Etiket arşivi: mısır

İslam Alemi Risale-i Nur’a Büyük Alaka Duyuyor

Mısır

Risâle-i Nur’un fütûhâtı, dünyânın muhtelif yerlerinde farklı isti’datların inkişâfı ve sâhip çıkması şeklinde devâm ediyor. Geçtiğimiz Ramazân-ı Şerifte, Arap âleminin en büyük yazarlarından olan Ahmed Behçet’in, El Ehrâm gazetesindeki köşesinde, tam otuz beş gün fâsılasız Bediüzzaman Hazretlerinin dâvâ metodu ve Risâle-i Nur’dan bahsetmesi bunun sâdece bir delili. Ahmed Behçet; geniş kültürü ve te’sirli yazılarıyla Arap âleminde temâyüz etmiş bir zât. Yazdığı yazılar her zaman halk nezdinde ma’kes buluyor ve yeni yazıları merakla bekleniyor. Meselâ, başka yazarların yazdığı kitaplar üçbin adet basılıp zar zor satıldığı zamanlar, “Çocuklar İçin Peygamberler Tarihi” gibi Ahmed Behçet’in bazı kitapları bir milyon adet satabiliyor. Günlük yazılarını yazdığı El Ehrâm gazetesi ise, bir milyon ikiyüz bin tirajla bütün âlemi İslâma dağıtılıyor. İşte böyle mühim bir mevkie sâhip bir zatın, El Ehrâm gibi büyük bir gazetede, otuz beş gün fâsılasız İmân ve Kur’an hakikatları olan Risâle-i Nur’ları nazara vermesi, inşâalah ileride gelecek ehemmiyetli inkişafların habercisi gibi görünüyor.

Mısır’a yaptığımız seyâhat esnâsında Risâle-i Nur’un Arapça mütercimi İhsan Kasım Ağabey’le beraber Ahmed Behçet’i evinde ziyâret ettik. Yanında, ehli irfân zatlar da bulunuyordu. Bize, “kendimi Bediüzzaman’ın karşısında, bizzat ondan ders alıyormuş gibi hissedinceye kadar Risâle-i Nur’u okuyorum ve onun anlatmak istediği dünyaya girmeye çalışıyorum, anladığıma dâir kanâatı etemme vardıktan sonra yazılarımı yazmaya başlıyorum” şeklinde bahs etti.

Mart ayının üçünde, İhsan Kàsım Ağabeyle Mısır’a seyâhat etmiştik. Sebebi ise; Mısır El Ezher Üniversitesinden gelen bir dâvetti. Dâvette, Usûlü’d-Din Fakültesinin 6-8 Mart tarihleri arasında “Kur’an ve Sünnet Mîzânında Bediüzzaman ve Risâle-i Nur” adlı workshop tarzında bir konferans yapacağı bildiriliyordu. Biz de bu dâvete icâbet ettik. Konferans; Ezher’in konferans salonunda yapıldı ve öğretim üyeleri ile talebeler dinleyici olarak katıldılar. Altı öğretim üyesi, üç gün müddetle tebliğlerini takdim ettiler. Bunlardan Usûlü’d-Din Fakültesinin dekanı Prof. Dr. Abdülmu’ti Beyyûmi, Risâle-i Nur’u Kelâm ilmi ve İslam Düşünce tarihi açısından değerlendirdi. Prof. Dr. Sâmi Hicâzî, Risâle-i Nur’un îmâni boyutunu işledi. Prof. Dr. Muhammed Müseyyer, Risâle-i Nur’da nübüvvet konusunu ele aldı. Prof. Dr. Abdülğafur Câfer, Risâle-i Nur’da İ’câz-ı Kur’an konusunu anlattı. Prof. Dr. Necah El Guneymî, Risâle-i Nur’daki tasavvuf konusunu işledi.

Tebliğlerin hepsi birbirinden üstündü. Hassaten Necâh’ın tebliği bir harikaydı diyebiliriz. Kendisi, çeşitli batılı üniversitelerde okumuş ve öğretim üyeliğinde bulunmuş. Şimdi ise Ezher Üniversitesinde ders veriyor. Bediüzzaman’ı “dâima âlem-i sahvede olan büyük bir mutasavvıf” diye anlattı ve Risâle-i Nur’un birçok yerinden de buna deliller getirdi. Tebliğinin bir yerinde, Bediüzzaman’ın İbn-i Arabî’ye bakış açısını ele alırken, “Bediüzzaman’ın, O’nun mesleğine bir edeb ve ilim adamına yakışır bir vakar içinde yaklaştığını” ısrarla belirtti. Öğrencilerden gelen “Mevlânâ’nın Mesnevî’siyle Bediüzzamân’ın Mesnevî’si arasında ne gibi bir fark vardır?” şeklindeki suâle; şöyle cevâb verdi: “Ehl-i Tasavvufta istiğrak hâli olabiliyor. Bu sebebten eserlerinde de, Kitab ve Sünnet’in mîzânlarına muvâfık düşmeyen ifâdeler bulunuyor. Fakat Bediüzzaman’ın eserlerinde bu hal yok. Eserlerini dâima âlem-i sahvede yazdığından, Kitab ve Sünnet’in mîzânlarından hiç ayrılmamıştır.” diye cevâb verdi.

«Gerçi; Hz. Üstâd Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye’nin başındaki Mukaddime’de kendi seyr-i sülukunden bahs ederken: “…Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazalî (R.A.), Mevlâna Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Kur’an’ın dersiyle, irşadıyla hakikata bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ    hakikatına mazhar olduğunu, Yeni Said’in Risâle-i Nur’uyla göstermiş.” demektedir.»

Panelde konuşmacılar, tebliğlerini sunduktan sonra dinleyicilere suâl sorma ve konuyla ilgili müzâkere yapma imkânı tanındı. Meselâ, bunlar arasında dikkatleri çeken suâllerden birisinde şöyle deniliyordu: “Değerli öğretim üyelerimiz, her biri kendi uzmanlık sâhalarında Bediüzzaman’ı bir müceddid olarak tanıttılar. Büyük bir müfessir, büyük bir mutasavvıf, büyük bir kelâm âlimi vs. Bediüzzaman bunlardan hangisidir?” bu suâli oturum başkanı olan fakülte dekanı Prof. Dr. Abdülmu’ti Beyyûmi cevâbladı: “Bediüzzaman; bu saydıklarınızın hepsidir.”(*) dedi ve bunun îzâhını yaptı. Ezher âlimlerinin verdiği bilgiye göre bu panel, kitap haline getirilip Ezher yayınları arasında basılacak.

Panel esnâsında ilginç bir şey yaşandı. Mısır Kitab Yazarları derneği’nin üyesi olduğunu belirten bir hanım, Bediüzzaman’la alâkalı yazdığı şiiri okumak için oturum başkanından izin istedi. Kendisine müsâade edilince kürsüye çıktı ve şiirini okumağa başladı. Ancak yarısına geldiğinde boğazı düğümlendi ve gözlerinden yaşlar dökülmeğe başladı. Başını mahcub bir şekilde aşağıya eğdi. Biraz durdu ve kendisini toparladıktan sonra şiirin gerisini zorla tamamlayabildi. Şiiri o kadar mânâ yüklü idi ki; her kelimesinde Risâle-i Nur’dan gelen îmânın sıcak havası gönlümüze ifil ifil esiyordu. Çok duygulandık. Diğer dinleyiciler de aynı şeyi hissetmiş olmalılar ki, insanları alkışlamak âdetleri olmadığı halde, hislerini uzun bir alkışla dile getirdiler. Aslında bu alkışlar Kur’an hakikatlarınaydı. Üstâdımızın; Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde, âlem-i İslâmın asırlardan beri mühim bir ilim merkezi olan Ezher-i Şerif’ten ehemmiyetle bahs etmesi; belki de Ezher âlimlerinin, ileride Risâle-i Nur’a sâhib çıkacaklarına bir işaretti. İşte Ezher ulemâsının yaptığı bu panel, onların Kur’an hakikatları olan Nurlar’ı kabul ettiklerini ve alkışladıklarını gösteriyor.

Biz de, panelden fırsat buldukça Mısır’daki eski ve yeni dostlardan bazılarını ziyâret ettik. Ahmed Behcet bunlar arasındaydı. Her birisi îmân ve Kur’an hakikatları olan Risâle-i Nur’dan senâ ile bahsediyorlardı. Bu gidişimizde, Mısır’ın muhtelif üniversitelerinde, Risâle-i Nur üzerine on civarında mastır ve doktora çalışması yapıldığını öğrendik. Darısı bizim ilim adamlarının başına…

Seyâhatimizde, Mısır’da vasıfsız insanlardan, tâ gazeteci, yazar ve ilim adamlarına kadar bir çok insanla görüştük. Risâle-i Nur denilince gözleri parlıyordu. Prof. Dr. Necâh’ın da dediği gibi, İslâm âleminin çok muhtâc olduğu Nur’un yumuşak üslûbuna hepsi hayrandı ve okudukları halde hissedemedikleri Kur’ân’ın îmân boyutunu onunla keşfediyorlardı.

Fâs

Fâs, seyahatimizin ikinci durağı.. Oraya da hemen Mısır’dan sonra hareket ettik. Sungur Ağabey, İhsan Kasım Ağabey, Manisa’dan Şahin Hoca, Cevdet Baybara ve Mısır’dan Abdülkerim Baybara kardeşlerimiz bu seyahatimize şeref verdiler. Gidiş gayemiz yine bir sempozyumdu. Sempozyum, Rabat V. Muhammed Üniver-sitesi Edebiyat Fakültesi tarafından düzenlendi ve yirmi ilim adamı katıldı. Konusu; “Ondördüncü Hicrî Asırda İslâmi Fikirlerin Tecdîdinde İmâm Bediüzzaman En’Nursî’nin Cehdi, Gayreti ve Rolü” Tarih, 17-18 Mart. Yer ise Fakültenin konferans salonu.

Fâs halkı; Osmanlı’yı çok seviyor. Zira, orada kiminle karşılaştıysak, Türkiye’den geldiğimizi öğrendiklerinde sıradan tanışmalar sıcak bir muhabbete dönüşüveriyor. Türkiye’yi pek çok sevdiklerini dilleriyle ve halleriyle açık-seçik bir şekilde belirtiyorlardı.

Fâs, batısından Atlas Okyanusu, kuzeyinden de Akdeniz’le çevrildiğinden ikisinin karışımı farklı bir bitki örtüsüne sahib. Dünyanın en iyi portakal ve mandalinaları burada yetişiyor, diyebiliriz. Adeta İlahi Rahmet ile coşan toprak, yeşilin zengin tonları arasından çıkan rengarenk çiçek ve meyveleriyle tebessüm ediyordu.

Fas’ın kültürü de biraz iklimine benziyor. Kuzeyden Cebel-i Tarık boğazıyla Avrupa’ya komşu, doğusundan da İslam Ülkelerine.. Adeta iki kültür sentezinin yaşandığı bir yer.. Siz Halkla, ister Arapça konuşun ister Fransızca, her iki dili hem anlıyor, hem de konuşuyorlar.. Binalarında ise, Mağrib’in ulaştığı o nazik nakış san’atının zirvesiyle, günümüz batısının ulaştığı mühendislik dehasının sentezini görebiliyorsunuz. Kazablanka’da Atlas Okyanusunun sahiline yapılan II. Hasan Camii buna güzel bir misal.

İşte böyle iki iklim ve kültürün harmanlandığı bir memlekette yetişen ilim adamları, bize iki gün müddetince harika bir ilim ziyafeti çektiler. Hatta tebliğin birini dinlerken, aklımız tatmin olduğu gibi duygularımız da zevk alıyordu. Bir ara öyle bir an yaşadık ki; aradaki dil farkı tamamen kalktı. Gerçeği görmemize engel olan perdeler bir bir açıldı. Risâle-i Nur’dan ustaca seçilmiş paragraflar sayesinde bütün duygularımızla kâinatın harika manzaralarının içinde dolaştık. Bazı gözler buğulandı ve yaşlar döküldü. Bu yirmi dakikalık bir zamandı ama, sanki günler geçmiş gibi geldi. Konferans salonundan dışarı çıktığımızda Risâle-i Nur’un Arapça mütercimi İhsan Kasım; “Bunları ben mi tercüme ettim! Bu kelimeler benim mi?” diyerek hakikatların takdim tarzına olan hayranlığını gizleyemedi. Hemen hemen sunulan her tebliğde batının medeniyet dehası, Risâle-i Nur sayesinde Kur’an’ın cihanşümul boyutlarında eriyordu. Buna sentez mi denir, yoksa İslami tecdid mi? İsmini ne koyarsak koyalım, böyle bir şeyi bir nebze de olsa orada hissettik. Bu göz yaşlarını akıtmamıza sebeb olan Prof. Dr. Faruk Hammade’nin konusu “İmâm En Nursî’nin Fikrine Göre Tabîat, Kevn Ve Kâinâtın Bir Eser Olarak Delâlet Ettiği Mânâ Ve Hedef” idi. Bir yerinde şöyle diyordu: “Batı; Dinin temeline ve iman esaslarına materyalist fikirle saldırdı ve saldırırken de Tabiat silahını kullandı. Nursi de, onlara tabiatla cevab verdi. Yani; üniversiteli materyalist bir genç veya hoca, Fizik ve Kimya ile iman esaslarını çürütmeğe kalktığında Risâle-i Nur’u okuyan gençler onların fikirlerini yine Fizik ve Kimya ile çürütüyor; o fen ilimleri, o gençlerin elinde Risâle-i Nur sayesinde birer ma’rifet-i ilahi şekline giriyordu. Bence; gençlerin Risâle-i Nur etrafında bu kadar kesretle toplanmalarının en mühim sebebi budur.”

Prof. Dr. Muhammed Er Rûgî de şunlara yer verdi: “Allah Kur’an’da     diyor. Bediüzzaman da her yazısında öyle olmaya çalıştı. Kur’an’ı esas aldı ve onun uslubu bütün eserlerinde nebean etti. Meselâ:

  1. İfadelerinde mânâ zenginliği ve derinlik var.
  2. Her cümlesi birer kaidedir.
  3. Tertip ve tanzimi de Kur’an’dan yansımış.
  4. Temsil ve hikmetinde de Kur’an’ın üslubu var.
  5. Daima taze fikir ve fikirlerinde geniş ufuklar mevcut.
  6. Sözünde israf yok. Her kelimesi matlub gayeye hizmet ediyor.
  7. Gayet dakik bir mizanla en te’sirli kelimeler seçilmiş.
  8. Teşbih ve temsiller sayesinde en derin ve dağınık mes’eleler, derli toplu bir şekilde herkesin anlayabileceği bir hale getirilmiş.”

Er-Rugi bütün bu maddeleri Risâle-i Nur’dan getirdiği misallerle izah etti.

Prof. Dr. Et-Tuhami Er Raci de “Said Nursi’ye göre nazm-ı Kur’ani” isimli tebliğinde İslam tarihinin Abdulkahir-i Cürcani gibi belağat alim ve müfessirlerinin Kur’an’ın nazmıyla ilgili fikirlerini tek tek sıraladı ve Bediüzzaman’ın İ’caz-ı Kur’an hakkındaki tecdidini anlattı. Bunu da İşarat-ül İ’caz’dan bazı bölümleri şemalar halinde tepegözle duvara yansıtarak izah etti.

Prof. Dr. Hasan El-Emrani ise “Risâle-i Nur’un edebi cihetini anlatmak için sekiz ciltlik bir eser yazmak lazım. Bediüzzaman; edebiyat ve belağatın bütün meselelerini kullanmış.” şeklinde konuştu.

Prof. Dr. Aşrati Süleyman’da Risâle-i Nur’da zaman mefhumunu anlattı ve Bediüzzaman’a göre zamanın büyük bir müfessir olduğunu belirtti. Risâle-i Nur’un Arapça mütercimi İhsan Kasım ise, “bu güne kadar bir çok ilim adamı, uzmanı oldukları bilim dallarında Bediüzzaman’ın tecdid yaptığını ispat ettiler. Ayrı ayrı ilimlerde onun bir müceddid olduğunu izah ettiler. Fakat bence Bediüzzaman, asıl tecdidi insanın bizzat kendinde yapıyor. Risâle-i Nur’u okuyanlar önceki hallerinden tamamen farklı birer insan haline geliyorlar” şeklinde konuştu.

Evet konuşmalar iki gün müddetince bu minval üzerine devam etti. Sempozyumun sonuna geldiğimizde oturumun son konuş-masını Türkiye’den gelen misafirler namına Sungur Ağabey’den istediler ve Üstâdımızı anlatmalarını taleb ettiler. Üstâdımızın kendisine “Risâle-i Nur’un İslâmın çeşitli merkezlerdeki ulemanın ellerine ulaşacağını ve onu anlamaya çalışacaklarını” anlattığını söyledi. Ve Van vâlisi Merhum Tâhir Paşa, konağında Hz. Üstâd için bir oda tahsis edip, Hz. Üstâd’ın orada ezberinde olan 90 kitabı (Arabî metinler) her gece üç saat okuyarak üç ayda bir devr ettiğini ve ‘Cenâb-ı Hakk’a şükür kardeşlerim! O mahfuzâtım, o tekrarlarım KUR’AN’IN HAKAİKINA ÇIKMAĞA BANA BASAMAK OLDULAR. Sonra ben, Kur’ân’a çıktım, baktım; her bir âyet-i Kur’an kâinâtı ihâta ediyor gördüm. Artık Kur’an bana kâfi geldi, başka şeye ihtiyâcım kalmadı.’ dediğini nakl etti.

Sempozyumun tanzim hey’eti başkanı Prof. Dr. Ahmed Ebu Zeyd de teşekkür konuşması yerine Risâle-i Nur’dan Onikinci Nota’yı açarak Prof Dr. Faruk’a uzattı ve ondan okumasını istedi. “benim bedelime Üstâd konuşsun” dedi. Evet onun o gür ve heyecanlı sesiyle okunan münacattan sonra sempozyum sona erdi. Şahin Hocamız da bu anları kaçırmamak için büyük bir titizlikle video kamerasına çekti. Söylediğine göre 17 kaset doldurmuş.

Sempozyum salonu çok rahat bir yerdi. Sahnesi, perdesi, basamak basamak yükselen dinleyici koltukları, aydınlatma ve soğutma sistemi gayet mükemmeldi. Zamanlamaları gayet dakikti. Tebliğlerin sonunda müzakere ve kritik imkanı tanınıyor; tebliğ sunulduktan sonra da bir görevli tarafından tebliğin metni alınıp hemen fotokopi ile nüshaları çoğaltılıyordu. Zihinler yorulduğunda sempozyuma ara veriliyor, Üniversite tarafından salonun dışında açık büfe şeklinde kuru pasta ve çay ikramları yapılıyordu. Kısacası, sempozyumdan verimin en üst seviyede alınması için her şey düşünülmüştü. Belirtildiğine göre bu sempozyum da basılıp yayınlanacakmış.

Mısır’daki hizmet ve neşriyât-ı Nuriye ile alakadar Abdulkerim Kardeş de epey miktar Arapça tercümelerden getirmişti. Bu Risâle-i Nur Külliyatı’nın Arapçalarını, Fas’a dağıtan bir yayınevi ile konferans salonunun önüne kitap sergisi açmışlardı. İki gün için-de bütün Külliyatların alındığını ve kitap sıkıntısı çektiklerini gördük. Evet not defterimiz hayri kabarık. İlim câmiasıyla görüşmelerimiz vardı. Fas’ın başşehri Rabat’tan Cebel-i Târık Boğazı’na, oradan Fas’ın ilk İslami yerleşim bölgesi olan Fes’e ve oradan da Kazablanka’ya olan seyahatlerimizden bahsedecekik. Sizi fazla usandırmamak için, “birkaç damla, denizin varlığını gösterir” dedik.

Kardeşleriniz

Mısır, Kahire’den Hatice En-Nebravi’nin Üstad’a Hitaben Yazdığı Mektup

    Sevgili efendim;

    Seni mü’min bir topluluğun diyârına hediye olarak sunan Allah’ın rahmeti, bereketi, en temiz ve en mübarek selâmı üzerine olsun. Senin muhabbetinle çarpan, sana olan vefâ hislerimin gayretiyle yanıp tutuşan kalbimin, tâ derinliklerinden seslenmekteyim. Ki, sen o kalbin Allah’ı nasıl bir sadakatle sevdiğini, kendisini hak nurlarının tecelli ettiği parlak bir âyine haline nasıl getirdiğini daha iyi bilirsin. Öyle ki, artık bu kalp o nurlarla çarpıp durmaktadır. Seyyid-i Ebrâr olan Mustafa-i Muhtâr’a, Onun tertemiz Âline, Sahâbe-i Kirâmına ve diğer bütün büyük zâtlara muhabbet ve vefâ duygusuyla ma’mur olmuştur. Onun yolunu yol edinmiş, onun hidâyet çizgisini tâkip etmiş ve inşâallah hep tâkip edecektir.

    Sen, ey efendim, Allah’ın fazl u ikrâmı olarak Resûl-ü Ekrem’in yolundan ayrılmayan, adımlarını hep sağlam esâslar üzere atan âlem şahsiyetlerden birisin. Bizler için en güzel üstâd, en güzel muallim, en güzel ve sâlih bir önder oldun. Peşinden gelenleri muhabbet ve îmân kaynağına ulaştıran en mükemmel imâm oldun. İşte bu yüzdendir ki, biz seni bütün kalbimizle sevdik. Sana sımsıkı bağlandık. Çünkü; Allah bizimle seni en sağlam, en derin ve en devamlı bağlarla bağladı. Çünkü bunlar, muhabbet bağlarıydı. Bizler üzerimize düşeni hakkıyla yerine getirsek de, senin hakkını asla ödeyemeyiz. Yapabileceğimiz tek şey, seni en güzel ve en hayırlı bir şekilde mükâfatlandırması için dâima Allah’a duâ etmektir. Zirâ, Allah’ın her şeye gücü yeter ve gayretlerin karşılığını en iyi veren de O’dur.

    Efendim;

    Bu mektubu, sana İstanbul’da, gayet ihlâslı talebelerinin gayretleriyle düzenlenen sempozyumdan döndükten sonra yazıyorum. Türkiye seyâhatim esnâsında yaşadıklarımı mütevâzi kalemim anlatmaktan âcizdir. Çünkü gördüklerim, kalbimin en derin köşelerinde mâ’kes buldu. İlâhî muhabbeti en hârika bir surette, orada müşâhede ettim. Vefâ ve ihlası en asîl mâ nâ larıyla orada anladım. Toplum içinde nefsin fenâ bulmasını, insanlar arasındaki ruhî bütünlüğü orada gördüm. Tıpkı denizin dalgaları gibi coşan, başlangıcı ve sonu olmayan, sana âşık kalplerinden taşarak bir umman hâline gelen bu nur halkalarını kalemimle nasıl anlatabilirim, ey İmâm-ı Celîl? Ne kadar anlatmak istesem de kalemim âciz kalıp duruyor. Dilim ifâde etmekte zorlanıyor.

    Efendim;

    Şu kısa aklımla, o sevgili beldeni ziyâretim esnâsında sana olan şevk ve düşkünlüğümün biraz dineceğini veya sizin hakkınızdaki rûhî bilgilerimin artacağını zannetmekteydim. Ziyâretimden döndükten sonra, senin büyüklüğünü yeterince bilme konusunda cehâletimin daha da arttığını gördüm. Çünkü, hemen her mekânda gördüğüm o göz kamaştırıcı nurlar, benim şaşkınlığımı daha da artırdı. Aynı zamanda, kalbimin bu nurlara ne kadar çok hasret kaldığını da anladım. Çünkü kalbim, alabildiği kadar o nurları toplama, gücü yettiği kadar feyzini artırma gayretindeydi. Bu kalb, muhabbet nurlarıyla doldu. Tâ ki sonunda o nurlar, bütün benliğimi tamamen kapladı. O kısa zaman diliminde, kendimi rahmet feyizlerine kaptırmış vaziyetteydim. Âdeta zaman ve mekândan sıyrılmıştım.

    Gerçekten o anlar, benim için benzersiz anlardı. Belki bir asra bedeldi. İnsan ruhunun ancak uzun ömürler yaşayarak tadabileceği manevi hazlarla doluydu. Bu hazların ne hadd u hesabı, ne de sınırı vardı. O anda kendi kendime dedim ki: O kısacık zamanda alabildiğim mânevî nurlar böyleyse, Enbiyâ ve Resûllerin, Melâike-i Mukarrabînin ulaştığı nurlar nicedir? Âlemlerin Rabbi olan Allâh’ın nûru nasıldır?

    İşte böyle ey İmâm-ı Celîl; kendi nefsimi bir yandan böyle bir heyecan, bir yandan da geçen ömrümü hebâ etmişliğin hüsrânı içinde buldum.

    “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn!.”..

    Allah’tan uzaklaştığım ölçüde nefsime zulmettim… Allah’ın rızâsı dışında atmış olduğum her adım için nefsime zulmettim… Nefsimin bitmek tükenmek bilmeyen istekleri ve heveslerini gerçekleştirdiğim ölçüde nefsime zulmettim…

    Şimdi ey efendim; Aslâ geri dönmeksizin ben bu nefsime harp ilân ediyorum. Çünkü o, benim nur sefînesine zamanında kavuşmamı engellediği için, düşmanlarımın en büyüğüdür. En sonunda senin Nur Risâlelerinin nuruyla basîretim aralandı. O eserlerini senin vefâlı ahbâbının kalplerinde gayet diri bir vaziyette gördüm. Ama, nefsimin karanlıkları arasında o nur perdelerini aralamaktan hâlâ âcizim. Rahmet nurları ile insan nefsinin karanlıkları birbirinden ne kadar ve ne kadar uzak değil mi?

    Sevgili efendim;

    Eğer benden Türkiye yolculuğum ve burada katıldığım nûrânî sempozyumun neticelerini gayet kapsamlı bir ifâde ile vasfetmem istenseydi, ben hâl ve kàl lisâniyle şöyle derdim; “Yakîn Yolculuğu”…

    Bu kısa ifadeyi biraz açmam gerekirse:

  •     Kur’ân-ı Kerim ve Resûl-ü Habîb’in sözlerindeki azameti yakîn bir bilgiyle bu yolculukta öğrendim. Rabbimin kelimelerini eğer denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsalardı dahi yazmaktan nasıl aciz kalacakları; Resûlüllâh’a (s.a.v.) cevâmiü’1-kelîm (kısa ifâdelerle çok derin mânâlar ifâde edebilme) özelliğinin nasıl verildiğini gerçek mânâda öğrendim.

 

  •     Bu yakînin derinliklerinden çıkan mânâ şuydu: Kur’ân hakikatlerinin mükemmel bir yorumu olan Risâle-i Nur üzerinde araştırmalar yapan zâtların alanları farklı, bilim dalları farklıydı. Bununla birlikte Risâle-i Nur, henüz temas edilmemiş, henüz keşfedilmemiş bir kaynaktı. Sayısız Kur’ân hakikatlerini elde edebilmek ve öğrenebilmek iştiyâkında olan talebelere ve araştırmacılara yol göstermek, rehberlik yapmak için beklemekteydi. Öyle Kur’ân hakikatleri ki, ilimler ilerlese de, asırlar geçse de kendisini bütün insanlığa ilân ederek göstermekteydi. Yeter ki insanlık, ondaki mu’cizelikleri, incelikleri, zenginliği ve hikmetleri araştırsın.

 

  •     Yakînen gördüm ki üstâdım; sen gayb perdelerinin ardından, gelmektesin. Senin talebelerini, Allâh-u Teâlâ tâ ezelden seçmiş. Çünkü senin ilim mihrâbına giren her bir taleben, gerçekte, kaderde belirlenmiş randevusuna icâbet etmektedir. Böylelikle talebelerinin seninle olan bağlantısı, seni takdir ederek etrafında halkalanmaları, beşeri müdâhelelerin veya çeşitli propaganda ve gayretlerin tamamen dışındadır. Bilakis bu hâl, Hakîm ve Habîr (her şeyi hikmetle yapan ve her şeyden haberdâr olan) bir Zât’ın ta’yininden; bütün denge ve ölçüleri aşan tasarrufundan başkası değildir. Ne mutlu sâna efendim! Ne mutlu bize, Allâh-u Teâlâ senin gibi bir imâm, derin ve kıymetli bilgileri bize öğreten bir muallim, hayatımızdaki karanlıkları parçalayıp aydınlatan, Rabbimizin katına yükselme yolunda bize yardım eden, sohbet-i Nebî şerefine ulaştıran bir örnek nasib etmiş!

 

  •    Yakînen anladım ki, sen sıradan bir şahıs değil, bil’akis Rabbânî bir rahmetsin. Allah, seni nice ulvî nurlarla bezedikten sonra bizi nimetlendirmiş. Senin risâlelerin, hareketlerin, tasarrufların, velhasıl bütün özelliklerin sıradan değil. Her bir halinde, hatta talebelerinle yaptığın mulâtefelerinde dahi sıradan bir insan olma özelliği değil, mevhibe-i ledünnî, yani İlâhî bir ihsan olma özelliği bulunmakta. Hiç birisinde ne bir abes, ne de bir tesâdüf yok. O hallerinde hevânın hükmü değil, Rabbânî bir keşfin yönlendirmesi var. Yakîn yolunda emniyetle ilerleyebilmede bizlere bürhân olman için, o özellikleri Allâh sana hîbe etmiş.

 

  •     Ey efendim; senin yaşadığın mekânları gezerken, hayâtın boyunca senin inâyet-i İlâhiye ile korunduğuna olan yakînim daha da ziyâdeleşti. Bunun da temel sebebi, elbette risâlelerini yazman ve böylece Allâh’ın seni yaratmasındaki gayenin gerçekleşmesidir. Allah senin için öyle mekânlar seçmiş ki, her ne açıdan bakılırsa bakılsın ibretlerle dolu. Bir yandan büyüleyici ve tatlı tabiat manzaraları ile eşsiz mekânlarda yaşamışsın. Bir yandan da benzersiz yalnızlıklar, elemler ve acılarla dolu zindanlara atılmışsın. Birbirine zıt her iki halde de îmânî şahsiyetin daha da cilalanmış. İnsanî gayelerin en yücelerinin gerçekleşmesi ve nefsanî afetlerle mücahede etmeyi sağlayan ledünnî ilimlerin hazineleri önünde açılmış.

 

  •     Bir konuda daha yakînim oldu ki; Rabbine ibâdet için mekân edindiğin, yerle göğün sükûnet ve itmi’nân ile omuz omuza verdiği Çam dağının en zirvesindeki şu mübârek ağacın yanında, ey efendim, senin pâk ruhundan gelen esintiler hâlâ devam etmekte. Geçen zaman boyunca ziyâret eden nice nesillere konuşmakta, nice yüksek mânâları anlatmakta, azamet-i Deyyân’ı dile getirmekte, kâinattaki nice sırları hâlâ nakış nakış kalplerimize işlemekte…

    Senin ruhunun bu konuşmaları bana sınırsız bir yakîn ile şu gerçeği gösterdi ki; Ruh ölümsüzdür ve hakikaten Rabbimin emirlerindendir. Yoksa bu hâli aklımızla nasıl tefsir edebilirdik? Bir insan ki, onlarca sene evvel âlem-i bekâya göçmesine rağmen hâlen ruhu bizimle birliktedir. Bütün bu mânâları bize anlatmakta, muhabbet ve vefâ mânâlarıyla oradaki her mekânda bizi karşılamakta, îmânın en zirve noktalarını bize öğretmektedir. Her ne kadar şu fâni dünyadan çok zaman önce göç etmiş olsa da, Nur Risâlelerinde söylediği her sözünü, her cümlesini kalbimizin tâ derinliklerine yerleştirmektedir.

    Hakikaten ey efendim, senin eşsiz ruhunun dile gelmesi yoluyla çok ama çok miktarda bilgi edindiğimiz bu hitâp bir ömre bedeldir. O seslenişten kaynaklanan nurlar bütün benliğimize işlemiş, bütün her yanımızı göz kamaştırıcı ışıltılarla aydınlatmıştır. Bu hâlet bizlere Rabbimizin azametini yakîn olarak bilmemizi sağlamış, bizleri ulvî ufuklarda dolaştırmıştır. Böylesi mübârek bir sohbetle, böylesi yüce feyizlerle ve böylesi Rabbânî esintilerle bizi nimetlendirdiği için Allâh’a şükür secdesine kapanmaktayız.

  •     Bu yüksek dağda (Çam Dağı) üzerimize doğan yakîn nurlarını hayatım boyunca asla unutmayacağım, ey efendim. Özellikle bana hatırlattığı şu fikirler ve hâtıraları: Senin ibâdet ve tefekkür kasdıyla zirvesine çıktığın bu dağda da ne bir abesiyet, ne de bir tesâdüf yoktur. Bil’akis Cenâb-ı Hakîm ve Habîr’in özellikle belirlemesi söz konusudur. Tıpkı Habibi Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) Mekke’deki Sevr Dağını seçmesi gibi… Tıpkı Musâ’ya (a.s.) Tûr Dağını seçmesi gibi… Tıpkı bizler için Hacc’ın en önemli şartı olarak Arafât Dağını seçmesi gibi…

    Hangi sırdandır ki, Allah-u Teâlâ bu dağları yeryüzüne birer direk, bulutların gelip geçecekleri birer geçit, rızıklar için birer anbar eylemiştir?.. Resûlleri ve evliyâsı için birer ma’bed kılmıştır?.. Esmâ-i Hüsnâsının en görkemli ve şa’şaalı birer tecelligâhı yapmıştır?..

    İşte bu sorulara cevap ararken, en sonunda bu meseleleri gerçek mânâda anlamakta ne kadar âciz kaldığımızı, bize verilen ilimle bu hakikatlerin çok az bir kısmını anlayabileceğimizi yakînen gördüm.

        Saygıdeğer Üstadım;

    Bütün bunları gördükten, sonra kalbim gayet mutmain olarak gördüm ki, Allah’ın va’di haktır. Bu yakinin tahkikine dâir en parıltılı alâmet ise, sana âşık ihlaslı talebelerindir. Buradan da anladım ki, Allah insanların kalblerini muhabbet nurundan oluşan bağlarla bağladığı zaman, Allah’ın inâyeti ve fazlıyla bu bağlar kudsî bir hüviyet kazanır. Ve asla düşmanları tarafından parçalanamaz bir hal alır. İşte bu tabloyu görünce, göğsüme bir rahatlama geldi; kalbimde sebat ve yakin hâsıl oldu.

        Sevgili Üstâdım;

    İstanbul’daki sempozyum boyunca yaşadığım bu duyguları ve edindiğim izlenimleri asla unutmayacağım. Kendimi senin de aramızda bulunduğun muhteşem bir törende hissettim. Bizi sen dâvet etmiş, her bir misafiri sen karşılamış, kendini onun ruhuna tanıtmış gibiydin.

    Aynı şekilde, ey efendim, oradaki Allah’a, Resûlüne ve Said Nursî’ye âşık kalpleri asla unutmayacağım. Öyle ki bu aşk, onların yüzlerinde bir nur, sürûr ve sabır şeklinde aksetmekteydi. Bu kalplerdeki muhabbet her tarafımızı sarmış gibiydi. Bütün dünyayı âdeta mânevî küçük bir Cennet gibi görür haldeydik. Tıpkı Cennetlikleri tasvir eden “İhvânen alâ sürurin mütekâbilîn” “Karşı karşıya kurulmuş Cennet iskemlelerinde oturan kardeşler” âyetinde olduğu gibi. Kendi kendime dedim ki: Keşke benim milletim de bunu bilseydi. İnsanlar arasında îmân, sevgi ve hoşgörü hâkim olduğunda, daha dünyadayken yeryüzü bir Cennet olmaz mıydı? Ancak bu şekilde beşeriyyetin bütün emniyet ve barış hayalleri gerçekleşme imkânı bulmaz mıydı?.

    Orada yaşadığım mübarek îmân sohbeti sayesinde tattığım saâdeti artıran bir diğer husus da, Allah’ın ve Resûlünün şu vaadine olan yakînimdir: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” İşte bu gerçekten hareketle kendimi gayet ulvî ve nûrânî bir halkanın içinde hissetmekteyim. Allâh-u Teâlâ’dan duam odur ki, bu nûrânî halkaya ebedi Cennet hayatında da bizi dâhil eylesin.

    Sonuç olarak, îmân ve İslâm nimetiyle bizi nimetlendirdiği için AIlah’a sonsuz hamd ü senâ eyleriz. İmân menbaından ve İslâm nurundan fışkıran îmân kardeşliğini, bize nasip ettiği için O’na şükrederiz. Dâr-ı âhirette ebedî nimetlerle bizleri nimetlendirmesini dileriz.

        Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû.

Nur Talebesi Hatice en-Nebrâvî

Kahire-MISIR

———————————

 Not: Isparta, Barla ve Çamdağı’nda ziyaretlerinde, beraberlerinde olan ağabeylere dualar temenni eden bu mektubdaki bazı kısımlar, hususiyet arzettiğinden neşredilmedi.

Risale-i Nur’da İslam Dünyası Müjdesi Verilmişti

Mehmet Fırıncı Ağabey ile yapılan röportaj…

Tunus, Mısır, Yemen, Libya ve en son Suriye’de başlayan tepkileri Risale-i Nur açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Risale-i Nur açısından bu olayları değerlendirirsek, Üstadın yazdığı makalelerde özellikle 1950’lerde yeniden gözden geçirerek neşrettiği, Hutbe-i Şamiye eserinde bu meseleye ışık tutuyor.

Orada şöyle ifade ediyor, “istikbalde hürriyet-i Şer’iye inşallah bütün İslam aleminde hakim olacak, şimdi fecr-i kazip de olsa 50 sene sonra fecr-i sadık çıkacak” diyor. Şimdi 50 sene geçti hatta 60 sene oldu demek ki, zamanı geldi artık.

İLETİŞİM İMKANLARI İNSANLARDA HÜRRİYET FİKRİNİ KAMÇILADI

Bu ayaklanmalar sizce içeriden mi yoksa dışarıdan kaynaklı?

1950’lerde İslam ülkeleri müstemleke olmaktan çıkmışlardı ve bağımsızlıklarını kazanmışlardı. Ve devletler kurulmuş oldu ama bu ülkelerin başlarına getirilen kimseler malum olduğu üzere batılıların arzularına göre hareket ettiler. Yani onlara bağımlı çalıştılar.

Ama geçen bu zaman zarfında halkların bu yönetimleri artık hazmetmediği anlaşılıyor. Bugün dünyada gelişen iletişim imkanları, haberleşmenin geniş çapta gelişmesi insanlarda hürriyet fikrini kamçıladı. Ferdi şahısların kendilerini yönetmesini kabul edemez hale geldiler. Yani artık fıtri bir gelişmedir bu…

Üstad da zaten buna işaret ediyor. O zaman da bile telgrafla, telefon imkanları ile “dünyanın bir köy şekline geldiğini” söylüyor. Şimdiki uydu sistemleri sayesinde ve internet aracılığı ile dünya değil bir köy bir ev şekline girdi.

HÜRRİYET İSTEKLERİNİ CENAB-I ALLAH PAHALIYA MAL ETMESİN

İnsanlık artık uyandı mı?

Tabii uyandı artık yönetimde söz sahibi olmak istiyor. Kararlarda kendinin fikirlerinin de dahil edilmesini istiyor. Kendinin de reyi bulunsun istiyor. Artık bu ferdi uygulamaları kabul etmiyor. Tunus ve Mısır bunu biraz rahat halletti ama Libya maalesef acı çekiyor. Keşke biran evvel orada da bu iş kolayca halledilse…

Yoksa batılı güçler gene müstemleke zamanındaki anlayışı yeniden hayata geçirmek istiyorlar. Oraları yeniden müstemleke haline getirmek istiyorlar. O nedenle dua ediyoruz ki, hürriyet isteklerini Cenab-ı Allah pahalıya mal etmesin, bedelini ağır ödetmesin…

HAKLI İKEN HAKSIZ DURUMA DÜŞMELERİ MÜMKÜN

Bir de Risale-i Nurdaki “müspet hareket” kavramıyla bu olayları nasıl değerlendirmeliyiz?

Elbette “müspet hareket” esas olmalıdır. Hiçbir şekilde silahlı mücadeleye girilmemesi lazımdır. Zaten Libya’daki durumlar da bunu gösteriyor. Silahla mücadele edilince sert bir şekilde karşılık buluyor. O nedenle sabırlı olmaları gerekiyor. Teenni ile hareket edilmeli, demokratik kuralların dışına çıkılmamalı ki, haklı olunsun. Yoksa haklı iken haksız duruma düşmeleri mümkündür. Yani Üstadın “müspet hareket” tarzı oralarda da esas alınmalı. Bir silah sıkıldığı zaman o silahın sesinin gittiği yere kadar bir anda eylem genişliyor. Dalga dalga çatışmalar yayılıyor. Maddi güçler devreye giriyor. O zaman sevap ve hayır yapayım derken azim günaha girilmiş oluyor.

TÜRKİYE’NİN ASKER GÖNDERMESİ OLMASI GEREKEN BİR DURUM

NATO çerçevesinde Türkiye de Libya’ya asker gönderecek. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu olması gereken bir durumdu. Çünkü çatışmalar devam ederken gıda darlığı oluyor, sağlık sorunları oluyor. Dolayısıyla bu tür engellemelere ve yetersizliklere karşı bir tedbir olarak görüyorum. Ayrıca diğer dünya devletlerine karşı Libya halkını korumak amacı taşıyor. Yani “bunlar bizim kardeşlerimizdir, bunlara yanlış yapamazsınız” manasında bir katılımdır.

BU DURUM İNSANI HAYLİ DÜŞÜNDÜRÜYOR

Bu durumda Batılı ülkelerin kötü niyetli olduklarını mı söylemek istiyorsunuz?

Yani benim söylememe gerek var mı? Herkes görüyor. Özellikle Fransa Cumhurbaşkanının tahrikkar tavırları ve saldırıları buna en güzel örnek teşkil ediyor. Bizim Cumhurbaşkanımızın da ifade ettiği gibi “böyle laubalilik olmaz.” Yani diplomaside çok sert kabul edilecek bir beyanat verdi. Bu durum insanı hayli düşündürüyor.

Ama bunu bütün batılı ülkelere teşmil etmek doğru değil elbette. Mesela Almanya çekimser kaldı, katılmadı, Rusya Başbakanı Putin “bu haçlı seferlerine benziyor vicdan yok” dedi. İngiltere ABD ile hareket etti ama Fransa gibi de çığırtkanlık yapmadı. İnsanları asmak için bekleyen bir cellât gibi bir anda saldırıya geçmedi. Biraz sessiz kaldı.

İNŞAALLAH BU GELİŞMELER İSLAM DÜNYASI İÇİN HAYIRLI OLUR

Sizce bu gelişmelere İslam’ın fecr-i sadıkı doğuyor diyebilir miyiz?

İnşaallah öyledir. Bilhassa Türkiyemizin bu olaya müdahil olmasını, şuurlu bir şekilde her adımını dikkatle planlı bir şekilde atmasını ben çok takdir ediyorum. Her adımı isabetli atıyor. Bu noktada şayan-ı tebriktir. İnşaallah bu gelişmeler İslam dünyası için hayırlı olur.

risalehaber.com

Mısır da şehadetnâmesini alacak inşâallah!

Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur

Şu asilzade evlât, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirecekler.

Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim alıyor. İlâ âhir…

“Yahu, şu asilzade evlât, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle, kader-i Ezelînin nazarında, feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.”

Ey Müslüman, aldanma, başını indirme!

Paslanmış bîhemtâ bir elmas, daima mücellâ cama müreccahtır. Zahiren olan İslâmiyetin zaafı, şu medeniyet-i hazıranın, başka dinin hesabına hizmet etmesidir. Halbuki şu medeniyet sûretini değiştirmesi zamanı hulûl etmiştir.

Sûret değişirse, kaziye bilâkis olur. Nasıl şimdiye kadar bidayetinde söylenildiği gibi, nerede Müslüman varsa, Hıristiyana nispeten bedevî, medeniyete karşı müstenkif ve soğuk davranır ve kabulünde ıztırap çeker, sûret değişse başkalaşır.

“Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirah Sûresi: 94:6.)

“Her gelecek şey yakındır.” (İbni Mâce, Mukaddeme:7.)

Sünuhat (1910)

Mısır, Fas gibi yerlerdeki dahili karışıklıkların bu vatanda görülmemesi

Şimdi umum beşerde sulh-u umumî için, yani beşerin ifsad edilmemesi için çareler aranıyor, paktlar kuruluyor. Ve madem bu hükümet-i İslâmiye musalâhat-ı umumiye ve hükûmetin selâmeti için, Yugoslavya’ya, tâ İspanya’ya kadar onları okşayarak dostluk kurmaya çalışıyor.

İşte bunların çare-i yegânesinin bir delili olarak gösteriyoruz ki, tesis edilecek Şark Darülfünununun ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran ve bu otuz seneden beri bütün filozoflara meydan okuyan ve resmî ulemaya dokunduğu ve eski hükûmetle resmen mübareze ettiği halde bütün bunlar tarafından takdir ve tahsine mazhar olan ve mahkemelerde beraat kazanan Risâle-i Nur’un bu vatan ve millete temin ettiği âsâyiş ve emniyettir ki, İslâm memleketlerinde, hususan Fas’ta, Mısır ve Suriye ve İran gibi yerlerde vuku bulan dahilî karışıklıkların bu vatanda görülmemesidir.

Üstadımızın hastalığı münasebetiyle hizmetinde bulunan Nur talebeleri

Emirdağ Lâhikası, “Doğu Üniversitesi hakkında tahrifçi bir gazeteye cevaptır”dan bir bölüm.

***

Üstadımız diyor ki:
Yirmi sekiz sene zarfında hükûmetin resmî adamlarından bana rast gelenler, hep sıkıntı verdikleri halde, zabıtanın bana hiç sıkıntı vermediği gibi, bazı himayetkârâne vaziyeti göstermelerinin hikmetini şimdi izhar ediyorum ki: “Nur talebeleri ve Risâleleri, mânevî bir zabıta hükmünde âsâyiş ve emniyeti muhafazaya—hem kudsî bir şekilde—çalıştıkları ve herkesin kalbinde nasihatleriyle İmân cihetinde bir yasakçı bıraktıkları tahakkuk etmiş.”

Zabıta bunu mânen hissetmiş ki, bize her vakit dost göründü. Bunun sırrı budur ki:

Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsiyle, yüzde doksan mâsuma zarar gelmemek için on câni yüzünden âsâyişi bozmaya çalışanları men ediyorlar. Birisinin günahıyla başkası mesul olamaz. Bu sırra binaen, şimdi âsâyişi bozmaya çalışan mânevî, dehşetli kuvvetler mevcut olduğu halde; Fransa, Mısır, Fas, İran gibi yerlerden daha ziyade bu mübarek memlekette çalışıldığı halde emniyet ve âsâyişi bozamadıklarının en büyük sebebi, 600 bin Nur nüshaları ve 500 bin Nur talebeleri zabıtaya bir mânevî kuvvet olarak o mânevî tahribata karşı dayandıklarını zabıta mânen hissetmişler ki, yirmi sekiz seneden beri resmî memurlara muhalif olarak Nurlara insafkârâne ve merhametkârâne vaziyet gösteriyorlar.

Hizmetindeki Nur Talebeleri (Emirdağ Lâhikası)

***

Birincisi: İslâmiyetin pek çok kanun-u esasîsinden birisi, “Velâ teziru vaziratun vizra uhra” (En’âm Sûresi: 6: 164) âyet-i kerîmesinin hakikatıdır ki, “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz.”

Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip, birtek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır.

İran ve Mısır’daki hissedilen hadise ve buhranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hâl bizde olsa pek dehşetli olur. Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, mâsumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.

Emirdağ Lâhikası

 Editörün notu : Bu mektuplar 1940’lı yıllarda yazılmıştır.