirler. Biri dimağı ise, diğeri kalbi, biri gözü ise, diğeri ayağıdır… İşte bütün bu âzaların huzur ve sükûnunu, ittihat ve tesanüdünü te’min etmekle, hayat-ı umumiyenin ahenk ve intizamını din te’sis eder. Dinin bu fonksiyonunu, meselâ, “ilim” yüklenemez. Çünkü, cemiyetin bütün fertlerinin âlim olması düşünülemez. “Kavmiyetçilik”, “ırkçılık” da yüklenemez. Çünkü, kavmiyetçilik ihtilâfın menşeidir; ittihat ve imtizacı te’sis edemez. Bu fonksiyonu, “Meslek Birliği” de yüklenemez. Çünkü, cemiyetin bütün fertlerinin işçi, çiftçi, mühendis, yahut doktor olmaları da tasavvur edilemez. Kısacası, bir milleti meydana getiren hiçbir organ, kendi unvanını, vasfını şahs-ı manevîsini millete ruh yapamaz. Ama bütün bu organlar, o mukaddes ruhu kabul edebilir ve ona bağlanabilirler. İşçisi-işvereni, talebesi-hocası, âmiri-memuruyla herkes “Allahımız bir, Rabbimiz bir, Halikımız bir, Mabudumuz bir, Dinimiz bir, Vatanımız bir, Milletimiz bir…” diyebilir. İçtimaî merkez olan havastan, ictimâî muhit olan avama kadar herkes, aynı mâbed içinde toplanabilir. Bir tek dinin çatısı altına girebilir.

Demek ki, bir milletin ruhu, ancak din ile olabilir. Bu ruhun müessiriyetinin kalmadığı mıntıkalarda felç baş gösterir. Evet bugün, birçok içtimaî uzvumuz, hayatiyetini kaybetmiş, çalışamaz hale gelmişse, araştırıldığında, temelde dinî hissiyatın o uzuvlarda ihmal edilmiş olduğu görülecektir.

Elhasıl, insanı gerçek olarak anlayan, bütün terkibiyle kavrayan, en derin görüşle tanıyan İslâm dinidir. Dinimiz, insanı maddî-mânevî cephesi, nihayetsiz ihtiyaçları, acz, zaaf ve fakrı, ebediyet arzusu, dünya ve âhiret hayatı gibi fevkalâde geniş bir saha içerisinde değerlendirir. Beşerin üç müthiş ve müşkil suali olan, “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine muknî ve makbul cevap verir. İnsanların hem nefislerini, hem kalblerini, hem ruhlarını, hem akıllarını tatmin ederek, onları faziletten saâdete, saâdetten kemâlâta ulaştırır. Kâinatta zerrelerden güneş sistemlerine kadar her şeye hükmeden ilâhî bir nizâmın mevcudiyetini akıllara tesbit ettirir. Mevcudatın yaradılış gayesini ve mahlûkatın hakîmâne terbiyesini gözler önüne serer, gerçeği okutturur. Böylece, insanın fikir dünyasında mukaddes mefhumlar, ulvî değerler teşekkül ettirir. Kalbi vesveselerden, aklı lâkaydlıktan, ruhu tereddütlerden kurtararak insana disiplin ve ölçü getirir. Onu ferdî ve içtimaî plânda bütünleştirir, müstakim kılar. Bu tip bir insan gerek vicdanı ve gerekse çevresi ile çatışmaz.

İnsanların birbirini sevmesi dinimizin mühim bir emridir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Birbirinizi sevmedikçe hakiki iman etmiş olamazsınız.

Başka bir hadîs-i şeriflerinde ise şöyle buyururlar:

“(Ey insanlar,) birbirinize haset etmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinizin satışını bozmayın. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun. Müslüman kişi, diğer Müslüman kişinin (rengi, dili, doğum yeri, içtimaî durumu, cinsiyeti ne olursa olsun) kardeşidir. Öyleyse ona zulmedemez, ihanet edemez, aldatamaz, yardım isteğini cevapsız bırakamaz, tahkir de edemez. Allah sizlerin dış görünüşünüze, mallarınıza bakmaz, fakat kalblerinize ve amellerinize bakar, -kalbini göstererek – takvâ şuradadır, takvâ şuradadır. Kişinin kötü sayılması için Müslüman kardeşini tahkir edip, horlaması kâfidir. Bir Müslüman’ın kanı, malı ve ırzı diğer bir Müslüman’a haramdır”23

Yine bir başka hadis-i şerifte de Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:“Sizden evvelki ümmetlerin hastalıkları size de sirayet etmiştir. Bu da haset ve kindir.”24

İslâm kardeşliği, neseb ve kavmiyetten daha evladır. Yani esas olan nesep ve kavim değil, din kardeşliğidir. Nesep kardeşliği sınırlıdır; din kardeşliği ise tâ Hz. Adem’den kıyamete kadar gelecek bütün mü’minleri içine alan çok geniş bir dairedir. Öyle ise, uhuvvet-i kavmiye nerede, uhuvvet-i İslâmiye nerede? Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi; “Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur’an ve imandır.”

Sahabilerden biri Selman-ı Farisi’ye “hangi ırktansın?” diye sorduğunda şöyle cevap verir: “Ben İslâm’ın oğlu Selman’ım”

Vatan ve milletimizi hedef alan en büyük tehlike, tefrikadır. Tefrika, devletleri ve milletleri kökünden koparır, birbirleriyle çarpıştırır mahveder, perişan eder, zır ü zeber eder. Memleketleri kana boyar, devletlerin, milletlerin mevcudiyetlerini ortadan kaldırır.

Kavmiyetçilik, yıkıcı bir fırtına gibidir. Tarihin şehâdetiyle nice devletleri zaafa düşürmüş, nicelerini tarih sahnesinden silmiş, cebir ve tahakküm ile nice müessif hâdiselere sebep olmuştur.

Hitler Almanyası’nın “üstün ırk nazariyesi” safsatası, İkinci Dünya Savaşı’nın patlamasını netice vermiş ve milyonlarca insan vahşice katledilmiştir.

İtalya’da Mussolini’nin faşist rejimi korkunç bir terör estirmiş, binlerce insanı imha etmiştir.

Sömürgeci Avrupalıların Güney Afrika’daki yüz binlerce insanı topyekûn imha hareketleri Batı Medeniyetinin utanç verici kara tablolarından biridir. Bu cahiliye zihniyeti, bugün yine siyah beyaz ayrımı halinde devam etmektedir. Nitekim, Amerika’da beyazların Zencilere tahakkümü asırlarca devam etmiştir.

Endülüs’ü yıkan, Türkiye topraklarının en az beş misli kadar geniş olan Türkistan’ı Komünist Rusya ve Çin’e, Müslümanların ilk kıblesi olan Kudûs-ü Şerifi de Yahudilere peşkeş çeken tefrikadır. İslâm âlemini asırlarca ayakta tutup, haçlıların saldırılarına karşı sed çeken Osmanlı devletini parça parça eden tefrika olduğu gibi, Afganistan’ı kanlara boğan, yine tefrikadır.

Dağıstan, Türkistan, Gürcistan ve Macaristan gibi ülkeler de tefrika âfâtının getirdiği zulümleri ile perişan olmuşlardır. Şeyh Şamil’in birlik ve beraberlik içerisinde Moskofa karşı yaptığı o destanlaşan mücadelesi kendi içlerinde meydana gelen tefrika neticesinde muvaffakiyetsizlikle neticelendi. Nitekim Ruslar tarafından esir alındıktan sonra Osmanlı padişahı Abdülmecid’in kefaletiyle serbest bırakılan ve Hacca gitmek üzere cemaatine veda eden Şeyh Şamil şu ibretli sözleri söylüyordu:” Bizi mağlup eden Çar değil, içimizdeki Çar tabancalarıdır. Vasiyet ediyorum cihadımızdan vazgeçmeyin. İçimizdeki Çar tabancalarına dikkat ediniz! İçinizdeki Çar tabancalarını yaşatmayınız ve eğer muvaffak olursanız bu toprakları Osmanlılara teslim ediniz.”

Evet, şikak, niza, nifak ve ırkçılık atom bombasından daha tahripkardır. Ama nedense bazı kimselere bu asabiyet hastalığı çok tatlı gelmekte ve ondan zevk almaktadırlar.

Öyle ise tarihin bu hazîn tablolarından ibret almalıyız. Aksi halde, telâfisi mümkün olmayan nedametler duyarız.

Kavmiyetçiliği esas alan Emeviler, kendi kabilelerini diğer Arap kabilelerden ve ırklardan üstün gördüler. Dolayısıyla İslâm’ın inkişafına büyük zararlar vermişlerdir.

 Mevzumuza bütün hayatı vatan ve millete hizmetle geçen ve İslâmiyet’i tâvizsiz yaşayan İstiklâl Şâirimiz merhûm Mehmed Âkif Ersoy’un milletin birlik ve beraberliğini anlatan ve kavmiyetçiliği şiddetle tel’in eden şiirleriyle son verelim:

Müslümanlık siz: gayet sıkı, gayet sağlam,

Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlayamam,

Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?

Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?

Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı,

Aynı milliyetin altında tutan İslâm’ı,

Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyyettir.

Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir…

Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez…

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

“Hani milliyetin İslâm idî… kavmiyyet ne!

Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.

Arnavutluk” ne demek? Var mı şeriatte yeri?

Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri!

Arabın Türke; Lâzın Çerkeze, yahut Kürde,

Acemin Çinliye rüçhanı mı varmış? Nerde!

Müslümanlıkta “anasır” mı olurmuş? Ne gezer!

Fikr-i kavmiyyeti tel’in ediyor peygamber.

En büyük düşmanıdır rûh-u Nebî tefrikanın!

Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!

Şu senin akıbetin bin bu kadar yıl evvel,

Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?

Artık ey millet-i merhume, sabah oldu uyan!

Sana az geldi ezanlar diye ötsün mü bu çan?

Ne Araplık, ne de Türklük kalacak aç gözünü!

Dînle Peygamber-i Zîşân’ın ilâhî sözünü.

Türk Arapsız yaşamaz. Kim ki ‘yaşar’ der, delidir!

Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.

Veriniz başbaşâ, zîra sonu hüsrân-i mübîn

Ne hilâfet kalıyor ortada, billahi ne din!

“Medeniyyet” sîze çoktan beridir diş biliyor;

Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.

Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ,

Ne bu şûride siyaset, ne bu fâsid dâvâ?

Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım çoğunuz…

Size rehberlik eden haydudu artık koğunuz!

Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum.

Başka birşey diyemem… işte perişan yurdum!..”

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Nasılmış, anlayınız îddia-yı kavmiyyet!

Ne yolda mahvoluyormuş bakın ki bir millet!

Siz, ey bu zehri en evvel kusan beyinsizler!

Kaçıp da kurtuluruz sandınız… fakat, ne gezer!

Bugün belânızı bulmuş değilseniz, mutlak,

Yarın ki sâikalar beyninizde patlayacak!

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Sen! Ben! desin efrad, aradan vahdeti kaldır,

Milletler için işte kıyâmet o zamandır.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxx

İslâm’ı, evet, tefrikalar kastı kavurdu;

Kardeş, bilerek, bilmeyerek, hep kardeşi vurdu.

Can gitti, vatan gitti, bıçak dîne dayandı;

Lâkin, o zaman silkinerek birden uyandı.

Bir gör ki; bugün can da onun, kan da onundur;

Dünya da onun, din de onun, şan da onundur.

Bin parça olan vahdeti bağlarken uhuvvet,

Görsen, ezelî râbıta bir buldu ki kuvvet:

Saldırsa da kırk ehl-i salip ordusu kol kol,

Dört yüz bu kadar milyon esir olmaz, emin ol!..”

“Değil mi cephemizin sinesinde îman bir;

Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;

Değil mi cenge koşan Çerkezin, Lâzın, Türkün

Arapla Kürt ile bakîdir ittihadı bugün;

Değil mi sinede birdir vuran yürek… Yılmaz!

Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!

Mehmed Kırkıncı / Nükteler / www.mehmedkirkinci.com

Dipnotlar:

1 Mesnevi-i Nuriye

2Mektûbât

3 Asar-ı Bediyye

4 Hucurat Suresi; 49/13

5 Mektubat

6 Münazarat, 86.

7Mektûbât

8Mektûbât

9 Hucurat Suresi, 49/13)

10Taberânî, Mu’cemü’s-Sağîr 1, 158.

11İbn-i Âbidin.

12Hâkim, Müstedrek 4, 298.

13Muvatta, İmam-ı Mâlik.

14 Mektubat s, 264

15 Hucurat Suresi 49/10

16 İbrahim Suresi 14/ 41

17 Sebil’ür-Reşat mecmuası 18. Cilt sayfa 226

18Mesnevî-i Nuriye

19 Enfal Suresi 8/63

20 Emirdağ Lahikası, c. II

21Mesnevî-i Nuriye, s. 145.

22Büyük Türkiye Tarihi, c. 10, s. 173.

23Müslim, Birr, 32-34; Tirmizî, Birr, 18, 1908. H.

24 Tirmizî.

25Emirdağ. Lahikası II

26 Mektubat

27İbrahim Canan, a.g.e., s. 225-26-27.

28 Sebil’ür-Reşat mecmuası 18. Cilt sayfa 218

29 Asar-ı Bediyye

30 Sebil-ür Reşat mecmuası 18.cilt sayfa 226

Evliya Kimdir? Kime Denir? Özellikleri Nelerdir?

Lugatta veli; dost, arkadaş ve itaatkâr anlamına gelmektedir. “Evliya” ise “veli” kelimesinin çoğuludur.

İslami ıstılahta veli; Allah’ın sadık dostu ve sevgili kulu demektir. Veli, Allah’ın şeriatına bağlı, hak ve hakikate âşık kimsedir. Veli, “Kurân-ı Kerim’in hak ve hakikatini anlamış, Peygamber Efendimizin irşadı dairesinde hareket etmiş ve bu sayede ulvî derecelere yükselmiş olan Hak dostudur.”

Bu tarifler çerçevesinde milyonlarca Allah dostu vardır ki bunlar da iki kısımdır.

Bir kısmı herkes tarafından bilinen kimselerdir. Abdülkadir Geylani, Şah-ı Nakşibend, Bayezid-i Bistâmi, İmam-ı Gazali, İmamı Şarani, İmamı Şazeli, İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman gibi. Bunlar, Kur’an’dan aldıkları feyiz ile milyonlarca insanın irşadına vesile olmuşlardır.

Diğer kısım evliyalar ise, bilinmeyenlerdir. Hak Tealanın perde-i izzetinde mestur nice aşık, sadık ve dostları vardır ki, onları Allah’tan başka kimse bilmez. Bu Allah dostları ezelde aşk-ı ilahinin şarabını içmiş, muhabbet ve marifet-i ilahiyeye mazhar olmuş kimselerdir. Evliyaları hakkıyla tarif ve tavsif mümkün değildir. Onlar ahlak-ı ilahiye ile ahlaklanmış ve Kur’an’ın bütün hakikatlarını hayatlarına tatbik etmiş ve hayatlarını Allah rızası dairesinde geçirmişlerdir. Allah’ın en sevgili dostları olan bu zatlar, insanlık için birer manevi tabiptirler. Bunları yalnız Cenab-ı Hak bilir. Nitekim bir hadis-i kudsi de şöyle buyrulur: “Bir çok evliya vardır ki, onları benden başka bilen yoktur. Onlar benim hususi ve sevgili dostlarımdır.

İbrahim Hakkı Hazretleri de bu hakikate işaret için;

Harabat ehline hor bakma şakir,

Defineye malik viraneler var.” buyurarak, nice Allah dostunun ve evliyanın olduğunu ifade etmiştir.

Bütün meyvelerin ve çiçeklerin yetişmesine güneş vesile olduğu gibi, bu Allah dostlarının manevi terakki ve tealisine, yani onların marifet, muhabbet, ubudiyet, tefekkür, teslimiyet, tevekkül, ittika ve korunmalarına da vesile olan Kuran güneşi ve Peygamberimizin Sünneti dir.

Güneşten feyiz alan o meyve ve çiçeklerin renkleri ve letafetleri, kokuları ve tatları ayrı ayrı olduğu gibi, Kur’an güneşinin manevi meyveleri olan umum evliyaların da, feyizleri, irfanları, meşrepleri ve manevi dereceleri muhteliftir. Onlar, o manevi güneşten aldıkları feyiz ile neşrettikleri nurlar, zamanın ve zeminin her tarafını ışıklandırmıştır. İnsan maddi ve manevi birçok ihtiyaçlara muhtaç olarak yaratılmıştır. Bunları temin edemediği taktirde huzur ve rahat içinde yaşaması mümkün değildir. Hususen iman, marifet, ilim ve hikmet gibi manevi ihtiyaçlarını temin etmeden fikren sükünete ve kalben inşiraha nail olamaz. Bunun için mürşitlere, mücedditlere ve evliyalara muhtaçtır.

Evliyalar, Cenab-ı Hakk’ın cemal ve kemalinin tezahürlerini daima temâşa ederler. Onların bu temâşadan aldıkları zevk ve lezzet, cennetteki zevk ve sefanın çok fevkindedir. Onlar Cenab-ı Hakk’ın cemâl ve kemâline muhtelif isim ve sıfatlarına en mükemmel manada ayna olmuşlardır. Hiç şüphesiz insanlar içinde Allah’a en güzel, en geniş ve şa’şaalı bir surette âyinedarlık eden Peygamber Efendimiz (s.a.v)dır. Bu bakımdan Allah’ı en mükemmel manada tanıyan, seven ve başkalarına da sevdiren O Zât’tır. (s.a.v)

Daha sonra diğer peygamberler, mürşitler ve evliyalar gelir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cenab-ı Hakk’ın isimlerine okyanus gibi bir ayna iken, başka bir peygamber bir deniz, evliya bir göl ve başka biri de bir havuz mesabesindedir.

Evliyaların her birinde Cenab-ı Hakk’ın bazı esması hakimdir. Bundan dolayı bazısında heybet ve celâl, kiminde şevk ve zevk, başka birinde marifet ve fazilet, bir kısmında vakar ve sükun, bir diğerinde de ibâdet ve taat ve bir başkasında da şefkat ve merhamet galip gelmiştir.

Evliyalara Cenab-ı Hakk’ın rahmeti, lütfü ve inayeti nihayetsizdir. Onların olduğu mekanlara ve zamanlara feyz-i Rabbani, envar-ı Kur’anî tecelli eder; oralara hayır, feyiz ve bereket yağmur gibi dökülür. Onlar, Allah katında aziz ve mükerremdir; kıymetleri pek âlidir. Onları gören Allah’ı hatırlar.

Evliyaların en büyük gayesi, dünyada iman, salih amel, marifetullah ve muhabbetullah, ahirette de Cenab-ı Hakk’ın cemalini görme şerefine mazhar olmaktır. Evliyaların maksudu cennet değil, cemal-i ilahidir. Zira cennet mahluk ve mahduttur. Onlar mahluk ve mahdut olana değil, nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olan mahbub-u hakikiye kavuşmaya ve O’nun rızasına ve rüyetine mazhar olmaya aşıktırlar. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Cennet’te bir dakika rü’yet-i cemâl-i İlâhî, bütün Cennet lezâizine fâiktir.”

Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurur:

İşte şu sırdandır ki; “Vedûd” ismine mazhar bir kısım evliyâ: “Cennet’i istemiyoruz; bir lem’a-i muhabbet-i İlâhiye, ebeden bize kâfidir.” demişler.

Vedûd” ismine mazhar olan muhakikîn-i evliyâ; “Bütün kâinatın mâyesi, muhabettir. Bütün mevcudatın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir.” demişler.

Yine “Vedud” ismine mazhar olan evliyadan bir zat şöyle demiş: “ Felek mest, melek mest, nücum mest, semavat mest, şems mest, kamer mest, zemin mest, anasır mest, nebat mest, şecer mest, beşer mest, seraser zîhayat mest, heme zerrat-ı mevcudat beraber mest, der mestest

Yâni; Muhabbet-i İlâhiye’nin tecelisinde ve o şarâb-ı muhabbetten herkes istîdadına göre mestdir. Malûmdur ki; her kalp, kendine ihsan edeni sever ve hakikî kemale muhabbet eder ve ulvî cemâle meftun olur. Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever. Acaba- sâbıkan beyan ettiğimiz gibi- her bir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatıyla mes’ud eden ve binler kemâlâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemâlin medarı olan binbir esmâsının müsemmâsı olan Cemîl-i Zülcelâl, Mahbûb-u Zülkemâl, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat, O’nun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şâyeste bulunduğu anlaşılmaz mı?”1

Allah-u Tealanın cemal ve kemalini müşahede etmekten daha büyük bir nimet tasavvur edilemez. Ancak Allah’ı müşahede nimeti O’na olan muhabbetin derecesine göredir. Muhabbet ne kadar ziyadeleşirse lezzet de o nisbette ziyadeleşir. Nitekim bir Hadis-i Kudside şöyle buyrulur: “Evliyalarımın benim cemalimi müşahadeye iştiyakları olduğu gibi, benim de onlara iştiyakım daha şiddetlidir.”

Bediüzzaman Hazretleri de rü’yetullahı şöyle ifade eder:

Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz ikinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes’udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.”2

Başka bir eserinde de şöyle buyurur:

Her bir insan, o Hâlık-ı Zülcelal’e karşı hadsiz bir muhabbete müstaid olduğu gibi, o Hâlık dahi herkesten ziyade cemal ve kemal ve ihsanına karşı hadsiz bir mahbubiyete müstehaktır.”3

Dünya ve ahirette en yüksek mertebeye ulaşacak kimseler Cenabı Hakk’ı en ziyade sevenler olacaktır. Muhabbet, nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olan Cenab-ı Hakk’a mahsustur. Zira, O’nun nihayetsiz olan bütün sıfatları en latif, en nuranidir. Bütün nurların nuru, bütün güzelliklerin menbaı O’dur. Sevgiye sebeb olan her güzellik, her kemâl, her cemâl O’ndadır. Hayat, ilim, kudret… gibi ezelî ve ebedî olan kemâl sıfatlar O’nundur. Bunlar ise zâtında sevilirler.

Şu kâinatta çiçeğinden bahçesine, zemininden semâsına, baharından cennetine kadar sevdiğimiz, takdir ve tahsin ettiğimiz herşey Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sının âyineleridir. Ezelden ebede bütün nimet ve ihsanlar, lütuf ve ikramlar, çok şefkatli ve pek merhametli olan O’nun hazinesinden gelmekte, O’nun kereminden akmaktadır. Öyle ise insan için “sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in”4 sevgisine mazhar olmak ve O’nun tarafından sevilmekten daha büyük bir saadet düşünülemez.

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder: “Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünki fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecatına göre, o muhabbet tezayüd eder.”5

Allah’a kemaliyle muhabbet O’nu bütün kalp ve hissiyatıyla sevip emir ve yasaklarına ittiba etmekle olur. Allah’ı seven bir cihetle kendini sevmiş olur. Mesela Padişahı seven padişahın ihsan ve ikramlarına nail olduğu gibi Allah’ı seven de O’na dost olur O Padişahı Zülcemale dost olan da elbette ki O’nun nimet ve ihsanlarına nail olur. Böylece kendini sevmiş olur. Allah’ı sevmenin yolu ise O’nun Resulünü sevip, sünnetine ittiba etmekle olur. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

Ey Resulüm, de ki: “Ey insanlar! Eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah’ta sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.” 6

Bediüzzaman Hazretleri bu ayetin tefsirinde şöyle buyurur:

Allah’a (celle celalühü) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”

İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir. Demek oluyor ki; insan için en mühim âlî maksad, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki; o matlab-ı a’lânın yolu, Habibullah’a ittibadır ve Sünnet-i Seniyesine iktidadır.”7

Evet insanın yaratılışındaki hikmet, Allah’ı tesbih, tahmit, ,tazim ederek O’na muhabbet etmektir. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Beni zikredin( anın) k) ben de sizi zikredeyim”8

Zaten kafirlerden başka Cenab-ı Hakk’ı zikretmeyen ve O’nu tanıyıp itaat etmeyen hiç bir mahluk yoktur. Nitekim bir ayette şöyle ifade buyrulur: “Yedi gök, dünya ve bunlarda bulunan herkes, O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur.”9 Dağlar ve bağlar, deryalar ve çiçekler, yıldızlar ve güneşler durmadan Allah’ı zikredip anarken, zikirde ustabaşı olan ve ibadet için yaratılan insanın bundan müstağni kalması düşünülebilir mi?

Evet, Allah dostları daima Allah’ı anarlar. Onlar, daima huzurdadırlar, hiçbir an Allah’tan gafil olmazlar. Onların içi umman-ı vahdette, dışı sahra-yı kesrettedir. Onların kalplerinde aşk-ı ilahi ve muhabbet-i ilahi öyle nakşolunmuştur ki, zail olması mümkün değildir. Onlar ihtiyarsız olarak can ve cananlarından geçmişlerdir; daima hayrettedirler. Bununla beraber, acz, fakr ve kusurlarını görür, yaptıkları iyilikleri hep Allah’tan bilirler. Nefislerinin tezkiyesine çalışırlar. Herkese marufu emreder ve nehy-i münkerde bulunurlar. Yani insanlara iyiliği emredip kötülüklerden sakındırırlar. Bunu yaparken de yumuşaklık ve alçak gönüllülük gösterirler. Allah dostlarının en ulvi maksatları; insanların her türlü küfür ve isyan ve menhiyattan uzak durmaları, Allah’a bağlanmalarıdır.

Tevazu ile vakar onlarda cem olmuştur. Onlar bu aleme mükerrem olarak ayak basmışlardır. Gezdiği yerler ve bastığı topraklar onlarla iftihar ederler. Onlar temiz fıtratlarını bir takım seyyielerle lekedar etmekten son derece sakınırlar. Onların ibadetleri ne cennete girmek, ne de cehennemden kurtulmak için değil, sırf Allah’ın rızasını kazanmak içindir. Onların suretleri güzel olduğu gibi, siretleri, kalp ve ruhları da nice fazilet ve güzelliklerle doludur. Zerafet ve nezafetleri ziynetleri olduğu gibi, iffet, haya, merhamet ve edep gibi manevi güzellikleri de onların süsüdür. Bu gibi manevi güzelliklere mazhar olmak insanın kendi ihtiyarındadır. Bu ulvi meziyetlerden mahrum olmak kadar insanı hacalete düşüren hiçbir şey yoktur.

Evliyalar, insanlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidirler. Onlardaki bu hisler fıtridir. İsyanlarından dolayı insanların cehenneme gitmelerinden son derece üzüntü duyarlar. Nitekim bir Allah dostu olan Hz. Ebu Bekir (ra) : “Ya Rabbi vücudumu öyle büyüt ki, Cehennemde hiç kimseye yer kalmasın” buyurmuştur. Yine

Üstad Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurmaktadır:

Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalalet-i mutlakadan kurtarmağa -lüzum olsa- dünyevî hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim; binler dostlarım ve kardeşlerimin Cennet’e girmeleri için Cehennem’i kabul ederim.” 10

Diğer bir eserinde de şöyle buyurmuştur;

Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.”11

Bu iki büyük zatın ifadeleri bunun en açık delilidir. Acaba Hz. Ebubekir (r.a.) ve Bediüzzaman Hazretlerinin şefkat ve merhameti böyle olursa, Her güzel ahlâk sahasında olduğu gibi, merhamette de en ileri olan Hazret-i Peygamber (s.a.v)’in ümmetine karşı şefkat ve merhameti nasıldır?

Zira o, dünyaya geldiği dakikada “ümmetî ümmetî” (ümmetim) dedi. Hayatı boyunca ümmetim dedi. Miraçta ümmetim dedi. Dünyadan göçerken ümmetim dedi. Mahşerde de herkes “nefsî nefsî” diyeceği zaman, yine O, “ümmetî ümmetî” diyerek dünyada ümmetine karşı şefkat ve merhametini gösterdiği gibi, mahşerde de en ileri derecede gösterecektir. Nitekim Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerimde:”Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki, zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.”12 buyurarak, O’nun ( s.a.v) ümmetine karşı olan şefkat ve merhametini ortaya koymuştur. Hatta kafirlerin bile hidayete gelmemelerinden dolayı bile son derece müteessir olmuştur. Bu husus bir ayet-i kerimede şöyle ifade buyrulur “Şimdi bu söze inanmazlarsa, sen onların arkalarından adeta kendini tüketeceksin!”13 Bu ayet de Hazret-i Peygamber’in (s.a.v) insanların hidayete gelerek ebedi helaketten kurtulmasına ne kadar önem verdiğini ve O’nun (s.a.v.) eşsiz şefkat ve merhametinin en açık delilidir.

Evet Allah dostu olan ve kendine Hazret-i Peygamber (s.a.v)’i rehber eden evliyalar da hak ve hakikata muhtaç olan insanları, ona ulaştırmak için büyük bir şefkat ve merhamet gösterirler. Kalplerinde kimseye kötülük beslemezler. Bütün işleri Allah içindir. Onlar bu yolda yürürken kendilerini yollarından döndürmek isteyen kimselerin ayıplamalarından çekinmez ve korkmazlar. Her işlerinde adalet üzeredirler. Şüpheli şeylerden de son derece sakınırlar.

Bu zatların en büyük maksatları Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah’a itaatte hiçbir noksanlık göstermez, bu uğurda kendilerine isabet edecek her türlü eza ve cefaya sabrederler. Bütün mahlukatı ve insanları Allah için severler. Bu sevginin ehemmiyetini Hz. Ömer’ den (r.a) rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle ifade buyurmaktadır:

Allah’ın kullarından öyle kimseler vardır ki, onlar enbiya ve şüheda değillerdir; fakat kıyamet günü Allah indindeki makamlarından dolayı onlara Enbiya ve Şüheda gıpta edeceklerdir.” Bunun üzerine sahabelerden bazıları: “Ya Resûlallah! Bunlar kimlerdir? Amelleri nedir? Bize haber ver ki, biz de onları sevelim.” dediler. Resûlullah (s.a.v) : “ Onlar bir kısım mü’minlerdir ki, aralarında hiç bir akrabalık bağı, birbirlerine itaati gerektirecek herhangi bir mal alakası olmadığı halde birbirini sadece Allah için sevenlerdir. Onların yüzleri nurdur ve kendileri de nurdan bir minber üzerindedirler. İnsanlar korktuğu zaman bunlar korkmazlar, nas mahzun oldukları zaman bunlar mahzun olmazlar.” buyurdular ve şu ayet-i kerimeyi okudular: “Haberiniz olsun ki, muhakkak Allah’ın velileri için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.”14

Bu ayetle Cenab-ı Hak, veliler için hiç bir korku, bir hüzün bulunmadığını müjde vermekte, onların dünyada da ahirette de en büyük bir teveccühe mazhar olacaklarını beyan buyurmaktadır. Onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever ve onlardan razı olur. Bununla beraber onlar, yine de korku ve ümit arası olan “beynel havfi verreca” düsturundan hiç ayrılmadan yaşar ve akibetlerinden daima endişe duyarlar.

Evliyalar, esrar-ı ilahiye ve Kur’aniyeye vakıftırlar. Onlar, yaratılışın maksat ve esrarını anlamış mümtaz kimselerdir. Bu Allah dostlarının vefatından dolayı, yerler, gökler, sema, dağlar ve bağlar, denizdeki balıklar, zaman ve mekan, hasılı bütün mahlukat ağlar ve yas tutarlar. Ehl-i küfrün ölümünü ifade eden bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Ne gök ne yer onların üstüne ağlamadı.”15

Bu ayetin mefhum-i muhalifinden şöyle bir mana anlaşılır ki, “Ehl-i imanın Dünya’dan gitmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlıyor.”

… Semâvât ve zemin, ağlar gibi ehl-i îmânın zevâline mahzun oluyorlar.”16

Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Arş’ın Sa’d İbn Muaz’ın (ra) vefatıyla sarsıldığını” ifade buyurmuşlardır. İmam-ı Şarani’nin Tabakat adlı eserinde Bağdat’ta vefat eden Ahmet İbn-i Hanbel Hazretlerinin evinin etrafına binlerce yabani hayvanın toplandığı ve cenazesine altmış binden fazla kişinin katıldığı anlatılmaktadır.

Evliyaların kıymet ve derecesini anlayabilmek ve onların deryasında fener yakabilmek için “insanın fikir teknesinin çok sağlam, idrak yelkeninin çok geniş ve gönül rüzgarının devamlı olması gerekir.”

Cenab-ı Hak bizleri de peygamberin ve evliyaların yolundan giden; daima acz, fakr ve kusurunu bilen ve hüsn-ü akibetle emaneti teslim eden kullarından eylesin! Amin…

Mehmed KIRKINCI / Nükteler / www.mehmedkirkinci.com

Dipnotlar:

1 Sözler

2 Mektubat

3 Lem’alar

4 Şualar

5 Lem’lar

6 Al-i İmran suresi, 3/31

7 Lem’alar

8 Bakara Suresi 2/152

9 İsrâ Suresi 17/ 44

10 Emirdağ Lahikası

11 Tarihçe-i Hayat

12 Tevbe Suresi 9/128

13 Kehf Suresi, 18/6.

14 Yunus Suresi, 10/62

15 Duhân Suresi 44/29

16 Sözler