Etiket arşivi: namaz

Gencecik Delikanlı “Namaz” Diye Diye Vefat Etti..

Önce “vefat etmiş” bilgisi eşliğinde gözyaşları ile  izledim videoyu. Bir ambulansın içinde boyunda boyunluk ile hareketsiz yatıyordu.

Gencecik…

Hani şu herkesin dünyaya perestiş ettiği yaşlarda..

Hani kuvvelerin, insanın damarlarında dolu dizgin aktığı yaşlarda..

Hani ölümün  sisler arasında bir efsane gibi algılanıp  çoook ama çok uzaklarda sanıldığı yaşlarda…

Öylesine genç…

Yanında tatlı şivesi ve titreyen sesiyle onu sakinleştirmeye çalışan, salavat getirmesini telkin eden ama yatandan daha telaşlı bir başka genç.

Yatan sakin. Telâşsız bir sesle mütemadiyen soruyor:

“Siz kimsiniz?”

“Namazı nasıl kılacağız abi?”

“Nerdeyiz?”

“Namaz vakti geçmiyor değil mi?”

“Annemgilin haberi var mı?”

“Namazları nasıl kılacağız?”

“Adınız neydi?”

“Namazı nasıl kılacağım şimdi?”

“Silvan nereye bağlıydı?”

“Çok şükür… Allah razı olsun.”

“Namaz…”

Kazanın şoku, belki bir beyin travması. Sorular tekrarlanıyor ama namaz hep merkezde. Bir namaz kaçırma endişesidir gidiyor…

Refakatçi genç sorularına cevap verirken bir yandan da onun yorulacağı endişesiyle daha fazla sormasına mani olmaya çalışıyor. Onu, namaz vaktinin geçmediği ve salavat getirmesinin daha iyi olacağı konusunda ikna etmeye çalışıyor.

İkna oluyor:

“Namaz vakti geçiyor mu? Son soru..”

Son sorusu, birinci endişesi namaz olmak!…

Bir ambulansın içinde, hareketsiz yatarken, belirsizliklere doğru yol alırken, kafası karışmış bir halde, hem o kadar genç… ve aklı fikri namazda olmak…

Allahımmm…

Vay bizim gafletimize!..

Vay bizim isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak kılınan namazlarımıza!

Vay bizim dünyayı ebedî, kendimizi de lâyemut  zannetmelerimize!

Vay bizim gafletle geçen gençliğimize!

Kardeşim! Sen hayatının dersini verdin. Hayatının başka hiçbir semeresi olmasa idi de şu verdiğin tek ders ile huzur-u İlâhiye huzur-u kalp ile çıkar ve necat bulurdun inşallah.

Dünyadan ayrılmadan o çok sevdiği ümmetine son son namazı hatırlatan, “Aman namaza dikkat edin” diye diye teslim-i ruh eden  Sevgili Peygamberin şefaatine ererdin.

O namazı ikame etme endişen senin elini tutardı da mahşer’de senet ve berat, Sırat Köprüsü’nde nur ve burak olurdu.

Ve biz mü’minler de sana şahitlik ederdik, ederiz.

Son haberler ölmediğin yönünde çok şükür ki…

Rabbim sana belli ki kalbinin gıdası, ruhunun âb-ı hayatı ve lâtife-i Rabbaniyenin hava-yı nesimi olan namazı doya doya kılabileceğin, sonunda da bir Mabud-u Bâki’nin, bir Mahbub-u Sermedî’nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh edeceğin uzuuun bir ömür nasip etsin.

Gerçi böyle bir hayat kısa da olsa uzundur; değil mi ki Bâki-i Sermediyeye müteveccihtir…

Şeyma Gür

******************

Olayın Haberi:

Risale-i Nur talebesi olmak işte böyle birşey!

Sedyede sürekli “namaz” diye sayıklayan kardeş, benim 12 yaşındaki oğlumun dershaneden abisi olan Önder Sert kardeş; cemaatteki adi ise Bekir. Bu kardeşimiz, buradan birkaç kardeşle birlikte Abdülkadir Badıllı ağabeyin cenazesine gitmişti. Cenazeden sonra, “Abdullah Yeğin ağabey ile birkaç gün daha beraber olalım, buradaki medreselerde derslere katılalım” düşüncesiyle, 16 yaşındaki Fatih Kazdağlı kardeşle beraber orada kalmışlar.

Son gün, akşam üzeri Hilvan’daki dersten çıkıp Siverek’e bir başka derse giderken, yolda önlerine köpek çıkmış. Arabayı kullanan vakıf ağabey direksiyonu tarlaya çevirmek zorunda kalınca takla atmışlar. Fatih kardeş bu sırada başını taşa çarparak vefat etmiş, Bekir kardeş de yaralanmış. Diğerlerinde ise hafif yaralar varmış. Hadisenin asıl ibretli kısmı bundan sonra başlıyor:

Fatih kardeşin anne ve babası da o sabah umreden dönmüşler. Kardeşler de akşam uçağıyla Ankara’ya dönmeyi planlıyorlarmış; böylece Ankara’daki dershanelerine dönecekler, bu arada Fatih kardeş de ailesine kavuşacakmış. Fakat takdir başka türlü cereyan etmiş ve Fatih kardeşin bahtına bir şehitlik düşmüş.

Fatih kardeşin anne ve babası da Risale-i Nur talebesi; Risale-i Nur’un iman dersleri de işte böyle zamanlarda tesirini gösteriyor. Kaza sırasında arabanın şoförlüğünü yapan vakıf ağabeyin çok üzüldüğünü duyar duymaz, Fatih’in babası ona telefon etmiş ve “Üzülme kardeş,” demiş. “Senin bunda bir kabahatin yok. Allah’ın takdiri; O emaneten vermişti, yine O aldı.

Hattâ, Abdullah Yeğin ve Said Özdemir ağabeyler arayıp “Oğlunuz şehit oldu, Üstada arkadaş oldu” diyerek taziyede bulununca, “Elhamdülillâh, Üstadın vekili beni arayıp bunları söylüyor; Cumhurbaşkanı arasa bu kadar sevinmem” demiş ve şöyle devam etmiş:

Ama ucb da yok, yeis de. Allah bize de hüsn-ü hâtime versin. Rabbimize iyi bir kul olma gayretine devam edeceğiz.”

Ayrıca, aralarında benim oğlumun da olduğu diğer kardeşlere hitaben de “Artık Fatih’in hizmetini de siz yapacaksınız. Hizmet size emanet, siz de benim evlâtlarımsınız” demiş.

Bilge Aksen

yazarumitsimsek.com

Ayasofya Meydanında Sabah Namazı

ayasofya_meydaninda_sabah_namazi

İstanbul’dan ve çevre illerden otobüslerle gece yarısından itibaren Ayasofya meydanında toplanan grup, burada sabah namazı vaktinin girmesini bekledi. Toplanan kalabalığa meydana kurulan platformdan Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dekan Yardımcısı ve Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Halil İbrahim Kutluay dua etti. Ardından hafız Bayram Genç Kur’an-ı Kerim tilaveti okudu.

Polis de Ayasofya’nın bahçesine girilmemesi için barikatlar oluşturarak, güvenlik önlemi aldı.

Namaz vaktinin girmesiyle Kabe imamlarından Şeyh Abdullah Basfar alana geldi. Basfar platforma çıkarak topluluğu selamladı. Meydanda toplanan erkeklerin arka tarafında kadınlar namaz için saf tuttu. Daha sonra cemaate sabah namazı kıldıran Basfar, namaz sonrası dua yaptı. Dua okurken ağlayan imam Basfar’ı görmek isteyen topluluk izdiham oluşturdu.

Daha sonra platforma çıkan AGD Genel Başkanı Salih Turhan, namaz kılmaya gelen cemaate teşekkür etti. Kabe imamlarından Basfar ile birlikte platforma çıkan Dünya Kur’an-ı Kerim okuma birincisi Güney Afrikalı hafız Abdurrahman Sadien, Kur’an-ı Kerim okudu.

Kutluay’ın duasının ardından grup, “Zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın” sloganları atarak dağıldı.

Haber7

Teravih Namazı pazarlık ürün gibi oldu.

Ramazan ayı geldi ve geçiyor. Mübarek Kadir Gecesine ulaştık Elhamdülillah. Yine bereket dolu bir ramazanı geride bırakıyoruz çok şükür. Bırakıyoruz bırakmasına da içimiz biraz buruk bırakıyoruz doğrusu. Yine her ramazanda olduğu gibi gerek medyadan takip ettiğimiz kadarıyla gerekse internet aracılığı ile, bazı hadiselere ve hiç değişmeyen konularla karşılaştık.

Bunları sıralarsak şöyle:

 

1- Teravih namazı 8 mi 20 rekat mı?

Öncelikle ramazan aylarında imamlara ısrarla sorulan sorulardan biri 8 mi 20 rekat mi olması. Teravih namazını illa 8 rekata indirme çabaları gözüküyor. Bu soru ve çaba, hem Allah’a hem Peygamber efendimize yapılan bir terbiyesizlik olarak görüyorum. Sebebini de şöyle açıklayabiliriz.

Müslümanlar televizyon karşısında herhangi bir dizi olsun futbol maçı olsun, saatlerce izlemekten sıkılmıyor da, Allah için kılınacak 20 rekatta pazarlığa mı oturuyor?

8 rekatta direnenlerin sadece daha az namaz kılma çabaları, samimiyetsizliklerini ortaya koymaktadır. Yoksa okadar çok imanlı ve sünnete bağlı olarak, Peygamber efendimize bağlılığını isbat etmek mi istiyorlar, bu çabaları ile? Hadi diyelim ki öyle. Madem ki Resulullah efendimizi taklit etmek ise gayeleri, Peygamber efendimiz teravih namazını 8 rekat kıldığı gibi, 12, 20 ve 36 rekatta kılmıştır. Niçin illa ki 8 rekat diye diretiyorlar da Peygamber efendimize uymak arzusu ile, Allah için 36 rekatta ısrar etmiyrorlar? Nitekim Malikiler 36 rekat teravih ile 3 rekat vitir kılınca 39 rekat kılıyorlar. (İhtilafu’l-Ulema, C.1, Sh.312 Madde:271)

Mekke veya Medine de yaşamış olsa idik sanırım teravihi hiç kılmıycaz. Çünkü orada teravihlerde hatim indiriliyor, özellikle medinede bu güzel adet yıllardır sürdürülmektedir.

Her rekatta birer sayfa Kuran’dan okunur.

Yapmayın canım kardeşlerim, inanın hızlı kılmakla tadili erkana riayet ederek kılınan teravihde var sa varsa 15 dakika fark var. 15 dakika fazladan ALLAH için ayıramazmısınız?

Bunları bir düşünmek lazım ve niyetlerimizi bir süzgecden geçirmek gerekir diye düşünüyorum.

 

2-  Teravihi daha hızlı kılsak olmaz mı?

Teravih olsun başka namaz olsun, tadili erkan’a uyarak kılınır. Cemaatinin camiye  gelmeyeceğinden korkan bazı imamlarımız maalesef jet imamlığa soyunuyorlar. Bunun misalini yaşadık seneler önce değil mi herkes hatırlar. İmam efendi cemaate hızlı kıldırayım düşüncesiyle teravihi kıldırdı ardından cemaatten de dayak yedi. Gülermisin ağlarmısın?

Aşırı bir şekilde hızlı kılınan namaz, namaz hırsızlığından başka birşey değildir. Ne imamın okuduğunu anlayabiliyorsunuz ne de yetişebiliyorsunuz. Peki ne için? Bir an evvel camiden çıkmak için. Peki çıkınca ne yapar ki insan? Bu saaten sonra büyük bir ihtimal evine gider ve  ertesi gün çalışması gerektiği için, bir an evvel uyur.

Peki evine hemen giden müslüman gider gitmez yatağına mı yatıyor? %90’i yatmıyordur.

Peki niçin hızlı ve faidesiz bir namaza diretiyorsun be ey müslüman? Nasıl bir kulluk bu anlamış değilim doğrusu.

Zaten borcumuz olduğu halde 5 vakit namaz kılmaya zorlanıyoruz, yüce Allah’ın huzuruna bir nebze sünnet veya nafile ibadetlerle huzuruna varmayalım mı? Günah işlediğimiz zaman afetmesini ümit ediyoruz. Farz ibadetlerde yeterince gevşeklik gösterdiğimiz zaman “Rahmetim gazabimi geçmiştir” kutsi hadisi hemen aklımıza getiriyoruz. Resulullaha uygun bir ümmet olmaktan uzaklaşıyoruz ama yüzsüzce şefaatini istiyoruz.

Ne Garip ki, kul hep istiyor ama çaba göstermekten de kaçınıyor. Bu doğru değil. Elimizi vicdanımıza koyalım inşallah.

3- Iftar yemekleri

Hamdolsun iftarlarda soframız halil ibrahim sofrası gibi dolu. Herşey var. En az 3-4 çeşit yemek yanında mutlaka salata veya cacık gibi yiyecekler ardından da tatlı eksik olmaz. Sıcacık ramazan pidesi. Soğuk gazlı içecekler. Yemekten sonra da çay içeriz. Karnımızı iyice doyurur sonra da teravihi kan ter içinde kılmaya çalışıyoruz. Tabiiki 20 rekatı 8’e düşürmek isteriz. Tabiiki jet imamlara rağbet artar. Namaz kılmaya güç kuvvet kalmaz ki.

Ramazan orucunun farziyeti dışında çok sayıda maddi ve manevi faideleri bulunmaktadır. Bunlardan biri de aç insanlar gibi açlığı his etmektir. Bu nasıl açlık his etmek Allah aşkına. Tüm gün oruç tutuyor aç duruyoruz, akşam olunca da patlayana kadar yiyoruz. Böyle aç’ların halinden anlayamayız. O aç insanlar akşamları da yemek bulamıyorlar, sen ben gibi sadece gündüzleri aç değiller ki. Senenin her günü açlık çekiyorlar. Ayrıca Peygamber efendimiz hiçbir zaman bu tarz yemek israfı yapmamıştır.

Yanlış anlaşılmasın aç durun demiyorum. En azından Peygamber efendimizin sünnetini yerine getirmeye çalışalım. Bu sadece ramazanda olsa da. Peygamber efendimiz “Midenin üçte birini yiyeceğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de rahatça nefes alıp vermek için boş bırakmayı tavsiye ederdi.” (Buharı, Müslim, Tirmizi)

Değerli kardeşlerim!

Şurada kaldı ramazanın bitmesine bir kaç gün. En azından son kalan günleri sünnetlere uygun geçirmeye çalışalım.

Şunu söylemekte de fayda görüyorum. Maalesef  bazı Hoca ve Din adamı diye geçinenler, sanki şimdiye kadar din anlaşılmamış da sadece kendileri anlamışçasına, müslümanların kafasını karıştırmaya çalışan Profesörlerin teravih namazı diye birşey yok demelerine inanmayın. Bu fitneye kanmayın. Bunu söyleyen kişi, emekli olmadan önce, imamlık yapıp cemaate teravih namazı kıldıranların ta kendisidir. “Allah gaybi bilmez” ve “Kader diye birşey yoktur” diye küstahlaşan dinadamların sözleri mundardır.

“Faziletine inanarak ve mükâfatını umarak Allah rızası için Ramazan gecelerini ibadetle geçiren (teravih namazını kılan) kimsenin geçmiş günahları bağışlanır.” (Buharî, İman, 25, 27; Müslim, Musafi’in, 173, 176; İbn Mace, İkametu’s-Salâ, 173; Tirmizî, Savm, 83)

 

Arif Ağırbaş

https://www.facebook.com/arif.agirbas

https://twitter.com/Arif_Agirbas

arif.agirbas@hotmail.de

 

Toplumsal ruhun renkleri: “Ramazan ibadetleri”

Ramazan ayında ibadetler; toplumda birlik, beraberlik ve dayanışmayı inşa etme hususunda ve topluma kattıkları manayla, bahçedeki rengârenk çiçekler gibidirler. Renkleri, kokuları ve ahenkleriyle her çiçek bahçemizi güzelleştirirken, ibadetlerde sağladıkları faydalarla mana dünyamızı ve İslam toplumunu renklendirirler.

Mesela sufilere göre, en önemli ibadet namazdır. Çünkü namaz, insanı kendi gerçeğiyle karşılaştırır. İnsanın bir kabuğu, bir de özü vardır. “Namaz, ilâhî aşkın nuruyla insanın dış kabuğunu yakarak onu saf özüyle karşılaştırır. Ateşin demiri eğriliklerden doğrultması gibi, insanı da günah ve haramların yol açtığı eğriliklerden ilâhî aşkın ve isimlerin ateşiyle düzeltir.” (1) İnsanın ve toplumun; Rabbimizin “Hay” ismiyle, hayata kattığı manayı kavraması ve kendi gerçeğiyle karşılaşması için namaza ihtiyacı vardır.

Namaz, Allah dışındaki her şeye algılarımızı kapayış olduğu gibi, aynı zamanda namaz Allah’a içten gelen bir yöneliş, kıyamette O’nun huzuruna çıkacağımızı hissediştir. Ebu Said el-Harrâz’a “Namaza nasıl girileceği sorulunca şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’ya, kıyamette kendisine yöneleceğin gibi yönel. O’nunla senin aranda hiçbir tercüman olmadan huzurunda bulunulduğunu ve O’nun münâcaatta bulunduğunu düşün. En büyük melikin huzurunda durduğunu bil.” (2)

Namaz ibadeti, hesap gününde Allah’ın huzurunda hesaba çıkmadan önce, hesap anını kula ve namaz kılan toplumun ruhuna yaşatır. Hesap bilincini yaşayış, toplumların hem Allah’a hem de birbirlerine karşı sorumluluk bilinci ile hareket etmelerini sağlar. Böylece toplumlar, kendilerini hatalarından dolayı hesaba çekerler ve hatalarını tekrar etmeme kararlılığı kazanırlar.

Namaz esnasında günahları affedilen ve nefsi hatalardan temizlenen bir toplumun ferdi için, namaz sevgisi her an gönülde olması gereken doğal bir haldir. “Namazda iken hatırladığın bir şey olur mu?” sorusuna bir mutasavvıfın verdiği cevap “Namazdan daha çok sevdiğim bir şey var mıdır ki, namazda iken aklıma o düşünce gelsin?”olmuştur. (3)

Tasavvuf ehline göre, namazda dikkati dağıtan her şey, engellenmesi gereken bir durumdur. Mutasavvıflar, namaz sevgisiyle beraber namaza kalbî, zihinsel ve ruhsal odaklanma olan huşunun beraberliğine dikkat çekerek sevgi ve bilincin insanı huşuya yönlendireceğini ifade etmişlerdir. Namaz, sevgiden beslenirse ve namaza odaklanma sağlanabilirse, toplumda sevginin inşası da mümkün olabilir. Böylece Rabbini seven ve Rabbini sevdiği için O’nun kullarını da seven bir toplum inşa edilebilir.

Oruç ve ahlak inşası

Oruç da namaz gibi, toplumda Allah sevgisinin, ahlak güzelliğinin ve sorumluluk bilincinin inşasında farklı bir renk ve neşveyle İslâm bahçesini ve toplumu renklendirir.

Abdülkadir Geylânî, orucu iki kademeye ayırmıştır. O, zahirî ve batınî oruç yerine, şeriat ve tarikat orucu tabirini kullanmıştır. “O’na göre şeriat orucu; gündüz yiyecek, içecek ve cimadan uzak durmaktır. Tarikat orucu ise; kişinin, bütün azalarını, zahirî ve bâtınî olarak haram, yasak ve kötü olan şeylerden uzak tutmasıdır. Kendini beğenme, kibir, cimrilik orucun savaş açtığı olumsuz özellikler grubuna girer. Zira bunların hepsi, tarikat orucunu bozar.” (4)

Bütün bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, namazın zahirî ve batınî olmak üzere iki yönü olduğu gibi, orucun da zahirî ve batınî olmak üzere iki yönü bulunmaktadır. Namaz ve orucun zahirî yönü önemli olmakla beraber asıl amaç, onların batınî yönünü uygulamak ve yaşamaktır. Ahlak güzelliği ve ruh huzurunu hedefleyen namaz ve oruç, İslâm toplumunu ahlak ve ruh duyarlılığı kazandırarak güzelleştirirler.

Sûfiler, oruca çok özel bir mana verip masivâdan el etek çekmeyi ve kalbin orucu ile Hak’tan başkasını gönle koymamayı da oruç başlığı adı altında ele almışlardır.” (5) “Bu manada Allah’ın seçkin kulları için ömür, bütünüyle bir oruç demektir. İşte bu hikmete binaen ömürleri boyunca bu kimseler, Allah’tan uzaklaştıran şeylerden uzak kalmakta ve bunlardan sakınmaktadırlar. Mâsivadan el-etek çekerek perhize giren seçkin kullar, oruçlarını da Allah’ın muhabbetine erişinceye kadar devam ettirirler.” (6) Allah dışındaki her şeyden uzak kalarak terbiye edilen toplumlar, hem birlik beraberliği sağlamada hem de ahlakî güzelliği yakalamada örnek olabilirler.

Hem fizyolojik güdülerini, hem duygularını ve heveslerini kontrol altında tutan toplumlar için oruç, onları huzura doğru taşıyan bir ibadet niteliğindedir. “Oruç, kalbin murâkabesine toplumu yönlendirir. O, murâkabeyi canlı tuttuğu sürece, hakiki oruçtur. Çünkü kalbin murâkebe ile kontrol altına alınması, onun olumsuz düşüncelerle olan alâkasını ve kötülüklerle olan bağlantısını keser. Ebu’l-Abbâs Câfer, murâkebeyi bu anlamıyla ele alarak “Hakk Teâlâ’nın sana nazar etmekte olduğunu düşünerek kalbine gelen her tür düşünceden kalbini korumaktır.” şeklinde tanımlar.” (7)

Toplumlar, orucun kendilerine kazandırdığı ahlakla; bedenlerini zihinlerini ve gönüllerini bütünüyle Allah’ın rızasına aykırı her şeyden korurlar. Böylece Allah’ın kendi kalplerine nazar etmekte olduğu düşüncesiyle, kalplerinin ve ruhlarının muhafazasını oruç ibadeti vasıtasıyla sağlarlar. Bu manada oruç ibadeti, Allah’ın bizim gönüllerimizi her an kontrol ettiğine dair bir bilinç kazandırarak kalplerimizi kötülüklere karşı bir kalkan gibi korur.

Sufiler açlığı bir ganimet bildikleri gibi, onlar şeytanın tok bir insana vereceği vesveseyi de çok etkili bir dille ifade ederler. Onlar, şeytanın ayaktaki tok adamın boynuna sarılıp içine girip istediği gibi vesvese verdiğini ifade etmişlerdir. Onlara göre açlık, kalbi sâfileştirir, hevâyı öldürür, ince ve sırlı ilimleri te’min eder. Bu manada Zunnûn el-Mısrî “Doyana kadar yiyip, kanana kadar içtiğim bütün zamanlarda, ya Allah’a isyan etmiş ya da bir masiyete niyetlenmişimdir.” (8) demiştir. Bu nedenle insanın Allah’a ve ibadetlere duyduğu açlık, ne kadar değerli ve önemliyse ruhu beslemek üzere oruç tutması da, o kadar değerlidir. İnsanın bedensel açlığı, nefsi terbiye eder. Allah’a kavuşmaya yönelik açlığı da, gönlü terbiye eder; ruhu doyurur.

Sufiler, açlığı kendileri için büyük bir ganimet bilirlerdi. Onlar açlığı Allah’a niyazla, manevî tecrübeyle ve ilâhi aşkla özdeşleştirmişlerdi. Yahyâ b. Muâz “Eğer açlık çarşıda satılan bir şey olsa, ahiret taliplerinin çarşıya çıktıklarında, ondan başka bir şey satın almamaları gerekirdi.” derdi. (9) Açlık, gönlü Allah’a yaklaştırdığı mideyi ise dünya nimetlerinin peşinde koşmaktan kurtardığı için ahireti dileyenlerin en çok isteyeceği nimettir. Açlık, Allah’ı dileyen müritler için Rablerine bir niyaz ve yöneliş; Allah’a tevbe edenler için Allah dışındaki her şeyden uzaklaşma tecrübesi; dünya nimetlerinden gönlünü ve zihnini özgürleştirenler için bir yaşam tarzı; ilmini yaşayan Allah âşıkları için ilâhi aşkın kaynağıdır.

Zekât çiçekleri

Zekât da diğer ibadetlerin içerisinde güzelliğiyle ve eşsiz huzuruyla gönüllerde açan bir çiçek hükmündedir. “Zekât, Allah ile kullar arasındaki perdeleri kaldırarak melekî gücü kulların gönlünde üstün kılmıştır. Böylesine yücelen toplumlar için, malın zekâtı olduğu gibi makam, mevki ve itibarın da zekâtı vardır. Çünkü bu da, tam bir nimettir. Zekâtın aslı ve hakikatı, nimetin cinsinden olmak üzere nimetin şükrünü eda etmektir. Sıhhat, büyük bir nimettir. Her organın, bir zekâtı vardır. Bu da, insanın bütün organlarını hizmete hasretmesi, ibadetle meşgul bir halde bulundurması, nimetteki zekât hakkını ödemiş olmak için, hiçbir oyun ve eğlenceye meyletmemesidir.” (10)

Bu bağlamda makam ve mevkinin zekâtı, o makamda bulunulurken yapılan hizmetin hakkını vermektir. İtibarın zekâtı; itibarını dürüstlük, istikamet ve iyi niyetle korumaktır. Sağlığın zekâtı, organlarını rıza yolunda kullanmaktır. Gönlün zekâtı, gönlü güzel hislerle doldurmaya alıştırmaktır. Zihnin zekâtı, zihni güzel düşüncelerle terbiye etmektir. Bu düşünce tarzıyla, aslında her nimetin zekâtı kendi cinsinden verilmiş olacak ve toplumsal değerler güzel ahlakla yüceleceklerdir.

Her nimetin zekâtını, nimetin cinsinden veren kişiler, zekâtlarını mallarının en beğendikleri ve kaliteli buldukları kısmından vermelidirler. Verdiği şeyler, insanlar tarafından biriktirilebilecek, sahiplenilecek ve beğenilecek türden olmalıdır. Kişiler, zekât verdikleri malda Rabb’in rızasını tercih etmelidirler. Allah Teâlâ da bunu emretmiş ve şöyle bir misal vermiştir: Kazandıklarınızın güzellerinden infak edin.” (11) Kişiler, kazandıklarının güzellerinden verirlerse, onların da dünya ve ahirette kazandıkları kendileri için hayırlı olur. Toplumlar, bu gerçeğe göre zekâtlarını verirlerse, mana âleminde çok büyük kazançlar elde ederler.

Toplumlar, zekâtı Allah’ın ikramlarının şükrü olarak görürlerse, verdikleri zekâttan dolayı kibre düşmezler. Verdikleri kişiden, minnet beklemezler. Aksine zekâtımızı verdiğimiz kişi, bizleri Allah’a yaklaştıran bir veli nimettir. Aslında ihtiyaç sahibi, Allah’ın bizdeki zenginlik ve şükür hakkını verdiğimiz hak sahibidir. Bu bağlamda verdiği esnada en güzeliyle veren Allah dostları, zekât verdikleri kişiyi minnet etmesini gerektirecek her tavır ve davranıştan hassasiyetle kaçmışlardır. “Hz. Aişe ve Hz. Ümmü Seleme; herhangi bir fakire bir şey gönderdikleri zaman, elçiye ‘Onun duasını iyice ezberle’ derlerdi. Sonra da o fakirin ettiği duayı aynen tekrar eder ve şöyle derlerdi: “Ta ki sadakamız, yalnız bize has olsun. Sadaka veya zekât verdiğiniz fakirden size dua etmesini beklemeniz ya da bunu bizzat istemeniz, ondan övgü ve hamd beklemeniz yakışık almaz.” (12) Bu açıdan sufiler, verdikleri için asla bir dua ve minnet beklemezler. Ancak onlar, muhtaç kişinin ettiği duayı da çok önemserler; onun Allah katında geri çevrilmeyecek bir dua olduğuna inanırlar. Ve bu duayı, kabul edileceği ümidiyle kendileri için yaparlar.

Anlaşıldığı üzere toplumsal ruh ve duyarlılığın kazanılmasında ve manevî dünyamızın zenginleştirilmesinde, özellikle Ramazan ayında bütün ibadetler, büyük hizmetler görürler.

Namaz ve orucun zahirî yönü önemli olmakla beraber asıl amaç, onların batınî yönünü uygulamak ve yaşamaktır. Ahlak güzelliği ve ruh huzurunu hedefleyen namaz ve oruç, İslâm toplumunu ahlak ve ruh duyarlılığı kazandırarak güzelleştirirler.

İnsanın Allah’a ve ibadetlere duyduğu açlık, ne kadar değerli ve önemliyse ruhu beslemek üzere oruç tutması da, o kadar değerlidir. İnsanın bedensel açlığı, nefsi terbiye eder. Allah’a kavuşmaya yönelik açlığı da, gönlü terbiye eder; ruhu doyurur.

Esma Sayın

Moral Dünyası Dergisi

Kaynaklar:

(1) Sühreverdî, Ebû Hafs, Avârifü’l-Maarif, Dâru’l-Kitabi’l-Arabiyyi, Beyrut, 1966,  s. 301

(2) Sühreverdî, a.g.e., s. 303

(3) Uludağ, Süleyman, İnsan ve Tasavvuf, Mavi Yayıncılık, İstanbul, 2001,  s. 27

(4) Geylânî, Abdülkadir, Sırru’l-Esrâr, (çev. Mehmet Eren), Gelenek Yay., İstanbul, 2006, s. 75

(5) Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul, 1999, s. 418

(6) Ankaravî, İsmail, Minhacü’l-Fukara, (haz. Saadettin Ekici), İnsan Yay., İstanbul, 1996, s. 169

(7) Yılmaz, H. Kamil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2002, s. 165

(8) Bkz. Sühreverdî, a.g.e., s. 328

(9) Tûsi, Serrâc, el-Lümâ fi Tarihi’t-Tasavvufi’l-İslamiyyi, Dâru’l-Kütübi’l İlmiyyeti, Beyrut, 2001, s. 184-185

(10) Hucvirî, Ali b. Osman, Keşfü’l-Mahcûb, (thk. Mahmûd Âbidî), İntişârât-ı Sâdâ ve Sîmâ, Tahran, 1384, hş. 2006, s. 459; Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi, (haz. Süleyman Uludağ), Dergah Yay., İstanbul, 1996, s. 454

(11) Bakara, 2/267

(12) Mekkî, Ebû Talib, Kûtu’l-Kulûb, Mektebetü’t- Dârü’t-Türas, Kahire, 2001, C.3, s. 1233

Mü’minin Mi’racı Namaz

Namaz mü’minin mi’racıdır buyurmuş Mi’rac-ı Ekber’i yaşayan en büyük kul. Bu manaya paralel olarak namaz, fazilet ve kemalat semasına yükselme rampasıdır, diyebiliriz.

Öyleyse namaza şiddetle muhtaç olan biziz. Sonsuz kudret ve zenginlik sahibi olan Allah ne bizim ibadetimize, ne bize, ne de hiçbir şeye muhtaç değildir, biz namazı terk ettik diye zarar etmez; Allah hakkında bu zan batıldır, muhaldir, imkân dışıdır.

Evet, o öyle bir Allah ki, ona yıldızların icadı zerreler kadar kolay gelir, en büyük şey en küçük şey gibi kudretine boyun eğer; bir baharı, tek bir çiçek gibi kolaylıkla icat ettiği gibi, gezegenleri, atomlar gibi kolayca döndürür. Bir iş, bir başka işi yapmasına mani olamadığı gibi, bir fiil, başka bir fiili yapmasına engel olamaz; yeryüzünde had ve hesaba gelmez nimetleri canlıların sofrasına koyarken, gökyüzünde yağmur bulutlarını muhtaçların imdadına yetiştirir; okyanusların dibindeki canlıların rızkını verirken, kalplerde dolaşanları bilir; sineğin kanadını terbiye ederken, semavatı ve yıldızları tanzim eder; şelaleleri dağlardan akıtıp coştururken, damarlarda kan nehirlerini deveran ettirir; binler işleri, bir anda bir iş gibi yapar, binler fiilleri, bir anda bir fiil gibi icra eder.

Sayısız hayvanlar, milyarlarca insanlar ve bütün mahlûkatın bütün fertleri onun nazarında daima hazır hükmündedir, onun ilim ve iradesini, zaman ve mekân kayıt altına alamaz, o ezelî ve ebedîdir, bütün sesleri birden işitir, bütün ihtiyaçları birden görür. Hiçbir iş, hiçbir hâl, istek ve meşieti dışında gerçekleşemez; ondan habersiz bir yaprak düşemez, yeni doğan bir yavru memeye ağzını uzatamaz, karınca adımını atamaz. Her şeye nihayet derecede yakındır, her yerde kudretiyle, ilmiyle hâzır ve nâzırdır. Her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir. Her şey onun emriyle halledilir. Saadet defineleri, rahmet hazineleri, mutluluk mahzenleri, şefkat madenleri onundur, ondan gelir; nimet sofralarını, şifa kervanlarını sevk ve idare eden de odur.  Bir çekirdeğin kapıcığını “uyan!” emriyle ve irade anahtarıyla açtığı gibi, yeryüzü hazinesini dahi yağmur anahtarıyla açan, bitkilerin soylarını tohum ve çekirdeklerle devam ettiren o olduğu gibi; kuşların, sineklerin, balıkların ve bütün hayvanatın hayatlarını yumurta ve nutfelerden yaratan, insanı bir damla sudan inşâ eden odur.

Zerreden güneşlere kadar sahip olan böyle bir Malik’e, ezel ve ebedin sultanı olan böyle bir Hâkim’e, sonsuz iktidarıyla her şeyi kuşatan böyle bir Kadir’e kul olmak, iman ve itaat etmek şereflerin en yücesidir. Herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle iftihar ettiği gibi, insan da böyle bir Ulûhiyet ve Rububiyet sahibi Allah’a iman ve ibadeti ile intisap edip bağlandığı nispette yücelir, miracın gölgesinde terakki eder.
Kâinata hikmet nazarıyla bakılırsa her şeyin Allah namına, Allah’ın emirlerini işlediği görülür. Evet, her şey onun hesabına çalışır. Her şey ona bir emirber nefer hükmündedir. Her şey onun kuvvetiyle döner. Her şey onun emriyle hareket eder.

Her şey onun hikmetiyle tanzim olur. Her şey onun keremiyle muavenet eder. Her şey onun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yani koşturulur. Bir kısım insanlar dışında her şey, yaradılış vazifelerine tam uygun bir hayat sergiledikleri için daima ibadet üzeredirler; dolayısıyla bütün insanlık ibadeti terk etse de, kâinat bütün atomlarıyla secdededir, kıyam üzeredir, fıtrî namaz ve niyaz hâlindedir.

Allah aciz değildir, fakir de değildir ve hiçbir şeye muhtaç değildir; ne insanların namazına, ne secdesine… Her şey ona muhtaçtır, bütün mahlûkat ve bütün kâinat.

Düşmanları belâları sonsuz, acizliği de sonsuz olan, ihtiyaçları istekleri sonsuz, fakirliği de sonsuz olan insan ise muhtaçların en muhtacıdır. Bitkiler, hayvanlar ve bütün mevcudat da aciz, ihtiyaçları ise kâinatın her yanına yayılmış. Öyleyse insan hem kendisi, hem de mahlûkatın hesabına, acizlik ve muhtaçlığın diliyle  Allah’a muhatap olma makamına namaz miracıyla çıkmalı; bütün muhtaçların, zayıfların vekili olarak sonsuz kudret ve rahmet sahibine müracaat etmeli namaz ile…

Mahlûkatın sultanı rütbesine yükselmeli namaz ile… Bütün dua ve ibadetleri ibadetinin içine alan küllî bir kul olmalı namaz ile… En güzel kıvamda yaratılmış insanlık hakikatine lâyık olmalı namaz ile…  Mi’rac-ı Ekber’in gölgesinde sonsuz terakki seyahatine çıkmalı namaz ile…

Elhasıl namazımız olmadan eksik olan hatta hiç olan biziz. Bizi tamamlayan, olgunlaştıran namazını eksiltmemeliyiz ki, zarar etmeyelim, iflas çukuruna yuvarlanmayalım…

Halil Dülgar / Risale Haber