Etiket arşivi: Mehmet Paksu

Sadece Namaz Kılarak Cennete Gidilebilir Mi?

Cennete gitmenin ilk şartı imandır. Kafirler ebedi olarak cehennemde kalacaktır. Müminler ise amellerine göre ya direkt cennete gidecek veya günahlarının cezasını çektikten sonra cennete gidecektir.

Sadece namaz kılan bir insanın cennete gidip gitmeyeceğini Allah bilir. Ancak şunu da unutmayalım ki Allah Teala’nın emirlerine ve yasaklarının tamamına itaat etmekle mükellefiz. Bu bakımdan ahirette günahlarımızla sevaplarımız tartılacak ve bunun neticesinde cennet veya cehenneme gidilecektir.

İnsan, iyilik ve kötülüğe kabiliyeti dolayısıyla varlıklar arasında en mükemmel mevkie çıkabildiği gibi, en düşük dereceye de düşebilmektedir. Böyle bir fıtratta yaratılan insanın elbette bütün yaptıklarının kaydedilmesi gerekir. Her şeyi muhafaza eden Cenab-ı Hakk’ın hafıziyeti, amel ve fiillerinin muhafazasını gerektirir. Muhafaza edilen bu amellerin adalet terazisinde tartılması, ona göre hakkında mükâfatın veya cezânın verilmesi zarurîdir.

İşte bu hakikata işaret eden âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:

O gün amelleri tartacak terazi haktır. Kimin sevapları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimin de sevapları hafif gelirse, işte onlar âyetlerimizi inkâr ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır.“1

Amellerinin tartılmasında İlâhî adaletin bütün haşmeti ile tecelli edeceğine işaret eden, “Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez.“2 meâlindeki âyet-i kerimede de yine bu hakikat dile getirilmektedir.

O halde kıyamette Allah insanların amellerini tartarken, iyi veya kötü oldukları hükmünü açıklarken, iyilik ve kötülüklerin ağırlığına göre yapacaktır. Lem’alar’da Allah’ın haşirde büyük mizanı ile insanların amellerini tartacağı ve iyiliklerin kötülüklere galibiyeti veya mağlubiyeti noktasında hükmedeceği meselesi yukarıda geçen âyet-i kerimeye dayanmaktadır.3

İtikad ile ilgili bütün kitaplarımızda âhirette amellerin tartılması meselesinin hak olduğu açıkça kaydedilmektedir. Fakat bu tartının mahiyetini dünyadaki ölçülerimizle ifade etmemiz mümkün değildir. Ancak şurası muhakkaktır ki, Cenâb-ı Hak bütün insanların amellerinin muhasebesini en kısa zamanda halledip, iyilik ve kötülüklerini ortaya çıkaracaktır.

Bu hususta Muhammed Ali es-Sâbunî şöyle der:

Amellerin, iyilik ve kötülüklerin bizzat tartılması akıldan uzak bir hadise değildir. Modern ilimler, sıcağı, soğuğu, rüzgârı ve yağmurları ölçtüğü halde, sonsuz kudret sahibi olan Cenab-ı Hak insanların amellerini tartmaktan âciz mi olur?“4

Buna rağmen, amellerin nasıl tartılacağı hususunda kesin bir şey söylememiz mümkün değildir. Çünkü ahiret ve Cennet ahvâli bu dünyadaki ölçülerimizle ifade edilemez. Nitekim el-Bidaye’de şöyle denmektedir:

Mizân (tartı aleti) amellerin miktarlarını tesbite yarayan birşey olup, akıl onun mahiyetini bilmekten âcizdir. Dünya terazilerine benzetilmesi mümkün değildir. Bu hususta nakle (Kur’ân ve hadisteki naslara) teslim olmak en selâmetli yoldur.“5

O halde Cenab-ı Hak amelleri mutlaka tartacaktır. Keyfiyetini bilmediğimiz bir mizan ile insanların iyilik ve kötülüklerini tartacak, muhteşem adaletini tecellî ettirecektir. Şayet iyilikler fazla, kötülükler az olursa o kimse ehl-i necat olur. Tersi ise, azaba müstahak olur. Fakat Allah, rahmeti ile yine affedebilir. İmanı var, fakat günahı da varsa cezasını çektikten sonra yine cennete girer. Allah’ın sonsuz rahmetine mazhar olur.

Bununla beraber amellerin tartılmasının, hesaba çekilmenin kolay olmadığını Resulullah Efendimizin (a.s.m.) bazı hadislerinden anlamaktayız. Dualarında sık sık “Allah’ım, bana hesabımı kolaylaştır.” buyurduğu rivayet edilmektedir.

İnsanın o gün Allah’ın rahmet ve mağfiretine daha çok muhtaç olduğu, hesap esnasında Onun rahmetinin sonsuz genişliği olmasa, insanın zor durumda kalacağını yine hadis-i şeriflerinden anlamaktayız.6

Hülâsa, o gün amel defterindeki her muamele en ince noktalarına kadar hakkıyla tartılıp, herkesin kâr ve zarar bilançoları çıkarılıp hesapları kapanacaktır. İyilikleri kötülüklerinden, kârları zararlarından fazla çıkarsa o kimse kurtuluş ehli olacaktır. Sevapları günahlarından eksik çıkarsa o kimse zarara uğrayacaktır.

Mü’mine düşen vazife, iyilikleri kötülüklerine, kârları zararlarına galebe çalacak şekilde ameller yapması, ona göre hesap gününe iyi hazırlanmasıdır. Ve “Allah’ım, hesabımı kolaylaştır.” diyerek Allah’a yalvarmasıdır.

Mehmet Paksu / Sorularla İslamiyet

Rahmet Gazaba Nasıl Dönüşür?

Yağmur rahmet mi? Tabii ki rahmet. Bereket mi? Hiç şüphesiz bereket. Nimet mi? Her haliyle nimet. Yağmursuz hayat olur mu? Olmaz ve onsuz hayat söner ve biter.

Ama bazen öyle oluyor ki, bütünüyle rahmet, bereket, nimet ve hayat olan yağmur gazaba dönüşüyor, hayat felç oluyor, her yer bir felaket şekline giriyor.

Benzeri bir olay 1500 sene önce Saadet Asrında da yaşanmıştı.

Medine’de büyük bir kuraklık hakimdi. Aylarca yağmur yağmamış, her yer kurumuş, kibrit gibi olmuştu. Sahabiler ne yapacaklarını, nasıl bir yol izleyeceklerini bilemiyorlardı

Çaresiz bir halde bekleyip duruyorlardı. Fakat sonunda çareyi buldular.

Olayı Hz. Enes anlatıyor: Bir Cuma günüydü. Peygamberimiz Cuma hutbesi için minbere çıktı, hutbesini okumaya başladı. Bu esnada bir sahabi ayağa kalktı, durumu Resulullaha (a.s.m.) arz etti:

Ey Allah’ın Resulü, malımız helâk oldu, ailemiz perişan oldu, bizim için Allah’a dua eder misiniz?dedi.

“Bunun üzerine Peygamberimiz ellerini kaldırdı. Biz gökte bir bulut göremiyorduk. Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Resulullah daha ellerini geri çekmeden, semâda dağlar gibi bulutlar meydana geldi. Resulullah henüz minberden inmemişti ki, sakalından yağmur damlaları dökülmeye başladı. O gün, ertesi güne kadar yağmur yağdı. Daha sonraki günde de yağdı, onu takip eden günde de yağdı, hatta ertesi hafta cumaya kadar yağış devam etti. Öyle ki, o sahabi tekrar ayağa kalktı ve:

“Ey Allah’ın Resulü, binalarımız yıkıldı, mallarımız suyun altında kaldı, bizim için Allah’a dua edin de artık yağmur dinsin” dedi.

Peygamberimiz ellerini kaldırdı ve ‘Allah’ım, (yağmur) etrafımıza yağsın, üzerimize değil! Allah’ım, dağların ve tepelerin üzerine, vadilerin içine, ağaç biten yerlere olsun’ diye dua etti. Sonra da eliyle bulutlara doğru, hangi istikametteki buluta işaret ettiyse, bulutlar orada açıldı. Bütün Medine buluttan temizlendi, biz de çıkıp güneşte yürüdük.’” (Buhari, İstiskâ: 6)

Evet, olay bu kadar açık ve net. Kur’ân’ın ifadesiyle yağmurun bir adı “rahmet”, diğer adı da “yardım” anlamında “ğays”tır. Âyetin bildirdiğine göre, insanlar ümitlerini kestikleri ve çaresiz kaldıkları bir anda yüce Allah yağmuru indirir, rahmetini gönderir ve her tarafa yayar. (Şûrâ, 42:28)

Demek ki, yağmur rahmetin tâ kendisi, bir yerde rahmetin tecessüm etmiş şekli, gözle görünür hale gelişi.

Ama neden “rahmet” durup dururken bir felaket haline geliyor, insanları perişan ediyor, her şeyi alt üst ediyor? Bu sonuç yağmurdan mı kaynaklanıyor, yoksa bizden, insanlardan mı?

Başka bir ifadeyle tedbir alınmadığı için, gereken önleme başvurulmadığı için mi her seferinde, bazı illerimiz bu olumsuz hallerle yüz yüze geliyor?

Bu manzaraya “tedbirsizlik” demekten başka bir şey denmiyor. Aslında her nimet böyle değil midir?

Zenginlik bir nimetken, yerinde ve faydalı bir şekilde kullanılmayınca başa bela oluyor. Sağlık Allah’ın bir ihsanı iken, “koruyucu hekimlik” dediğimiz önlemler alınmayınca birden hastalığa dönüşüyor. Evlat sahibi olmak hayırlı bir imkanken, yeterli eğitim verilmeyince, aile için bir musibet şekline bürünüyor.

Akıl ve ilim gibi iki büyük servet insana bu nimetleri ve imkanları yerinde, faydalı bir şekilde kullanmak üzere verilmiş. “Tedbir, takdirin önüne geçer” sözü de bunun için söylenmiştir.

Meseleye kader inancı açısından bakıldığında, insanın cüz’î iradesi, tercih ve seçenekleri devreye girmeden, Allah’ın külli ve sonsuz iradesi tecelli etmiyor.

Mesele, yağmuru, yağışı ve rahmeti suçlamaya girmeden, verilen aklı, bilgiyi, tecrübeyi ve imkanları âzami ölçüde kullanabilmek, istifademize sunulan nimetleri bir azap ve gazap haline çevirmemektir.

Bir de rahmet, felaket haline dönüşür gibi olunca, elimizi ve gönlümüzü duaya açmaktır.

Mehmet Paksu / Moral Haber

Uzaylılar Gerçekte Var Mıdır?

Dünya dışındada başka varlıklar vardır. Ancak o varlıklar nurani varlıklardır. Şeriatın lisanında onlara Melaike ve Ruhaniyat denilir.

Kur’ân’da dünya ve yeryüzü “ard” olarak geçer, başta Âdem Aleyhisselam olmak üzere bütün peygamberlerin yeryüzüne, dünyaya gönderildiği bildirilir. Bu arada bazı sema katlarında İbrahim, İdris ve İsa Aleyhimüsselâm gibi peygamberlerin makamının bulunduğu da mi’rac hadisinde ifade edilir. Yine İsra Suresi 44., Talak Suresi 12. âyetlerinde yeryüzünün gökyüzü gibi yedi tabaka olduğundan bahsedilir. Ama bu yeryüzü tabakalarının nelerden ibaret olduğu, yeryüzü katmanları mı, yedi kıta mı, yedi iklim mi, neler olduğu kesin olarak belirtilmemiştir.

Ancak bu yaşadığımız dünyadan başka yaşama uygun farklı gezegenler olsa bile orada insan gibi mükellef ve sorumlu varlıkların yaşadığı konusunda bir ayet veya hadis yoktur.

Dünyadan başka sekiz ve son verilere göre on bir gezegenin daha olduğu varittir, ama oralarda böyle bir varlık türünün yaşadığı hususunda ne dini, ne de bilimsel bir doküman söz konusu değildir.

Bu arada şu gerçeği de gözden ırak tutmamak gerekir. Bu eski gezegen olan dünyamızda bu kadar canlı, ruh sahibi, akıl ve şuur sahibi varlıklar olduğu gibi diğer gezegen ve yıldızlarda, gök cisimlerinde oraların hayat şartlarına göre, oranın yapısına ve konumuna göre ruhani varlıklar vardır. Bu meseleye Bediüzzaman Said Nursi şu açıklamayı getirir:

Ecrâm-ı ulviye ve ecsâm-ı seyyare içinde küre-i arzın hakaret ve kesafetiyle beraber bu kadar hadsiz zîruhların, zîşuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüzleri dahi birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynat olması, bizzarure ve bilbedâhe ve bi’t-tarikı’l-evlâ ve bi’l-hadsi’s-sâdık ve bi’l-yakîni’l-kat’î delâlet eder, şehadet eyler, ilân eder ki:

Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semâvat, burçlarıyla, yıldızlarıyla, zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur.

Nardan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, râyihadan, kelimattan, esirden ve hattâ elektrikten ve sair seyyâlât-ı lâtifeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara, Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, “melâike ve cân ve ruhaniyattır” der, tesmiye eder.” (Yirmi Dokuzuncu Söz Birinci Maksat, Birinci Esas)

Mehmet Paksu

Duamız Nasıl Kabul Olunur?

Hz. Mûsâ’nın bir duası vardır. Çocukluğumdan beri okurum. Çok hoşuma gider. Okudukça okuyasım gelir. Beni öylesine kendine çeker ki, bir an için kendimi Hz. Mûsâ’nın yerine koyar, o şekilde okumaya çalışırım.

Burada “kul Mûsâ” vardır. Ağır bir görev almıştır. Tanrılık güden, halkını köle gibi çalıştıran, her çeşit baskı ve zulmü çekinmeden yapan, her türlü imkanı elinde tutan bir Firavun’un karşısına çıkacaktır.

Emri Rabbinden almıştır: “Firavun’a git, çünkü o iyice azdı.”

Kendisi bir fert, tek bir insan. Maddi gücü sınırlı. Âciz ve zayıf bir kul.

Ordulara hükmeden, Yaratıcıya kafa tutan birisi var karşısında.

Onunla nasıl baş edecektir? Nasıl konuşacaktır? Bir Allah’ın olduğunu, kendisinin de onun elçisi olduğunu nasıl anlatacaktır?

Her peygamberin yaptığı gibi o da elini ve gönlünü Rabbine açar ve şöyle yakarır:

“Gönlüme genişlik ver Rabbim!
“İşimi kolaylaştır.
“Dilimdeki tutukluğu çöz.
“Ta ki sözümü iyice anlasınlar.
“Ailemden yardımcı olarak da bana kardeşim Harun’u ver.
“Onunla beni takviye et.
“Onu vazifeme ortak et.
“Ta ki Seni çokça tesbih edelim.
“Ve Seni çokça analım.
“Muhakkak ki, bizi hakkıyla gören Sensin.”
“Ve Allah buyurdu ki: “İstediğin sana verildi, ey Mûsâ!” (Tâhâ Sûresi, 25-36)

***

Hz. Mûsâ, kardeşiyle birlikte Firavun’a giderler, görevlerini yerine getirirler. Hiçbir zarar görmeden döner gelirler.

Hz. Mûsâ kendi âcizliğini, çaresizliğini, güçsüzlüğünü, zayıflığını ve yalnızlığını sadece Rabbine açmıştır. Kimseden bir yardım ve destek istememiştir. Kimsenin kapısına gitmemiş, önünde eğilmemiştir.

Bunun için de, istekleri anında yerine getirilmiş. Yunus’un “Bir sinek bir kartalı kaldırdı vurdu yere” misalinde olduğu gibi, gün geldi, dünya hâkimi Firavun, orduları ve dünyalığı ile birlikte Kızıldeniz’in sularına gömüldü.

***

Rabbine olan kullukta örnek birisi olan Hz. Mûsâ’nın yanında, Tevhid’de alem ve sembol olan, Allah’tan başka gözü kimseyi görmeyen bir peygamber daha vardır. Kur’ân Hz. Mûsâ gibi onu da sıklıkla anlatır.

Bu peygamber Hz. İbrahim’den başkası değildir. Hz. İbrahim’in duası da çok içten ve çok samimi, çok kapsamlı ve içeriklidir.

Hani her şeyi, ama her şeyi Allah’tan isteme gibi bir peygamber ahlakı vardır ya, işte bu özellik Hz. İbrahim’de bütün açıklığıyla görülür.

Putlara dua edip, dileklerini onlara açan kavmine, maddeye kul köle olmuş halkına, “Dua ettiğinizde onlar sizi işitir mi? Size bir fayda verirler mi? Yahut zararları dokunur mu?” dedikten sonra, kendisi Rabbine yönelir, yüzyıllar sonra da Kur’ân’ın bize öğrettiği gibi gönlünü şu şekilde açar Yaratıcıya:

“Beni yaratan, bana doğru yolu gösteren Odur./Beni yediren ve içiren Odur./Hastalandığımda bana şifa veren Odur./Beni öldürüp sonra diriltecek olan Odur./Hesap gününde hatalarımı bağışlayacağını umduğum da Odur.”

“Ya Rabbi, bana ilim ve hikmet ver ve beni sâlih kullarının arasına kat./Beni arkamda hayırla yad edilmeyi nasip et./Beni nimetlerinle dolu Cennetin vârislerinden kıl.”

“Babamı da bağışla, çünkü o yolunu şaşırmışlardandır./Herkesin diriltildiği günde beni mahcup etme./O gün ki, ne mal fayda verir, ne de evlat.” (Şuarâ Sûresi, 78-88)

Hz. İbrahim, Rabbinden istediği her şeye nail olmuş, istediklerine kavuşmuştur. Duadaki sır şurada:

Hz. İbrahim, âciz ve zayıf bir kul olduğunu dile getiriyor. Kendisine ulaşan her türlü nimeti Allah’tan biliyor. Her çeşit musibete karşı Rabbinden yardım istiyor. Düşmanlarına karşı desteği sadece Ondan bekliyor.

Hz. İbrahim de o dönemin Firavun’u başta olmak üzere, Nemrut gibi tanrılık iddia eden ve kendisini ateşe atan bir zalim hükümdara karşı üstün gelmiştir.

Demek ki, muvaffak olanlar Mûsâlar ve İbrahimlerdir. Kulluğunun anlayan ve dile getirenlerdir.

Mehmet Paksu / Moral Haber

Allah Resulü (a.s.m.): “Ramazan öyle bir aydır ki…”

Ramazan ayını, mukaddes kelâmın nazil oluşunun yıldönümünü, müminlerle birlikte cinler, melekler; ağacı, çiçeği, böceği, kurdu, kuşu, denizi ve deryasıyla yaşlı dünyamız da kutlar. Görünen ve görünmeyen âlemlerde tam bir bayram havası yaşanır. Efendimiz (a.s.m.) bu ayla ilgili öyle müjdeler vermektedir ki bu aya lakayt kalmak mümkün değildir.

Ramazan ruhun bayramıdır. Ramazan’la birlikte içimiz sevinçle dolar, serinler, kalbimiz ferahlar, yurdumuz yuvamız şenlenir. Bir ay boyu âdeta cennet hayatı yaşarız, ahiret lezzeti alırız, melek şirinliği duyarız. Bir an için kendimizi Saadet Asrı’nda, Mutluluk Çağı’nda buluruz. Medine’yi soluklarız içimizde doya doya…

Kendimizi sahabenin arasında hisseder, Resulullah’ın (a.s.m.)  yanında, önünde ve huzurunda buluruz. Çünkü O (a.s.m.)  yokken Ramazan da yoktu, huzur ve bereket de yoktu. O (a.s.m.)  yokken oruç da yoktu, oruçla birlikte sıralanan nimetler de yoktu. O (a.s.m.)  geldi, her şey geldi. Ve O’nun (a.s.m.)  getirdiği her şeyle birlikte peş peşe, çeşit çeşit nimetler, öbek öbek rahmetler geldi. Gecemiz gündüze, kışımız bahara döndü.

Her şeyi O’ndan (a.s.m.)  öğrendik, her şeyi O’ndan (a.s.m.)  ders aldık. Namazı da, zekâtı da, haccı da, Kur’an’ı da ve nihayet Ramazan’ı ve orucu da… O (a.s.m.)  namaz kıldı, biz de namaz kıldık, O (a.s.m.)  zekât verdi, biz de zekât verdik, O (a.s.m.) hacca gitti, biz de hacca niyet ettik ve gittik. Ramazan’ın ilk günüyle birlikte O (a.s.m.) oruç tuttu, biz de hemen O’nun (a.s.m.) yanında yer aldık, biz de oruca başladık.

Ramazan’ı kimseden değil, O’ndan (a.s.m.)  öğrenmek gerekiyor. Ramazan’ı kimseye değil, O’na (a.s.m.)  sormak gerekiyor. Ramazan’ın en güzelini, en güzel Ramazan’ı O (a.s.m.)  yaşamış ve yaşatmış. Ramazan’ın ilk gününden son gününe, Kadir Gecesi’nden bayrama kadar neler yapmak gerekiyorsa, hepsini anlatmış, öğretmiş, uygulamış ve uygulatmış.

Öyle bir ay ki…

Selman-ı Farisi (r.a.) anlatıyor:

Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) Şaban ayının son gününde bize okuduğu bir hutbede şöyle buyurdu:

“Ey insanlar, büyük ve mübarek bir ay yaklaştı, gölgesi başınıza geldi.

Bu öyle bir aydır ki, içinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi vardır.

Allah o mübarek ayın gündüzlerinde orucu farz, gecelerinde nafile namazları meşru kıldı.

Bu ayda küçük büyük bir hayır yapan insan başka aylarda bir farz eda etmiş gibi sevap alır.

Bu ayda bir farzı yapmak, başka aylarda yetmiş farz yerine geçer.

Bu ay Allah için açlık ve susuzluğun, taat ve ibadetin meşakkatlerine sabır ve tahammül ayıdır. Sabrın karşılığı da cennettir.

Bu ay yardımlaşma ayıdır, bu ay müminlerin rızkını arttıracak aydır.

Bu ayda her kim oruçlu bir mümine iftar edecek bir şey verirse, yaptığı bu iş günahlarının bağışlanmasına ve cehennemden azat olmasına sebep olur. Oruçlunun sevabından da hiçbir şey eksilmeden onun kadar sevaba kavuşur.”

Sahabelerin bazısı, “Ya Rasulallah, hepimiz oruçluya iftar edecek bir şey bulup verecek durumda değiliz” dediler.

Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.):

Allah bu sevabı bir tek hurma ile bir içim su ile bir yudum süt ile oruçlu mümine iftar ettirene de verir” buyurdular ve hutbelerine şöyle devam ettiler:

Bu ayın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden kurtuluştur.

Bu ayda her kim kölesinin (işçi ve hizmetçisinin) işini hafifletirse Allah onu affeder ve cehennemden uzak tutar.

Bunun için bu ayda şu söyleyeceğim dört hasletten ikisi ile Rabb’inizi razı kılarsınız, diğer ikisinden ise hiçbir vakitte ayrı kalamazsınız.

Rabb’inizin rızasına sebep olan hasletlerin birisi, Kelime-i Şehadete devam etmeniz, diğeri de Allah’tan mağfiret dilemenizdir.

Vazgeçemeyeceğiniz iki hasletin biri Allah’tan cenneti istemek, diğeri cehennemden Allah’a sığınmaktır.

Her kim oruçluya bir yudum su verirse, Allah da ona benim mahşerdeki havuzumdan öyle bir su içirecektir ki, cennete girinceye kadar bir daha susuzluk çekmeyecektir. (et-Tergîb ve’t-Terhîb, 2:94-95.)

Ramazan orucunun sevabı

Amr bin Murre el-Cüheni (r.a.) anlatıyor:

Bir adam Resulullah’a (a.s.m.)  geldi: “Ya Rasulallah! Allah’tan başka ilâh olmadığına ve senin Allah’ın Resulü olduğuna şehadet eder, beş vakit namazı kılar, zekâtı verir ve Ramazan orucunu tutup, gece ibadetini yaparsam kimlerden olurum?” diye sordu.

Resulullah (a.s.m.) “Sıddıklar ve şehitlerinden olursun” buyurdu. (et-Tergîb ve’t-Terhîb, 2:105.)

Ramazan çok farklı, çok değişik, çok üstün sevaplı bir aydır.

Bu ay Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanının, kerem ve bereketinin sayısız ve sonsuz olduğu bir zaman dilimidir. Bu sevap ve ecirlerden birisi de Ramazan orucunu tutanların sıddık ve şehit sevabını almasıdır.

Şehitleri biliyoruz, sıddıklar ise peygamberlikten sonra gelen yüce bir makamdır. Bu makam Hz. Ebu Bekir gibi mükemmel insanların özel makamıdır.

Haliyle bu sevap sadece oruca bağlı değil, aynı zamanda namaz ve zekât gibi ibadetlerin de ihmal edilmemesine bağlıdır.

Bu konudaki hadis gerçek anlamda büyük bir müjdedir ve bizim için büyük bir mükâfattır.

Ramazan’ı tüm canlılar kutlar

Ramazan’ın ilk günüyle birlikte nur ve feyiz dolu bir mevsimi yaşamaya başlarız. Kâinat şenlenir, dünya cennetten süzülen nurlu bir havayla dolup taşar.

Yüce âlemlerin masum ve mübarek sakinleri olan melekler öbek öbek müminlerin çevresini sarar. Rahmet ülkesinden müjdeler, Kâinatın Rabbi’nden selamlar ve mağfiret esintileri getirir.

Ramazan ayını, mukaddes kelâmın nazil oluşunun yıldönümünü müminlerle birlikte cinler, melekler; ağacı, çiçeği, böceği, kurdu, kuşu, denizi ve deryasıyla yaşlı dünyamız da kutlar. Görünen ve görünmeyen âlemlerde tam bir bayram havası yaşanır.

Bu ayın Cenab-ı Hak katında müstesna bir yeri vardır. Yüce Rabb’imiz, Kendisine muhatap olarak seçtiği kullarına sonsuz rahmetinin en geniş tecellilerini bu aya ayırır.

Başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere diğer semavi kitapların da bu ayda indirilmiş olması, bu günlerin kıymet ve kudsiyetini artıran diğer bir güzelliktir.

Müminler, Allah’ın bir ihsanı olarak bu günleri kaçırılmaz birer fırsat bilerek değerlendirme, Rablerine olan kulluk derecelerini gösterme, O’na muhatap olabilme gayreti içine girerek tam bir ihlâs ve şuurla ibadet ve taate koşarlar.

Bu gayretin neticesi elbette karşılıksız kalmayacaktır. Oruç tutup, Ramazan ayını bir kulluk şuuru içinde geçirenler, tatlı bir ânı yaşadıkları, huzura erdikleri gibi, pek çok nimete de kavuşurlar.

Mehmet Paksu / Moral Haber