Etiket arşivi: Mehmet Paksu

A’raf sûresinde geçen a’raf ehli kimlerdir?

Araf’la ilgili izaha geçmeden önce, Araf Suresinde geçen “Araf” ve “Araf ehli” hakkındaki ayet meallerini verelim. Cennetliklerle Cehennemliklerin durumu ve aralarındaki konuşmaların zikredildiği ayetlerden sonra “Araf”la ilgili şu ayetler yer almaktadır:

Cennet ile Cehennemin arasında bir sur vardır. Orada bulunan A’raf ehli kimseler, Cennet ve Cehennem ehlinin hepsini yüzlerinden tanır. Onlar Cennet ehline, ‘Size selam olsun’ diye seslenirler. Kendileri Cennete girmemiş, fakat girme iştiyakı içindedirler.

Gözleri Cehennem ehline çevrildiğinde ise, ‘Ey Rabbimiz!’ derler. ‘Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma.

A’raf ehli, yüzlerinden tanıdıkları Cehennemliklere seslenirler ve derler ki: ‘Ne dünyadaki taraftarlarınızın çokluğu, ne servetiniz, ne de büyüklük taslamanız size bir fayda vermedi.’ Allah onları rahmetine eriştirmez diye yemin ederek küçümsediğiniz kimseler şu Cennet ehli olan zayıf ve fakir mü’minler miydi? Siz de ey mü’minler girin Cennete. Size ne bir korku vardır, ne de mahzun olursunuz.” (1)

“Araf”, “arf” kelimesinin cem’idir. Tefsirlerimizde Araf hakkında pek çok izahlar bulunmaktadır. Ancak bunların içinde müfessirlerin çoğunun ittifak ettiği görüş, “Araf”ın Cennetle Cehennem arasında bir perde, yüksek bir sur ve tepeler manasına geldiğidir. İbni Abbas ise, “Sırat Köprüsü üzerinde bulunan şerefelerdir” demektedir.

Hasan-ı Basri Hazretleri ise şöyle demektedir:

Bu kimseler, Allah’ın, Cennet ve Cehennem ehlini birbirinden ayırmak için tayin ettiği insanlardır. Vallahi, bilmem, ama bunlardan bazıları şimdi beraberimizdedir” (2)

Araftakilere, “Araf” denmesinin sebebi ise, onların, insanları amellerine göre tanımalarıdır. Yine tefsirlerimizde izah edildiğine göre, Cenab-ı Hak, Mizanda sevap ve günahları tartıp, Cennetlik ve Cehennemlikleri ayırd ettiği zaman, sevap ve günahı eşit gelenleri bir müddet bekletecektir. Sırat Köprüsünün yanında bulunan bu kimseler, Cennetlik ve Cehennemlikleri tanıyacaklar, Cennet ehlini gördükleri zaman, “Allah’ın selamı sizin üzerinize olsun” diyecekler, sol taraflarına baktıkları zaman da Cehennem ehlini görecekler, bulundukları yerde Allah’a sığınarak, “Ya Rabbi, bizi bu zalim topluluktan kılma” diye dua edecekler. Cennetlikler ve Cehennemlikler gittikten sonra Cenab-ı Hak onları rahmetiyle bağışlayıp Cennete koyacaktır. (3)

Nitekim, Peygamberimize Araf ehlinin kimler olduğu sorulduğunda şöyle buyurmuştur:

Cenab-ı Hak kullarını ayırıp bitirdikten sonra en son kalan kullarına da, ‘Sevaplarınız sizi Cehennemden kurtardı, fakat Cenneti hak edemediniz. Sizi ben rahmetimle Cehennemden azad ediyorum. İstediğiniz Cennete giriniz’ buyuracak.” (4)

Ayrıca, Araf ehlinin bazı rivayetlerde insan olmayıp meleklerden bir sınıf olduğu da bildirilmektedir.Bütün bu izahlar ve açıklamalar, ayetlerin mefhum ve mealine uygundur.

Fakat İbrahim Hakkı Hazretleri, Marifetname’sinde, dini mükellefiyetlerden muaf tutulan delilerin ve kafir çocuklarının Araf ehli olduğunu, Cennetlikleri gördükleri zaman, o nimetlere kavuşamadıkları için mahzun olduklarını, Cehennemliklere baktıkları zaman da kendi hallerine şükrettiklerini ve bu halde ebedi olarak orada kalacaklarını bildirmektedir.

Bununla beraber, “Araf” ve Araf ehli hakkında yapılan bütün bu izahlar ayetin bir tefsiri mesabesindedir. Esas mahiyetini ancak Allahü Teala bilir.

Mehmet Paksu

Kaynaklar

1. A’raf Suresi, 47-49.
2. et-Tefsirul-Kebir, 14:87.
3- (Taberi Tefsiri) 8:136-139.
4. A. g. e.

Dünyada ne kadar misafiriz?

Dünyada kendini misafir ve yolcu gibi kabul et” hadisini okuyunca üç kelime dikkatimi çekti.

Dünya”, “misafir” ve “yolcu”.

Dünya bir misafirhane, insan ise bir yolcu ve misafir.

Yolcu, devamlı hareket halindedir ve gittiği her yerde misafirdir.

Her uğradığı menzilde ve durakta kalış süresi bellidir ve geçicidir.

İster otelde kalsın, isterse tanıdığı bir dostunun evinde kalsın, durum değişmez.

Demek ki, misafirin kaldığı ev kendine ait değildir, bir başkasına aittir.

İnsan dünyada misafir olduğuna göre, dünyanın kendisi bir misafirhane, bir han ve bir kervansaraydır

Her gün dolar boşalır. Bir kafile gelir, öbür kafile gider. Geçicidir, kalıcı olamaz.

Misafir, serbest hareket edemez, rast gele davranamaz.

Ev sahibinin izni ve müsaadesi ölçüsünde yer, içer, yatar, kalkar ve iş görür.

Dünya misafirhanesine gelen her yolcu da, bu âlemin Sahibinin izni ve müsaadesi ölçüsünde hayatını düzene ve nizama sokar.

***
Dünya bir kışla, bir mektep ve bir okul.

Burası bir eğitim bir yeri. Yetişme, gelişme, olgunlaşma ve seviye kazanma mekânı.

Kışlada, okulda ve eğitim kurumunda verilen emir çerçevesinde hareket edilir.

Kimse orada istediği gibi davranamaz. Aklına estiği gibi, kafasına geldiği gezip tozamaz.

Her şey bir sisteme, bir plana ve bir programa göre düzenlenmiştir.

Orada rahat etmenin tek yolu, kurallara uymak, uyarılara dikkat etmek, uymayanları uyarmaktır.

Bir tek kişinin başına buyruk hareket etmesi, herkesini huzurunu ve rahatını kaçırmaya yeter de artar bile.

Mevcut kurallara uyanlar, oranın nimetlerinden, imkânlarından ve varlığından istifade eder.

Üstelik devamlı izzet, ikram görür, iltifat ve takdir görür. Aksine davrananlar ise sürekli tenkit ve tekdirle karşılaşır, azar işitir, cezaya çarpılır, kendi eliyle kendi hayatını zehir eder.

Dünya misafirhanesini yaratan, yapan, içine bin bir çeşit nimetler yerleştiren, bahar ve yaz aylarında ve bütün bir yıl boyunca misafirlerini sürekli besleyen, büyüten ve yaşatan “Misafirhane Sahibi” onlardan sadece Kendisini tanımalarını, emirlerine uymalarını, kural ve kaidelere riayet etmelerini istiyor.

Böylece insanın hem kendisi rahat eder, hem başkalarının rahatını sağlar, hem de makbul bir kul, sevimli bir misafir olur.

Mektubat’ta denildiği gibi, “Madem her yer misafirhanedir, eğer misafirhane sahibinin rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar. Eğer yâr değilse, her yer kalbe dardır ve herkes düşmandır.

***

Dünya bir misafirhane olduğu gibi, bir ticaret yeri ve gelen geçenlerin alışverişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar.

O uzun ve sonsuz yolculukta lazım olacak her şey burada kazanılacak, buradan temin edilecek ve buradan oraya gönderilecek.

Yolculuğa çıkan kimse, gideceği yere göre hazırlık yapar, çantasını, bavulunu ona göre hazırlar.

Bir aylık kalınacak yer için ne kadar hazırlık yapılacaksa, sürekli, devamlı ve sonsuza kadar kalınacak olan ebed memleketi için o kadar hazırlık yapmak lazım. Yoksa yarı yolda aç-bîilaç kalma gibi bir yokluk ve yoksullukla karşılaşma ihtimali vardır.

***

Gerçekten yolculuk uzun ve sonsuz. Buranın başı ve sonu belli ama buradan ayrıldıktan sonra zamansız bir âlem, kalıcı bir memleket ve sonsuz bir diyar bekliyor bizi.

Mesnevî’de ifade edildiği gibi: “İnsan bir yolcudur. Çocukluktan gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşir meydanına, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.

Her iki hayata lazım olanlar mülk Sahibi tarafından verilmiştir. Fakat insan cehaletinden dolayı onları tamamen bu fani hayata sarf ediyor. Oysa onun en azından onda birini dünya hayatına, onda dokuzunu bakî-sonsuz hayata sarf etmek gerekiyor.

Cenab-ı Hak her iki hayata lazım olanları elde etmek için yirmi dört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle, yirmi üç saatini kısa ve fani dünya hayatına, hiç olmazsa bir saatini de beş vakit namaza, bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarf etmek lazımdır ki, dünyada paşa, âhirette gedâ (dilenci-yoksul) olmasın.

Mehmet Paksu / Moral Haber

Azrail’e ”çalım” atan var mı?

İmanın şartlarından biri de meleklere imandır.

Melek nedir? Nasıl iş yapar, verilen görevi yaparken nasıl hareket eder? Kendi başına buyruk mu çalışır?

Kur’ân, melekleri anlatırken, onların hiçbir şekilde Allah’a isyan etmeyeceklerini, verilen emri anında yerine getirdiklerini bildirir. (Tahrim Suresi, 66:6) Bir âyette der ki: Sizin için görevlendirilen melek, canınızı alacak, sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz.” (Secde Suresi, 32:11)

Ölümden kaçış hiçbir canlı için söz konusu değildir. Kur’ân’ın belirttiği gibi:Nerede olsanız, ölüm size yetişir. İsterseniz tahkim edilmiş kalelere veya gökteki yıldızlara sığınmış olun.” (Nisâ Suresi, 4:78)

Azrail’in Allah’tan emir alır almaz gelip de geri döndüğü, üstlendiği görevini yapmadan çekip gittiği hiçbir zaman vaki değildir ve olmamıştır.

Allah’a en yakın ve Allah’ın birer elçisi olan peygamberlerde bile böyle bir istisna söz konusu değildir.

Hz. Azrail, Hz. Mûsâ’ya ruhunu teslim almak için geldiğinde, Mûsâ Peygamber kabul etmez, “Şimdi zamanı mı?” dercesine Azrail’i yanından uzaklaştırır.

Hz. Azrail, Allah’ın huzuruna varır, karşılaştığı durumu arz eder. Cenab-ı Hak buyurur ki:Git, o kuluma söyle, elini bir ineğin sırtına koysun, elinin altında ne kadar kıl varsa, onun sayısınca kendisine ömür vereceğim.

Azrail tekrar gider, bu İlahi emri Hz. Mûsâ’ya bildirir.

Hz. Mûsâ, “Ondan sonra ne olacak?” diye sorar.

Azrail, “Tekrar gelip ruhunu teslim alacağım” der.

Azrail’in aldığı görevi yerine getirmeden dönmeyeceğini bilen Mûsâ Peygamber, “Peki öyle ise şimdi görevini yap” der ve ruhunu teslim eder.

Benzer bir olay Peygamberimizle Azrail arasında da cereyan eder.

Peygamberimiz, son anlarını yaşıyordu. Bu esnada Hz. Cebrail, Azrail ile birlikte geldi. Efendimizin halini hatırını sordu. Sonra da, “Ölüm meleği içeri girmek için izninizi ister” dedi.

Peygamberimiz müsaade edince Azrail içeri girdi, Efendimizin önüne oturdu.

“Ey Allah’ın Resulü!” dedi, “Yüce Allah, senin her emrine itaat etmemi bana emretti. İstersen ruhunu alacağım, istersen sana bırakacağım.”

Peygamberimiz, Hz. Cebrail’e baktı. O da: “Ey Allah’ın Resulü, Mele-i Âlâ sizi beklemektedir” dedi.

Bunun üzerine Peygamberimiz: “Yâ Azrail gel, görevini yerine getir” dedi ve ruhunu teslim etti.

Demek ki, Azrail görevi aldığı anda, karşısındaki Allah’ın en çok sevdiği ve en mükemmel insan olan Peygamberimiz bile olsa geri dönmüyor. Oysa Allah, kararı Peygamberimize bırakmıştı.

Peygamberler için böyle bir şey söz konusu değilse, başka birisi için olması mümkün mü?

Âyetin ifadesiyle,Onların ecelleri geldiğinde, onu ne bir an geri bırakabilirler, ne de öne alabilirler. (Nahl Suresi, 16:61)

Çünkü ölüm tesadüfî bir olay değil, kendiliğinden gerçekleşen bir mesele de değildir. Onun vaktini, zamanını doğrudan doğruya Allah belirler. Çünkü hayatı da O vermiştir, ölümü de O verecektir. Onun bir ismi “Hayy”dir, hayatı verendir. Bir ismi de “Mümît”, ölümü yaratandır.

O yüzden “Azrail’e çalım attı”, “Azrail’i atlattı”, “Azrail’i yendi” ve benzeri sözlerin dinen bir dayanağı olmadığı gibi, gerçeklikle de bir alakası yoktur.

Çünkü bu zamana kadar hiçbir kimse ölümden yakasını kurtaramamış, ölümden kaçamamış ve ölümü yenememiştir, dünyada alacağı nefesi tükenince o büyük hakikate teslim olmuştur.

Ayrıca ölüm bir yokluk, bir hiçlik, bir kayboluş değil ki, ondan korkulsun ve ürkülsün.

Hem sonra, Azrail’e niye düşman olalım ki? Hiç kimseye emanet edemeyeceğimiz, teslim etmeye yanaşmadığımız ve devamlı üzerinde titrediğimiz ruhumuzu bir melek olan Hz. Azrail gibi Allah’ın çok emin ve güvenilir bir elçisine teslim ediyoruz. Bunun için ona dost olmak lazım.

Mehmet Paksu / Moral Haber

Akıldan Geçen Küfür Günah mı?

Ben (hâşâ) Allah’a karşı küfrettiğimi düşünüyorum. Bundan çok rahatsızım. Sinirli ve tedirgin olduğum anlarda Allah’ı düşündüğümde veya Allah aklıma geldiğinde aklımdan küfürler geçiriyorum. Bunu kalben tasdik edip, irademle söyledim gibime geliyor ama tabii ki çok üzülüyorum.

Böyle şeyleri düşünmeniz, aklınıza gelmesi sizi hiçbir zaman küfre düşürmez, imanınıza zarar vermez.

Çünkü bu sözleri dilinizle söylememiş, kalben tasdik etmemişsiniz. Üstelik bunları düşündüğünüzden dolayı üzülüyorsunuz.

Üzülmeniz, böyle bir düşünceye sahip olmadığınızı gösteriyor. “Söyledim gibime geliyor” diyorsunuz ya, işte bunun tek adı vardır: Vesvese

Vesveseyi insana şeytan verir, şeytan aklına getirir. Söylemişsin, tasdik etmişsin gibi baskı kurar.

Bu tür vesveselerde şeytan önce şüp­heyi kalbe atar, fakat kalp hemen tepki gösterir, savun­maya geçer. Bu esnada savunmayı bırakır da kabul ederse, şeytan birinci atışta hedefe isabet ettirmiş olur.

Fakat kalp kabul etmezse, şeytan orada bir iz bırakır, sonunda bir leke oluşturur. Bir süre sonra hayal aynasına imana aykırı bazı pis düşünceler yansır, Bu görüntü ve leke kalbin hırçınlaşıp feryat etmesine, sıkılıp daralmasına kâfi gelmiştir. Sonunda “Eyvah!” diyerek ilk hastalık mikrobunu kapar ve ümitsizliğe düşer.

***

Vesvese mikrobunu kapan insan, kalbinin Allah’a karşı edepsizlik ettiğini sanır, telaşa kapılır, titrer ve bir­denbire heyecan dalgası bedenini sarar.

Böyle bir vesveseye kapılan insan öncelikle telaşa düşmemeli, endişe etmemelidir. Telâş ve endişeye sebep olan şeyin gerçekte var olması gerekir. Oysa Çünkü kalbe gelen düşünceler hayal ürününden başka bir şey değildir. Hayalden geçen küfürlerin ve çirkin sözlerin de bir değeri ve bir önemi yoktur. Üstelik insana bir zarar da vermez.

Bunun için insanın küfre iten şeyleri hayal etmesi onu küfre götürmez. Çünkü bir şeyin hayalden geçirilmesi bir karar ve hüküm sayılmaz. Oysa küfür sözlerin ve çirkin ke­limelerin dille ifadesi bir hükümdür. Küfrü ve çirkin sözü hayalin­den geçiren insan bunu söylemiş değildir ki mes’ul olsun, günaha girsin, imanı gitsin…

***

Kalbe gelen küfür sözler kalpten gelmiyor, bunun için kalbe ait değildir. Çünkü bu sözlerden kalp rahatsızdır; sıkılıyor, daralıyor. Kalbin bir ürünü olmadığı için bir kuruntu ve evhamdan başka bir şey değildir.

İnsanın kalbine gelen, hayal aynasına yansıyan bu çirkin/küfür sözler şeytanın santralinden geliyor.

Kalpte melek il­hamı ile şeytan vesvesesinin birbirine yakın olması insana bir zarar vermez.

Vesvese nasıl olursa zarar verir?

İnsan vesvesenin zarar vereceği vehmine kapılır, zarar verdiğini düşünürse zarar görür. Böylece kalbini sıkıntıya sokmuş, ıztıraba sürüklemiş olur. Çünkü hayali hakikat san­mıştır. Bir şeytan işi olan vesveseyi kendine mal et­miştir.

Yani vesvesenin zarar verdiği kanaatine var­mış, zarar görmüştür. Tehlikeli sanmış, tehlikeye düşmüş­tür. Zaten şeytan da böyle bir şeyi istemektedir ve şeytanın dediği olmuştur.

Bundan kurtulmak için hemen şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak lazım, başta “Euzü” duası olmak üzere Felak ve Nas surelerini okuyarak içinden vesveseden kurtulmak lazım.

Bu konuda daha geniş bilgi için “Vesvese, Sebepleri ve Kurtuluş Yolları” çalışmamıza ayrıca bir göz atmanızda fayda vardır.

Mehmet Paksu / Bugün Gazetesi

Belâ Nasıl Güzelleşir?

Birer birer merdivenleri çıkarken, bir yandan da felaketlerdeki güzelliği, musibetlerdeki isabeti ve saadeti, dertlerin içindeki gizli dermanı, yokluk içinde varlığı, darlık içindeki dirliği ve diriliği aramaya sürdürüyordum.

Acaba zihnimde yer eden bu düşüncenin Kur’ân’da bir kaynağı, bir yeri, bir delili var mıdır?” derken, birden aklıma “belâen hasenen” ifadesi geldi. Bu kelam “Güzel belâ” anlamına geliyordu.

Belânın da güzeli, iyisi olur mu?” derken, âyetin açıklamasına göz attığımda, Kur’ân’da geçen “belâ” kelimesinin ve bu kelimeden türetilen diğer kelimelerin “imtihan, sınav, deneme, tecrübe” anlamına geldiğini fark ettim.

Hani dilimizde de “tatlı belâ” diye bir kavram var ya, neredeyse tam Kur’ân’daki “belâen hasenen”in karşılığı…

Kur’ân, bunun yanında, bir de “fitne” kelimesine çok farklı bir anlam yükler. Bizim bildiğimiz “fitne”, “arayı bozma, bozgunculuk yapma, karışıklık çıkarma” ve benzeri olumsuz anlamlarda kullanılır.

Ama Kur’ân’ın “fitne” olarak vasıflandırdığı iki nimet var: Bir mal, öteki de evlat.

Kur’ân bu iki varlıktan, bu iki imkândan, bu iki güzellikten “fitne” olarak söz eder.

Belâ” kelimesinde olduğu gibi, “fitne” kelimesi de aynı şekilde “imtihan vesilesi, hayat sınavı, tatlı çile” gibi anlama gelir.

Bizim Karadenizlilerin “hâin” kelimesini, “O ne hain uşaktur” diyerek, sözünü ettikleri kişiyi övmeleri, bu sözle o insanın iyi ve mert bir insan olduğunu anlatmış olmaları gibi.

***

Gerçekten “belâ” nasıl güzel olur? Bizim “beddua”da kullanıp durduğumuz bu kavram nasıl iyi ve olumlu bir mana taşıyabilir?

Anlaşılan o ki, insana iki türlü nimet geliyor, iki şekilde hayır ulaşıyor:

Birisi, doğrudan, açık ve berrak olarak; diğeri de dolaylı yoldan, biraz dolambaçlı ve mahiyet değiştirerek…

Mesela, güneş ve gündüz her yönüyle bir nimet ve aydınlık. Ya gece, o da karanlık, meçhullük ve kapalılık.

Ama gece olmadan ne güneşin güneşliği anlaşılır, ne de gündüzün farklılığı ve aydınlığı. Demek ki, gündüz aydınlıksa, gecenin karanlığı sayesinde aydınlıktır.

Hayatı tozpembe gören, imkânlar içinde yüzen, sağlık ve mutluluk içinde yaşayan, yediği önünde, yemediği arkasında duran bir insanın bu gidişatı hayra alamet değildir. Çünkü hayat tek düze, düz bir çizgi üzerinde gitmiyor. Hayat inişli çıkışlı, yokuşlu tırmanışlıdır.

Gün gelir, art arda dertler sıralanır, zaman olur, darlık ve kriz gelip kapıya dayanır; bir de bakmışsınız ki, hastalıklar gelip vücudunuza yerleşmiş.

Darlık olmadan varlığın kıymeti, hastalık olmadan sağlığın değeri, aç kalmadan yemeğin lezzeti, ayrılık olmadan vuslatın sevinci anlaşılabilir mi?

El bebek, gül bebek yetişen, büyüyen ve böyle bir hayata alışan insanlar, en basit bir tökezleme sonucu çöküyorlar, yıkılıyorlar, hayata küsüyorlar.

Oysa şimdilerde olduğu gibi, yem yeşil, bol çiçekli bir mevsim varsa, bol meyveli ve bereketli bir yazı yaşıyorsak; bu nimetler üç-dört ay öncesinde karlı, fırtınalı, buzlu dumanlı, çileli ve meşakkatli bir kışın sonunda önümüze serilmiştir.

***

Kur’ân’da peygamber kıssaları böylesi örneklere doludur.

Yusuf Aleyhisselâm, Mısır’a sultan olmadan önce, kardeşleri tarafından kuyuya atıldı. Oradan çıkartıldı, köle olarak satıldı. Sonra iftiraya uğradı, yıllarca zindanlarda çile çekti. Hayatın bütün acılarını tattı. Sonra, o zaman ki süper devlet olan Mısır’ı ve bölge insanını yıllar süren ekonomik krizden ve kıtlıktan kurtardı. Bu arada, bir âhiret saltanatı olan peygamberlik nimetiyle de taltif edildi.

Hz. Yusuf’un çektiği bütün sıkıntılar Kur’ân ifadesiyle “belâen hasenen”di, tatlı belâydı, “şirin” musibetti.

Çünkü “Veren”i tanıyordu, her şeyin Ondan geldiğini biliyordu.

İşin en dikkat çekici yönü de, saadetin zirvesinde iken, varlığın ve servetin en doruk noktasında iken, Rabbinden ölümünü istedi. Biliyordu ki: “gerçek saadet, sonsuz hayat kabrin öbür tarafındaydı. Buradakiler geçici ve süreliydi

Mehmet Paksu / Moral Haber