Etiket arşivi: namaz

“İyi de hocam nasıl seveceğim?”

Birçok ebeveyn, çocuk terbiyesinin davranış öğretmek olduğunu sanıyor. Bu nedenle birçok evden “düzgün dur, düzgün otur, dişlerini fırçala, erken yat, erkek kalk” bağırtıları duyuluyor…

Hâlbuki çocuk terbiyesi demek çocuğa “davranış öğretmek” değil, onlara “irade” kazandırmaktır. Ve kazandığı bu iradeyle de “doğru ve yanlış” seçimler yapabilmesi için ona kültürünü, değerlerini, din ve ahlak kurallarını öğretmek için rehberlik yapmak demektir.

Bakın isterseniz, bugün anne babaların çocuklarından şikâyet ettikleri birçok olumsuz özelliklerin, onların “irade yoksunluğu”ndan kaynaklandığını göreceksiniz.

-“Bu çocuk neden akşamları oturup bir saat boyunca ders yapamıyor?”

Çünkü kendisini bir saat boyunca bir masada tutabilecek güçte iradesi yok.

-“Peki bu çocuk neden sabahları vaktinde kalkamıyor?”

Çünkü kendisini yataktan kaldırabilecek iradesi yok.

-“Ya bu çocuk neden bir türlü namaz kılamıyor?”

Çünkü kendisine gücü yetmiyor, iradesi yok da ondan.

Aslında anne babalar, çocuklarına baskı ve zorlamayla davranış öğretmeye çalışırken onların iradelerini kırdıkları gibi, kendileri ile arasındaki büyülü bir bağ olan “aidiyet” duygusuna da zarar veriyor.

Çocuk, kendisini zorla yataktan kaldıran, söylene söylene servise bindiren, odasını toplamadığı için aşağılayan, ödevler yüzünden her gün vaaz veren ebeveynine karşı bir süre sonra sağır oluyor, ne söylerse söylesin ebeveyn çocuğa tesir edemediğini görüyor.

Hâlbuki çocuk ancak kendisini güven ve emniyet içinde hissettiğinde ebeveyn yanında duygu dünyasını geliştirir ve aidiyet hisseder.

Çocuk, kendisini sözle inciten, tehditle aşağılayan ebeveyni ile aidiyet duygusu kuramaz. Böylesi çocuklar ya dışarıda kendilerine bir güvenli liman arar ya da kendi duygu dünyalarını sevgiye ihtiyaç duymayacak kadar “bastırırlar.”

Bu bir çocukluk dramıdır. Çocukluk döneminde duygularını bastırmayı öğrenmiş bir çocuk, yetişkinlik döneminde eşine ve çocuklarına karşı kendini bırakmışlık içinde sevgi veremez.

Bir gün aile içi sorunlarına çözüm arayan genç bir çift ile görüştüm. Kadın, eşinin kendisine karşı ilgisiz olduğundan şikâyetçi: “Eşim, akşam işten gelir gelmez televizyon kumandasına yapışıyor ve uykusu gelene kadar televizyondan gözünü ayırmıyor.”

Sonra beyefendi ile konuştum. “Bakın eşiniz nasıl da sizin ilgi ve sevginize muhtaç.” dedim… Aldığım cevap çok ilginçti: “İyi de hocam, ben eşimi nasıl seveceğimi bilmiyorum ki seveyim…”

Bugün, aile içi sorunların temelinde, “sevebilme yeteneği” elde edememiş ve birbirine karşı neredeyse sevgi dilencisine dönmüş eşlerin itirafları yatıyor.

Bu genç beyefendiye çocukluk döneminin nasıl geçtiğini sordum. Aldığım cevap duymaya çok alışkın olduğum cevaptı: “Annem hep iş güç telaşında bir kadındı. Kendisini ya mutfakta veya evin içinde bir yerlere koşturmaca içinde görürdüm. Babam ise her zaman yorgun ve uyuyan bir adamdı. Onlar beni çok sevdiklerini söylerler ama ben o sevgiyi içimde hiç duyamadım.  En zor durumlarımda anne babam beni hiç anlamadı. Çocuk diye geçiştirdiler. Geceleri tek başıma yatmaktan korkar, anneme seslenirdim. Annemin cevabı hep aynı olurdu: ‘Gelmeyeyim yanına! Fena yaparım, yat çabuk!”

Evet, yanına gelinmeyen çocukların fena yetiştiği bir ülkede yaşıyoruz.

Eğer çocuklarınızın vefasız, hayırsız olmasını, anormal davranışlarda bulunmasını istemiyorsanız, onları sevin. Hem de çok sevin.  Koşulsuz sevin…

Adem Güneş / Aksiyon Dergisi

Yokluk Var Mı?

Adem “Yokluk. Olmama. Bulunmama.” “Vücut” varlık, “adem” ise yokluk mânâsına geliyor. Yokluk diye ayrı ve müstakil bir şey yok bu âlemde. Zaten öyle bir şey olsaydı, o da bir başka tür varlık olurdu. Her varlığın terki bir yokluğu netice veriyor. Sıhhatin bozulmasına hastalık, doğru olmayana yalan, dürüstlüğün terkine sahtekârlık, imandan mahrum kalmaya küfür, tevhitten sapmaya şirk deniliyor. Yok iken var olan insanoğlu, kendisini bu varlık nimetine kavuşturan Rabb’inin de var olduğunu anlamış ve böylece, “iman varlığı”na erişmiştir.
Kur’an-ı Kerim’den öğrendiğimize göre, bütün şer ve çirkinliklerin, bir başka ifadeyle “bütün adem alemlerinin” başını şeytan çekiyor. Hz. Âdem’in (a.s.) yaratılışı tamamlandığında, melaikelere emir verilmişti; “Adem’e secde edin,” diye. Bu emri, bütün melekler severek yerine getirdiler; şeytan ise secde etmedi. Böylece adem alemlerinin de temeli atılmış oluyordu. Secde etmek “vücut” idi, yani ortaya bir hadise çıkıyordu, bir iş yapılıyordu. Etmemek ise “adem”, yani işi yapmama, kabulsüzlük, itaatsizlik… Tevazu “vücut” alemindendir ve insana bir kemal kazandırır. Kibir ise kendinde bir üstünlük vehmetmektir. İşte şeytan kibirlenmekle bu “ademe” yapıştı.
yoklukİlâhî lütuf, ihsan ve rızaya ermek vücut alemindendir; bunlardan mahrumiyet ise adem alemlerinden. Şeytan, bu adem alemlerine talip oldu ve kovuldu. Bu da ayrı bir “adem” idi. Zira, huzurda bulanmak “vücut”tur; kovulmak ise “adem”. Nur Külliyatından bir cümle: “Bütün kusurlar ademden ve kabiliyetsizlikten ve tahribden ve vazife yapmamaktan -ki birer ademdirler- ve vücudî olmayan ademî fiillerden geliyor.” (Şualar)
Ademî fiil denilince, yokluğa dayanan, yahut sonu yokluğa çıkan işleri anlıyoruz. Adem-i itimat, “itimatsızlık” demek oluyor; adem-i kifayet ise “yeterli olmama.” Meselâ, namaz kılmak vücudî bir fiildir, kılmamak ise ademî fiil. Namaz kılmamak diye müstakil bir iş yoktur; ama insan namaz kılma fiilini terk ettiğinde bu ademî fiil kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Görmek vücut alemindendir, körlük ise adem. Birisini kör eden insan, adem alemleri hesabına çalışmış demektir. Hayat sahibi olmak bir kemaldir ve vücut alemindendir. Cansız olmak ise bir noksanlıktır ve ademe dayanır. Hidayet vücut alemindendir, dalalet ise adem aleminden. İman ve hidayet ile kalp gözü açılır ve insan sonsuz bir varlığa kavuşur. Küfür, imanın yokluğu, dalâlet ise hidayetten mahrumiyettir. Aynı şekilde, ilim “vücuttur”, cehalet ise “adem.” Cehalet ilmin yokluğudur. İlim, yaratılan her varlıkta tecelli eder. Ama cehilde bir tecelli yoktur. Cehalet, ilimden uzak kalan insanın düştüğü bir yokluk karanlığıdır. Tevhit, yani Allah’ı bir bilmek vücut alemindendir. Bir insan tevhit hakikatini kabul etmekle ortaya müspet bir inanç koymuş oluyor. Ama şirk ademdir. Allah’ın, şeriki olmadığından ona koşulan şirk de boşlukta kalır, adem aleminden çıkamaz. Şu var ki, hakikati olmayan bu yanlış inanca birtakım kimseler sahip çıkabilirler. O “müşriklerin vücudu” vardır, ama “şirkin vücudu” yoktur. Doğru söylemek vücut alemindendir, yalan söylemek ise ademî bir fiil. Misalleri çoğaltabiliriz.
Ademin kaynaklarından birisi:
Kabiliyetsizlik. Yumurtada kuzu olma kabiliyeti yoktur. Ve bu ademin neticesi de bir başka ademdir: Yumurtadan kuzu çıkmaması. Bir diğer kaynak:
Tahrip. Meselâ, insanların ahlâkını tahrip eden yayınlar, adem hesabına çalışırlar. Bu ademin adı, ahlâksızlıktır. Ahlâk vücuttur, bundan mahrumiyet ise adem. Ademin başka bir kaynağı: Vazife yapmamak. İş görmemek, tembelce yatıp ortaya bir şey koymamak “adem” hesabına geçer.
Bediüzzaman hazretleri, Asa-yı Musa adlı eserinde, “bütün vücud âlemlerinin ‘Elhamdülillah Elhamdülillah’ ve bütün adem âlemlerinin de ’Sübhanallah Sübhanallah’ ”dediğini kaydeder Allah’ın cemal, kemal ve rahmetini gösteren bütün tecelliler karşısında kul, Rabb’ine hamd eder, “Elhamdülillah” der. Yani bütün medih ve senaların ancak Allah’a mahsus olduğunu beyan eder. Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederken de “Sübhanallah” der. Demek oluyor ki, hayır, ihsan, güzellik, kemal, hayat, görme, işitme gibi bütün vücut alemleri, insanı hamd etmeğe götürürken, noksanlık, bilgisizlik, çirkinlik, görmeme, işitmeme, hayattan mahrum olma gibi bütün adem alemleri de insana Sübhanallah dedirtir, yani Allah bütün bu ve benzeri noksanlıklardan münezzehtir, mukaddestir.
Peygamberler ve onların yolundan gidenler hep vücut alemleri namına çalışmışlardır. Günümüz tabiriyle onlar hep “yapıcı” olmuşlardır; “yıkıcı” değil. Zira, tamir vücuttur, tahrip ise adem. Onlar, insanların ruh binalarını, “iman, takva, salih amel ve güzel ahlâk” üzerine kurmak istemişler, şeytanlar ve onların temsilcileri ise küfür, günah, isyan ve ahlaksızlık yolunu tutarak adem alemlerinde faaliyet göstermişlerdir. Bu ikinci güruhun akıbeti de aynı eserde şöyle dile getirilir: “O dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor.” (Asa-yı Musa)
Cehennemde küfür yoktur, zira oraya girenler artık bütün iman hakikatlerine inanmışlardır. Kabri görmüşler, orada azap meleklerini tanımışlar, dirilmeyi yaşamışlar, mahşerde Rablerinin huzurunda hesap vermişler ve işte şimdi bu hesaptan müflis olarak ayrıldıktan sonra azap diyarına girmişlerdir. Cehennemde şirk de yanmış, kavrulmuş ve yerini tevhide bırakmıştır. Artık Cehennemin her ferdi çok iyi bilmektedir ki, Allah’tan başka Mabud, Ondan başka Halık ve Malik yoktur.
Kur’an-ı Kerimde, cehennemin yakıtının “insanlar ile taşlar” olduğu haber verilir. (Tahrim,6; Bakara,24) Bu taşları, tefsir alimlerimiz “putlar” diye açıklamışlardır. Orada insanlarla taptıkları putlar, birlikte yanacaklardır. Taşın azap çekmeyeceği açıktır; ama müşriklerle putların birlikte yanmaları da tevhit namına, hoş bir manzaradır.
Cehennem, günah ve isyanları da kavurmuş, sahibini bunlardan temiz hale getirmiştir. O dehşetli azapla günahlardan temizlenen müminler daha sonra cennete varacaklardır. Ama küfür üzere ölenler için bu kapı ebediyen kapalı. Onlar, günah ve isyandan şu manada temiz kalırlar:
Cehennemde artık günah işleme söz konusu değildir. Orada herkes itaat üzeredir. Ama bu vakti geçmiş itaat, sahibini cennete götürmeye yetmeyecektir. … Ahiret ülkesi, iman ve itaat edenlerin mükafat beldesidir; etmeyenlerin de ceza menzili. Cennet vücut alemlerinin, cehennem ise adem alemlerinin mahsulleriyle dolup taşacaktır. Cennet ehli, “cemal, rahmet, ihsan ve kerem” tecellileriyle mest olacaklar, Cehennem ehli ise Allah’ın kahrını, izzet celalini en kâmil mânâsıyla idrak edeceklerdir. Demek oluyor ki, ahiret ülkesinde herkes mümin ve herkes ariftir. Ayna oldukları İlâhî isimler faklı olmak üzere…
Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

 

İbadet İçin Dünyayı Bütünüyle Terk Etmek Gerekli mi?

Bir ayet-i kerimede ‘Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” buyruluyor. Ayette geçen “ibadet” kelimesine birçok tefsir alimi “marifet” manasını veriyorlar. Bir hadis-i kutsîde “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim ve mahlukatı yarattım.” buyrulması da bu tefsire kuvvet veriyor. Buna göre, varlık alemi Cenab-ı Hakk’ın isimlerine ayna olmak, sıfatlarının kemalini göstermek için yaratılmıştır ve inanan bir insanın bu tecellilere karşı muhabbetle, hayretle, tefekkürle, şükürle mukabele etmesi gerekir.
İşte bu ulvî görev, ayet-i kerimede “ibadet” olarak ifade edilmiş bulunuyor. Bunun en ileri ve en mükemmel şekli de namazdır. Bu hakikat Allah Resulünün (asm.) “Namaz dinin direğidir.” hadis-i şerifleriyle en veciz ve en güzel şekilde dile getirilmiştir.
Bilindiği gibi, ibadet ikiye ayrılıyor; malî ve bedenî ibadetler. Bedenle yapılan ibadetleri namaz temsil ediyor. Mal ile yapılan ibadetleri ise zekât. Bu ayetin sadece mealine bakıp tefsirlerini okumayanların aklına şöyle bir soru takılabiliyor: “Biz dünyaya hiç çalışmayıp sadece ibadet mi edeceğiz?”
Bu soruya Sözler mecmuasından Dördüncü Sözde şu cevap veriliyor:
“Namaz kılanın diğer mübah dünyevi amelleri güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır.” Buna göre, yeme, içme, uyuma, ticaret yapma gibi işler de ibadet hükmüne geçebiliyor; namazın kılınması şartıyla. O zaman şöyle düşünmek gerekir: Bu işler yapılırken de insan Allah’ı hatırlayabilir. O zaman, yaptığı işi güzel bir niyetle yapar. Yemek yiyorsa, aldığı gıdaların bu alemden süzülmüş birer hülasa, birer İlahî ihsan olduğunu hatırlayan insanın yemesi de ibadettir. Ticaret yaparken, müşteriyi aldatmaktan korkan, yalan söylediğinde kul hakkına tecavüz etmiş olacağını düşünen, ticaretini helal yollardan yapıp aile fertlerine helal lokma yedirmek isteyen bir insan da bu düşünceleriyle bir nevi ibadet üzeredir. Ve yaptığı işler de ibadet hükmünü alırlar. Böylece, ayetin manası çok daha iyi anlaşılmış olur.
Namaz kılan kişinin dünya zevklerinin tümünü terk edip tamamen ahirete yöneleceği gençlerimize kasıtlı ve sistemli olarak telkin ediliyor ve böylece onlar namazdan alıkonulmak isteniyor. Namaz kılan bir gencin dünya hayatına ‘Bir lokma, bir hırka.’ anlayışıyla bakacağı sinsice vurgulanıyor.
Ben bunları yazarken bazı çevrelerin hac için yaptıkları itirazlar hatırıma geldi. Bizim gençliğimizde çevremizde genç yaşta hacca gitmek isteyenlere karşı çıkılır; biraz yaşlanması gerektiği, bu yaşlarda iken hac ibadetini taşıyamayacağı telkin edilirdi. “Taşımak” denilince “her haliyle olgun ve hürmete layık bir kişilikle topluma görünmesi, bir hacıya yakışır davranışlar sergilemesi” kastedilirdi. Bir genç için bunun zor olduğu sanılırdı. Bu sözü ilk duyduğumda şu soru hatırıma gelmişti: “Hac oruçtan daha mı ağır? Bir insan çocukluğundan beri oruç tutuyor, onu taşıyabiliyor da gençliğinde hac ibadetini niçin taşıyamasın?” “Hacı denilince dünya işlerinden bütünüyle çekilmiş bir tip takdim ediliyor. Sevinçle ifade edeyim ki, şu anda böyle bir telkin artık söz konusu değil. Genç yaşta hacca gidip, döndükten sonra da dünya işlerine başarılı bir şekilde devam eden iş adamlarımız, bürokratlarımız, bilim adamlarımız çoğalınca bu gibi itirazlar da artık duyulmaz oldu. Halbuki İslam’da böyle bir anlayışa yer yok. Bir kişi haccın farzlarını yerine getirdi mi hacı olur; isterse yol boyunca ticaret yapsın ve dönüşünde de yine ticaret yaparak evine dönsün.
Namazda da benzer bir durum söz konusu. Cuma namazı için “nida edildiği,” yani ezan okunduğu zaman alışverişi bırakmak gerekiyor. Bu husus ayetle sabittir. Tefsir alimleri, bu ezanın, ilk ezan değil, imam hutbeye çıkarken içeride okunan ezan olduğunu ifade ederler. Cumada hutbe okunması farzdır ve bu farzın başlamasıyla birlikte dünya işleri de bırakılır; tıpkı namaza durulduğunda yeme ve içmenin terk edilmesi gibi. Bu ikinci ezana kadar insan alışverişini yapabilir. Zaten ayetin devamında, namazdan sonra yeryüzüne dağılmamız ve Allah’ın lütfundan istememiz beyan edilmektedir.
Zevklerin terk edilmesi meselesine gelince, İslam’da yasaklanan zevkler gayr-i meşru olanlardır. Bunlar namaz kılsın veya kılmasın her Müslümana haramdır. Şu vecize bu tip sorular için güzel bir cevap oluyor: ‘Helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir, harama girmeye hiç lüzum yoktur.’ Yeme, içme, evlenme, para kazanma, makam sahibi olma, müzik dinleme, seyahat etme gibi insana zevk ve neşe veren ne kadar şey varsa, bunların hepsinin mutlaka meşru şekli de vardır. Ve bunlar, insanın nefsine zevk verdikleri gibi ruhunu da yaralamaz, incitmezler. Meşru olmayan zevkler ise nefsin hoşuna gitse bile, kalbi yaralar, ruha zarar verirler ve vicdanı rencide ederler. Halbuki, gerçek zevk, ruh ve kalbin aldıkları manevî lezzetlerdedir. Gençliğimize bu nokta hiç telkin edilmez. Sadece şehvet ve eğlencelerle nefislerine hitap edilir ve bunun ötesinde bir zevk ve saadet olabileceği hiç hatırlarına getirilmez. Halbuki, beden ruhun hanesidir.
Gerçek lezzetler, ulvî hazlar, ruh ile ve kalp ile tadılırlar. Yemenin, içmenin bir zevki olduğu gibi, anlamanın, ilim tahsil etmenin, kul olduğunu bilmenin, Allah’ın rızası için çalışmanın, alçak gönüllü olmanın, başkalarına yardımda bulunmanın da kendilerine has lezzetleri vardır. Bunlar bedenin organlarıyla değil, ruhun latifeleriyle tadılırlar. Gerçek zevk ve lezzet de bunlardadır.
Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

 

Çocuklarımıza Namazı Nasıl Sevdirmeliyiz?

Namaza yetişmek için koşan bir çocuğa Hz.Ömer “Sen daha çocuksun bu kadar telaş etmene gerek yok sen daha küçüksün namaz sana farz değil”demişti, ve çocuk demişti ki:

“Amca, amca! Bu işin büyüğü küçüğü olur mu? Daha dün mahallemizde bir çocuk öldü. Üstelik benden de küçüktü. Ölüm denen gerçeğin büyük küçük ayırdığı yok. En iyisi her yaşta buna hazır olmalı. Hem bu yaşta Namaza alışmazsam, büyüyünce kılmak zor gelebilir.”

Çocuklarımız yedi yaşına girdiği andan itibaren onlara öğretmemiz gereken temel konulardan biri de namaz. Efendimiz (s.a.v) ‘inde yedi yaşından on yaşına kadar olan sürede namaza alıştırmamız hususundaki önerilerini doğru okuyamadığımız için, çocuklarımız ön hazırlığı yapılmamış bir üç yılın ardından bir boşlukla karşılaşabiliyorlar. Oysa ailelerin üzerine bu konuda çokça sorumluluk düşüyor.

Bu konuda anne ve babalara düşen görevler nelerdir? Çocuklarımıza namazı nasıl sevdirmeliyiz? Sorusunun cevabını namaz hususunda ülkemizde çok önemli hizmetleri olan ve “ Çocuklarımıza Namazı Nasıl Sevdirelim”  isminde bir de kitabı olan Ahmet Bulut Hocamıza sorduk;

Efendimiz’ (s. a. v) in çocuklarımız için  7 yaşında tavsiye ettiği namazı, 10  yaşında kılmaya başlamalılar tavsiyesini anne babalar olarak nasıl okumalıyız?

7 yaşı başlama ve alıştırma, 10 yaşına kadar sevdirme ve uygulama ve 10 yaşından sonra kılmazsa ufak çaplı yaptırımlar mesela  kaş çatma, memnuniyetsizliği belli etme şeklinde okumak gerekir.

Öncelikle çocuk yedi yaşına gelince namaz için ön hazırlıklar tamamlanmalı. Taharet öğretilmeli. Daha sonra abdest öğretilmeli. Abdest almayı öğretirken aynı zamanda manevi yönüde öğretilmeli. Abdestten sonra namaz kılarken örtülmesi gereken yerler kızlara ve erkeklere anlatılmalı. Namazda giyecekleri kıyafetler hazırlanmalı. Çocuklara namaza yönelecekleri kıble anlatılmalı. Namazda okuyacakları tesbihler ve bazı sureler öğretilmeli. Çocuk madden ve manen namaz kılmaya başladıktan sonra namaza başlanmalı.

Bu dönemi iyi kullanmak gerekir. Sıkmadan her fırsatta namazı gündemde tutmalı. Hedef daha az hata yapmak olmalı.

On yaşına geldiğinde bir çocuk namazı kendi kılacak kıvama gelebilmeli. Önemli olan bu zamana kadarki süreci iyi değerlendirmek.

Çocuklara namazı nasıl anlatmak gerekir?

Namazı anlatmaya Allah (c.c )’ı ve Peygamber (s.a.v)i doğru anlatarak başlamalı anne ve babalar. Allah’ı korkutarak değil, severek anlatmalı. Nimetleri yaşlarına göre, kavrayacakları şekilde anlatmalıyız. Çocukları “ kalplerin meyvesi, gözlerin nuru” olarak tarif eden Efendimiz’i de çocuklarımıza doğru anlatmalıyız. Onun metoduyla çocuklara yaklaşmalı, namazı anlatmalıyız.

Anne ve baba olarak bu konuda atılacak ilk adım nedir?

Önce bilinçlenmeli anne ve babalar. Çocuklar dünyaya temiz bir fıtratla geliyorlar. Allah’ın emaneti olan çocukları kirleten biziz. Kendi ellerimizle ateşe hazırlıyoruz onları. Bazen ihmalimiz, bazen cahilliğimizi bazen de yanlış merhametimiz buna sebep oluyor.

Çocuklar namaz kılmayı İstemedikleri zamanlarda ne yapılmasını önerirsiniz?

Çocuklar etraflarında beğendiği, sevdiği ilgiyle takip ettiği şahısları taklit ederler. Çocukları böyle insanlarla sıkça bir araya getirmeli. Böylece namaz kılanın sadece kendi anne ve babası olmadığını görmüşler olurlar. Çocuklar için duygu ve düşüncesinin şekillenmesinde arkadaş çevresi çok önemlidir. Sürekli namaz kıl diyen anne ve baba olmaktansa, dostlarından bu konuda destek isteyebilir anne ve babalar. Bunun yanında bizzat yaşayarak örnek olmak çok önemli. Birlikte namaz kılmak, güzel bir çevrede yetiştirmek, takdir etmek, namazları düzenli kılmaya başladığında kutlama yapmak da atılacak önemli adımlardan.

Namaz eğitimi esnasında neleri yapmamalı aileler?

Aileler çocuğun zor zevkleri ile namazı karşı karşıya getirmemeliler.

Çocuğu münafıklığa itecek zorluklar çıkarmamalılar.

Çocuğun yaşı ve birikimine uygun olmayan bilgiyi ve eylemi çocuktan istememeliler.

Çocukların yaşına uygun konuşulmalı. Azarlama haklarının on yaşından sonra olduğunu unutulmasınlar.

Namaz konusunda bir dedektif gibi davranıyor hissi çocuğa verilmemeli

Namaza dair bilgiler tartışma şeklinde verilmemeli.

Bütün bilgileri aynı zamanda çocuğa boca etmek yerine, aralara serpiştirilmiş cümlelerle vermek gerekir.

Namaz kılma telkinleri sırasında, kılmayanların akıbetine dair ayet ve hadisleri örnek vermek yerine, kılanların neler kazanacağı anlatılmalı.

Bu konudaki Genel Tavsiyeler;

Sözü yumuşak söyleyin.

Hitap ederken yavrucuğum diye seslenin.

Sevgi dilini keşfedin ve ona göre yaklaşın

Kolaylaştırın

Müsamahalı ve hoşgörülü olun

Helal gıda ile besleyin

( Çocuk ve namaz hususunda daha çok bilgi elde etmek isteyenler Ahmet Bulut’un Çocuklarımıza Namazı Nasıl Sevdirelim ( Timaş Yayınları) kitabından,www.namazaalistir.com ve www.oncenamaz.com adresinden daha çok bilgi alabileceklerini hatırlatalım. )

Vahdet Gazetesi

Çocukları Camiden Kovmayalım

Camide namaz kılarken arka saflarda gülüşen çocuk sesleri yoksa gelecek nesiller adına korkun ” diyor yazar.

Evet gelecek nesillerin dindar olarak yetişmesi adına bu sözün ne kadar önemli olduğuna zannedersem hepimiz hem fikiriz. Çünkü çocukların dini öğrenmeleri ilk olarak aile’de başlar. Özellikle anne’nin verdiği ilk dini bilgiler çocuğun zihninde kalıcı izler bırakır.

Birçok Avrupa ülkesinde Anaokullarının kiliseler tarafından işletildiğini biliyor musunuz ? Peki neden sizce kiliseler bu anaokullarını işletiyor. Sebebi çok basittir. Çünkü 4-6 yaş grubu çocuklarda verilen hem terbiye (eğitim) hem talim (öğretim) o yaşta çocuğun zihninde kalıcı izler bırakır. Bundan dolayı Avrupa’da kiliseler anaokulu yaşındaki çocukların eğitimine önem verir.

Özellikle çocukların dini ve ahlaki eğitimi teorikten çok pratiğe dökerek bizzat kilisede veriyorlar.Böylece çocuk erken yaşlardan dini ve ahlaki eğitimi hakkıyla almış oluyor.

Ülkemize gelince ise genelde çocuk dini ilk eğitimi okulda teorik olarak alır. Bu teorik olarak yaz tatillerinde Camilerde ve çeşitli vakıfların açmış olduğu Kuran Kurslarında alır.

Çocuk camide teorik olarak aldığı namaz gibi ibadetler ile ilgili bilgileri pratiğe dökmeye çalıştığı yerler camilerdir.

Peki çocuklar yeterince camiden istifade ediyorlar mı ?

Benim vereceğim cevap hayırdır. Nedenini sorarsanız yaşadığım bir çok yaşanmış olayla açıklamaya çalışayım.

Camide hepimizin karşılaştığı olaylardan biri çocuk sesleri, gülüşmeleridir. Bu durum normal bir durumdur çünkü bunlar çocuktur. Bu çocuklardan yaşlı insanlar gibi olgun davranışı bekleyemezsiniz. Bekler isek yanlış olur. Çocukların bu gülüşmeleri de genellikle yaşlı insanları rahatsız eder ve çocuklara kızmalarına sebep olur.

Buna benzer bir olayla çok karşılaştım.Siz de karşılaşmışsınızdır.En son geçenlerde teravih namazında karşılaştım.

Cami de orta saflarda namaz kılmaya çalışan 7-8 yaşlarında bir çocuğu tabirimi hoş görün ama bana göre öyledir. Yaşlı bir bunak gözlerinden sanki ateş fışkırırcasına sert bir şekilde çocuğun kolundan tutup camiden kovmaya çalıştı.Çocuk tam camiden çıkarken çocuğu kolundan tutup yanımda namaza durdurdum.

Peki bu yaşlı adam gerçekten dini bütün biri midir? Zannetmiyorum. Araştırırsanız bu tip yaşlı adamların ömrünün büyük kısmında camiye uğramadığını ve yaşlandığında ölümün yaklaştığını his ettiği için camiye gelmeye başladığını görürsünüz.

Dinini sağlam bir şekilde yaşayan bir Müslüman çocukken nasılsa yaşlılığında da öyledir. Hata öyle yaşlı insanlar bilirim ki çocukları camiye kazandırmak için onlara teşvik manasında hediye ve para bile veriyorlar. Buna bizzat kendim muhatap oldum. Çocuklukta Namaza başlama dayımın beni camiye götürerek teşvik etmesi vesile olmuştur.

Bir kitapta okumuştum.Yaşlılığında dine karşı düşman olanların düşmanlığı çocukluğunda yaşadığı yanlış olayların sonucu gerçekleşmiş.Bu tür insanlar bir kısmı çocukken ya camiden veya Kuran Kursunda karşılaştığı olumsuz olayların sonucu ortaya çıkmıştır.

Evet görüldüğü gibi camiden çocukları kovmaya çalışmak basit bir olay değildir. Bir çocuğun cami’ye karşı soğutulması basit bir olay değildir.Belki çocuğu camiden kovarak hem çocuğu İslam’dan soğutuyorsunuz hem de gelecekte din karşıtı bir insanın yetişmesine sebep oluyorsunuzdur.

Bu konu hakkında Cami imamlarına bir kaç istirhamım var. Lütfen camiye gelen çocuklara sahip çıkalım. Cami cemaatinden yaşlı insanların çocukları camiden kovması, hakaret etmesi gibi durumlara müdahale edin.Bu çocukların camiye karşı soğutulmasına izin vermeyin. Cemaati çocukların camiye kazandırılması konusunda münasip bir dille uyarın ve bilgilendirin.

Sonuç olarak Sayın Müftülerimize de sesleniyorum. Bu çocukların camilere kazandırılması için özellikle cuma vaazlarında ve hutbelerde bu konuda vatandaşları bilinçlendiren vaaz ve hutbelerin verilmesini sağlayın. Özellikle bu konu hakkında daha önce kampanyalar yapılmış fakat daha fazla kampanyanın yapılmasına vesile olun. Çünkü bu konu gelecek açısından hayati önem taşıyor.

Vesselam

Hamit Derman

www.NurNet.Org