Etiket arşivi: Mustafa Nutku

Yeni Bir Miladi Yılbaşı Gecesi Gelirken..

Yeni bir milâdî yılbaşı daha geliyor… Niyet, fikir ve hareketleri yaradılışlarının ve bu dünyada bulunuşlarının hikmetine ve gayesine uymayanların, bir senedeki 365 günün son gününün son gecesinde ifrata varan günah işleme azgınlığı ve Allah’a isyan hallerinin tezahür ettiği bir zaman merhalesi olarak da diğer zamanlardan tefrik edilir, miladî yılbaşı gecesi…

Avrupa’nın sefahetinin taklitçiliğinin ve oradan yapılan bize zararlı ithalat nevilerinden bir misalini teşkil ettiği için, miladî yılbaşı gecelerinde yılbaşı eğlenceleri, adı altında işlenen rezaletler üzerinde ibretle biraz durmakta fayda olabilir.

Bu sefahet mukallidlerinden birine: “Nedir bu sizin yaptığınız rezalet böyle?” diye sorsanız, belki yılbaşı eğlencelerine karşı çıkmayı da “çağdışı” olmak sebebine bağlayıp “tutarsız” bir müdafaaya başlar: Neymiş, insan bütün bir sene çalıştığı, yorulduğu için bütün bir senenin yorgunluğunu gidermek ve yeni yıla zinde bir şekilde girmek için eğlenirlermiş(!).

Hem yeni bir yıla neşeli bir şekilde eğlence sarhoşluğu içinde girerlerse, bütün bir yıl da eğlenceli ve neşeli geçermiş. Hem bu gibi durumlarda çılgıncasına eğlenmesini bilmeyen çalışmasını da bilemezmiş(!).

Ehl-i hakikat olan okuyucuların okurken yüzlerini buruşturacakları bu kabil, çocuk avutmak için bile söylenemeyecek sözlerden ve “tutarsız” gerekçelerden daha fazla nakilde bulunmağa ihtiyaç yok; çünkü hepsinin müşterek vasfının ne olduğu görülüyor!

Yılbaşındaki sefaheti “batı malıdır” diye düşünmeden aynen alanlar, batı’nın daha iyi mallarının da bulunabileceğini bilmiyorlar mı? Yoksa sefehatini almak temayüllerine daha uygun olduğu için mi Avrupa’nın daha iyi taraflarına tercih ediyorlar?

Mesela Dr. Alexis Carrell de bir Batı’lıdır ve buna rağmen bakın neler diyor:

Hayat disiplinsiz ve gayesiz olduğu zaman, tabiatıyla ‘eğlence’ denilen bataklığa dökülür…

Eğlence içinde geçmiş bir hayat kadar manâsız bir şey yoktur.”

Hayat, dansetmekten, delice otomobil sürmekten, sinemaya gitmekten yahut radyo dinlemekten ibaretse yaşamak neye yarar?

Eğlence, aptalların saadetidir.”

Hikmetin asıl beşiği Şark’tır. Peygamberler de büyük hükemâ da hep Şark’tan çıkmıştır. Hikmet arayan bir Şarklı’nın nazarını Garba çevirmesi, kendi evinin eşiğini biraz kazmakla bulabileceği büyük hazineden bihaber, dünyanın öbür ucuna altın aramak için gidenin haline benzetilebilir. Fakat şuursuz olarak Batı’nın taklitçiliğini Batılı’lara karşı bir aşağılık duygusunun tesiriyle yapanlara bir nevi ilaç olarak, Batı’lı bazı mütefekkirlerin hakikate muvafık bazı sözlerinden iktibaslar yapmakta belki fayda olabilir düşüncesiyle, Dr. Alexis Carrel’in yukarıdaki sözleri nakledilmiştir.

Şimdi de kapımızın eşiğini biraz kazalım ve oradaki defineyi keşfedelim. 20. Asır Türkiye’sinde yaşamış büyük bir zatın, hakikat davasının müdafaasıyla geçen seksen yılı aşan ömrünün mahsullerinden biri ve hergün kıymeti, ehemmiyeti daha fazla anlaşılmaya devam eden altıbin sayfayı aşan telifatından ayni mevzuyla alakâlı birkaç paragraf nakledelim:

Kat’iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi ‘İman-ı Billah’ tır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en yüksek makamı, İman-ı Billah içindeki ‘Mârifetullah’ tır. Cin ve insin en parlak saâdeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki ‘Muhabbetullah‘tır. Ve ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-i insan için en sâfî sevinç, o Muhabbetullah içindeki ‘lezzet-i ruhaniye‘dir. Evet, bütün hakikî saâdet ve hâlis sürur ve şirin ni’met ve sâfi lezzet, elbette Mârifetullah ve Muhabbetulllahdadır. Onlar onsuz olamaz.

Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, ni’mete, envara, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. O’nu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtelâ olur. Evet, şu perişan dünyada, avare nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hamîsiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu avare nev’i beşer içinde, bu perişan fani dünyada; insan, sahibini tanıyamazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad ve ilticâ eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur. (Risale-i Nur Külliyâtı, Mektubat)

Hayat ise, eğer îman olmazsa veyahut isyan ile o îman te’sir etmezse: hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünki, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alakadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten endişeler o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-i meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer. Belki ehl-i dalaletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı; bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar onun dalaleti noktasında mâdumdur, ölmüştür. Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, îtikatsızlığı cihetiyle yine mâdumdur. Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer iman hayata hayat olsa; o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar îmanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur. Zaman-ı hâzır gibi ruh ve kalbine îman noktasında ulvî ve manevî ezvakı ve envar-ı vücudiyyeyi veriyor…

İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.” (SÖZLER)

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Gıda Maddeleri ve Katkılarında, “Merak, Takva ve Vesvese”nin Çaresi!

Gıda maddeleri ve onların katkı maddelerinin ülkemizde öncesine göre daha yoğun olarak gündeme geldiği son yıllarda, bu konularla ilgili merak, takva veya vesvese halleri de öncesine göre daha fazla görülmekte ve bazı sorular sorulmaktadır.

Sadece merakı tatmin için sorulan sorulara muhatap olmaya nisbeten, takvâ veya vesvese halleriyle sorulan sorulara cevap vermenin o konuyu bilenlere daha fazla mes’uliyet yükleyebileceği inkâr edilemez. Çünkü bilenin; bildiğini, söylenmesi gereken yerde, söylenmesi gerekenlere, söylenmesi gereken şekilde söylemek mes’uliyeti vardır.

Kur’an ve Hadis’te takvânın önemine çok vurgu yapılmakta, insanların birbirlerine üstünlüğünün sadece takvâ derecelerine göre olduğu, takvâ derecelerinin yüksekliğine göre de âhirette mükafat alacakları bildirilmektedir.

Vesvese de geniş olarak işlenebilecek bir konu olmakla beraber, onun psikiyatrik bir hastalık olanının dışında, şeytanın telkiniyle ilgili olan şekline ve giderilmesinin yollarına bilhassa dikkat çekilmelidir.

İletişim teknolojilerinin çok gelişmiş olduğu çağımızda, bir dergideki yazı hacmi içerisinde her biri müstakil olarak başka yazıların mevzuu olacak şekilde, takvânın ve vesvesenin ne olduğunu kaynaklarından geniş şekilde nakletmek yerine, ilgilenenlerin bunlardan daha az önemli konularda bilgiye ulaşmak için bile sarfettikleri zaman, emek ve gayretleriyle kıyaslayarak, bu kelimelerin manâlarını bizzat kendilerinin araştırıp öğrenmesini tavsiye etmek daha mantıklı ve daha doğrudur.

Gıda maddeleri ve onların katkı maddelerinin helalliği ile ilgili olarak, sadece merakların tatmini için sorulan bazı soruları cevaplandırmasak da, takvâ veya vesvese halleri ile sorulanların cevabını biliyorsak cevaplandırmamız gerektiğinden yukarıda bahsetmiştim.

Gıda maddeleri ve onların katkı maddelerinin helalliği ile ilgili olarak, dost ve tanıdıklarım tarafından bana en çok yöneltilen ve en çok yadırgadığım sorulardan biri; ülkemizde gıda sektöründeki firmalar arasında Müslüman halkın daha fazla güven duyduğu bir firmanın bir gıda ürününün isminin verilerek, bunun helal olup olmadığının bana sorulmasıdır. Böyle bir soru, daha önce de bahsettiğim, “eşek sütünün helal olup olmadığı” şeklinde sorulmuş bir sorudaki gibi kolay cevaplandırılamaz (Bu mevzuda eşek sütünden bahsederek misâl verişim okuyucuya biraz kaba gibi gelse de maksadım, bana böyle soruların çok sorulması karşısındaki tepki birikimlerimin bir sonucu olarak, konuyu daha müşahhas ve kolay anlaşılır hale getirmek isteğim olarak değerlendirilmelidir).

Eşek sütünün helal olup olmadığı” şeklinde sorulabilecek bir soruya, İslâm İlmihali kitaplarındaki “Etini yemek helal olmayan hayvanların sütünü de içerek veya başka şekillerde vücuda almanın helal olmayacağı” şeklindeki hükme dayanılarak cevap verilebilir. Ve, “Eşek etini yemek helal olmadığından, eşek sütünü de içerek veya başka şekillerde (yoğurt, ayran, sütlü tatlılar vd halinde) vücuda almak helal değildir” denilir.

Fakat bir gıda firmasının kendisinin açıklamasıyla helal olmadığının delilleri verilmemiş ise, onun bir gıda ürününün helal olmadığına dair hüküm vermek, “eşek sütünün helal olmadığına dair hüküm vermek” kadar kolay değildir. Çünkü, o gıda ürününün satışa sunulmuş hale gelmesiyle ilgili olarak çok şeyin araştırılması gerekir; bu araştırmayı da 7/24 (Haftanın 7 günü ve her günün de 24 saati boyunca), imal edilen o ürünün kalite kontrolünü kendine görev edinip sürekli yapanlardan olmak, o ürün sadece bir fabrikanın bir üretim bandından çıkıyor değilse, ayrıca “tayy-ı mekan” (mekanı ortadan kaldırmak, bir şahsın bir anda muhtelif yerlerde görülmesi, mekanı atlarcasına geçmek) kabiliyetinde olmak ve o ürünün belki birden fazla fabrikada da bulunabilecek tüm üretim bantlarında ayni anda kalite kontrolünü bizzat sürekli olarak yapabilmek de gerekir!..

Ancak güvenilecek helal gıda sertifikası veren kurumlar, eğitilmiş elemanları vasıtası ile, kendi çalışma usullerine göre bu kontrolleri bir derecede yapabilir ve bir ürüne bir yıl süreli helal sertifikasını verdikten sonra, sertifika süresi içerisinde o ürünün üretildiği tesislerde önceden haber vermeden kontrollerde bulunur; verdiği sertifikaya aykırı durum tesbit ederse, daha önce vermiş olduğu helal gıda sertifikasını bir yıllık süresi dolmadan da iptal ile bunu ilan eder.

Tüm dünyadaki güvenilir helal gıda sertifikalandırma kurumları, bu usule uygun olarak faaliyet göstermektedir.

Bu yazı serisinde Coca Cola, Pepsi Cola gibi dünyanın en çok satış yapan küresel meşrubat firmalarının kendilerine yazılı olarak sorulanlara yazılı olarak verdikleri cevaplarda, imal ettikleri gazozların üretim şeklinde etil alkolü kullandıklarını, fakat bunun az miktarda olduğunu kendilerinin beyan etmiş olduklarından (Bkz. www.islamicity.com, A24) daha önceki bir yazımda da bahsetmiştim.

Bunu çekinmeden açıkça yazılı cevaplarında belirtmelerinin sebebi, gayri Müslim ülkelerdeki satışları yanında, bu açıklamalarının İslâm ülkelerindeki satışlarına bile olumsuz etki yapmayacağını düşünmelerinden olabilir.

Çünkü, bahsettiğimiz o küresel meşrubat firmalarının imal ettikleri gazozlarına dışarıdan ilave edilmiş alkol olduğuyla ilgili kendi yazılı açıklamalarını görseler de, insanların çoğu onları içmekten vazgeçmezler. Fakat bahsedilen küresel meşrubat firmalarının yaptığı o yazılı açıklama, takvâ ile hareket eden Müslümanları o gazozları içmekten alıkoyar.

Herhangi bir İslâm ülkesinde Müslümanlara da satışı hedefleyen yerli meşrubat firmaları kurulmuşsa ve faaliyet gösteriyorsa, onların da kendi ürettikleri meşrubatla ilgili helallik yönünden özelliğini kendilerinin tatminkâr şekilde açıklaması ve bu mevzuda takvâ ile hareket eden Müslümanlarda şüphelere, tereddütlere ve ayni soruların değişik zamanlarda ve yerlerde defalarca sorulmasına sebeb olmamaları gerekir.

Gıda maddeleri ve onların katkı maddelerinin ülkemizde öncesine göre daha yoğun olarak gündeme geldiği son yıllarda, dost ve tanıdıklarımın bu konuda bana en fazla sordukları soru, “(Bir Türk gıda firmasının) sade, meyvalı, cola’lı vd imal ettiği gazozlarında; Coca Cola ve Pepsi Cola’nın kendi ürünleri için yaptıkları ve internette de yayınlanmış yazılı açıklamalarındaki gibi etil alkolü mü kullandığı, eğer az da olsa etil alkolü hiç kullanmıyorsa ürünlerinin etiketlerinde niçin açıkça bunu beyan etmediği”dir.

Bu konunun tartışmalarıyla ülkemizde çok sayıda Müslüman vatandaşlarımız maalesef zamanlarını ve enerjilerini israf etmekte; hattâ bazen Kur’an’da Hucurât Sûresinde açıkça yasaklanmış olan suizan (kötü zan), hallerini de gösterebilmektedirler.

Tüketiciler Birliği’nin piyasadaki 10 değişik markalı gazoz için TÜBİTAK laboratuarlarında etil alkol araştırması yaptırdığı ve tümünde değişik oranlarda etil alkole rastlandığının haberi, 2006 senesindeki Ramazan ayında basında yer almıştı. İmal ettiği gazozunda o analizde etil alkol bulunmuş olan, Müslümanların daha ziyade güvendiği bir gıda firması aleyhinde bazıları basındaki bu habere dayanarak -güya İslâm adına- yıllardır ileri-geri konuşmaktadır. Halbuki, bir Müslüman’ın yalan söylememesi gerektiği gibi, duyduğu her şeyi doğruluğunu iyi araştırmadan başkalarına söylemesinin yalan olarak ona yeteceği de, hadislerde bildirilmektedir. Hz. Hafs bin Âsım (r.a.) tarafından dan rivayet edilen bir hadise göre; “Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki, ‘Her işittiğini araştırmadan anlatmak, kişiye yalan olarak yeter” (Müslim).

Peki, böyle bir durumda konuyla ilgili “doğruluğunu iyi araştırma”yı sıradan bir vatandaşımız nasıl yapabilecektir?

Belki, bu konuda konuşmaması onun tedbire en uygun bir hareket tarzı olabilir.

İspat etmenin iddia edenin mükellefiyeti olduğu, Mecelle’de de yer alan bir temel hukuk kuralı olduğundan; bir firma, ürettiği gazozlarda dışarıdan kasdî bir işlemle ilave edilmiş veya kasdî bir fermentasyonla teşekkül ettirilmiş etil alkol bulunduğunu Coca Cola ve Pepsi Cola firmalarının internette de yer alan yazılı açıklamalarındaki gibi kendisi açıklamadığında, o firmanın ürünü olan gazozlarda daima bu şekilde bileşimine girmiş etil alkol bulunduğunu iddia edenler –bahsettiğimiz temel hukuk kuralına göre- bunu ispat etmek zorundadırlar; ispat edemedikleri bir iddiada da bulunmamalıdırlar.

2006 yılındaki Ramazan ayında Tüketiciler Birliği tarafından TÜBİTAK laboratuarlarında yaptırılan analizde Müslümanların daha ziyade güvendiği bir marka gazozda da etil alkol bulunmasının, münferid (başka bir şeyle bağlı bulunmayan) bir olay olarak düşünülmesi, suizanna ve dil âfetlerine girmek hatasından sakınabilmek için daha doğru olur. Çünkü, bu analiz doğru olsa da aslında münferid bir tesbittir; olayın istisnaî, kaza eseri olması gibi çeşitli sebebleri olabilir, o markada yapılan tüm üretim ürünleri için de geçerliliği tartışmalı bir konudur. İlgili firma, sürekli olarak dışarıdan etil alkol ilavesiyle gazoz imal etmiyorsa, o analiz neticesiyle ilgili sebebleri belki araştırıp tesbit etmiş; fakat bazı sebeblerle kamuoyu ile paylaşmağa lüzum görmemiştir. Sadece o analiz sonucu delili olarak gösterilerek, bir firmanın gazoz üretimine ilk başladığı tarihten şimdiye kadar ürettiği ve üretmekte devam ettiği tüm gazoz örneklerinde dışarıdan kasdî bir işlemle ilave edilmiş veya kasdî bir fermentasyonla teşekkül ettirilmiş etil alkolü ihtiva ettiği, kesin bir ifadeyle iddia edilemez. Çünkü Müslüman, öncelikle hüsnüzanla mükelleftir.

Helal Gıda Hatıraları” ana başlığı altındaki bu yazımda, konuyla ilgili bazı hatıralarımı nakletmekle açıklamalarımı genişletmemde de fayda olabilir:

Ülkemizde Müslüman halkın ayni sektördekilere nisbeten daha fazla güvendiği bir gıda firmasının gazoz imaline de gireceğini gazetelerde ilk defa okuduğumda, bu konuda üniversite öğrenciliğimden itibaren helal gıda hassasiyetimle ve daha sonra yıllarca Üniversitelerde verdiğim bazı dersler, bitirme ödevleri ve diğer yollarla edindiğim bilgilerle, bahsini ettiğim firmanın en yetkili kişisine, bildiklerimi özetle iletmemin vazifem olduğunu düşünmüştüm.

O gıda firmasının en yetkili kişisiyle şahsen tanışmıyor, sadece ismini biliyordum. Kendisine söylemek istediklerimi ulaştırabilmek için, sol üst köşesinde kişisel bilgilerimle antetli bir kağıda el yazımla, başına (KİŞİYE ÖZEL) yazarak ve kendisine ismiyle hitap ederek başlayan bir sayfalık özel mektup ve onun ekinde de, bir sayfalık meslekî özgeçmiş bilgilerimi ve gazoz imalatında helal gıda yönünden dikkat edilmesi gerekenlerden bahseden gene el yazımla “GAZOZ İÇELİM Mİ?” başlıklı iki sayfalık bir yazımı, mamullerinden birinin ambalajında okuduğum faks numarasına 13.07.2002 tarihinde göndermiştim.

O bir sayfalık mektubum şöyleydi:

“(KİŞİYE ÖZEL)

(Firmanın en yetkili kişisine adı, soyadı ile hitap)

Önce selam eder, işlerinizde hayırlı muvaffakiyetler temenni ederim.

Ülkemizde Müslümanların en güvenilir ve en kaliteli bulup tercih ettiği mamullerinize gazozları da dahil etmek üzere olduğunuzu öğrendiğim için, bu mektubu yazmayı vazifem telakki ediyorum.

Ben, EK’te sunduğum bir sayfalık özgeçmiş bilgimden görülebileceği gibi, otuz yılı bulan kimya öğretimi mesleğimde, çok sayıdaki kimya dersini lisans ve lisansüstü seviyede üniversitede verirken, dinimin bana kimya ilmini öğrenmek ve öğretmekle alâkalı yüklediği mükellefiyetleri de öğrenip yerine getirmeğe çalıştım.

Mâide Sûresinin 88. âyetindeki: “Allah’ın size verdiği rızıklardan helal ve temiz olarak yiyin ve Allah’tan korkun” ikazına diğer insanlardan daha da fazla muhatap sayıldığımı düşünerek, yiyecek ve içeceklerin helal ve temiz olanlarını başkalarına da –daha ziyade dostlarıma- bildirmeğe gayret ettim.

Dehşetli bir âhirzamanda yaşadığımız ve Ömer Seyfettin’in meşhur ‘Herkesin İçtiği Su’ hikayesindeki gibi, dünyanın 200 ülkesinde saniyede 8 bin şişe olarak üretimi yapılan Coca Cola ve diğer gazozlara –Müslümanlar dahil- büyük bir müptelâlık husule geldiği için, medyada bu meselelerin açıklığıyla anlatılmasına medya mensupları izin vermiyorlar; ancak dinî hassasiyeti olanlara özel olarak bu bilgileri aktarabilmem mümkün oluyor.” şeklinde başlayıp devam eden yazdıklarımı, aşağıdaki şekilde tamamlamıştım:

Allah, bizi hakkı hak bilip ona tabi olan; bâtılı da bâtıl bilip ondan sakınanlardan eylesin.

Âmin. Selamlar.

NOT: Gazozlarda etil alkol yerine başka helal çözücü de kullanılabilir.

Prof.Dr. Mustafa Y.NUTKU

EK:

1- Özgeçmiş
2- ‘GAZOZ İÇELİM Mİ?’ yazım”

O gıda firmasının en yetkili kişisine “KİŞİYE ÖZEL” olarak gönderdiğim bu faks mektubumu göndermemden on yıl kadar sonra, benimle ayni soyadını taşıyan ve kimya ile ilgili özel sektörde faaliyet gösteren bir akrabamla iş görüşmesi yapan bir kişinin, o akrabamın benimkiyle aynı olan “NUTKU” soyadı dikkatini çekmiş; iş görüşmesine kısa bir ara vererek, o akrabama: “Sizin Prof. Dr. Mustafa NUTKU ile bir akrabalığınız var mı?” diye sormuş. “Var” cevabını alınca da, bunu niçin sorduğunu açıklamış: On yıl kadar önce, kendisi o firmada üst yöneticilerden biriyken, benim yazdığım ve faksla gönderdiğimden bahsettiğim mektup kendisinin de katıldığı firmanın üst yönetimi toplantısında gündeme alınarak, üzerinde önemle görüşülmüş.

O görüşmeler neticesinde, belki mektubuma cevap vermek konusu firmanın “Kalite ve AR-GE Koordinatörü”ne havale edilmiş olması sebebiyle, o mektubumu faksla göndermemden yaklaşık iki hafta sonra, o gıda firmasının antetli kağıdıyla ve konuyla ilgili koordinatörünün imzasıyla, 26.07.2002 tarihli, aşağıda metnini verdiğim mektup PTT ile bana gönderilmişti:

“(İsmim ve adresimle bana hitaptan sonra)

… faksladığınız samimî niyetlerle kaleme aldığınız yazınız dikkatle okunmuştur. Özellikle TS 4080 sayılı ‘gazlı alkolsüz içecek standardı’ndaki %5 (yazım hatası olmuş-M.N.) etil alkole rağmen ‘alkolsüz’ olarak ifade edilmesine yaptığınız haklı tepkinize aynen katılmaktayız. İfade ettiğiniz gibi (firmasının ismini veriyor) bütün kurum ve kuruluşlarıyla helal-haram değerlerine fevkalade duyarlıdır.

Biz su bazlı ürünlerin aromalandırma ameliyesinde propylen glykolde çözünmüş aroma komponentlerini veya yağ bazlı bir ürün söz konusu ise bunun içinde Triacetin adlı çözücü bir (yazım hatası olmuş: çözücü bir/bir çözücüde olarak yazılmalıydı-M.N.) çözünmüş aroma komponentlerini kullanmaktayız.

Yazınızda ‘etil alkol’ yerine ‘başka helal çözücü’ olarak bildiğiniz bunların dışında bir çözücü ise özellikle görüşmek istediğimizi bildirir, saygılar sunarım.

Saygılarımızla (İmza ve İsim)
Kalite ve AR-GE Koordinatörü”

Ben bu mektubu aldıktan sonra, bana verilen bilgiler için teşekkür etmiş ve mektupta bahsedilenlerin dışında teklif etmek istediğim bir çözücü olmadığını o koordinatöre bildirmiştim. O tarihten itibaren de, Tüketiciler Birliği’nin 12 Ekim 2006 tarihli gazetelerde haberi verilen basın toplantısında, piyasadaki 10 farklı gazoz markasına ait nümuneleri TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi’nde incelettiğini ve analiz sonucunda bütün gazozlarda litre başına 1,56 ile 0,20 gram arasında alkol tespit edildiğini, bu gazoz nümuneleri arasında o firmanın gazozunun da bulunduğunu öğrendiğim tarihe kadar, bana o firmanın gıda mamullerinde etil alkolle ilgili soru soranlara kendimden bir şeyler söyleyerek cevap vermeğe lüzum görmeden, “Kalite ve AR-GE Koordinatörü”nün bana göndermiş olduğu yukarıda bahsettiğim yazının fotokopisini vermiştim.

Yukarıda bahsettiğim 13.07.2002 tarihli mektubumda “medyada bu meselelerin açıklığıyla anlatılmasına medya mensupları izin vermiyorlar” cümlesini kullanmıştım. Fakat, Yeni Şafak gazetesinin 2003 yılındaki Genel Yayın Müdürü Selahaddin Sadıkoğlu ile daha önceden tanışıyorduk . O gazetenin 9. Sayfasında Hamit Can tarafından yönetilen “Beyin Fırtınası – Düşünce Günlüğü” başlıklı bir sayfası vardı ve orada değişik imzalı yazılar yayınlanıyordu. Belki benim gazozlar mevzuundaki yazımı da yetkisiyle yayınlatabilir düşüncesiyle, “Genel Yayın Müdürü Selahaddin Sadıkoğlu’nun dikkatine” notunu baş tarafına koyarak, el yazımla yazdığım “Cola Rekabeti” başlıklı ve faksla gönderdiğim yazım, ümid ettiğim gibi ertesi gün 28 Temmuz 2003’te yayınlanmıştı. Bu yazım medyada çok ilgi çekmiş; çok sayıdaki web sayfalarında ve bloglarda iktibas edilmiş, üzerinde tartışılmıştı. Şimdi GİMDES olarak faaliyet gösteren derneğin kurucularıyla tanışmamın da o yazım vesilesiyle olduğundan, daha önceki bir yazımda bahsetmiştim.

GİMDES tarafından tertiplenen ve 2008 yılında yapılan “1. Uluslararası Helal Gıda Konferansı”na sunduğum “Helal Gıda Konusu ile İlgili Belirtilmesi Gereken Bazı Hususlar” adlı tebliğimde, resmî ve dinî şahsiyetlerin, bilhassa meşrubatta sekîr verici ve necis maddeler ile ilgili olarak “kabil-i ihmal” saymak görüşlerinin daha derin tahlile tabi tutulmasının lüzumu üzerinde de durmuştum. Belki bunun da neticesi olarak, bu konu 3-4 Haziran 2009’da Bursa’da Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde yapılan “ VI. İslâm Hukuku Anabilim Koordinasyon Toplantısı” ve “İslâm Fıkhı Açısından Helal Gıda ‘Gıdalardaki Katkı Maddeleri’ Sempozyumu”nun 1. Oturumu’nun ilk bildirisi içinde tartışılmıştı.

Yukarıda verdiğim bilgiler ve Müslüman olarak sakınılması gerekenlerle ilgili Kur’an ve hadislerin değerlendirilmesi ışığında -çeşitli manevî zararları önlemek için- Mevlanâ’nın “Ya olduğun gibi görün veya göründüğün gibi ol” tavsiyesine de uygun olarak, her gıda firmasının hakkında Müslümanların suizannına sebeb olmayacak tedbirleri gereği gibi alması iyi olur.

İslâm’da, suizan (kötü zan) âyetle yasaklanmış olmakla beraber, suizanna maruz kalanın da “Sebeb olan, yapan gibidir” (Tirmizî) hadisine göre, o suizannı kendi hakkında celbetmenin mesuliyetini yükleneceği söylenebilir.

Hadis kitaplarında orijinal ifadesiyle bahsedilen şu vak’a da bu mevzuda nazar-ı itibara alınmalıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) gece vakti zevcelerinden biriyle yürürken, karşıdan gelen bir sahabeyle geçişmişler. Peygamberimiz (s.a.v.) geriye dönüp o sahabeyi yanına çağırdıktan sonra, zevcesine yüzünü açmasını söylemiş; “Bu benim zevcemdir” demiş ve tekrar yollarına devam etmişler. Peygamberimizin (s.a.v.) bu yaptığı, “suizanna sebeb olmamak” gerektiği ile ilgili bize verdiği davranış misallerindendir.

Ürettiği meşrubatın etiketinde, “Meşrubat mamüllerimizde dışarıdan ilave edilmiş veya kasdî fermentasyonla teşekkül ettirilmiş etil alkol bulunmamaktadır” şeklindeki bir yazının üretici firmayı “yeşil sermaye”, “yobaz zihniyet” vb sözlerle ithamla, onun ürettiği meşrubatın satışlarını düşürmeğe sebeb olabileceği gibi bir endişe, firmanın bilhassa en çok tüketilen meşrubat ürünlerinin etiketlerinde bu açıklamayı yapmasını engellememelidir. Böyle bir yazının İslâmî hassasiyeti olmayan müşterilerin kaybına sebeb olacağı ticarî düşüncesinden daha mühim ve öncelikli olarak, hakkında Müslümanların suizannına sebeb olmamağa çalışmak gelmelidir.

Çeşitli gıda üreticisi firmalarının “Mamullerimizde domuz katkısı bulunmamaktadır” yazısını ürün etiketlerinde yaygın olarak kullandıkları gibi, bir meşrubat firması da ürettiği meşrubatın etiketinde “üretim şeklinin doğası” gibi muğlak, üstü kapalı ifadeler kullanmayarak, “dışarıdan ilave edilmiş veya kasdî fermentasyonla teşekkül ettirilmiş etil alkol bulunmadığını” açıkça bildirebilir.

Bu mevzuda bana sorulan takvâ ve vesvese ile ilgili sorulara cevap vermek mükellefiyetim gibi, benim de herkes gibi soru sormak hakkımın olduğunu düşünüyorum:

SORU: İslâm İlmihallerindeki sularla ilgili temizlik hükümleri, suların taharet, abdest ve namazda kullanılması lüzumu ile ilgili bir zaruretin neticesidir ve aslı bilinmeyen bir mevzuda mecburî olarak, doğruya yakın zanda bulunmak mahiyetindedir.

a) Taharet, abdest ve namazda kullanılması lüzumu ile ilgili çok mühim zaruretlerin neticesi ve aslı bilinmediği için doğruya yakın zanna dayanarak verilen “suların temizlik hükümleri”yle kıyas yoluyla; yapılış şeklinin aslı bilinen ve üreticisi tarafından inkâr edilmeyen gazozlara da, sekerat vericiliği sebebiyle necis olan “etil alkol”ü az ihtiva ettikleri için helallik fetvası verilebilir mi?

b) Ancak mahiyeti iyi bilinenler ve birbirleriyle benzerlikleri olanlar arasında doğru kıyas yapılabilir. Renksiz, kokusuz ve tatsız bir sıvı olan suyun bu mahiyetiyle benzerliği olmayan ve “suların temizlik hükümleri” verilmesindeki gibi bir zarurete dayanmayan kıyasla, “suların temizlik hükümleri”nin gazozlar için de aynen geçerli sayılmasına itibar edilebilir mi?

c) “Suların temizlik hükümleri”nden, “çok su” içine kasdî bir işlemle az bir necis maddeyi sürekli olarak katıp onu temiz su gibi kullanmak ruhsatı mı anlaşılıyor ki, bu kasdî işlem yapılarak üretilen gazozlar da “suların temizlik hükümleri”yle kıyaslanarak helal sayılıyor?

Gıda maddeleri ve gıda katkılarıyla ilgili merak, takvâ veya vesvese hallerinin çaresi” konusuyla ilgili olarak, helal gıda hatıralarımdan da bahseden ve sonunda üç şıklı bir sorumun yer aldığı böyle bir yazının faydalı olabileceğini düşündüm.

Bu konuda söylenebilecek başka şeyler ve sorular da, elbette olabilir.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Bu Mevzu Çok Mühim ve Derindir!

Bazı dükkânların tabelalarında “Saat Dünyası“, “Mobilya Dünyası“, “Oyuncak Dünyası” vb gibi yazıların yer aldığı görülür. “Dünya” kelimesinin yer aldığı bir tabela, dünyanın kendisi için de hazırlanacak olsa; o tabelaya da “İmtihan Dünyası” yazılması en uygun olur.

Çünkü, bütün insanların bu dünyada okul hayatı içinde ve dışında çeşitli büyüklük ve önem derecelerinde ömür boyu imtihanları olur. Bu imtihanlar için heyecan duyulur, çalışılır, başarılı olmak arzusu ve gayreti gösterilir.

İnsanların dünya hayatlarında akıl ve iradeleriyle en büyük ve en mühim imtihanları ise, onların Marifetullah (Allah’ı tanımak) ile ilgili imtihanlarıdır.

Allah; Hâlık (Yaratan), insan ise mahlûktur (yaratılmış olandır). Bir sanat eseri, herhangi bir eşya veya makinenin kendi yapımcısını zatıyla tanıması mümkün olmadığı gibi, insan da canlı ve ayrıca başka hiçbir varlıkta olmayan akılla teçhiz edilmesine rağmen, o da Hâlık olan Allah’tan başka tüm varlıklar gibi mahlûk olduğundan, Hâlıkı olan Allah’ı zatıyla tanıyamaz; ancak isim ve sıfatlarının, yaratmış olduğu varlıklardaki akislerini, tecellîlerini görmek şeklinde Allah’ı tanıyabilir.

İşte, insanın içinde yaşadığı “İmtihan Dünyası“ndaki en büyük ve en önemli imtihanı olan “Marifetullah ile imtihanı” budur. Okullarımızda, fizik, kimya, biyoloji, jeoloji vd fen ve tabiat bilimlerinde tabiattaki varlıklar ve olaylar “Tabiat Kanunları” ismi verilen bazı sebeblere bağlanarak açıklanmaya çalışılır. Halbuki (“Âdetullah Kanunları” denilmesi daha doğru olan) “Tabiat Kanunları“, sadece “Sebebler Perdesi“dir; bahsedilen varlıkları ve olayları açıklamakta aslında çok yetersizdir.

İnsanın “İmtihan Dünyası“ndaki en büyük ve en önemli olan “Marifetullah” konusundaki imtihanı, fen ve tabiat bilimlerinde bahsedilen, tabiattaki bu “Sebebler Perdesi”ni aşarak, o “perde”nin arkasındaki “Sebebleri Yapan ve Çalıştıran“ı aklını iyi kullanıp akıl gözüyle görebilmesi ve iradesini de iyi kullanıp, O’nun istediği şekilde dünyada yaşamasıyla ilgili olan imtihanıdır.

Sebebler Perdesi“, fabrika dokuması polyester perdeler yaygınlaşmadan önce, elle örülen ve yakından bakılınca arkasını iyice gösteren iri delikleri bulunan tenteneli perdeler gibidir; ona yakından ve dikkatle bakan, o perdenin arkasını da görebilir ve o perdeyi bu şekilde gözüyle ve aklıyla aşabilir. Bu mevzu çok mühimdir ve derindir; insanın ebedî saadeti kazanabilmesi veya kaybedip tam aksi bir akıbetle “Dünya İmtihanı”nı kaybetmesiyle çok yakından ilgilidir.

Allah hepimizi, ‘Dünya İmtihanı’nı başarabilenlerden eylesin” duasını kolayca yapabiliriz; fakat bunu başarabilmek meyli, isteği ve gayreti kişi tarafından gösterilmezse, bu duanın o kişi için kabul edilebilme ihtimali yok denilecek kadar azdır.

Sebebler Perdesi“ni aşarak onun arkasındaki “Sebebleri Yapan ve Çalıştıran” Allah’ı akıl gözüyle görüp tanıyabilmemiz (Marifetullah) ile ilgili olarak, dünya hayatımız boyunca varlıklar ve olaylar karşısındaki anlayış ve yorumlayış şeklimiz, her varlık ve olay için mühim birer imtihan sorusuna, neticesini âhirette göreceğimiz cevabımız olabilir.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

İslam “İmanı”nın ve “Ahlakı”nın Önemi

Bir ay kadar önce, Türkiye’nin en çok satılan gazetelerinden birinin ilk sayfasında “Kan donduran cinayetler” başlığı altındaki haber metni “Bolu, İstanbul ve Konya’dan peşpeşe gelen cinayet haberleri kamuoyunu şoke etti.” cümlesiyle başlamakta, onun yanındaki resimde de bir üniversitemizin dekanlık binasından çıkarılan bir tabut, tabut önlerinden geçerken ağlayan kız öğrenciler ve “Doçent, boğazı kesilerek öldürüldü, zanlı profesör” haber başlığı altında haberin özeti verilmekteydi. Ayni gazetenin “Gündem” sayfasında da, ilk sayfada çok kısa olarak bahsedilen Bolu, İstanbul ve Konya’daki “Kan donduran cinayetler”in haber detayları yer almaktaydı.

Üniversiteler, bir milletin beyni hükmündedir; beyindeki ârıza, bütün vücudu birinci derecede ve çok etkiler. En yüksek tahsil müessesesi olan üniversitelerimizden, halkının muhafazakârlığı ile tanınmış bir ilimizdeki bir devlet üniversitesinde, en yüksek akademik unvanıyla ve ayni zamanda bir bölümün başkanlığı idarî göreviyle ve özel hayatında da o üniversitenin bir fakültesinin dekanının eşi sıfatıyla bir profesörün, o üniversitedeki sekreter bir bayanla zina ilişkilerinin rekabetiyle kıskançlık paranoyasına girdiği kendi üniversitesindeki bir doçentin katil zanlısı olması ve o cinayetini itiraf ettiğinin de ayni haberde yer alması, kamuoyunu şiddetle şoke edebilecek bir mahiyet arzetmekteydi.

Kur’an’da Nisâ Sûresi’nin 93. Âyetinde “Kim de bir mü’mini (katlini helal sayarak) kasden öldürürse,artık cezası, içinde ebediyen kalıcı olarak Cehennemdir. Hem Allah ona gazap etmiş, ona lâ’net etmiş ve onun için (pek) büyük bir azâb hazırlamıştır!” hükmü vardır. Bahsedilen olayda o cinayetin helal sayılarak mı işlendiğini bilmiyoruz; adliyeye intikal etmiş bir konunun adlî yönü üzerinde fikir de beyan edilemez. Fakat, ayni tarihli bir gazetede “Kan donduran cinayetler”den birkaç tanesinin haberinin yer alması, alkol ve uyuşturucu kullanma yaşının ülke genelinde daha genç yaşlara doğru inmesi, ailelerde boşanmaların ve parçalanan ailelerin, kadına şiddet ve kadın cinayetlerinin artması, bunlardan başka hemen her gün hakikî insanlıkla bağdaşmayan çeşitli olayların haber kaynakları tarafından ardı arkası kesilmeden duyurulmağa devam edilmesi ve bütün bunlarla da ilgili olarak; o çok müessif olaydan bir ay kadar önce de başbakan yardımcısı ve hükümet sözcüsünün “Ekonomideki başarıyı manevî alanda gösteremedik” samimî itirafının sanki çok çarpıcı bir delilinin verilmiş olması, ülkemizde son on yıldır Batı ülkelerindeki gibi sathî ve yetersiz şekilde gündemde olan insanî değerler eğitimi yönünden çok ciddî uyarılar niteliğiyle, bizi “gerçek insanî değerler eğitiminin nasıl verilmesi gerektiği” konusunda çok iyi düşünmeğe ve hakikî, köklü çözümleri üretmeğe sevkeden sebebler olmaktadır.

Cemiyetlerin maddî ve manevî kalkınması, asâyişi, huzuru ve refahı, fertlerinin ahlâkî yapısıyla yakından ilgilidir.
İnsanların ferdî ve içtimaî meselelerinin odak noktasında bulunan ahlâk, çok geniş ve çok mühim bir konudur. İnsanlara ahlâk olarak neyi, niçin ve nasıl telkin etmek gerektiği, ferdî ve içtimaî hastalıkları önlemek ve gidermek için iyi bilinmeli ve iyi yapılmalıdır.

Batı dillerinde biraz farklı yazılışlarla karşılığı sathî ve yetersiz açıklamalarla “moral” kelimesiyle verilen ahlâk, İslâm’da kaynağı Kur’an ve Sünnet-i Seniyye olan ve geniş açıklamaları yapılan çok mühim bir dinî terimdir.

Gazete havadisleri veya bizzat karşılaşılan hadiseler vesilesi ile, cemiyetteki bazı insanların ahlâkî zaaflarından sadece “dert yanmakla” kalınır ve gereği yapılmazsa, şikayet sebepleri ortadan kalkmaz ve şikayetler devam edip gider. “Kırk gün karanlıktan şikayet etmektense, bir gün bir mum yakmak daha hayırlıdır.

İnsanların maddî hastalıkları için nasıl mütehassıs hekimlere müracaat ediliyorsa, manevî hastalıkları için de, bu sahada ulaşılabilecek en iyi mütehassıs araştırılmalı; onun teşhis ve tedavi usulleri dikkate alınmalıdır.

Beşeriyetin en yüksek temsilcisi olan Peygamberimiz (a.s.m.), ahlâk hususunda da en önde gelen rehberimizdir. “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim“, “İslâm güzel ahlâktan ibarettir” gibi hadis-i şerifleriyle ahlâkın asıl mahiyetine ve bunun büyük ehemmiyetine dikkatimizi çeken Resulullah’ın ahlâkının nasıl olduğu sorulduğunda Aişe validemiz; “Onun ahlâkı Kur’an ahlâkıydı” şeklinde kısa ve tatminkâr bir cevabı vermeyi kafi görmüştür. Bediüzzaman da, “Yaşayan Kur’an” olan Peygamberimizi anlayabilmemiz için, onu “Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarriften biri” olarak tanıtmağa çalıştığı Risale-i Nur eserlerinde (Bediüzzaman, Sözler), aynı zamanda bize en mühim ahlâk derslerini de vermiş olmaktadır.

Ahlâkı çeşitli bakış açılarından ele alan çok sayıda kitap vardır. Ahlâkın temeli semavî dinler ve onlar arasında da asliyetini bozulmadan muhafaza etmiş olan İslâm dinidir. İnsanı kâinatın misal-i musağğarı (kâinatın küçültülmüş bir misali), eşref-i mahlukât ve arzın halifesi olarak yaratan Allah (C.C.), elbette uyması için ona yapması ve yapmaması icap edenleri de bildirmiştir ki, bunlar da âyetler ve hadisler başta olmak üzere, İslâmî kaynaklarda mevcuttur. Bu sebeple, ahlâk mevzuundaki İslâm dışı çeşitli felsefî görüşlerde boğulmamalı; İslâm ahlâkı üzerinde durulmalı, İslâm ahlâkının bilhassa Peygamberimizin (a.s.m.) örnekliğinde lâyıkı ile tanıtılması yolunda mesai sarf edilmelidir.

Bediüzzaman, âyet ve hadislerden süzülmüş manâlar halinde İslâm ahlâkından Risale-i Nur Külliyâtı eserlerinde geniş olarak bahsetmiştir. Onun bu zamanda en mühim mesele olarak üzerinde büyük ehemmiyetle durduğu İslâm imanıyla ilgili Risale-i Nur Külliyâtı kitaplarını okumak, onların okunduğu sohbetlere iştirak etmek, onları anlamağa ve usulüne göre anlatmaya çalışmanın cemiyetimizin içinde bulunduğu içtimaî ve ahlakî problemlere nasıl çözüm olabileceğini –bazılarının bu mevzudaki haksız tenkitlerinin de yanlışını daha iyi anlamağa çalışır gibi– biraz daha iyi düşünmeğe çalışalım:

Peygamberimiz (a.s.m.) başlangıçta tek kişi olmasına rağmen, bugün onun getirdiği dine bağlı olanların sayısı 2 milyara yaklaşmıştır. Allah (C.C.) peygamberlerin görevinin ancak tebliğ olduğunu Kur’an’da bildirmektedir. O tebliğe muhatap olan insanlar, Allah’ın (C.C.) kendilerine verdiği aklı ve cüz’î iradeyi iyi kullanarak hakikate meylederlerse, Allah (C.C.) onlara hidayeti nasip eder. “Hidayet Allah’tandır” sözü bu manâdadır.

Peygamberler bile insanlara karşı sadece hakkı tebliğle vazifeliyken, Peygamber olmayanların diğer insanlara karşı bu mevzudaki vazifesi de hakkı tebliğden daha ötesi değildir. Bilhassa Risale-i Nur Külliyâtı kitaplarından aldığımız derslerle, hakkı ve hakikati insanlara anlatmaya çalışarak, çok kişiye tebliğ yapsak da bir yılda ancak bir kişinin hakkı ve hakikati kabulüne ve yaşamasına vesile olabilsek, bir yıl sonra onunla birlikte iki kişi oluruz. Bu çalışmamıza ayni şekilde iki kişi olarak devam etsek ve bir yıl sonra ancak birer kişinin daha hakkı ve hakikati kabulüne ve yaşamasına vesile olabilsek, ikinci yılın sonunda dört kişi oluruz. Bu dört kişi ayni şekilde bir yıl çalışmakla ancak birer kişinin hakkı ve hakikati kabulüne ve yaşamasına vesile olabilsek, üçüncü yılın sonunda sekiz kişi oluruz. Ayni şekilde yıllar ard arda geçtikçe, hakkı kabul ederek ona uygun şekilde yaşayan insanların sayısı da her yıl iki misli artar: 1, 2, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256, 512, 1024, 2048, 4096, 8192, 16384, 32768, 65536, 131072, 262144, 524288, 1048576, 2097152, 4194304, 8388608, 16777216, 33554432, 67108864, 134217728, …

Bu hesap şekli ile, halis niyet, sabır, sebat ve gayretlerle böyle bir çalışmanın yapılması halinde, çok kişiye tebliğ yapılsa da bir yıllık çalışmayla ancak bir kişinin hakikati anlaması, kabulü ve yaşamasına vesile olunsa bile, yıllar bu şekilde birbirini takip ederse, katlanarak artışlarla ortaya çıkabilecek hesabın neticesi olarak hakkı kabul eden ve ona göre yaşayan insanların sayısı çok büyük rakamlara ulaşabilir.

İnsanların ebedî hayatlarını kurtarmakla ilgili bu çalışmanın semeresi her yıl böyle ikiye katlanırsa, bunun zahmet ve meşakkatine katlanılmaz mı?

Bu basit matematik hesabı ile, meselenin kesin çözümü gayet açık bir şekilde göz önünde olmasına rağmen, bilhassa “sekülerizm” (dünyevîleşme) hastalığına tutulmuş olan insanların büyük bir kısmı, kendi ailesi içinde bile bu kesin çözümle ilgili gereğini yapmamakta; bu çözümden uzak yaşayışın neticesi olan eşleri veya çocukları ile ilgili istenmeyen bir hadiseyle karşılaştıklarında da, bunun sebebini merak etmekte, başka yerlerde aramakta ve ekseriya da yanlış yorumlara saplanmaktadırlar.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Ozon Tabakası Mucizesi

(2-5 Haziran Dünya Çevre Haftası münasebetiyle…)

Çağımızda dünya gündeminin en mühim meselelerinden bir kısmı da çevre meseleleridir.

“Çevre, âdemoğluna ruh üfürülüp beden elbisesi giydirildikten sonra ona takdim edilen bir emanet; çevre büyük bir insan, insan ise büyük bir çevredir.” Allah’ın güzel isimlerinden bir kısmı doğrudan veya dolaylı olarak çevre ile ilgilidir. Bunlardan yedi tanesi: Kayyum, Adl, Hakîm, Kuddüs, Muhsin, Bâri,  Muksit’tir.

Çevre kirlenmesi ve tabiatın tahribinin ilk defa ateşin yakılması ile başladığı söylenebilir. 1869 yılında ABD’deki Massachusets Halk Sağlığı Komitesi’nin bildirisi ise, çevre meselelerinin dünyayı tehdit eder boyutlara geldiğinin ilk mühim bilimsel uyarısı niteliğindedir. Günümüzde çevre meseleleri büyük ölçüde, sanayileşme ve ona bağlı düzensiz şehirleşmeden kaynaklanmaktadır.

Çevrenin korunması için alınabilecek tedbirlerin temelinde temizlik ve israfsızlık bulunmaktadır. Kur’an tefsirlerinde ve hadislerde temizlik üzerinde önemle durulmaktadır. “Şüphesiz ki Allah çok tevbe edenleri sever. Çok temizlenenleri de sever.” (Bakara, 2/222) mealindeki Kur’an  âyetinde: Allah’ın sevdikleri olarak önce çok  tevbe edenlerden  daha sonra da çok temizlenenlerden bahsedilmesi ile, maddî temizlikten başka, tevbe ile yapılan manevî temizliğin önemine de dikkat çekilmektedir. Buna göre, “Hakikî Çevrecilik”, asıl kirlilik olan manevî kirliliğe karşı olmayı ve buna tedbir almayı da ihmal etmeyen; hatta temizliğin manevî  yönüne   daha fazla ehemmiyet veren  çevreciliktir. Peygamberimizin “Temizlik imandandır.”  hadisinde bahsedilen temizliğin, maddî  boyutu yanında tevbe ile yapılan manevî boyutu da gözden uzak tutulmamalı; manevî temizlik de ihmal edilmemelidir.

Çevre meseleleri çok geniştir: Küresel ısınma, orman tahribatı, toprak erozyonu ve çölleşme, ozon tabakasının delinmesi ve bu deliğin büyümesi, meraların azalması, göller ve akarsuların kirlenmesi, katı atıkların birikmesi, büyük şehirlerin havasının kirlenmesi, elektromanyetik kirlenme, radyoaktif kirlenme, gürültü kirliliği vd. üzerinde ayrı ayrı durulacak konulardır. Bugün dünyanın karşı karşıya bulunduğu çevre meselelerinin en mühimleri :

1 – Küresel ısınma,
2 – Ozon tabakasındaki deliğin büyümesi
olarak ifade edilmektedir. Küresel ısınmadan, son zamanlarda medyada çok bahsedilmiştir. Biz burada ozon tabakası (ozon perdesi) ve bunun tahribi ile alâkalı çevre meselesinden kısaca bahsedeceğiz.

Üzerinde yaşadığımız dünyanın atmosferi, okyanusları ve 17 km derinliğe kadar katı yer kısmını içine alan kısmına “Yer kabuğu” denilir. Yer kabuğunda en bol bulunan element oksijendir ve kütle bakımından yer kabuğundaki miktarı  % 49,5 oranındadır. Oksijen, yer kabuğunda çeşitli maden filizlerinde, bitkilerde, hayvanlarda, insanlarda, suda ve atmosferde bulunur. Oksijenin serbest halde bulunuşu genelde iki atomlu molekül:  O2  halindedir. Oksijen atomlarından üç tanesinin meydana getirdiği O3 molekül yapısındaki   maddeye, ozon adı verilir. Ozon, oksijenin allotropu, yani fiziksel hali farklı  bir şeklidir. İki atomlu oksijen molekülüne kâfi enerji verilirse, üç atomlu ozon molekülleri meydana gelir:
3 02 (g) +  68 Kcal  →  2 03 (g)
Oksijen atmosferde hacim bakımından %20, kütle bakımından ise %21 oranında bulunurken ozonun atmosferdeki ortalama miktarı hacim bakımından %0,02 ppm (milyonda kısım) dır; yani oksijenin on milyarda  biri kadardır.  Ozon, oksijenden daha kuvvetli yükseltgen (oksitleyici) olduğundan, yeryüzünde bulunması canlılar için çok zararlıdır. Yeryüzünde çok az olan ozon konsantrasyonu  30 km yüksekliğe kadar artar; atmosferin stratosfer kısmında yerden 30 km yükseklikte, ozon konsantrasyonu atmosferdeki ortalama konsantrasyonunun 10 misli kadar bir miktara (%0,2 ppm) ulaşır. Atmosferin 30 km den daha yukarısına çıkıldığında ise, ozon konsantrasyonu gittikçe azalır ve 80 km yükseklikten sonra atmosferde ozona rastlanmaz.

Ozonun yerden 30 km yükseklikteki stratosferde %0,2 ppm konsantrasyonunda en yoğun şekliyle bulunmasına, atmosferdeki ozon tabakası denilir. Yeryüzündeki canlıları güneşin yüksek enerjili ışınlarına karşı koruyucu bir perde gibi vazife gören bu ozon tabakası, yeryüzündeki canlılar  için  çok lüzumlu ve  faydalıdır. Çünkü bu ozon tabakası, güneşten gelen ve canlılar için çok zararlı olan UV (ultraviyole) ışınlarını süzer ve yeryüzüne inmesini önler. Güneşten gelen UV ışınları bu şekilde ozon tabakasıyla % 99 oranında tutulmasa, canlı-cansız tabiatta çok kötü hadiseler olur. Bu hadiselerin insanda ilk görüleni, cilt kanserlerinde artıştır. Daha ileri safhada, yüksek enerjili bu ışınlar  canlı yapısının moleküllerinde bulunan      C – H  ve  0 – H  bağlarını koparır. Bu kimyasal bağların kopması ise, canlılığın yok olması demektir!
İlgili kimya kitaplarında, yerden 30 km yükseklikte, ozonun atmosferdeki ortalama konsantrasyonunun 10 misli konsantrasyondaki tabakasının güneşten gelen UV ışınlarını  tutarak bir perde gibi vazife görmesine dair  kimya denklemleri, bu  ozon tabakasının atmosfere verilen hangi endüstri ürünü kimyasal maddelerle nasıl bozulduğunun kimya denklemleri, ozon tabakasındaki bozulmanın niçin daha çok güney kutbu bölgesinde görüldüğünün açıklaması, bu çevre âfetine karşı alınabilecek tedbirler, vb. vardır.

Burada  dikkati çekmek istediğimiz asıl  husus; yeryüzünde canlı-cansız tabiata zararlı çok aktif bir oksitleyici olan ozonun 120 km kalınlıktaki atmosferde bahsettiğimiz  dağılımının, bu moleküllerin kendi karar ve tercihleriyle, tesadüfen, kendi kendine veya tabiatın (?) eseri olarak böyle rahmetli ve hikmetli neticeler meydana getirecek şekilde olmasının imkansızlığıdır.

Kimya kitaplarında, hidrojenin atmosferin üst tabakalarındaki  konsantrasyonunun nispeten fazla oluşu, onun bağıl molekül ağırlığının küçük olması (2g) ile açıklanır; fakat hidrojen molekülünden 24 misli ağır olan (48g) ozon molekülünün, ayni sebebe dayalı olarak atmosferin yeryüzüne yakın  kısmında en yüksek konsantrasyonda olması gerekirken, yukarıda bahsettiğimiz gibi, yeryüzüne yakın atmosferde çok az bulunup 30 km yüksekte bir ozon perdesi teşkil edecek tarzda mucizevî  bir konsantrasyon dağılımı göstermesinin nasıl olabildiğine dair herhangi bir  açıklamaya rastlanmaz!

Dünya atmosferindeki ozon tabakası, tabiattaki sebebler nizamından biri olan Gravitasyon kanununa tam uymayan ve insanda hayret uyandıran bu olağanüstü özelliğiyle, üzerinde önemle durup düşünmeyi gerektirmektedir.

Bu ozon tabakası, kimya kitaplarında bahsedilenlerden başka, hayat boyu imtihanımızın olduğu bu imtihan dünyasındaki sebepler perdelerinden biri olarak,  aklımızın nazarında ayni zamanda neyi perdelemekte ve neyi göstermektedir?

“Evet, izzet ve azamet isterler ki; esbab perdedâr-ı dest-i kudret ola, aklın nazarında.
Tevhid ve ehadiyet isterler ki; esbab ellerini çeksinler, te’sir-i hakikîden.”  

(Risale-i Nur, Meyve Risalesi, 11. Mesele)     

Prof. Dr. Mustafa Y. Nutku   

www.NurNet.Org