Etiket arşivi: MEHMED KIRKINCI

Ezanın Arapça Okunması Bize Bayram Oldu !

İlk tahsil hayatıma Erzurum meşhur âlimlerinden Hacı Mustafa Efendi ile başladım. Güz mevsimi idi. Babam beni Hoca Efendinin evine götürdü. Ev gayet sade, duvarlar kitap ve levhalar ile süslemişti. Babam Mustafa Efendiye geliş sebebimizi anlatınca, o çok memnun oldu ve bize yakın ilgi gösterdi. Hoca Efendi bana dönerek: “Sen niçin okuyacaksın, biliyor musun? Niyet çok önemlidir. Ben okuyayım da müftü olayım, imam olayım gibi şeyler düşünerek okursan bu ilim sana bir fayda vermez. Sen Allah rızası için okuyacaksın. Her şey bir şeydir, fakat cehalet hiçbir şeydir. Sen, cehaletten kurtulacağım diye okuyacaksın, Bu ümmet-i Muhammed’e ahlâkı, ibadeti, imana ait hakikatleri öğreteceğim, diye okuyacaksın. Bir de şartlar ne kadar ağır olursa olsun, ilim tahsilinden vazgeçmeyeceksin. Ben ölsem bile gidip başka yerde ilim öğreneceksin. Gücünün yettiği kadar bu ilmi öğrenmeye gayret edeceksin. Netice itibariyle hakiki saâdet yalnız ilimdedir. O ilim ise Kur’an ilmidir.” diyerek ilmin ehemmiyetini anlattıktan sonra: “Önümüzdeki Çarşamba günü kitabını al gel.” dedi. Ben de Çarşamba günü gittim ve böylece ilk dersimizi aldık ve tahsil hayatına başlamış olduk.

O zamanlar Erzurum’da kışlar çok ağır ve uzun geçerdi. Sabahın erken saatinde karlara bata-çıka faytonların izinden Mustafa Efendi’nin evine gidiyorduk. Mustafa Efendi’nin kardeşi Hüsnü Efendi, bizim geleceğimizi bildiği için kapının arkasında bizi bekler ve kapıyı açardı. Erken saatte gitmemizin sebebi ise polislerin bizi görmemesi idi. Zira o zamanlar Kur’an’ı ve dinî ilimleri okumak yasaktı. Ezanlar da Türkçe okunuyordu. Bu bakımdan, erkenden hocamızın evine gider, saat sekize kadar ders okur, evimize dönerdik. Bu kadar tedbire rağmen, Hoca Efendi’den şüphelenerek defalarca evine baskın yaptılar.

Bütün medreseler ve camiler kapatılmıştı. Sadece Gürcü Kapı Camii, İhmal Camii, Lala Paşa Camii ve Murat Paşa Camii açıktı. Ulu Camii depo, Kurşunlu Camii de hapishane yapılmıştı. O zamanlar yaklaşık elli camii bulunan Erzurum’da çok az sayıdaki camii ibadete açık idi. Pazar günü Hoca Efendi’nin evindeki sohbetlerde genellikle bunlar konuşulur ve “Zaman ahir zamandır, bundan sonra durumun iyi olacağını beklemek yanlıştır. Gittikçe zaman daha da kötüleşecek.” denilir, ümitsizlik içinde dertlenilir ve gözyaşı dökülürdü. Biz de o zamanlar daha çocuktuk, orada konuşulanlardan ziyadesiyle etkilenirdik. Yıllar sonra Üstad Bediüzzaman Hazretlerini tanıma şerefine mazhar olup, eserlerinden istifade edince onun ne kadar geniş düşündüğünü, en zor şartlarda bile hiçbir zaman ümitsizliğe düşmediğini hayretle müşahede ettim ve içimi büyük bir ferahlık kapladı. Zira Bediüzzaman Hazretleri münazarat adlı eserinde şöyle diyordu:

“Şu memleketin maabid ve medaris-i diniyesinden başka makberistanın mezar taşları dahi, birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki; o maânî-i mukaddeseyi, ehl-i imana ihtar ediyorlar. Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni dünyası olsun! Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.

Ey üç yüz seneden sonraki asrın arkasında gizlenmiş ve sakitane Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybi ile bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Tahirler, Yusuflar, Ahmetler vesaireler..! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım varsınlar beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışta geldim; siz cennet asa bir baharda geleceksiniz Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.”

Mustafa Efendi bir gün, Elmalılı Hamdi Efendi’nin tefsir sahasında çok dirayetli bir alim olduğundan söz etti ve onun üstad Bediüzzaman Said Nursi hakkındaki: “Bediüzzaman berrak sular gibi temiz bir vicdana, çok güzel bir ruha sahip bir zat idi. İstanbul’un âlimlerinin gözü öyle bir âlim görmemiştir.” sözlerini bize nakletti. Mustafa Efendi, İstanbul’da Elmalılı Hamdi Efendi’den ders okumuştu.

Mustafa Efendi, Bediüzzaman Hazretlerinin “İşaratü’l-İ’caz” ismindeki eserini daha önce okuduğunu söyledi ve kütüphanesinde bulunan bu kitabı bize gösterdi. Kur’an’a ait bu tefsirin I. Cihan harbinde Pasinler’in dağlarında yazıldığını söyledi. “Bundaki hakikatler, nükteler, meziyetler ne Keşşaf’ta ne Beyzavî’de ne de başka bir tefsirde vardır. Siz tefsir ilmini tahsile başladığınızda bu eseri size okutacağım.” dedi.

Böyle bir tefsirin harp esnasında dağ ve bayırlarda, kar ve kışta yazılmış olması beni hayretler içinde bıraktı. Bu tefsiri yazan Bediüzzaman Hazretlerine öyle bir muhabbetle bağlandım ki, “Keşke bu zatı görüp, elini öpsem ve duasını alsam.” niyazında bulundum.

Bir gün hocama; “Hocam, bu zat nerede ikamet ediyor? Kendisini ziyaret etmemiz mümkün mü?” diye sordum. Hocam da: “ Bediüzzaman Hazretlerini 1925’de Burdur’a nefyettiler. Şimdi Isparta’da. Görmek isteyenleri takip edip, tutukluyorlar. Eğer onu görmeye gidecek olursanız başınız belâya girer.” diye cevap verdi.

İşte ben Bediüzzaman Hazretlerinin ismini ilk defa hocamın bu sohbetinde duydum ve gönlümde ona karşı fevkalade bir muhabbet meş’alesi tutuştu.

Hocam Mustafa Efendi; “Ben artık bu memlekette duramam. Burada dinimizi gizli okutuyoruz, okutanlar tevkif ediliyor. Kur’an yasak, ezan yok, kamet yok.” diyerek, cemaatin karşı çıkmasına rağmen 1944 senesinde Medine-i Münevvere’ye göç eyledi. Uzun yıllar orada yaşayan Hoca Efendi, o mübarek beldede ahirete teşrif eyledi. Allah makamını cennet eylesin!

Ezan-ı Muhammedî, 10 Ocak 1932 senesinde Türkçe olarak okunmaya başlamıştı. Minarelerden Allah’ın büyüklüğünü ifade eden, insanın kalbine ve ruhuna inşirah veren ‘Allah ekber, Allahu ekber’ nidaları yerine, ‘Tanrı uludur, Tanrı uludur’ sesleri söylenmeye başlanmıştı. Bu durum müminlerin rikkatine dokunur, fevkalade rahatsız eder, onları karamsarlığa sevk eder ve sürekli olarak ağlamalarına sebep olurdu.

Hocam Mustafa Efendi’nin Medine-i Münevvere’ye göç eylemesinden sonra, ben, Erzurum’un Tifnik köyünden Erzurum’a yerleşmiş olan büyük mütefekkir, ulum-u aklîye ve ulum-u nakliyede fevkalade salahiyetli bir alim olan okuttuğu talebelerden fakir olanlarının maişetini bizzat kendisi temin eden ve 1952 yılında hakkın rahmetine kavuşan Hacı Faruk Efendi’den ders okumaya başladım.

Hacı Faruk Efendi’nin evi Erzincan Kapı’daki tarihî taş binanın üstünde idi ve çok zengin bir kütüphanesi vardı.

Yanına ilk gittiğimde kütüphanesine yaslanmış oturuyordu. Bembeyaz bir çehresi ve bembeyaz bir sakalı vardı. Kucağında da beyaz bir Van kedisi oturuyordu. Yüzü elmas kadar saf, berrak ve sevimli idi. Duvardaki levhada “Edep Yâ Hû!” yazıyordu. O zaman Erzurum’un bir çok evinde bu levha asılı idi.

Daha sonra Şeyh Sadi’nin Gülistan adlı eserinde edebe dair bir bahis okuyunca, edebin ne kadar ehemmiyetli olduğunu, “Edep Yâ Hû” sözünün tasavvur edilemeyecek kadar genişliğe sahip büyük bir hazine ihtiva ettiğini anladım. Zira iffet, haya, haysiyet, istikamet gibi ahlâk-ı haseneden mahrum olan bir insan ilim ve irfan sahibi de olsa zarardan ve hüsrandan kurtulamaz. Bunun içindir ki, terbiye-yi İlâhiye ile mümtaz olan Nebiyy-i Zişan Efendimiz (sav.) ahlâk-ı hasenenin ehemmiyetini ifade etmek için:”Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.” buyurmuştur.

Hacı Faruk Efendi de, Mustafa Efendi’nin Erzurum’dan gitmesine razı olmamış, fakat onu kararından vazgeçirememiş ve bundan dolayı çok üzmüştü.

Ben, her sabah Hacı Faruk Efendi’nin evine ders okumaya gidiyordum. Yaklaşık iki yıl kadar ondan ders okudum. 1946 yılının Mart ayında Hacı Faruk Efendi’nin ziyaretine 40-45 yaşlarında bir misafir geldi. Hocamın elini öptükten sonra: “Ben Isparta’dan geliyorum, Bediüzzaman Hazretleri’nin sana selâmı var.” dedi. Hocam hemen ayağa kalktı, selamı aldı ve Bediüzzaman’ın hal ve sıhhatinin nasıl olduğunu ve gözaltında olup olmadığını sordu. Misafir gittikten sonra; “Hocam, siz Bediüzzaman Hazretlerini tanıyor musun?” diye sordum., Hocam: “Cihan harbinden evvel bir Darü’l Fünun kurulması hususunda Tahir Paşa’nın İstanbul’a gitmeden önce Erzurum’a git, Erzurum uleması ile görüş, onların da fikirlerini al. Orada Yetim Hoca namıyla maruf meşhur bir zat var. O, benim hocamdır. Ona bir mektup yazayım seni misafir etsin ve ulema ile görüşmene vesile olsun. Ben gençliğimde kendisinden bir süre ilim tahsil etmiştim.’ demesiyle Erzurum’a gelen Bediüzzaman’a 35 gün hizmet ettiğini” söyledi. Hocam Faruk Efendi Üstadın fikirlerinden etkilenerek fennî ilimler tahsil etmeye başladığını, diploma alarak harf inkılabına kadar lisede o günkü adı ile idadide muallimlik yaptığını söyledi.

Erzurum’da Bir Bayram Havası

1946 yılında Demokrat Parti kurulunca, yıllardan beri halka ve özellikle de ehl-i ilme yapılan şiddet ve sıkıntılar, eza ve cefalar bir derece de olsa azaldı, köy ve kentlerde bir rahatlama meydana geldi.

14 Mayıs 1950 yılında Demokrat Parti kahir bir ekseriyetle iktidara geldi. Halk bundan önce maddi ve manevi olarak büyük sıkıntılar çekmiş, büyük bir huzursuzluk ve perişaniyet içerisinde yaşamıştı. İnsanlar bir taraftan maddi sıkıntı içerisinde yaşarken, diğer taraftan da bütün maneviyat ve feyiz kaynakları kurutulmuştu. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle manen ve maddeten büyük bir ferah ve sürur devri başladı. İnsanlar adeta kıştan bahara, zulmetten nura çıkmış gibi idiler. Demokrat Parti iktidara gelince, ilk icraatı olarak ezanın tekrar Arapça olarak okunmasını sağlamak oldu. 16 Haziran 1950 yılında ikindi vaktinden itibaren ezanın aslıyla okunacağını haber alan Erzurum halkı, sokaklara döküldü. Caddelerde ve sokaklarda adeta bir bayram havası yaşanıyordu. Kadınlar ehram ve çarşaflarıyla toprak evlerin üstüne çıkmış, ezanın okunmasını bekliyorlardı. Kurban bayramında her köşede bir hayvan kesildiği gibi, o gün de insanların ekserisi Tebriz Kapı mevkiinden Lala Paşa Camiine kadar dizilmiş, kurban edeceği hayvanları dışarı çıkarmış, ezanın okunmasını bekliyorlardı. Kiminin elinde bir koyun, kiminin elinde bir koç, bazılarının yanında tosun ve bir kısım insanların yanlarında da düve olduğu halde büyük bir iştiyak ve hasretle ezanın okunmasını bekliyorlardı.

Minarelerden Ezan-ı Muhammedî okunmaya başlayınca herkes sonsuz bir sürur içerisinde bıçağını kurbanının boğazına çalmıştı. İnsanlar tekbirlerle kurbanlarını kesiyor, kadınlar ve yaşlı insanlar da göz yaşı döküyorlardı. Bütün bunlar sevinç ve şükür gözyaşları idi. Zira, tam 18 yıl devam eden bir zulüm bitmiş ve o büyük hasret sona ermişti. Biz de huzur ve mutluluk içinde arkadaşlarla beraber fetvahaneye yani müftülüğe gittik. Müftü Solakzade Sadık Efendiyi sevincinden ağlar bir vaziyette bulduk. “Ya Rabbi! Ölmeden önce bu günleri bizlere gösterdin ya San’a sonsuz şükürler olsun.” diyerek hem Allah’a şükrediyor ediyor, hem de ağlıyordu. Zaten o gün, sevincinden ağlamayan kimse kalmamıştı. Bu bakımdan, o günü unutmak asla mümkün değildir. O zamanlar iletişim araçları yaygın değildi. Sonradan haber aldığımıza göre başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin bir çok ilinde de aynı sevinç ve aynı heyecan yaşanmıştı.

Cenab-ı Hak, Adnan Menderes’ten ebediyen razı olsun, makamını ali eylesin! Onun bu büyük hizmeti inşallah günahlarına kefaret olur. Nitekim Üstad Bediüzzaman Hazretleri Adnan Menderes’e yazmış olduğu bir mektubunda; “…Ezan-ı Muhammedî’nin (A.S.M.) neşriyle demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi;…. O vakit âlem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zalimane kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zâtların hatırları için, otuz beş seneden beri terkettiğim siyasete bir-iki saat baktım ve bunu yazdım.” sözleriyle onu taktir etmiştir.

Mehmed Kırkıncı / www.mehmedkirkinci.com

Çemberi Yarmak, Dünyayı Terk Etmek Zorunda mıyız?

CİHAD-I EKBER (BÜYÜK SAVAŞ) NEDİR?

İnsanın kendi nefsiyle mücadelesine büyük cihad (cihad-ı ekber), düş­manla çarpışmasına ise küçük cihad (cihad-ı asgar) deniliyor. Bunun bir sebepi şudur: İnsan haricî düşmanla çarpışırken ölürse, şehit olup, Cennete gidiyor. Nefsiyle çarpışırken mağlûp olduğunda ise, ebedî hayatını kaybedi­yor. İnsanın bu ikinci cihadı mutlaka kazanması lâzım geliyor.

Diğer taraftan, haricî düşmanla yapılacak cihadda muzaffer olmak için de, önce dahildeki harbi kazanmak icab ediyor. Yani, ancak nefsiyle yap­tıkları cihaddan muzaffer çıkan kimseler, düşman karşısında arslanlar gibi çarpışmaya muvaffak oluyorlar.

DÜNYAYI TERK ETMEK NE DEMEKTİR?

İnsan dünyaya çalışmalı, muvaffakiyetin şartlarını hakkıyla yerine ge­tirmeli, fakat asla ona kalbini bağlamamalıdır.

Bilindiği gibi insan, ineğin sütünü sağar, etinden istifade eder, fakat onu odasının başköşesine bağlamaz. İneğin yeri oda değil, ahırdır.

Öyle de, insan dünyadan istifade eder, para kazanır, mal mülk sahibi olur. Bunlar dünya hayatı için gereklidir, fakat insan bunları vesile olarak bilmeli, gaye yapmamalıdır. İnsan parasını kalbine değil, kasasına koymalı. Keza, sarayını gönlüne değil arsasına kurmalıdır. Zira, kalb Samediyetin âyinesidir, marifet ve muhabbete mahal olmak için yaratılmıştır.

İnsan, Beytullah mesabesindeki kalbine servet, makam, teveccüh-ü nas gibi şeyleri koymamalı ve o kalbin nezahetine halel vermemelidir.

İNSANDAKİ CİHAZATIN KIYMETİ

İnsandaki zahirî ve bâtınî duygulardan her biri dünyadan daha kıymet­tardır. İnsan ne görmesini, ne işitmesini, ne aklını, ne hafızasını ve ne de sevgi, korku gibi herhangi bir hissini dünya saltanatı ile değişmez.

Her biri, dünyadan çok daha kıymettar olan bu cihazatın tamamını, dünyanın cüz’î bir mes’elesine nasıl sarfediyoruz? Yukarıda bahsettiğimiz cihazattan biri olan akıl, Cennetten de kıymetlidir. Akılsız bir kimseyi Cen­nete koysanız ne derece istifade edebilir.

Şu hale göre, her bir cihâzat-ı insaniye, insanın sırf bu dünya için yara­tılmış olmadığına ve onun esas vazifesinin rızâ-i İlâhiye’yi tahsil ve irfan meydanında terakki etmek olduğuna birer şahittir.

AKİBETTEN KORKMAK

Dünyevî âkıbetten korkmak insan fıtratının icabıdır. Bir kimse otobüsle, gemiyle veya uçakla bir menzile müteveccihen seyahat etse, o menzile mutlaka ulaşacağını garanti edemez. Her an bir trafik kazası veya bir fırtına sebepiyle o seyahat sona erebilir ve o insan da ölümü tadabilir.

İşte aynı şekilde, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve nehiylerine riayet etmekle Cennete müteveccihen yol alan bir mü’min de bu yolculuğun Cennetle son bulacağını garanti edemez. Her an mânevî bir musibet veya fırtına, insanı yarı yolda koyabilir. Bu seyahatta da âkıbetimizden daima korkmalı ve Rahîm-ı Zülcemal’in dergâhına iltica ve ondan istimdad etmeliyiz.

ÇEMBERİ YARMAK

İnsan, bir harpte çembere alındığı takdirde hayatı pahasına da olsa o çemberi yarmak zorundadır. Biz de ebedî felâkete atılmak üzere, nefis, şey­tan, günahlar ve isyanlar tarafından kuşatılma durumundayız veya kuşa­tılmış bulunuyoruz. Ne pahasına olursa olsun bu harbi kazanmak ve bu çemberi yarmak mecburiyetindeyiz.

Mehmet Kırkıncı / Nükteler

www.mehmedkirkinci.com

Kainat Ağaçsa, Meyvesi Nedir? Ne İşe Yarar? (M. Kırkıncı’dan Nükteler -2)

MİSAFİR VE DEVESİ

Bir kimse devesine binerek bir zata misafir gitse, gittiği yerde kendisi karşılanıp eve dâvet edilir, devesi ise ahıra alınır. Deve eve giremez. Fa­kat ahırda -sahibinden dolayı- büyük bir ihtimam ve bakım görür. Deveye yapılan bu bakım ve ihtimam da bir cihette misafire yapılmış demektir ve onun ayrıca teşekkürünü mucip olur.

Bizler de bu dünyaya misafir olarak gelmiş bulunuyoruz. Diğer hayva­nat ise bizim devemiz mesabesindedir.

Cenâb-ı Hak, bütün hayvanları bir cihette bizim için bakıp besliyor ve terbiye ediyor. Bu bakım ve terbiyeden dolayı da ayrıca hamd ve şükürde bulunmamız lâzım gelmektedir.

DİL BAŞKA KONUŞMA BAŞKA

Devenin dili bizim dilimizden çok daha büyük olduğu halde konuşamı­yor. Demek ki dil başka, konuşma başkadır. Aynen göz ile görmenin farklı olması gibi. Dilde konuşmayı yaratan ancak Mütekellim-i Ezelî’dir.

Diğer hayvanattan farklı olarak bizim dilimize takılan bu mücevherat ve bize yapılan bu hususî lûtuf, elbette ki müstehcen şarkılar söyleyelim, başkalarına hakaret edelim veya malâyanî sözler konuşalım diye değildir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in de bize neleri konuşmamızı bildirmişse on­ları konuşacak ve neleri konuşmaktan men etmişse dilimizi onlardan uzak tutacağız.

KURDUN YAPTIĞINI YAPMAK

Bir adamın elsiz olduğunu ve bir pazarda her çeşit el satıldığını farzedi­niz. O farazi pazara giden bu adam, insan eli satılan dükkana vardığında bu elin üzerinde yüz ellimilyon lira etiketini ve yanıbaşında kurt eli satılan dükkanda ise kurt elinin üzerinde yüz ellibin lira etiketini müşahade etse, elbetteki ne pahasına olursa olsun insan eline müşteri olacak ve onu satın almak isteyecektir.

Şimdi, bu adam yüz elli bin lirayı ödeyerek insan elini aldıktan sonra, o el ile kurdun elinin yaptığı işi yapsa ne kadar divânelik etmiş olacaktır.

İşte, kendisine takılan bu cihanbaha cihâzat-ı insaniye ile, hayvanatın yaptığı işleri işleyen bir kimsenin ne derece hasarete düştüğünü bu misâlle kıyas ediniz.

KENDİNİ ALDATAN İNSAN

Allah (C.C.) Gafûr-ur Rahîm’dir, deyip ibadetten kaçan ve fısk ve sefâhette yaşayanların Cennet beklemesi, padişahın emirlerine riayet et­meyip, dağlarda şakilik (teröristlik) yapan bir kimsenin, padişahın merhamet sahibi olması dolayısıyla bir gün kendisini vali yapacağını ümit etmesine benzer.

Dünya işlerini takipte, Allah (C.C.) Rezzak-ı Zülcemâl’dir deyip yatma­yan insan, âhirete müteallik işlerde Allah’ın (C.C.) Gafûr ve Rahîm oldu­ğundan bahsederek yatmakla tezada düşmüş oluyor ve kendini aldatıyor.

HAYATIN KIYMETİ VE GAYESİ

Hayatının son dakikalarını yaşadığını bilen bir kimseye, bütün servetini verdiği takdirde ömrünün bir ay daha uzayabileceği söylense, elbette ki hiç tereddüt etmeden bütün servetini verecektir. Demek ki, bir ömür boyu kazanılan servet, bir ay ömre mukabil gelemiyor.

O halde, hayatımızın kıymetini bu misâle göre ölçüp, ona göre değer­lendireceğiz.

Bir günü dünyalara değen ve göz, kulak, dil, akıl gibi küçük bir cihazı dahi kâinatla değişilmeyen insan hayatı, elbette ki ebedî saadetin kazanıl­ması için verilmiştir. Dünyevî işlerimiz ise beşeriyet itibariyle ferdî veya içtimaî hayatımızın devamı için yapmamız gereken birtakım faaliyetlerdir. Bu faaliyetler, hayatın gayesi olamaz.

İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesidir” hakikatı­nın işaretiyle, insanı elma ağacının başındaki bir elmaya teşbih ettiğimizde şu hakikat kendini güneş gibi gösterir: Bu meyve sadece kendini beslemek için yaratılmamıştır ve bu meyvenin ağaç ötesi bir gayesi olacaktır.

Aynı şekilde, kâinat ağacının başında duran insanın da kâinat ötesi bir gayesi olacaktır. Böyle bir insanın yaratılışının gayesi, İman-ı billâh, Mârifetullah, Muhabbetullah ve Cenâb-ı Hakk’a kulluk etmek gibi ulvî maksatlardan başka ne ile izah edilebilir?

Mehmed Kırkıncı / www.mehmedkirkinci.com

İnsan Hangi Pazarda Satılır? (Mehmed Kırkıncı’dan Nükteler – 1)

KAİNAT SARAYI VE İNSAN

Topkapı Sarayı’nı her gün binlerce insan ziyaret etmektedir. Bir tek gün olsun, bu sarayın kapısından içeriye bir devenin girdiği ve boynunu uzata­rak antika eserleri temaşa ettiği görülmemiştir. Zira deve, antika eserlerden anlamaz. Onun anlayacağı şey, Topkapı Sarayı’nın bahçesinde otlamaktır.

Topkapı Sarayı kâinata misaldir. Bu kâinatın develer için yaratılmadı­ğı ve semavât ve arzdaki san’at mu’cizelerinin onların temaşasına takdim edilmediği bedihîdir. Bu saray, insanlar için yapıldığına göre, hakikî insan; bu sarayı temâşa ve tefekkür edebilen, yaptığı temâşa ve tefekkürden te­feyyüz edebilen ve bu tefeyyüzle kemâlatın şahikalarına yükselebilen in­sandır. Yoksa sadece dünyevî maişeti ve zevkleri peşinde koşan insanın, bu kâinat sarayının bahçesinde otlayan develerden pek farkı olmaz.

İNSAN VE PAZARI

Kainatın meyvesi olan insan, ancak Cenâb-ı Hakkın pazarında satılabilir. Ağacın meyvesi en mütekâmil cüz’ olduğundan onun müşterisi, kendisinin aşağısında ve hizmetinde bulunan kök, gövde, dal ve yaprak gibi cüzler olamaz. İnsanı kâinata meyve yapan Allah (C.C.) onu Cennet mukabili satın almak istediğini Kur’ân-ı Kerîm’inde beyan buyurmuştur. Cenâb-ı Hak tarafından alınıp ebedî saadete mazhar edilecek olan insan da, bu şerefe nail olabilmek için, vitrinlerini ona göre süslemeli, düzenlemeli ve temiz tutmalıdır. Şöyle ki:

İnsan tek başına bir fuar gibidir. Hangi bölmesine fikren girip, o kısımla ilgili fennin dürbünüyle temâşa ederseniz, yıllarca orada kalırsınız. İnsanın akıl, kalb, hafıza, beyin, göz, dil, mide ve sair âlet ve duygularının her biri o fuarın bir bölümü hükmündedir. Bunlar içerisinde zahiren basit bir kemik olarak görünen diş için, dişçilik fakültesinin kurulmuş olması ve dişi anlamaya çalışan profesörlerin yetişmesi, insanın ne kadar garip san’atlarla dolu bir fuar olduğunu bir derece ortaya koyar. Burada üzerinde durulması lâzım gelen en mühim nokta, insanın bu fuarı lâyık olduğu tarzda tanzim edip edemediğidir. İnsan fuarının göz vitrinine seyri meşrû manzaralar, Kur’ân-ı Kerîm okuma, ilim meclislerinde bulunma gibi mücevheratlar asılırsa o vitrin güzelleşir ve Hafiz-i Rahîm olan Cenâb-ı Hakk’ın satın almasına vesile olacak bir değer kazanır. Aynı şekilde, akıl vitrini hikmetlerle, faydalı ilimlerle doldurulursa güzelleşir. Bu durumun aksine olarak insan, güzel yüzüne pis çamuru sürerek çirkinleştirmesi misâli, bu azalarını meşrû olmayan fiillerde kullanırsa bu vitrinleri çirkinleştirir. Bu takdirde her bir vitrin bir laşe yuvası halini alır. Böyle bir fuarın müşterisi ancak şeytanlar olacaktır. Loş ve pis odalara kara sineklerin ve eşek arılarının girip çıkmaları gibi, şeytanlar da daima o fuara girip çıkacaklardır.

Bu fuarı temiz tutmak için, teneffüsle bedenimize her zaman oksijen alıp, karbondioksidi dışarıya atmamız misâli, aklımızla da İlâhî ve Rabbanî hakikatları alıp ruh ve kalbimize estirmemiz ve şeytanî fikirleri ve vesveseleri defetmemiz lâzım geliyor. Ancak o zaman Cenâb-ı Hakk’ın Cennet mukabilinde satın alacağı bir değer ve kıymete yükselmiş oluruz.

BAŞ PAZARI

Balina başından sinek başına kadar bütün başların sergilendiğini ta­hayyül etsek, bunlar içerisinde insan başını beğeniriz. Aynı şekilde, bütün eller sergilense, insan elini tercih ederiz. Ruhumuzun üstünlüğü zaten izah gerektirmeyecek açıklıktadır. Böyle en kıymettar cihazlarla techiz edilen insan, bu nimetlerin şükrünü ifa edemezse elbette ki hesabı çok çetin ola­caktır.

ARIYA HÜRMET GÖSTERİLİR Mİ?

Arının yaptığı işi yüzlerce fen adamı yapamadığı halde, odamızdan içe­riye bir arının girmesi halinde ona ne hürmet gösteriyor ve ne de ayağa kalkıyoruz.

Bal yapmak arıyı hayvanlıktan kurtaramadığı gibi, maneviyatı unutarak sadece dünyevî bir meslekte terakki etmek de bir kimsenin insaniyetini tekamül ettirmemektedir.

Madde ile mânâyı, akıl ile kalbi beraber götüren muhterem zatlar bah­simizden hariçtir.

 Mehmed Kırkıncı / www.mehmedkirkinci.com

Namaz Kılmayan “Kalbi Temiz” Göz Doktoru!

1960 ile 1970 yılları arasında Nur derslerimize Bursalı bir göz doktoru devam ediyordu. Hiçbir dersi kaçırmıyor ve her dersi dikkatle dinliyordu. Fakat biz namaz kılmak için kalktığımızda, doktor başka bir odaya geçiyordu. Bu durum bir müddet devam etti.

Yine bir gün, dersten sonra biz namaz kılmak için kalktığımızda, doktor yanımızdan ayrıldı. Ben de arkasından bir kardeşi göndererek, neden bizimle birlikte namaza durmadığını öğrenmesini istedim.

O kardeş, doktorun yanına gitti. Dönünce şunları anlattı:

Hocam, Cenab-ı Hakk bana öyle temiz bir kalp ve öyle güzel bir ahlâk vermiş ki, ben bu halimle namaz kılmaya gerek görmüyorum.

Bazen kadınların göz muayenelerini yapıyorum. Onları muayene ederken kesinlikle kalbime kötü bir şey gelmiyor. Kendi kız kardeşim ile onlar arasında bir fark görmüyorum.

Yeri gelmişken söyleyeyim, beni dünyada en fazla rahatsız eden, kızlarla erkeklerin bir arada okumalarıdır. Bu hal gençlerimizi sefahatin kucağına atacak. Böyle giderse memleketin istikbali hayra alamet değil. Ben Nur Talebelerini iffet ve namus hususunda çok takdir ediyorum. Zaten bu derslere gelmemin sebebi de Nur Talebelerinin bu güzel ahlâkıdır.”

Bunları duyunca ben de bir latife ile söze başladım ve şöyle dedim:

“Sen vaktiyle bana babanın Bursa’da, günde 30 kilo süt veren bir ineğinin olduğunu söylemiştin. Bence o ineğin kalbi senin kalbinden daha temizdir. Sen her ne kadar kötü bir şey yapmıyorsan da, kötü şeyleri biliyorsun. Fakat ineğin kalbi, kötülük diye bir şeyi de bilmiyor. Eğer cennete gitmenin yolu kalp temizliği olsaydı cennete evvela inekler giderdi.”

Bu latifeye birlikte güldük. Sonra ben sözüme devam ettim:

“Cenab-ı Hakk, senin gibi nefsine hakim olan, şuurlu gençlerin adetini çoğaltsın. Senin bu iffetin ve güzel ahlâkın benim üzerimde pek büyük bir tesir bıraktı. Evet iffet insan için en güzel sıfatlardan birisidir. İnsanın şeref ve haysiyetini muhafaza eden ulvî bir haslettir. Güzel seciye ve necip hislerin temeli ve merkezi iffettir.

Nefs-i emmarenin galeyanına hakim olmak her insanın kârı değildir. Nefs-i emmareye hakim olmak büyüklüğün şanıdır. Bu bakımdan seni tebrik ederim. Malumdur ki, iffetli bir insanı başta peygamberler ve evliyalar olmak üzere, dost-düşman herkes sever. Dünyada böyle bir şerefe mazhar olduğu gibi, ahirette de mesud ve mesrur olur. İffetten mahrum olan kimsenin kalp ve ruhunda fazilet namına hiçbir şeyi kalmaz. Hepsi birer birer söner gider.

Bizdeki akıl, kalp, göz, kulak gibi his ve duygular Cenab-ı Hakk’ın bir lütuf ve ihsanıdır. Bu lütuf ve ihsana karşı Cenab-ı Rabbülalemin’e karşı ne derece şükretmemiz gerektiğini bir düşün. İşte bu şükür namaz ile başlar. Cenab-ı Hakk’ın farz buyurduğu emirleri hakkıyla yapmak kulluğun icabıdır. Dinimizde imandan sonra namaz gelir. Namaz ise peygamberler ve evliyalar başta olmak üzere bütün müminlerin şahsına farzdır. Senin kalbin peygamberlerin, evliyaların, asfiyaların kalplerinden daha temiz olamaz. Eğer namaz senin dediğin gibi, kalbi temiz olanlardan sakıt olsaydı: bu zatların hiçbirinin namaz kılmaması gerekirdi.

Bu beş vakit namazda, Cenab-ı Hakk’ın kullarına öyle bir lütfu var ki, Cenab-ı Hak bize “Her gün beş defa huzuruma gelin, dertlerinizi bana anlatın, arzularınızı bildirin. Çünkü ben nihayetsiz nimetlerimin hepsini sizin için hazırlamışım. Siz isteyin, ben vereyim. Düşmanlarınızın şerrinden, nefsinizin şerrinden sizi ancak ben muhafaza ederim.” diyor. Bu yüzden “namaz müminin miracı” hükmündedir. Böyleyken nasıl olur da, namazın yerini başka bir şey doldurur.

Bir padişah seni günde on kere çağırsa büyük bir iftiharla, koşa koşa gidersin. Usanmazsın. Bir padişahın yanına bu şekilde seve seve gittiğin halde, “kalbim temiz” gibi bir bahane ile Cenab-ı Hakk’ın huzuruna gitmemekte nasıl direnebilirsin?!..

Bir valinin ziyaretine bir kere gitsen, seni güzel bir şekilde karşılar ve belki sana ikramda bulunur. Aynı gün ikinci defa ziyarete gitsen, bu sefer ikramı azalır. Üçüncü defa gittiğinde seni yanına belki kabul eder, belki de etmez. Dördüncü gidişinde ise seni muhakkak kovar. Fakat Cenab-ı Hakk, günde beş kere bizi huzuruna davet ediyor. Fazlasını bize bırakıyor, gitmek istersek yine bizi kabul ediyor.

Namaz öyle büyük bir ibadettir ki, onun ulviyetini bizim ilmimiz ihata edemez. Fakat şunu biliyoruz ki, namaz her mümin için bir şevk ve sürur vesilesidir. Kullara bir İlâhî bir hediye, bir fevz ü necattır. Namazın faydaları, hikmet ve bereketleri saymakla bitmez. Kılanların saâdetlerini kat kat ziyadeleştirir. Kalplerde bir cezbe-i lahutî uyandırır. Kalpleri masivadan, günahlardan ve kötü şeylerden uzaklaştırarak , Zat-ı Bari’ye bağlar. Onun feyz-i nuranisi her müminin çehresinde görünür. Namazı, kalp temizliği bahanesiyle terk etmek çok büyük bir cehalet ve gaflettir.”

Bu konuşmanın arkasından kendisine 21. Sözde geçen namaz ile ilgili beş ikazı okudum. Ve doktor namaza başladı.

 Mehmed Kırkıncı / www.mehmedkirkinci.com