Etiket arşivi: mehmed paksu

İsm-i Âzam’ı bilen var mı? İsm-i Azam Nedir?

Yüce Allah’ın ismi yüzlercedir, binlercedir. Kur’an’da yüzlerce vardır. Peygamberimiz Allah’ın 99 ismini bildirir. Cevşenü’l-Kebir, Peygamberimizin özel bir duasıdır ve Allah’a 1000 ismiyle dua eder. Fakat Allah’ın kelamı/kelimeleri sayıya gelmeyecek kadar çok olduğu gibi, isimleri de sonsuzdur, sayısını sadece Allah bilir.

Allah’ın isimleri içindeki en büyük isme İsm-i Âzam denir. Öyleyse İsm-i Âzam hangisidir?

Bu sorunun ilk cevabını Peygamberimizden öğreniyoruz.

“Allah’ın İsm-i Âzam’ı şu iki ayettedir:

1. İlahınız, tek olan ilahtır, ondan başka ilah yoktur, O Rahman ve Rahim’dir. (Bakara, 2:163)

2. Elif Lam Mim. O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur, O Hayy ve Kayyum’dur” (Al-i İmran, 3:1-3)”

Bir adam şöyle dua ediyordu: “Ey Allah’ım! Hamdlerim Sanadır, nimetleri veren Sensin, Senden başka ilah yoktur. Sen semavat ve arzın celal ve ikram sahibi yaratıcısısın, Hayy ve Kayyumsun (kâinatı ayakta tutan hayat sahibisin.) Bu isimlerini şefaatçi yaparak Senden istiyorum!

Bu duayı işiten Peygamberimiz sordu: “Bu adam neyi vesile kılarak dua ediyor, biliyor musunuz?

Allah ve Resulü daha iyi bilir?

Nefsimi kudret elinde tutan Zat’a yemin ederim ki, Allah’a İsm-i Âzam’ı ile dua etti. O İsm-i Âzam ki, onunla dua edilirse Allah icabet eder, onunla istenirse verir.”

Her ismin azamlık mertebesi

Peygamberimiz tek ismi değil de, birkaç ismi birden İsm-i Âzam olarak bildiriyor. Bu açıdan ulema, İsm-i Âzam’ın hangi isim olduğu hususunda kesin bir şey söylemez.

Mesela Bediüzzaman Said Nursî kendisine yöneltilen bir soru üzerine diyor ki: “Mektubunda İsm-i Âzam’ı sual ediyorsun. İsm-i Âzam gizlidir. Ömürde ecel, Ramazan’da Leyle-i Kadir gibi, esmâda İsm-i Âzam’ın gizlenmesinin mühim hikmeti var. Kendi nokta-i nazarımda hakikî İsm-i Âzam gizlidir, havassa (büyük Allah dostlarına) bildirilir. Fakat her ismin de âzamî bir mertebesi var ki, o mertebe İsm-i Âzam hükmüne geçiyor. Evliyaların İsm-i Âzam’ı ayrı ayrı bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali’nin (r.a.) Ercûza namında bir kasidesi Mecmuatü’l-Ahzab’da var. İsm-i Âzam’ı altı isimde zikrediyor. İmam-ı Gazâlî onu Cünnetü’l-Esmâ namındaki risalesinde, Hazret-i Ali’nin zikrettiği ve İsm-i Âzam’ın muhîti olan o altı ismi açıklamış ve hassalarını (özelliklerini) beyan etmiştir. O altı isim de Ferdün, Hayyün, Kayyûmun, Hakemün, Adlün, Kuddûsün’dur.” (Barla Lâhikası,175)

Bu konuya Otuzuncu Lem’ada şöyle bir açıklama getirilir: “İsm-i Âzam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor” dedikten ve Hz. Ali’nin İsm-i Âzam’ı olan altı ismi belirttikten sonra, “İmam-ı Âzam’ın İsm-i Âzam’ı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzam’ın İsm-i Âzam’ı Hayy’dır. Ve İmam-ı Rabbânî’nin İsm-i Âzam’ı Kayyûm ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam görmüşlerdir.”

Yirminci Mektup’ta ise aynı zamanda bir hadis olan “Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh…” Tevhid kelimesinin de bir İsm-i Âzam olduğundan söz eder.

Her ismin bir âzamlık mertebesi vardır. Bütün isimlerin en âzamî (yüce, büyük) mertebesinde Sevgili Peygamberimiz vardır. Ona inen Kur’ân-ı Kerim ise Arş-ı Âzam’dan ve İsm-i Âzam’dan gelmiştir. Öldükten sonra dirilme anlamına gelen haşir ve kıyamet ise İsm-i Âzam’ın ve bazı isimlerin en yüce mertebede mazharı ve tecellisidir.

Allah lafzının kökeni

Allah” lafzı özel isimdir, sadece Allah için söylenir ve Allah’a aittir. Kutsal olarak inanılan ve tapınılan hiçbir puta ve batıl mabuda bu isim verilmez, verilmemiştir.

Mesela, Tanrı, Huda, Rab, İlah birer cins isimdir, bunların Tanrılar, Hudayan, Erbab ve Âlihe gibi çoğulları olur, ama “Allah” lafzı için “Allahlar” gibi bir şey söylenmez ve söylenmemiştir.

Elmalılı Hamdi Yazır “Bismillah”ın tefsirinde “Allah” lafzı üzerinde sayfalar dolusu açıklamalarda bulunur. “Yahudiler ve Hıristiyanlar ’lâha‘ derler, Arap bu lafzı alıp tasarruf ederek ’Allah‘ demişler” naklini yapar.

Bu arada Arapça dil bilginleri arasında çok farklı açıklamaları ve yorumları verir. Daha sonra da başta Râzî olmak üzere meşhur ve muteber tefsir âlimlerinin, “Lâfza-i celal, Allah Teâlâ için bir âlem isimdir, bir başka kelimeden türetilmiş değildir” hükmüne varır ve kendisi de bu kanaatini dile getirir.

Allah’ın zatı bütün isimlerden ve sıfatlardan öncelikli olduğu gibi, ismi de öyledir. “Allah, mabud olduğu için Allah değil, Allah olduğu için Allah’tır” cümlesinde, Allah ibadet edilen bir varlık olduğu için değil de, Allah olduğu için Allah olmuştur, hakikatine parmak basar.

Yani insanlar Allah’ı Mabud olarak, ibadete layık olan tek varlık olarak tanısın tanımasın Allah zatında Mabud’dur; O’na her şey ibadet ve kulluk yapmakla borçludur.

Bu açıdan “Allah” lafzı başka bir dilden alınmış ve türetilmiş değildir; dil açısından ismi de zatı gibi ezeliyet perdesi/peçesi içindedir. Allah’ın kendisi ezeli olduğu gibi ismi de ezelidir. Yani Allah’ın varlığı hiçbir varlığın varlığına muhtaç olmadığı gibi, ismi de öyledir.

“Allah” lafzının Kur’ân inmeden önce de Araplar arasında var olduğu biliniyor ve bu husus bazı âyetlerde belirtiliyor.

Allah lafzı Hazret-i İsmail’den beri bilindiğine ve kullanıldığı gibi, ondan binlerce sene önce yaşamış olan Âd ve Semud kavimlerinde ve ilk peygamberler tarafından da biliniyordu.

Tirmizi’de yer alan ve Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimizin “Allah Teala, Hz. Adem’i (a.s) yarattığı ve ruh üflediği zaman, Adem hapşırdı ve elhamdülillah diyerek, izni ile Teala’ya hamd etti” (Tirmizî, Tefsir, Muavvizateyn, 3365) buyurduğu haber verilir.

Demek ki, Hz. Âdem’in ilk sözü “Elhamdülillah” olduğuna göre, Allah’a hamd henüz cennette iken başlamış oluyor.

Bazı rivayetlerde cennetin kapısında “Lâ ilâhe illallah” cümlesinin yazıldığı yer aldığına göre, Allah lafzı insanlıktan önce de vardı ve mevcuttu.

Yahudilerin ve Hıristiyanların “Allah” lafzını kullanmamalarının temelinde, onların birinci derecede tevhid inancından uzak düşmeleri; birisinin Allah’ı kendi milletlerinin özel bir mabudu olarak görmeleri, diğerinin de teslis/üçlü ilah inancına düşmeleri gibi etkenler sebep olmuştur.

Zaman içinde Tevrat ve İncil diğer dinlere tercüme edildiği, tarihî seyri itibariyle bir hayli tahrifat ve değiştirmelere tabi tutulunca “Allah” lafzı da bu arada ihmal edilmiş ve unutulmuş olsa gerektir.

“Tanrı” demek doğru mu?

Türkler Müslüman olmadan önce “tengri” dedikleri bir güce inanıyorlardı. Bu kelime “gökyüzü” anlamına da geldiği için yaratıcıyı gökte farz ederek bazen göktanrı dedikleri de olmuştur. İslam’ı kabul ettikten sonra da Tanrı kelimesini kullanmaya devam ettiler. Bugün bile mesela, “Tanrı misafiri” denir de, “Allah misafiri” denmez. Mehmed Âkif bu ifadeyi “Demek almayacak Tanrı selamını bile” mısraında kullanır.

Türkçe olarak yazılmış eski dinî kitaplara ve manzum eserlere baktığımızda Allah’tan bahsederken İlâh, Rab, Hüdâ, Yezdan gibi Arapça ve Farsça isimlerin Türkçe Tengri (Tanrı) karşılığında kullanıldığını görürüz. Mesela bir ahlak ve nasihat kitabı olan Yusuf Has Hacib’in kaleme aldığı Kutadgu Bilig’de Allah kelimesi geçmekle beraber, bazen “Tengri Teâlâ” olarak da geçer.

Bununla birlikte “Tanrı” kelimesi “Allah” kavramını tam olarak karşılamaktan uzaktır. Çünkü tam yerini tutamaz. Günümüzde de, özellikle diğer batıl dinlerde kutsallık izafe edilerek çeşitli görevler yüklenen putlara Tanrı denirken, hiçbirisi için “Allah” lafzı kullanılmaz ve kullanılamaz. Dinler Tarihi araştırmacısı olan Hikmet Tanyu, “İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı” isimli kitabında, “Allah karşılığında Tanrı kelimesi kullanılabilir, fakat her Tanrı, Allah değildir” derken, farklı bir yoruma yer verir.

Elmalılı Hamdi Yazır ise konuyu derinlemesine incelerken şu tespitlerde bulunur: “Batıl mabudlara, ‘Tanrı’ cins isim olarak verilir. Müşrikler birçok Tanrılara taparlardı. ‘Falanların Tanrıları şöyle, falanlarınki şöyledir’ denilir. Demek ki ‘Tanrı’ bir cins isim olarak ‘Allah’ özel isminin eşanlamlısı değildir. Bu açıdan Allah ismi Tanrı adı ile tercüme olunamaz. Bunun içindir ki, Süleyman Efendi Mevlidine ‘Allah adıyla’ başlamış ‘Tanrı adı’ dememiştir.” (Hak Dini Kur’an Dili, 1:24)

Tanrı olsa olsa “İlah” karşılığıdır. Bunun için Süleyman Çelebi Mevlid’inde, “Birdir Allah, andan artık Tanrı yok” diyerek “Tanrı” kelimesini İlah karşılığında kullanırken, Hasan Basri Çantay, “Lâ ilâhe illallah” cümlesini “Allah’tan başka Tanrı yoktur” şeklinde tercüme ederek aynı şekilde Tanrı kelimesini İlah karşılığında kullanmıştır.

Mehmed Paksu

Moral Dünyası Dergisi

NurNet Ekibi Notu: İsmi-i Azam Duası için tıklayınız!

Faiz, Allah ve Resulüne savaş açmaktır!

Faizci Allah ve Resulüne nasıl savaş açar?

Allah faizi yasaklamış, yanaşılmamasını istemiş, inanan insanların uzak kalmasını emretmiştir. Bu konuda Bakara Suresi’nin 75, 76, 77 ve 79. ayetleri o kadar açıktır ki, hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmıyor.

İlk ayet, faizli iş yapmanın, önümüzdeki kabir hayatına nasıl yansıdığını anlatıyor. Sebebinin de alışverişle faizin karıştırılmasına bağlıyor: “Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kimsenin kalkışı gibi kabirlerinden kalkarlar. Bu, onların, ‘alışveriş de faiz gibidir’ demeleri yüzündendir. Oysa Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır.”

Faizli para, banka kredisi ilk anda her ne kadar “tatlı” gözükse de, uğursuz ve bereketsiz bir paradır. İnsanın huzurunu kaçırır, şevkini, heyecanını bitirir. Sürekli ödeme stresini yaşattığı için hayatın tadını tuzunu kaçırtır. Zaten faizli parayı Allah mahvediyor. “Allah faizi mahveder, sadakaları bereketlendirir. Çünkü Allah nankörlükte ve günahta azıtanların hiçbirini sevmez.”

Böyle faizli bir işe inanmış insanın girmemesi emrediliyor. Faize “Allah korkusu” az olanların yanaştığı hatırlatılıyor ve kesin olarak terk edilmesi isteniyor. “Ey iman ederler! Eğer inanmış kimselerseniz, Allah’tan korkun ve faizin geri kalanını terk edin.

Bir diğer ayette faizde ısrar edenlerin baştan kaybedecekleri bir savaşa giriştikleri uyarısını yapılıyor. Öyle ki, Allah ve Resulüne cephe alıp düşman gördüğü bildiriliyor: “Bunu yapmazsanız, Allah ve Resulü ile savaş halinde olduğunuzu bilin.

Mesele her şeyden önce bir iman meselesidir. İnsanın imanıyla ciddi bir sınava girmesidir. “Şeytan çarpması”, “Allah’ın faizi mahvetmesi”, “Allah ve Resulüyle savaş açılması” gibi ifadeler, olayın ne kadar dehşetli olduğunu anlatıyor.

Demek ki, faize bulaşan bir mü’min bütün bu tehditleri göz ardı ediyor, dikkate almıyor, bile bile kendisini tehlikeye atıyor. Öyle bir tehlike ve bela ki, kişinin hem dünyasını sıkıntıya sürüklüyor, hem de ahiretini karartıyor.

Çare, harama girmemek, helal dairede kalmaktır. Ya faizsiz bir yola girmek, faizsiz bankalarla iş yapmak veya iş değiştirmek yahut güvenilir bir ortak bulmaktır.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ve İslam âlimlerine göre faiz

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bir hadislerinde “Menfaat sağlayan her borç faizdir” (Feyzü’l-Kadir, 5:27. Hadis No: 6336) buyururlar. Bu da, alacaklının borç verirken, bir süre sonra ne kadar fazla isteyeceğini önceden şart koşması anlamına geliyor.

Peygamberimizin sahabileri bu noktaya titiz davranırlardı.

Hz. Ömer, Ubey bin Ka’b’a bir miktar borç vermişti. Hz. Ubey, borcunu ödemekten ayrı olarak, bir hurmalığını da hediye etmek istedi. Fakat Hz. Ömer bunu kabul etmedi Hz. Ubey, hediye ettiği bu hurmalığın borçla alakası olmadığını ve sadece Allah rızası için vermek istediğini bildirince, bu sefer Hz. Ömer kabul etti.

Yukarıdaki hadis-i şeriften anlaşıldığı üzere, borç verirken bir menfaat sağlamayı şart koşmak faize girer. Şayet böyle bir şart koşulmazsa, borçlunun borcunu öderken fazla vermesinde veya en iyisini vermesinde bir sakınca yoktur. Çünkü bu kimse borcunu en iyi şekilde ödemiş ve iyiliğe karşı iyilik yapmıştır. “İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?” (Rahman Suresi, 60.) ayetinde belirtildiği gibi, meselenin bu yönü özellikle borçluyu ilgilendirir. Borçlu bunu düşünecek, alacaklının zararını giderecektir. Alacaklının bunu veya buna benzer bir hediyeyi kabul etmesinde zarar yoktur.

Aynı şekilde alacaklı, borçlunun davetine de gidebilir.

Paranın tedavülden kalkması veya değer kaybetmesi halinde nasıl hareket edileceği hususunda da Hanefî imamları arasında farklı görüşler vardır. İmam-ı Âzam, “Alınan borcun sayı olarak aynı miktarı verilmelidir. Paranın değeri ister yükselsin, isterse düşsün, borçlu aldığı paranın mislini verir. Yüz lira borç aldıysa, yüz lira ödeyecektir” der.

İmam Muhammed ile İmam Ebu Yusuf ise, “Borçlu aldığı borcun mislini vermez, ödeme esnasındaki kıymetini, değerini verir” derler. Fetvanın da bu şekilde verildiği bildirilir. (İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar, 4: 174; Kasanî, Bedayiü’s-Sanayi’, 7: 394)

Buna göre, birisine, bir seneliğine 20 bin lira borç veren kimse, aradan bir sene de geçmiş olsa, yine bu miktar alacağının olduğunu bilmelidir.

Fakat ödeme esnasında borçlu, yıllık enflasyon oranını düşünerek ona göre fazlalık verirse bu yanlış olmaz.

Aldığı borcun gerçek değerini vereceğinden İmameyn’in görüşüne göre hareket etmiş sayılır. Ayrıca alacaklının hakkını üzerinde bırakmamış olur.

Bu meselede önemli olan nokta, fazlalığın baştan şart koşulmamasıdır. Yoksa borçlu, alacaklıyı düşünerek zararını telafi edebilir.

Bu meselede şöyle bir yol daha tercih edilebilir. Ki bu yöntem, güvenilir ve selametli bir yöntemdir.

Borç verilirken sabit değerli şeyler kullanılabilir. Böylece paranın değer kaybı önlenmiş olur, faiz korkusu da ortadan kalkar.

Buna göre, borç alınıp verilirken ya döviz alınıp verilir ya da altın alınıp verilir. İsteyenler sabit değeri olan başka ticarî malları da kullanabilir. Onlar da alınıp verilebilir.

Bunların dışında, baştan istenecek bir fazlalık faize gider. Soruda bahsedildiği gibi, bir sene sonra fazlası ödenmek şartıyla verilen borç da, pek tabii doğrudan faiz olacaktır.

Bununla birlikte Müslümanlar, “karz-ı hasen” kurumunu yaşatmak için ellerinden geleni yapmalıdırlar. Ancak enflasyonun yükseldiği zamanlarda borç veren kimselerin, mağdur olmaması için sabit değerler üzerinden borç vermeleri daha uygun olur.

Faiz almak zorunda kalınmışsa…

İhtiyaçtan fazla elde bulunan Türk lirasının değerini düşürmemek için pek çok meşru ve İslam’ın da kabul ettiği yollar vardır. Bakara Suresi’nin 275. ayetinde “Allah alışverişi helal, faizi ise haram kıldı” buyurulurken, aslında sermayenin nasıl değerlendirileceğine de işaret ediliyor.

Bu yollardan birisi müspet ve helaldir, diğeriyse zararlı ve haram. Müspet ve doğru olan ticarettir, yani alışveriştir. Kur’an’ın yasakladığı kazanç yolu ise faizdir.

Meşru çerçevede sermaye, ticaret ve alışveriş yoluyla korunup arttırılabilir. Faizse alışveriş değildir. Zaten bu ayet, müşriklerin “Faiz de alışveriştir” şeklindeki iddialarına bir cevaptır. Böylece faiz kanalıyla ceplerini dolduranların meşru işlerden çıktıkları anlaşılıyor.

Demek ki bu para da zulme, haksızlığa, hırsa ve tembelliğe dayanan “uğursuz” bir paradır. İlahî fermanla bu yol kapatılıyor. Müslümanların o yola girmemeleri emrediliyor

Bugün meşru ve gayrimeşru kavramlarını hayatına geçiren inançlı insanlar da rahatlıkla sermayelerini arttırabiliyorlar. Bu arttırma işlemi sanayi ve tarım yoluyla mümkün olduğu gibi, ticaretle de mümkündür.

Şayet şahsın kendisi ticaretten anlıyor, bu işi bizzat çevirebiliyorsa, bunu bizzat kendisi yapar. Sermayesini bir ticaret eşyasına bağlar, onun alım-satımını yapar. Böylece hem kendi geçimini temin eder, hem kâr sağlayarak durumunu geliştirir. Ayrıca bu yolla ekonomiye katkıda bulunarak manevî bir kazanç yolunu açmış olur.

Fakat ticarî hayatı fazla bilmiyor, tek başına yapabileceğine de kanaat getiremiyorsa farklı yollara başvurabilir. Güvendiği, tecrübesine inandığı bir tüccara veya şirkete birikimlerini götürür, verir. Elde edilecek kâra da, zarara da ortak olur. Bu iki yolla elindeki parasını hem kendinin, hem de milletin yararına kullanmış sayılır.

Parasını alışveriş yoluyla değerlendiremeyenlerse, paralarının değerini koruyabilmek için şu yollara başvurabilirler:

Bugün artık faize ciddi bir alternatif vardır. Faizsiz birer banka olarak çalışan katılım bankaları, hiçbir biçimde faize bulaşmadan mevduat sahiplerini koruyor, kâra ve zarar ortak ediyor. Bu bankalar işlemlerini İslam ticaret hukuku esaslarına göre yürüttükleri için gün geçtikçe ekonomik alanda gelişme gösteriyorlar.

Bu arada birikimlerini korumak isteyenler, altına yatırım yapabilirler. Yani yatırımcı, mevcut parasıyla altın alır. “Pasif” bir şekilde, yani durduğu yerde hem kazanç sağlar, hem de sermayesini korumuş olur.

Fakat ticarette kullanmak mümkünse, ticarette değerlendirmek daha doğru olacaktır. Gerçi kişinin, servetini bu şekilde kullanması kendi tercihidir. Ancak “pasif duruşta” millî ekonomiye doğrudan bir katkı sağlanmadığı için en son olarak bu çareye başvurmak gerekir.

Daha bunlardan başka çok çeşitli şekillerde de sermayeler değerlendirilebilir. Meşru ve helal dairede kalmak şartıyla çeşitli seçeneklerden her birisi kullanılabilir.

Ancak bu yollardan birisini deneyip de, diğer imkânlara bakmadan pes etmek yanlıştır. Hele hele faizi “kurtarıcı” olarak görmek hiçbir şekilde makul görülemez.

Çünkü Kur’an meşru ve helal bir şekilde yaşamanın yollarını göstermiş ve öğretmiştir. Keyfî sebeplerle harama girmeye gerek yoktur. Bu nedenle faize açılan kapılara aralamaya İslam hiçbir şekilde müsaade etmiyor.

Faize karşı alternatif çözüm: Katılım bankaları

Ülkemizde kısa bir süre öncesine kadar ekonominin temeli faiz üzerine kurulduğu için esnaf, sanayici, işletmeci ve ticaret erbabı çalışma alanını geliştirmek ve genişletmek için, vatandaşlar da ev/araba ihtiyaçlarını karşılamak için krediye başvurmaktan başka bir çare göremiyorlardı.

Ancak ilki yirmi beş sene önce kurulan, mevcut pazar payı gitgide artan “finans kurumları”, şimdiki adıyla “katılım bankaları” alternatif bir çözüm olarak karşımızda duruyor.

Yirmi beş sene önce adı bile anılmazken, Türkiye’de böyle ku­rumların açılması imkânsız gibi görünürken, o kadar krizlere ve engellemelere rağmen katılım bankaları şimdiler­de önemli bir yere gelmiş görünüyor.

Bu kurumlar artık rüştlerini ispat etmiş durumdalar. “Finans piyasasında biz de varız” diyorlar. Geçtiğimiz yıllarda kötü bir örnek yaşanmış olsa da, prensiplerinden taviz vermeden ayakta kalmayı başardılar.

Devlet, içi boşaltılan bankaların borçlarını ödediği halde, finans kurumları böyle bir destekten de mahrum kaldılar. Ama en azından ortadan silinmediler, son yıllarda ciddi atağa geçtiler. Hisselerini arttırarak, ortaklıklar kurarak ve kendilerini yenileyerek müşterilerinin karşılarına çıktılar.

Bu adımlar önemli, önemi kadar da sahip çıkılması gereken ciddi teşebbüsler.

Faize karşı alternatif bir çözüm olarak öne çıkan, faize karışmadan ve bulaşmadan ekonomiye destek veren, parası olanın parasını değerlendiren, yatırımcıya da destek sağlayan, tecrübe kazandıkça da emin adımlarla mesafe alan bu kurumlara sahip çıkılırsa, gelişeceklerdir.

Türkiye’nin uzman ve ciddi İslam hukukçularının gözetim ve kontrolü altında hizmet vermeye çalışırken, karşılaştıkları problemleri, yeni yeni ortaya çıkan tıkanıklıkları ken­di kalıcı ölçüleri çerçevesinde çözmeye çalışan bu “faizsiz” kurumlar, faizle mücadeleye göze alanları ve bu mücadeleyi aynı zamanda inançlarının bir gereği olarak görenleri, kendi yanlarında görmek istiyorlar. İstemeleri de hakları zaten.

Çalışmalarıyla ortak olarak şu mesajları veriyorlar:

“Siz değil miydiniz, faizden kurtulmak isteyenler?

Siz değil miydiniz, faize kaşı savaş açanlar?

Siz değil miydiniz, faizsiz çözüm arayanlar?

İşte size fırsatlar sunuyoruz.”

Bu arada faize dönüp bakmayan bu kurumların eksikleri, noksanları, yapabildikleri, yapamadıkları, üstesinden geldikleri gelemedikleri, imkânları imkânsızları yok mudur? Mutlaka vardır.

Ancak bu iş, bir el ve gönül birliği, bir inanç ve ideal birliği açısından değerlendirilirse ve bu bakışla kucaklanırsa başarıya ulaşacaktır.

Herhalde helal lokma kadar tatlı ve lezzetli bir kazanç yoktur.

Mehmed Paksu / Moral Dünyası Dergisi

Kur’an Kıssalarında “Aile” Örnekleri

İnsanlık “ilk baba” ile adım atmış hayata. O da cennette. Allah, evvela “Âdem Baba”yı yaratmış insan olarak; ondan da eşi Havva Anamızı…

Cennet çile, ıstırap, dert yeri değil, ama “Âdem Baba”nın çilesi cennette başlamış. İşe şeytan karışınca “yasak meyveden” yiyivermiş. Asıl vatanından gurbete çıkmışlar. Dünyaya gel­mişler. Yıllarca tek başlarına dolaşmışlar yeryüzünde. Kendisi dünyanın bir köşesinde, eşi dünyanın öbür köşesinde. Sonunda Arafat’ta buluşmuşlar. İlk çocukları Habil ile Kabil, “bir kız yüzünden” birbirine düşmüşler, Kabil Habil’i öldürmüş.

Garip bir tecelli. Düşünebiliyor musunuz, Peygamber ba­ba­nın, ilk iki çocuğundan birisi katil, diğeri maktul oluyor. Kur’an bu olayı anlatırken, Kabil’in öldürdüğü kardeşini nasıl defnedeceğini bilemediğini, defin işlemini bir kargadan öğrendiğini anlatıyor.

“Âdem Baba”nın çilesi bin küsur sene sürmüş. Cennette ya­ratılmış, sonra dünyaya gönderilmiş. Cennete her şey önün­de, bolca, sonsuz bir şekilde bulunurken, burada çiftçilik yaparak rızkını temin ediyor.

Kur’an bu kıssayı, herhalde çoluk çocuğunun geçimini temin etmek için gece gündüz ter döken, çocuklarıyla imtihan olan veya müreffeh bir hayat içindeyken sonradan feleğin çarkları içinde kıvranan babalara bir örnek olması için su­nuyor. Hiçbir baba “Âdem Baba” kadar zorluk yaşamamıştır, yaşayamaz da zaten…

Oğlu tarafından reddedilen baba

İkinci “baba peygamber” Nuh Aleyhisselam. Tufan öncesi Hz. Nuh gemiyi inşa etti. Kendisine inananlar gemiye bindi. İnanmayıp gemiye binmeyenler arasında hanımı ile oğlu Ke­nan vardı. Gemi, dev dalgalar arasında seyre başladı, fakat Ke­nan gemiye yanaşmıyordu. Baba şefkati dile gel­di: “Oğulcağızım, gel bizimle birlikte gemiye bin, kâfirlerden olma” diye yalvarıp yakardıysa da, oğul oralı olmadı.

Kenan düşman safında yer almasına, Allah’a âsi olmasına, babasını tanımamasına rağmen, Hz. Nuh yine nezaket ve şefkati ihmal etmedi, “Yavrum, oğulcağızım, evladım” an­lamında “Yâ büneyye!” diyerek sürekli ona elini uzattı.

Kenan bütün teklifleri reddetti. Ama “Nuh Baba”, müşfik halini Rabbine arz etmekten geri durmadı, “Rabbim, oğlum benim ailemdendir” dediyse de, Yüce Allah, “Ey Nuh, o senin ailenden değildir. O kötü bir iş yaptı” buyurarak hükmünü verdi. Çünkü din bağı, kan bağının önüne geçiyordu. Verilen hükme boyun eğdi, Rabbinden bağışlanmasını diledi.

Evladı ve babasıyla imtihan yaşayan baba

“Ulü’l-azm” peygamberlerin başında yer alan, Rabbinden “peygamber evlat” istediği için yüzlerce peygamberin atası ve babası olan İbrahim Aleyhisselam baba-evlat, evlat-ba­ba ilişkisinde mükemmel bir örnek ve müstesna bir önderdir.

Hz. İbrahim’in eşleri ve çocukları uğrunda çekmediği çile, görmediği eza kalmamıştı. O gerçek bir babaydı. Allah’­tan salih bir evlat istedi, Cenab-ı Hak da kendisine ileri yaş­larında “yumuşak huylu bir oğul müjdesi verdi.” Fakat onu da kurban etme emri aldı. Konuyu anneden önce oğluna açtı: “Oğulcuğum, rüyamda seni kurban ederken gördüm. Buna ne dersin?” Hayatının baharında bulunan “salih oğul”, “Baba­­cığım, sana emredileni yap!” sözleriyle tevekkü­­lünü dile getirdi.

Baba “alttan” alıyor, “oğulcuğum” diyor, evlat boyun eği­yor, “babacığım” karşılığını veriyordu. Edebin, inceliğin ve saygının kelimelere dökülüşü mest ediyor insanı…

Acaba hangi baba, biricik oğlunu kurban etme emrini alacak olsa, tereddütsüz eline bıçağı alır, hangi evlat babasının “seni kurban edeceğim” teklifine boynunu uzatır. İşte öyle babaya böyle bir oğul, böyle bir oğla da öyle bir baba…

İbrahim Aleyhisselamın evladıyla sınavı olduğu gibi, baba­sıyla da sınavı vardır. Kendisi “tevhit” sembolü bir peygam­ber, babası da Nemrud’un putçusu bir putperest. Sert, tavizsiz, kaba kuvvetten başka bir şey tanımayan bir adam.

Her seferinde eline ayağına düşerek, peşpeşe “Yâ ebeti” yani, “Babacığım, babacığım, ne olursun!” diye yalvar yakar babasını tevhide davet ederken, baba olanca hıncıyla, “İbra­him, yoksa sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer bundan vazgeçmezsen seni taşlarım” tehditlerini savuruyordu.

Ama oğul İbrahim, “Sana selam olsun” diyor, görevine de­v­am ediyordu: “Senin için Rabbimden af diliyorum.” Ancak Cenab-ı Hak af dileğini kabul etmedi. Babasının Allah düş­manı olduğunu Rabbinden öğrenince o da ısrarından vazgeçti. Kulluk, evlatlığın önüne geçmiş, iman isyana galip gelmişti.

Gözlerini yitiren baba

Hz. İbrahim’in torunu ulu bir peygamber var. Gözü yaşlı, kalbi hüzünlü, iliklerine kadar evlat acısını çekmiş, hasret ateşine yanmış, “Yusuf! Yusuf!” diye bağrına taş basmış, ama derdini Allah’tan başka kimseye açmamış baba-evlat gü­zellemesini bütün incelikleriyle yaşamış bir insan: Yakub Aleyhisselam.

Bir rüya ile başlar “Yusuf’un macerası”, “Babacığım, ben rüyamda gördüm ki,” cümlesiyle başlar ve “Babacığım, işte bu rüyamın yorumudur” sözleriyle biter.

Kenan illerinde yaşayan “Baba Yakub” oğlunun kardeşleri yüzünden kayboluşunun ardından ıstırabından gözlerini kay­­beder. Ta Mısır’da ortaya çıkan Yusuf da, kardeşlerine, “Şu gömleğimi götürün, babamın yüzüne sürün de gözleri açılsın” diyerek gömleğini gönderir. Daha gömlek şehre ulaş­ma­dan, “Ben Yusuf’un kokusunu alıyorum” sözleriyle ba­ba­lı­ğın zirvesini yaşayan Hz. Yakub, gömleği yüzüne sürer sürmez gözlerinin içi parlar.

Yusuf’u kuyuya atarak ortadan kaldırdıklarını sanan ve babalarına dünyanın her türlü çilesini çektiren “Yusuf’unu kardeşleri”, babalarından özür dileyerek aflarını isterler. Çocuklarının bütün isyanlarını, tersliklerini ve huysuzluklarını anlayışla karşılayan “Yakub Baba”, “Sizin için Rabbimden af dileyeceğim” diyerek baba büyüklüğünü gösterir ve hepsini bağışlar.

Babalar ve kızları

“Babalar ve oğulları” olur da, “babalar ve kızları” olmaz mı? Kur’an bize bu konudaki örnekleri de verir. Kur’an zaten en çarpıcı insan örneklerini peygamberlerin şahsında anlatır.

Şuayb Aleyhisselamın hiç oğlu yoktu. Sadece iki kızı vardı. Koyunları onlar güder, onlar sular, onlar sağardı.

Birgün Şuayb Peygamber’in kızlarını kuyu başında melül, mahzun, çekingen ve korkak bir şekilde gören, haksızlığa hiç tahammülü olmayan mert bir delikanlı görür. Yolu Medyen’e kadar uzamıştır. Hak hukuk tanımayan çobanlar tarafından sarılan kuyuya yanaşır, bu iki kızın koyunlarını sulayarak yar­dım eder. Kızlara, “Niçin böyle yapıyorsunuz?” diye sorar. Kızlar da, “Çobanlar çekilmeden biz hayvan­larımızı sulamayız, babamız ise çok yaşlı birisi” derler

Kızlar eve döner, az sonra kızın birisi mahcup adımlarla gelir, “Babam seni çağırıyor. Hayvanları sulamanın ücretini vermek istiyor” der. Delikanlıyı babasıyla tanıştırır, kalbi deli­kanlıya yönelmiştir zaten. Kız, bir teklif sunar babasına:

“Babacığım” der, “Onu ücretli olarak tut, tutacağın adam­ların en iyisi, bu güçlü, güvenilir kimsedir.”

Delikanlı, karşısında Hz. Şuayb’i görür görmez, aradığını bulmanın sevincini yaşar. Kızının teklifini makul karşılayan Hz. Şuayb, on yıl çobanlık yapma karşılığında kızlarından birisini kendisiyle nikâhlamaya söz verir. O da kabul eder.

Bu delikanlı, geleceğin Musa’sıdır. On senelik bir “çobanlık”­tan ve bir peygamberin dizi dibinde geçen eğitimden son­ra Hz. Şuayb’ın damadı olur ve ardından da “Peygamber­lik Musa’ya yakışır” lütfuna mazhar olur.

Hz. Şuayb’ın kızı, babasına hizmetinin ve iffetli hayatının karşılığını koca bir peygambere eş olarak alır.

Namus sınavı yaşayan baba peygamber

Bir “baba peygamber” daha var ki, çilekeş mi çilekeş, dertli mi dertli. Bir baba ancak bu kadar zor durumda kalır.

Sodom ve Gomore halkı eşcinsel bir sapkınlık içindedir. Ka­dınları bırakmışlar, erkeklere yönelmişlerdi. Yoldan geçen genç birisini görür görmez, peşine takılırlar, ondan vazgeçmezlerdi. Artık iş iyice ayyuka çıkmıştı. Bıçak kemiğe dayan­mıştı. Belalarını arıyorlardı. O sırada Cenab-ı Hak o şehre iki yakışıklı delikanlı kılığında Hz. Cebrail ile Mikail’i gönderdi. Bu iki melek Hz. Lut’a misafir oldular. Hz. Lut’un evine iki civanın girdiğini haber alan halk kapının önüne yığıldılar. Hz. Lut’tan misafirleri kendilerine teslim etmesini istediler.

Hz. Lut, o kadar zor durumda kaldı ki, ne yapacağını, ne edeceğini bilemez duruma geldi. Çaresiz kalmıştı. Misafirleri teslim etmesi mümkün değildi. Teslim etmese de, kapıda bekleşen gözü dönmüşleri susturamıyordu.

Sonunda gücü kendine ve ailesine yetti. Onlara kendi kız­larını teklif etti: “Ey kavmim, işte kızlarım. Onlar sizin için daha temizdir. Allah’tan korkun, beni misafirlerime rezil etmeyin” dedi. Bu sözleriyle kızlarını onlara nikahlamak istemiş­ti, yahut onların verecekleri cevabı bildiği için böyle konuşmuştu. Zaten bu söze hiç kulak asmadılar. “Sen de biliyorsun ki, senin kızlarınla bizim bir işimiz yok” karşılığını verdiler.

Misafirler Hz. Lut’u daha fazla zor durumda bırakmamak için kimliklerini açıkladılar ve bu azgın kavmin beldesinin altını üstüne getirdiler.

İffet ve namus imtihanı ile karşı karşıya kalan babalar için Lut Aleyhisselamın bu durumu çok ibretlidir.

“Cennet Güzeli”nin Babası

Ama bir baba var ki, gerçek “kız babası” odur. Kur’an “Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirisinin babası değil­dir” diyerek onun sadece Fatıma gibi bir “Cennet Güzeli”nin babası olduğunu ima eder. Yeryüzünde iki “Âl” (aile) vardır: Birisi “İbrahim’in âl”i, diğeri de “Muhammed’in (a.s.m.) âl”i. Zaten onlara her namazda dua ediyoruz.

Onun hayatını adımız gibi bilmemiz gerektiğinden o güzel babayı sizin havsalanıza havale ediyorum.

(Bahsedilen hadiseler Kur’an’ın birçok suresinde geçtiği için tek tek sure ve ayet numaralarını vermeye ihtiyaç duymadık.)

Mehmed Paksu / Moral Dünyası Dergisi

Bu canlı kardeşliğe o kadar muhtacız ki!…

Barışa, kardeşliğe, birliğe, dirliğe ve beraberliğe iyice susadığımız ve bu değerlere ciddi bir gayretle kapı araladığımız şu günlerde yaşanmış örneklere o kadar çok ihtiyacımız var ki, ekmeğe, suya ve havaya olan ihtiyacımız kadar…

Bu konuda en güzel örnek; belki de tek örnek Peygamberimizin (a.s.m.) yetiştirdiği altın nesil sahabilerdir.

İslam öncesi cehalette ve zulümde en uçta olan, şefkat ve merhamet gibi duygulardan tamamıyla uzaklaşmış, canavara dönmüş, vahşi ve bağnaz bir toplumdan; imanda, ibadette, infakta, cihatta, ihlasta, îsarda ve kardeşlikte, şefkat ve merhamette eşi benzeri olmayan tablolar oluşturmuşlar, kıyamete kadar gelecek insanlara muhteşem örnek ve şaşmaz misal olmuşlardır.

Sahabe, hayatını Kur’an’a göre belirler, Kur’an’a göre düzenler ve Kur’an’a göre ayarlar.

Kardeşlik” mi dersiniz, muhabbet, fedakârlık ve vefadan, fazilet ve incelikten mi söz edersiniz; bütün bunları anlamak, nasıl yaşandığını görmek için Sahabe hayatına bakmak gerekir.

Sahabe denince hemen akla Ensar ve Muhacir gibi iki zirve gelir.

Birer Kur’an terimi olan Ensar ve Muhacir (Tevbe Suresi, 100) neslinin en öne çıkan özelliği siyer diliyle “muâhat”, yani kardeşliktir.

Kur’an, Haşir Suresi, 9. ayette bu kardeşliği tanımlarken aynı zamanda sahabeyi de vasfeder:

Daha önce Medine’yi yurt edinmiş ve imanı kalplerinde yerleştirmiş olanlara gelince, onlar, kendi yurtlarına hicret eden din kardeşlerini severler, onlara verilen şeyden dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ihtiraslarından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.”

Nasıl bir kardeşlik?

Nasıl bir kardeşliktir bu anlatılan, nasıl başlamıştır, nasıl gerçekleşmiş ve neler yaşanmıştır?

Malını mülkünü, işini gücünü, evini barkını, eşini çocuğunu, akrabasını çevresini, sosyal statüsünü tereddütsüz terk edip Allah Resulü’nün yanında ve yakınında yer almak için, İslam’ı daha rahat yaşamak ve muhtaç gönüllere ulaştırmak maksadıyla yola çıkıp Medine’ye hicret eden Muhacirler; farklı iklimi, ağır hayat şartları ve birçok zorlukları göze alarak yeni bir beldeye yerleşmişlerdi.

Bu insanlar içinde makam mevki sahibi, iş ve ticaret erbabı Müslümanlar olduğu gibi, fakir ve sahipsiz kişilerle birlikte köleler de vardı.

Medine’de ise, daha bir-iki yıl gibi kısa süre içinde İslam’a girmiş, Medineli yerli halk yaşıyordu. Mekke’den göç edip gelen Müslüman kardeşlerine kol kanat geren, çok yakından ilgilenen ve olması gereken her türlü yardımı esirgemeyen Ensar adıyla bilinen “yardımsever” bir ekip bulunuyordu.

Hicretten beş ay sonra bir gün Peygamberimiz (a.s.m.) Medineli Ensar Müslümanlarla Mekke’den gelen Muhacir Müslümanları topladı. 45 kişilik Muhacirle 45 kadar Ensar arasında fiilî ve çok canlı bir kardeşlik tesis etti.

Bu insanlar arasında daha önceden kan bağı ve akrabalık gibi bir yakınlık yoktu. Onları kardeş yapan tek ölçü ve tek bağ imandı; aynı Allah’a iman etmek, aynı Peygambere sahabe/arkadaş olmaktı.

Efendimizin kurduğu bu kardeşlik güzellemesi sıradan ve rastgele, aceleye getirilmiş bir iş değildi. Her iki tarafın da zevk ve mizaçlarını, hissiyat ve durumlarını dikkate alarak birbirlerine en uygun olanları kardeş yapıyordu.

Mesela, Hazret-i Ebu Bekir’i Hârice bin Zeyd ile, Hazret-i Ömer’i Utban bin Mâlik ile, Ebû Ubeyde’yi Sa’d bin Muâz ile, Hazret-i Osman’ı Evs bin Sâbit ile, Hazret-i Bilâl’i Abdullah bin Abdurrahman ile, Hazret-i Selmân’ı Ebu’d-Derdâ ile, Sâlim’i Muâz bin Mâiz ile, Ammar’ı da Huzeyfe ile (radiyallahü anhüm ecmain) kardeş yaptı.

Peygamberimiz (a.s.m.) teker teker her Muhaciri birer Ensar ile kardeş ilan edince geride tek bir Sahabi kalmıştı. Kendisini yalnız hissediyor, hüzünleniyordu. Bu Muhacir sahabi Hazret-i Ali’ydi. Gözyaşları arasında, “Ya Re­su­lal­lah!” dedi. “Siz sahabileri birbirine kar­deş yaptınız; benimle hiç kimse arasında kardeşlik kurmadınız!

Gönüller sultanı Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Hazret-i Ali’yi bağrına basarcasına, onu sevinçten uçururcasına buyurdular ki: “Ya Ali! Sen dünyada ve ahirette benim kardeşim­sin!

Hazret-i Ali’nin hüzün gözyaşları bir anda sürur damlacıklarına döndü.

Kurulan bu kardeşlik sayesinde yeni kardeşler arasında tam bir yardımlaşma ve dayanışma yaşanıyordu. Medineli her Müslüman, kardeş olduğu Mekkeli Müs­lümana malının yarısını veriyordu. Muhacir kardeşlerine karşı misafirperverliğin, cömertliğin, kadirşinaslığın, in­sanlığın en yüce derecesini göstermekten zevk alıyorlardı. Bununla da kalmayıp hurmalıklarını da Muhacir kardeşleriyle paylaşmak için Peygamberimize (a.s.m.) bir teklif götürdüler. Muhacirler Mekkeli oldukları için o ana kadar tarımla meşgul olmamışlardı. Bu tekliflerini Peygamberimiz (a.s.m.) geri çevirdi. Fakat Ensar buna da bir çare buldu. Tarımdan anlamayan Muhacirler, sadece hurma ağaçlarının bakımı ve sulamasıyla ilgilenecekler, Ensar da ekip biçecekti. Hasat mevsimi gelince toplanan hurmalar yarı yarıya paylaşılacaktı. Peygamberimiz (a.s.m.) sunulan bu teklifi kabul etti.

Ama Muhacirler, “Ensar kardeşlerimiz bize mal mülk verdi, ihtiyaçlarımızı giderdi, barınacak ev verdi” diyerek boş durmadılar. Herkes elinden gelen gayreti göstererek, kardeşlerine yük olmamaya çalıştı.

Bunun en canlı örneğini aralarında kardeşlik bağı kurulan Sa’d bin Rebi ile Abdurrahman bin Avf arasında yaşandı.

Hz. Sa’d, Hz. Abdurrahman’a, “Ben Medineli Müslümanların en zenginiyim, malımın yarısını sana ayırdım” dedi. Dünyada iken cennetle müjdelenen on sahabiden biri olan Abdurrahman bin Avf’ın verdiği cevap, kardeşinin getirdiği teklif kadar düşündürücüydü:

Kardeşim, malının ve mülkünün hayrını göresin, benim onlara ihtiyacım yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alışveriş yaptığınız çarşının yolunu göstermendir.”

Çarşının yolunu öğrenen Abdurahman bin Avf, Peygamberimizden (a.s.m.) de bereket duası alınca çok geçmeden Medine’nin sayılı tüccarları arasında yer aldı. Bir defasında 700 deveyi yükleriyle birlikte Allah yoluna verdi. Hz. Abdurrahman gibi birçok Muhacir de kendilerine göre birer iş buldular, el emekleriyle geçinmeye başladılar.

Efendimizin kurduğu Ensar-Muhacir kardeşliği, hiçbir milletin tarihinde rast­lanmayan eşsiz bir şeref tablosuydu.

Kan davasına son

Bir kere İslam’dan önce Medine’de yaşayan iki büyük kabile Evs ve Hazrec arasında yıllardır bitip tükenmek bilmeyen kan davaları ortadan kalktı, nesebî kardeşlikten daha güçlü bir kardeşlik kurulmuş oldu. Öyle ki bu yeni kardeşler, birbirlerini görebilmek için sabahı iple çekiyorlardı. Her karşılaşmalarında candan muhabbet içinde, “Görmeyeli nasılsın?” diyerek hal hatır soruyorlardı.

Bu kardeşlik sonucu gelişen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik ise İslam’ın gelişme dönemine denk geldiği için kısa sürede Hak dinin yayılmasına vesile oldu.

Arap Yarımadası’nın her tarafına İslam’ın ulaşması, İran’ın bütünüyle fethedilmesi, Bizans İmparatorluğu’nun dize gelmesi gibi önemli fetihler bu kardeşliğin önemli meyveleriydi.

Demek ki, kalpler, gönüller, idealler ve niyetler bir olunca Cenab-ı Hak nice harikalar yaratıyor; mü’minlerin önlerini ve ufuklarını açıyor, aralarına nifak tohumu ekmek isteyenlere fırsat vermiyor.

Sahabi arasında yaşanan bu kardeşlik bağından bahseden ayet-i kerimeyi (Haşir Suresi,  9) Bediüzzaman Hazretleri ihlasın bir sırrı olan îsar (Mü’min kardeşini kendisine tercih etmek) hasleti olarak anlatıyor, mü’minler/kardeşler arasında yaşanması gereken bir fazilet şeklinde dile getiriyor ve diyor ki:

Sahabelerin sena-i Kur’aniyeye (Kur’an’ın övgüsüne) mazhar olan îsar hasletini kendine rehber etmek, yani hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek ve hizmet-i diniyenin mukabilinde (dinî hizmetin bir karşılığında) gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalben talep etmeden, sırf bir ihsan-ı ilahî bilerek, nastan (insanlardan) minnet almayarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır.

Çünkü, hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada birşey istenilmemeli ki, ihlas kaçmasın. Çendan (gerçi) hakları var ki, ümmet onların maişetlerini (geçimlerini) temin etsin. Hem zekâta da müstehaktırlar.

Fakat bu istenilmez, belki verilir. Verildiği vakit de ’Hizmetimin ücretidir‘ denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkârane, başka ehil ve daha müstehak olanların nefsini kendi nefsine tercih etmek, (Kendileri ihtiyaç halinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler.) [Haşir Suresi, 9] sırrına mazhariyetle, bu müthiş tehlikeden kurtulup ihlası kazanabilir.” (Lem’alar, Yirminci Lem’a)

Mehmed Paksu

Müslüman kadının giyim şekli nasıl olmalıdır? Diz altına kadar gelen etek ile tesettür sağlanmış olur mu?

Müslüman kadının giyiminde esas mesele, tesettürü sağlamasıdır. Eli ve yüzü dışında bütün vücudunu örtmesi, açık kalmamasıdır. Giyilen bir elbisenin tesettüre uygun olması için de altını göstermeyecek şekilde kalın ve avret yerlerini örtecek kadar uzun olmalıdır. Bunun için altını gösterecek şekilde ince ve şeffaf olan bir elbise ile örtünme gerçekleşmiş olmaz.

Kadınların yüzleri ile ellerinden başka  bütün bedenleri avrettir. Yüzleri ile elleri  namazda ve namaz dışında  fitne korkusu olmadıkça avret değildir. Ayaklarının avret olup olmaması ihtilaflıdır. Sahih kabul edilen görüşe göre  kadınların ayakları da avret değildir. Diğer bir görüşe göre  namazda kadının ayakları avret sayılmazsa da  namaz dışında avret yeri sayılır. Bu ihtilaftan kurtulmak için ayaklarını örtmeleri iyi olur. Sahih olan görüşe göre  kadınların kolları  kulakları ve salıverilmiş saçları da avrettir.

Bu meseleye esas teşkil eden hadis-i şeriflerin meali şöyledir:

Hz. Âişe’nin rivayetine göre, kız kardeşi Hz. Esma bir gün Peygamberimizin huzuruna gitti. Üzerinde altını gösterecek şekilde ince bir elbise bulunuyordu. Resulullah (a.s.m.) onu görünce yüzünü çevirdi ve şöyle buyurdu: “Ya Esma, bir kadın buluğ çağına erince—yüzünü ve ellerini göstererek—bunlardan başka bir tarafının görünmesi sahih olmaz.” (Ebû Dâvud, Libas 31)

Sahih-i Müslim’de Ebû Hüreyre (r.a.} tarafından bir rivayette Peygamberimiz,giyindiği halde açık olan, yani ince ve şeffaf elbise ile dolaşan kadınların Cehennemlik olduklarını, Cennetin kokusunu bile alamayacaklarını bildirirler. (Müslim, Libas,125)

Alkame bin Ebi Alkame annesinin şöyle dediğini rivayet eder:

“Abdurrahman’ın kızı Hafsa’nın başında, saçını gösterecek şekilde ince bir başörtüsü olduğu halde Hz. Âişe’nin huzuruna girdi. Hz. Âişe başından örtüsünü alarak ikiye katladı, kalınlaştırdı. (Muvatta’, Libas:4)

Hz. Ömer (r.a.) ise, cam gibi şeffaf olmasa da, giyindiği zaman altını iyice belli eden elbisenin kadınlara giydirilmemesi hususunda mü’minlere ikazda bulunmuştur. (Beyhaki, Sünen, 2/235)

İmam Serahsî bu nakilden sonra, kadının giydiği elbise çok ince de olsa yine aynı hükmü taşır, şeklinde bir açıklama getirir. Daha sonra da, “Giyindiği halde açık” olan mealindeki hadisi kaydeder ve şöyle der: “Bu çeşit bir elbise şebeke (ağ) gibidir, örtünmeyi temin etmez. Bunun için yabancı erkeklerin bu şekilde giyinmiş bir kadına bakması helâl olmaz.” (el-Mebsût, 10/155)

Elbisenin şeffaf olmasındaki ölçü, tenin rengini belli etmesidir. Dışarıdan bakıldığı zaman elbisenin altından insanın teni görünüyorsa, elbise ince de olsa, kalın da olsa böyle bir elbise ile örtünme gerçekleşmiş olmaz. Bu mesele Halebî-i Sağir’de şöyle belirtilir: “Elbise altını, tenin rengini belli edecek şekilde ince olursa, bununla avret yeri örtülmüş olmaz. Fakat kalın olsa da, uzva yapışsa ve uzvun şeklini alsa (uzvun şekli görünür hale gelse), bu durumda örtünme hasıl olduğu için men edilmemesi gerekir, namaz caiz olur. (Halebî-i Sağır, s.141)

Mesele diğer mezheplerde de aynı şekilde ifade edilir.

Mâliki mezhebinin görüşü şöyledir:

Elbise şeffaf olur, cildin rengini hemen belli ederse, bununla örtünme olmaz. Bu şekilde kılınan namazın mutlaka iade edilmesi gerekir. İnce ve dar olduğu için azanın şeklini belli eden elbiseyi giymek de mekruhtur. Çünkü bu bir şahsiyetsizlik sayılır ve selef ulemasının giyim tarzına muhalif hareket edilmiş olunur. (Menânü’l-Celü, 1/156)

Hanbelî mezhebinin görüşü ise şu şekildedir:

Vacip olan örtünme, cildin rengini belli etmeyecek şekildeki örtünmedir. Eğer giyilen elbise cildin rengini belli edecek tarzda ince olur da bedenin beyazlık ve kırmızılığı görünürse namaz caiz olmaz. Çünkü bununla örtünme gerçekleşmiş olmaz. Şayet rengini örter de, hacmini belli ederse namaz caiz olur. Çünkü örtü kalın da olsa bundan kaçınmak mümkün değildir. (İbni Kudâme. el-Muğnî, 1/337)

Şafiî mezhebinin görüşü ise şöyledir:

Vacip olan, cildin rengini belli etmeyecek elbiseleri giyinmektir. İnceliğinden dolayı cildin rengini belli eden bir elbiseyi giymek caiz olmaz. Çünkü böyle bir elbise ile tesettür gerçekleşmiş olmaz. Yani, inceliğinden dolayı cildin beyazlığını veya siyahlığını gösteren elbise tesettür için kâfi gelmez. Yine, elbise kalın olsa da, dokunuşu itibariyle altından avret yerlerinin bir kısmını gösterse yine yeterli şekilde örtünme sağlanmamış olur. Diz kapakları ve uyluklar gibi bedenin incelik ve kalınlığını belli eden bir elbise ile kılınan namaz sahihtir, çünkü tesettür sağlanmış demektir. Fakat azaları belli etmeyecek şekilde bir örtü kullanmak müstehaptır. (el-Mecmû, 3/170-172)

Bütün bu nakillerden şöyle bir neticeye varmak mümkündür:

Kadının kendine nikah düşen erkeklerin yanında giymiş olduğu tenin rengini belli edecek ve gösterecek şekilde ince ise bununla örtünme gerçekleşmiş olmayacağından giyilmesi caiz olmaz. Bu giyecek, bir elbise, gömlek ve etek olduğu gibi, başörtüsü ve çorap da olabilir.

Buna göre tesettürün dinen makbul olabilmesi için bazı şartları vardır, onlara dikkat etmek gerekir:

–    Elbisenin vücudu gösterecek tarzda ince olmaması,

–    Nazar-ı dikkati çekecek kadar süslü ve renkli olmaması,

–    Vücudun hatlarını gösterecek şekilde dar olmaması gerekir.

Vücudun azalarını iyice belli edecek şekilde giyilen dar pantolon ve dar gömlekle namaz sahih olsa da, bakanların dikkatini çekip tahrik edeceğinden dinen helal olmaz. Merhum İbn-i Âbidin de eserinde bu hususa işaret etmektedir. (Reddü’l-Muhtar, 5/238)

Diğer taraftan kadınlar gerekli örtüyü sağlamak zorunda oldukları gibi, erkeklerin dikkatini çekecek bakışlardan, konuşmalardan ve yürüyüş tarzından da sakınmaları gerekir:

“Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış (cinsî güçten düşmüş) hizmetçiler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.” (Nur Suresi 31)

İşte hür kadınların, bu istisna edilmiş kimselerden başkasına zinetlerini göstermemeleri, kendi iffet ve korunmaları ve güzel geçimleri noktasından gayet önemli olduğu gibi, yabancı erkekleri etkilememek, günaha sokmamak, edeb ve iffet telkin etmek noktasından da çok önemlidir. Özellikle bu noktayı da düşündürmek ve tesettür emrinin kuvvet ve şumülünü bir daha hatırlatmak üzere, yürüyüş tavırlarının bile düzeltilmesi için buyuruluyor ki: gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar, yani baştan ayağa örtündükten sonra yürürken de edeb ve vakar ile yürüsünler. Örtüp gizledikleri sunî veya doğal ziynetler bilinsin diye, bacak oynatıp ayak çalmasınlar, çapkın yürüyüşle dikkat nazarları çekmesinler; çünkü erkekleri tahrik eder, şüphe uyandırır. Fakat unutulmaması gerekir ki, kadının bu konuda başarısı daha önce erkeklerin iffeti ve görevlerine dikkati ve toplumda olanların gayreti ve özeni ile de ilgili olarak, bunlar da Allah’ın yardımı ile ayakta durabilir. Onun için bu noktada Resulullah (s.a.v) den bütün müslümanlara hitap ve erkekleri zikredip kadınları da içine alacak bir şekilde buyuruluyor ki:

Ve ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz. Demek ki bozuk bir toplulukta kurtuluş ümid olunmaz, toplumun bozukluğu da kadınlardan önce erkeklerin kusur ve hatalarındandır. Bundan dolayı başta erkekler olmak üzere erkek dişi bütün müminler imana yaramayan ve cahiliyyet izleri olan kusur ve hatalarından tevbe ile Allah’a dönüp Allah’ın yardımına sığınıp emirlerine özen ve dikkat göstermelidirler ki, topluca kurtuluşa erebilsinler. O halde herkesin kurtuluşu bakımından iş sahipleri ve ilgili şahıslar şu emirlere de özen göstermelidir. (Elmalılı, Tefsir)

Mehmet Paksu / Sorularlaislamiyet.com