Etiket arşivi: risale-i nur

Süleyman Demirel’i Ziyaretlerimiz

Risale-i Nur talebesi akademik personel olarak, görev yaptığımız illerde kendi aramızda yaptığımız Risale-i Nur derslerinden başka, yılda bir defa da Türkiye’nin her tarafından ulaşımın diğer illere nisbeten kolaylığı sebebiyle Ankara’da yaptığımız toplantılarda, Mehmet Kutlular’ın bizim için randevu almasıyla Süleyman Demirel’i de ziyaret ederdik.
Adalet Partisi Genel Başkanı ve Başbakan olduğu o dönemde Süleyman Demirel, yaptırmış olabileceği araştırma ve değerlendirme çalışmaları ile Yeni Asya Gazetesi’nin “Türkiye’deki tüm Risale-i Nur talebelerinin temsilcisi, sözcüsü ve yayın organı” bir gazete olmadığını mutlaka bildiği halde, “siyasette bir oy’un bile değerli olması” ve muhtemelen tüm Risale-i Nur talebesi seçmenlerden oy alamayıp sadece Yeni Asya okuyucularından alabileceği kadar bile olsa alabileceği oy sayısını partisi için kazanç sayması sebebiyle, Yeni Asya gazetesinin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular’a muhatap olur ve onunla bazen telefonla veya bizzat görüştüğünden bahsedilirdi. Bu sebeble Ankara’daki yıllık toplantılarımızda mutad hale gelen Süleyman Demirel’in ziyaret edilmesi için randevu alınması işi, “Yeni Asya gazetesinin İmtiyaz Sahibi” sıfatıyla Mehmet Kutlular tarafından yapılırdı.
Ankara’ya “Risale-i Nur talebesi akademik personel” yıllık toplantılarına katılarak, Süleyman Demirel’i de o toplantıya katılanlardan bir heyete dahil olarak yaptığım ziyaretlerimin ilki, Adalet Partisi Genel Merkezi’nde, diğer birisi de Süleyman Demirel’in Güniz Sokak’taki evinde olmuştu.
Adalet Partisi Genel Merkezi’ndeki ziyaretimizde, fotoğrafları dışında kendisini ilk defa orada gördüğüm Süleyman Demirel henüz ileri yaşlara gelmemişti. Çok zeki bir kişi intibaını veriyor ve “cin gibi” bakışlarla ziyaretçilerini süzüyordu. O ziyaretimizde kayda değer bir konuşma olmamıştı.
“Risale-i Nur talebesi akademik personel”den bir heyet halinde bizi Güniz Sokak’taki evinin büyük salonunda kabul ettiği diğer bir ziyaretimizde ise, koltuğunun yanındaki sehpada üst üste duran kitaplardan –büyük bir ihtimalle Mehmet Kutlular tarafından yeri işaretlenerek kendisine verilmiş– “Emirdağ Lâhikası-2” adlı Risale-i Nur eserinin işaret konulmuş olan yerini açarak:
“Bu asil Türk milleti, ihtiyârı ile o partiyi (CHP’yi) kat’iyyen iktidara getirmeyecek..”
cümlesini okuduktan sonra, o kırmızı ciltli kitabı kapatmış ve (Bediüzzaman Said Nursi’yi kastederek)
“– Hocaefendi ne kadar güzel söylemiş..”
dedikten sonra tekrar aldığı yere, koltuğunun yanındaki sehpada bulunan kitapların üstüne koymuştu.
Süleyman Demirel’i heyet hâlindeki bu ziyaret hâtıramızdan, yarı şaka-yarı ciddî olarak yakın çevremizde dilden dile aktarılarak çok defa bahsedildiğini hatırlıyorum.
O zaman avamdan bazı Risale-i Nur talebelerinin bunun gibi bazı hadiseleri mübalağa ve haddi aşan lüzumsuz siyasî tarafgirliklerle büyüterek onun için “Nurcu Demirel” dediklerine bile şahit olmuştum. Halbuki randevu veren herkes, kendisini randevusuna hazırlar. Risale-i Nur talebesi akademisyenlerden bir heyete kendisini ziyaretleri için randevu verince Süleyman Demirel de, o ziyareti kabulüyle ilgili olarak ziyaretçilerinde iyi bir intiba bırakmak, başkalarına da o intibalarını anlatmalarını sağlamak ve bu yolla da Genel Seçimlerde fazla oy almak için, Risale-i Nurlar’dan kendisinin siyasî hedefleri ile örtüşen o cümleyi seçip okumuş olabilir. Çok defa tekrar ile söylendiği gibi, “siyasette bir tek oy bile değerli” olduğundan, Süleyman Demirel’in Yeni Asya okuyucusu Risale-i Nur talebeleriyle olduğu gibi, Genel Başkanı olduğu yıllarda, Adalet Partisi için “oy deposu” olarak gördüğü diğer dinî cemaatlarla da iyi münasebetler kurmaya çalıştığını bilmekteydik.
Adalet Partisi’nin milletvekilliği adaylığı listelerinin, milletvekilliği kazanılması şüpheli kritik yerlerine çeşitli dinî cemaatlerden teklifler almak suretiyle tesbit edilen kişiler konularak “Hem nalına, hem mıhına” denilebilecek bir siyaset uygulanıyordu: Dinî cemaatlerin teklif ettiği kişileri milletvekilliği aday listelerinin kritik yerlerine koymakla, hem o cemaatler memnun edilmiş oluyor ve belki bu şekilde o partiye daha fazla bağlanmaları sağlanabiliyor; hem de o kişilerin partinin milletvekilliği aday listesinde milletvekili seçilebilmesi şüpheli yerlerde bulunmalarına rağmen milletvekili seçilebilmeleri için, o cemaat mensupları daha fazla çalışarak o partiye oy desteğini arttırıyorlar ve bundan partinin kendisi için beklediği neticeler hâsıl olabiliyordu.
Bu şekilde Adalet Partisinin aday listesine alınarak milletvekili olanlardan başka, o günlerde Risale-i Nur talebeleri arasında, Süleyman Demirel’in“siyasî hazır cevaplı” oluşuyla ilgili, doğruluğunu tahkik edemediğim bir mükâleme de tebessümlerle anlatılıyordu:
Güya Süleyman Demirel’e;
“– Başbakan olarak, hükümetinizde niçin Risale-i Nur talebesine yer vermiyorsunuz?”
diye sorulmuş; Süleyman Demirel de bu soruya;
“– Ben varım, ya..”
cevabını vermiş!.
“Süleyman Demirel İle İlgili Tavır” başlıklı bir yazımızın başında söylediklerimizi bu yazının sonunda da tekrarlayalım: İnsanların son halleri mühimdir. Süleyman Demirel’in son halini bilmiyoruz. “El hükm-ü lillah”hüküm elbette ki Allah’ındır; biz hatasıyla, sevabıyla âhirete gitmiş her kişiyi Allah’a havale ederiz ve hiç kimse hakkında Allah’a karşı haddimizi aşarak hüküm veremeyiz. Ancak, kiminki olursa olsun, amellerin doğrusu için “doğru” ve yanlışı için “yanlış” demek de Müslümanların hakka hizmetle ilgili mes’uliyetlerindendir ve vazifelerindendir.
Süleyman Demirel’in başbakanlığı döneminde Risale-i Nur talebeleri olarak o günlerin siyasî ortamındaki şartların zaruretiyle kendisiyle kurulmuş olan yakın siyasî ilişkilerin alışkanlığıyla, o vefat edinceye kadar olduktan başka vefatından sonra da onun medhiyesine devam edilmesi ve onun hükümetlerine hasret tavırlarda israr edilmesi, bugünün siyasî ortamının şartları içerisinde Risale-i Nur talebelerinin büyük ekseriyeti tarafından yadırganmaktadır. 
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Süleyman Demirel İle İlgili Tavır

İnsanların son halleri mühimdir. “El hükm-ü lillah”, hüküm elbette ki Allah’ındır; biz hatasıyla, sevabıyla âhirete gitmiş her kişiyi Allah’a havale ederiz ve hiç kimse hakkında vefatından sonra, Allah’a karşı haddimizi aşarak hüküm veremeyiz. Ancak, kiminki olursa olsun, amellerin doğrusu için “doğru” ve yanlışı için “yanlış” demek de Müslümanların hakka hizmetle ilgili mesuliyetlerinden ve vazifelerindendir.
Süleyman Demirel’in son halini bilmiyoruz. Fakat onun demokratik sistemimizde “Demokrat” kelimesiyle yıllardır kendisine methiyede bulunularak, onun devr-i hükümetlerinin bazıları tarafından hasretle anılmasına devam edilmesi karşısında, Müslüman halkımızın oylarına ihtiyacı olduğu zamanki bazı tavır ve sözleriyle, Reisicumhur olup Müslüman halkımızın oylarına ihtiyacının kalmadığı o mevkideki bazı tavır ve sözlerinin, bazen zıtlık derecesine kadar varan farklılıkları olduğunu belirtmemiz de gerekiyor. 
27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi faciasıyla Demokrat Parti’nin iktidardan uzaklaştırılmasından sonra, onun siyasî hayattaki yerini doldurmak için 11 Şubat 1961’de emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala tarafından Adalet Partisi adlı bir parti kurulmuş ve kurulduğu yıl yapılan milletvekilliği ve senato üyeliği seçimlerine katılarak aldığı oylarla CHP ile koalisyon yapmıştı.
1964 yılında Ragıp Gümüşpala’nın ölümünden sonra yapılan Adalet Partisi Genel Başkanlığı seçiminde en güçlü aday Sadettin Bilgiç olarak gözükürken, sürpriz bir şekilde aday olan Süleyman Demirel hakkında kendisinin Mason olduğuna dair bir belge yayınlanmış, bunun ardından da belgede adı geçen Masonluk locasının yetkilileri o belgenin sahte olduğunu açıklamış ve neticede Süleyman Demirel, Adalet Partisi Genel Başkanı olmuştu.
Dışarıya sızan bilgilerine göre, resmiyette kamuflajlı isimler de kullanan fakat gizli kuralları ve ritüelleri olan Mason’luğa girildikten sonra, Mason’luktan çıkılamaz. Ancak, motorlu bir hareket vasıtasının hareket ettirilmeden motorunun çalıştırılmasına “rölanti” hâli denildiği gibi, Masonlar da aktif hâlden “rölanti” hâline geçebilirler.
Süleyman Demirel’e 1964’te Adalet Partisi Genel Başkanlık seçiminin yapılmasından önce “Mason değildir” açıklamasının, bağlı olduğu Mason locası tarafından uzun tartışmalardan sonra nasıl yapılmış olduğuna dair teferruatlı bilgiyi Erol Simavi vermişti. Erol Simavi, tamamına sahip olduğu Hürriyet gazetesinin %25’ini 22 Haziran 1993’de Erol Aksoy’a sattıktan sonra, 29 Haziran 1994’te Hürriyet gazetesinin kendi üzerindeki hissesini de Aydın Doğan’a devrederek medya sektöründen ayrılmasından önceki günlerde, kendisinin de Mason olduğunu itiraf ile hâtıralarını Hürriyet gazetesinde günlerce seri yazılar hâlinde neşretmişti.
Erol Simavi o hâtıralarında, Süleyman Demirel’in Mason olduğuna dair yayınlanan belgede adı geçen Masonluk locasındaki tartışmalar neticesinde “Biz, Süleyman Demirel’in üyemiz olmadığına dair açıklama yapmazsak o, Adalet Partisi Genel Başkanı ve Başvekil olamaz” gerekçesiyle, Süleyman Demirel’in Mason’luk üyesi olmadığına dair açıklamanın yapılarak, Masonluk kurallarına aykırı hareket edildiğini yazmıştı.
Süleyman Demirel’in bilhassa Mason olduğu iddiasıyla yıpratılması, sağ cenahta kitle partisi olarak Adalet Partisi’nin oy kaybına ve bir kısım oylarının “kitle partisi” olmayan sağ cenahtaki diğer partilere dağılarak boşa gitmesi  CHP’nin tek başına iktidara gelmesine sebeb olabileceğinden veya ona sebeb olamasa bile Müslüman halkımızı istikrarsız koalisyon hükümetlerine mahkûm edebileceğinden; o şartlarda “ehvenüşşer” görülen Adalet Partisi’nin tek başına iktidar olabilmesi için, Risale-i Nur Cemaatleri meşveretlerinde bazı kararlar alınıyordu. O kararlara göre, Süleyman Demirel’in Müslüman halkın hoş göremeyeceği bazı özellikleri olmasına rağmen, “ehvenüşşer” kabul edilmesi gerektiği, çünkü ona siyasî muhalefetin Türkiye’de İslâm’a fayda getirmeyeceği kanaati vardı.
 AKADEMİK PERSONEL DERSLERİMİZ
1970’li yıllarda İstanbul’da Risale-i Nur talebesi akademisyenlerin iki haftada bir Risale-i Nur derslerine İttihad ve Yeni Asya gazetelerinin imtiyaz sahipliğini Mayıs 1970’de Salih Özcan’dan devralmış olan Mehmet Kutlular da bazen gelir ve Risale-i Nur dersleri yapardı. İstanbul’da olduğum zamanlar, her defa başka bir evde yapılan o derslere ben de katılırdım.
Mehmet Kutlular’ın 1970’li yılların o siyasî ortamında yaptığı Risale-i Nur derslerinde, bilhassa Risale-i Nur talebesi Müslümanlar tarafından Süleyman Demirel hükümetlerinin yıpratılmaya çalışılmamasıyla ilgili ders mevzuu seçtiği dikkati çekerdi.
Onun hem Risale-i Nur talebesi akademisyenlerin derslerinde hem de katıldığı diğer Risale-i Nur derslerinde en fazla üzerinde durduğu mevzu, iç kapağındaki “Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi veyahut Bedîüzzaman’ın Münâzarâtı cümleleriyle takdim edilen, Bediüzzaman Said Nursî’nin İkinci Meşrutiyet’ten sonra Şark’taki aşiretler arasında yaptığı sohbetler esnasında sorulan suallere verdiği cevaplardan meydana gelen ve ilk baskısı 1911’de İstanbul’da Osmanlıca olarak yapılmış olan “Münâzarât” Risalesinin, naklettiğim aşağıdaki cümleleri olurdu:
“…hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata muvafık olsun; hangi adam var ki, bütün ahvâli şeriata mutâbık olsun? Öyle ise şahs-ı manevî olan hükümet dahi mâsum olamaz; ancak Eflâtûn-i İlâhînin Medine-i fâzıla-i hayaliyesinde mâsum olabilir.” (Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, s.39)
…………………………………………………………………………………………………….
“Suâl : O fırkadan ehl-i fazl kısmına ne diyeceğiz? Onlar iyi adamlardır.”
Cevap: Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar.
       
Suâl: Nasıl iyilikten fenalık gelir?”
Cevap: Muhâli taleb etmek, kendine fenalık etmektir. Bir dağdan uçmak niyetiyle kendini havalandıran parça parça olur. Zira, onların istedikleri şey, ya bir hükümet-i mâsumedir. Halbuki şimdi şahs-ı vâhid bile mâsum olamaz. Nerede kaldı, zerratı günahkârlardan mürekkeb bir hükûmet, tamamıyla mâsum olsun. Demek nokta-i nazar, hükûmetin hasenatı seyyiatına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhâl-i âdidir. Ben öyle adamlara, anarşist nazarıyla bakıyorum. Zirâ onlardan birisi –Allah etmesin– bin sene yaşayacak olsa, âdeta mümkün hükûmetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak, şu hülyanın neticesi olan meyl-üt tahrib ile o sûreti bozmağa çalışacak..(HAŞİYE) Şu hâlde böylelerin fena zannettikleri Jön Türkler nazarlarında dahi, mel’un, anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilal ve fesaddır.
Sual: Belki onlar eski hâli istiyorlar?
Cevap: Size kısa bir söz söyleyeceğim. Ezber edebilirsiniz. İşte eski hâl muhâl.. ya yeni hâl veya izmihlal.…
Kendisi İslâm, millet-i hâkimesi İslâm, üss-ül esas-ı siyaseti de şu düsturdur: Bu devletin dini, Din-i İslâm’dır. Şu esası vikaye etmek vazifemizdir. Çünki milletimizin maye-i hayatiyesidir.” (Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, s.51)
İstanbul’da 1970’li yıllarda, onbeş günde bir yapılan “Akademik Personelle Risale-i Nur dersleri”nden bilhassa bizim evde yapılan bir tanesinde Mehmet Kutlular’ın “Münâzarât” Risalesinde yer alan bu sözler ve açıklamalarıyla yapmış olduğu uzun bir dersi ve konuşması, sanki dün yapılmış gibi, görüntüleriyle hafızama kaydolmuştu.
Mehmet Kutlular’ın o Risale-i Nur derslerinde ve konuşmalarında en çok bu mevzu üzerinde durmasının sebeblerinin şunlar olduğu anlaşılıyordu;
1 – Hem tüm insanların ve hem de devlet idarecilerinin değerlendirilmelerinde, onların idarecilikteki hasenâtının (iyiliklerinin) kötülüklerine galip ve daha çok olması halinde onların yıpratılmaması gerektiği,
2 – Peygamberler günahsızlıkları sebebiyle bu mevzuda hariç olmak üzere, seyyiâtı (günahları) olmayan âkil-bâliğ (Allah’a kulluk mükellefiyeti taşıyan) insanın bulunamayacağı,
3 – Tek başına iktidara gelmiş sağ cenahta “ehvenüşşer”([1]) bir kitle partisinin başkanının hedef alınarak ağır tenkitlerle yıpratılması ve o partinin bu şekilde oy kaybına uğratılmasıyla, ülkemizin idaresinin “ehvenüşşer olmayan” bir partiye veya istikrarsızlıklarla dolu “koalisyon hükümetleri”ne geçmesine sebep olunmaması.
——————————————————————————
[1]Ehvenüşşer, Ehvenişer: Şerrin en az zararlısı, kolayı, şerrin daha az zararlısı, daha az kötü olan, iki şerden daha az zararlısı. (Osmanlıca-Türkçe Lügat, Yeni Asya Neşriyat)
 
HÂŞİYE: Said’i yirmibeş sene ezen bir parti, bu zulmü, sönmesiyle tasdik etti.
 
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Cehennem’den Bahsetmenin Lüzumu

Peygamberimiz’in (s.a.s.) fethini asırlar öncesinden müjdelediği, onu fetheden ordunun kumandanına ve askerlerine medhiyelerde bulunduğu, o medhiyelerin mazharı olabilmek için İslâm ordularının defalarca fetih seferleri yaptığı İstanbul, 29 Mayıs 1453 yılındaki fethiyle asırlarca Osmanlı Devleti’nin başkenti olduktan sonra onun ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara yapılmışsa da, başka mevzularda İstanbul’un başkentliği halen devam etmektedir. O mevzulardan biri olarak, kültürel faaliyetlerde de İstanbul’un başkentliği devam etmektedir.
Yıllar önce İstanbul’daki bir millî kütüphanemizde her hafta değişik bir kişinin konuşması olur ve ardından çay ve kuru pasta ikramı yapılırdı. Ben de ekseriya o toplantılara katılırdım ve ikindi ezanı okununca da bazılarıyla birlikte ikindi namazı için çok yakındaki bir camiye gitmeye çalışırdık. O toplantıların müdavimlerinden 80 yaşlarında görünen bir kişinin ezan okununca hiç camiye gitmemesi ve namaz hassasiyeti göstermemesi çok dikkatimi çekerdi; fakat küfür kelamı sayılabilecek sözlerle bana tepki gösterebileceği endişesiyle ona bu mevzuda bir şeyler söylemeye de cesaret edemezdim.
O mekandaki bir konuşmaya daha dinleyici olarak katıldıktan sonra ayaküstü çay ve kuru pasta ikramını aldığımız küçük ve yüksek masada ben ve ondan başka bir de Diyanet İşleri Başkanlığı personelinden imam veya vaiz bir kişi vardı. 80’li yaşlarda gözüken o yaşlı kişinin Diyanet İşleri kadrosundaki kişiyle tanıştıktan sonra ona “Vaazlarınızda ne olur Cehennemden bahsetmeyin” demesini çok yadırgamıştım.
Hem 80’li yaşlara gelmiş olmasına rağmen ezan okununca çok yakındaki camiye gittiği hiç görülmüyor, hem de Kuran’da âyetlerle ve Peygamberimiz’in (s.a.s.) hadislerle bahsettiği ve cezalandırılma tehlikesine karşı ikazlarda bulunulduğu Cehennem’den resmî görevi gereği olarak da bilhassa bahsetmesi gereken bir Diyanet mensubunu bundan yasaklamaya çalışıyordu! Bediüzzaman da “nev-i beşerin en mühim meselesinin Cehennemden kurtulmak olduğu”na Meyve Risalesi Sekizinci Meselesinde dikkat çekiyorken, dinî irşadla görevli bir Diyanet İşleri Başkanlığı personelinin Cehennem’den bahsetmemesi, mesleğinin kendisine yüklediği mesuliyete de aykırı ve çok tezatlı bir hal olmaz mıydı?
“Adalet”, Risale-i Nur’da mükerrer olarak bahsedildiği gibi, bu kâinatın temel prensiplerindendir. Allah’ın “ADL” ismi, O’nun adaletin en yüksek derecesinde olduğunu ifade eder. Risale-i Nur’da Otuzuncu Lem’a, Hz. Ali (r.a.) tarafından “İsm-i Azam” olarak kabul edildiğini bildirdiği Allah’ın altı isminden biri olarak “ADL” isminden de bahsetmektedir.
Adalet, en kısa ifadesiyle, hak sahibinin hakkını vermek ve –yetkiliyse- suçluyu da cezalandırmaktır. Hak sahibinin hakkını vermek her insanın vazifesiyken  ve suçluyu ise ancak yetkili olan insanlar cezalandırabilirken, Allah suçluyu cezalandırmak mevzuunda da en fazla yetkilidir, O’nun suçluları cezalandırması ve bunun için elbette Cehennem olacak ve orada cezalandırılmamaları için insanları ikaz etmekle görevli dinî irşad görevlileri de elbette “nev-i beşerin en mühim meselesi olan Cehennem”den kurtulabilmeleri için insanlara ikaz faaliyetlerini mutlaka yapacaklardır.
 
Hem de Kur’an’da Cehennem’den bahsedilmesi Cennet’ten bahsedilmesiyle birlikte yapılmaktadır. Kur’an’ın Cehennem’den böyle bahis şekliyle insanlara, bu dünya imtihanlarından başarıyla ve yüz akıyla çıkabilirlerse Allah’ın kendilerini Cennet’le mükafatlandırabileceği, hem de aslında en mühim imtihanlarının içinde oldukları halde defterler-kitaplar açık, başkalarıyla yardımlaşmalarının serbest ve hatta bu  mevzuda tavsiyelerin  ve teşviklerin edildiği, kopya çekmelerinin ve bilmediklerini imtihan içinde oldukları halde bilenlere sormalarının dünyevî makamlar için yapılan imtihanlardaki gibi yasak olmak bir yana, Allah’ın elçisi Peygamberler ve onların ilmî vârisleri olandin âlimleri tarafından bunun yapulması için ısrarlarla  tebliğ ve teşviklerde bulunulduğu bu dünya imtihanlarında başarılı olmamak için direnenlere ve neticede Cehennem’e gidecek olanlara “zarara rızası ile giren ve acınmaya müstahak olmayanlar” nazarıyla bakılması gerekmez mi? 
Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Kütüphaneler Haftası Vesilesiyle…

En  “SEVGİLİden  Gelen  En Uzun “MEKTUP”!..

 Beş yaşında kadar gözüken küçük çocuk, etrafındaki kendi kendine sessizce bir şeyler okuyan büyüklerine sırayla göz gezdirdi. Sonra, bir an durgunlaştı ve aniden boşalıp:

 “-Ben niçin okuyamıyorum?” diye hıçkırıklarla ağlamaya başladı.

  Büyükleri, şefkatle onu teskine çalıştılar.

Aslında ne kendisinin ne de büyüklerinin, bu mevzuda bir hatasından veya ihmalinden bahsedilemezdi. Genellikle çocuklar okuma-yazmayı, altı yaşını bitirdikten sonra kaydoldukları ilköğretim okulunun birinci sınıfındayken öğrenirlerdi. Okula gidememiş erkekler askerdeyken, kadınlar ise okuma-yazma kurslarında okur-yazar hale gelirlerdi. Fakat gene de, o küçük çocuğun:

-Ben niçin okuyamıyorum?

diye hıçkırarak ağlaması, insana tesir ediyor ve bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

 Bir köy ilkokulu öğretmeni, talebelerini okumaya ve yazmaya alıştırmak için;

“-Bulduğunuz  her yazıyı okuyun  ve bulduğunuz her boş kağıdı yazıyla doldurun..” tavsiyesini tekrarlarmış.

İslâmın ilk emrinin “Oku!” olduğunu bilen çoktur: “Yaratan Rabb’inin adıyla (ve Rabb’in adına) oku.”(Alak Sûresi, 96/1). Bu âyette, “-Neyi?” sorusunun cevabı olacak bir nesne bulunmadığından, O’nun rızasına uygun olan bütün okumaları da içine almaktadır. Bulduğu her yazılı kağıdı okumanın Allah’ın (c.c.) “Oku!” emrine dahil olduğunu söyleyebilmek, mümkün değildir. Ancak, bu tavsiyenin okuma-yazmaya karşı direnci kırmak ve köy çocuklarının bu mevzudaki atâletini gidermeye faydası olabilir.

Bütün mülk, tesir, fiil, Allah’a (c.c.) aittir. İnsanın elindeki ve onunla dünya hayatı boyunca imtihan olduğu tek şey: “Seçmek”tir (meyelânı ile, irade-i cüz’iyyesi ile). Her şeyi okumamalıdır. Okumak, akıl midesini doldurmaktır. Mideye her şey, rastgele doldurulmaz; seçim yapmak şarttır. Çünkü, doldurulan şeylerin bazısı gıda olsa da; bazısı zehir, bazısının hazmı güç, bazısı  da obezite (şişmanlık) yapıcı olabilir.

İnsanın okumaya en fazla istek duyabileceği yazılı metin: “Sevgiliden gelen mektup”tur. Okuma biliniyorsa; bu mektup, kalp atışı hızlanarak, yudum yudum  içer veya teneffüs eder gibi okunur, koklanır, öpülür, muhafaza edilir. Okumasını bilmeyen bir ana, sevgili oğlunun askerden veya uzak bir yerden gönderdiği mektubunu alınca ne kadar çok sevinir; eline alır, öper, koklar, satırları üzerinde göz gezdirir ve hemen onu kendisine okuyacak birini bulup, okunanları sevgi gözyaşlarıyla dinler. Sevdiklerinden gelen mektupları bizzat kendisi okuyabilmek için okuma kursuna giden yaşlı analar da çoktur.

Evet, mevcûdatta  sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsân ve kemâl, Bâki-i  Hâkikî’nin hüsün ve ihsân ve kemâlâtının işarâtı ve çok perdelerden geçmiş zaif gölgeleridir; belki cilve-i esmâ-i hüsnânın gölgelerinin  gölgeleridir.

                                                               (Risale-i Nur Külliyâtı-Üçüncü Lem’a).

Düşünecek olursak, Allah’ın (c.c.) mâsivâsını (O’nun haricindekileri); Allah’ın (c.c.) hüsün, kemâl ve ihsânının gölgelerinin gölgesi, mecazî ve çok küçük tecellîleri için sevip, o muhabbet sebebi sıfatların asıllarına en yüksek derecede sahip olan Allah’ı (c.c.) sevmekteki ihmalkârlık ve O “Hakikî Sevgili”nin  bize gönderdiği uzun mektubu  olan Kur’an’a karşı alâkasızlık; ne kadar  tezat, haksızlık, vefasızlık, katı kalplilik ve yabanîlik değil midir?

Bugün Kur’an okudunuz mu?

 (Prof.Dr.Mustafa NUTKU)

Kavramları bilmek neden önemli?

Masamda çok kıymetli bir çalışma var. Nesil Yayınları’ndan çıkmış. Roman değil. Eğlencelik değil. Taş gibi ilim. İsmi: Risale-i Nur’un Tariflerine Göre Istılahlar ve Anahtar Kelimeler. Başında Kenan Demirtaş abinin bulunduğu bir heyetin yıllarca süren emeğinin ürünü. Eserin sayfalarını karıştırmak beni geçmişe götürdü. Yıllar öncesine… Bu hassasiyeti yıllar önce yine Kenan abi öğretmişti. Söz Basım’da sayfa altı sözlük çalışması yapılırken (ki o çalışma aynı zamanda bu son meyvenin de ilk adımlarını oluşturuyordu) gözetilmiş bir hassasiyetti bu. Kenan abi, o dönemde de, külliyat çalışmasını yürüten ekibin başında bulunuyordu ve öğle yemeklerinde, çay aralarında, belki muhatabını bulabildiği her yerde çalışmanın inceliklerini aktarıyordu. “Ne gerek vardı buna?” diyebilirsiniz, eğer böylesi araştırma ekiplerinde görev almamışsanız.

Başarının sadece ‘kazandırılan parayla’ ölçüldüğü yerlerde insanların yaptıklarınızı takdir edebilmeleri için niteliğinizi sizin onlara anlatmanız gerekir. (Çünkü ellerine tutuşturacağınız nicelik/para yoktur.) Onlardan bu nitelikli gayreti beklerseniz sonuçlarından ızdırap ve pişmanlık duyabilirsiniz. Muhtemelen Kenan abi de yaptıkları nitelikli işin kıymetinin (eğer anlatılmazsa) takdir edilemeyeceğinin farkındaydı ki, bulabildiği her fırsatta çevresindekilere detaylarını/güçlüklerini aktarırdı.

2000’lerin başları. Ben, bu çalışmalar başlatıldığında, Nesil Yayınları’nın sevkiyatında çalışıyordum. Ve evet, hakikaten bulunduğum yaş, bilgi düzeyi ve konum itibariyle Söz Basım’ın ne denli önemli/girift birşey yaptığını takdir edebilmem imkansızdı.

Bu saded harici bahsin ardından öğrendiğim hassasiyeti aktarayım. Bir gün Kenan abiye (yukarıda altını çizmeye çalıştığım türden) bir cahil cesaretiyle şöyle söyledim: “Bu sözlük çalışmalarında uğraştıracak ne var ki? Kelimenin geçtiği yerler ve anlamı belli zaten. Yeri bulunur, altına konulur, biter gider. Neden bu kadar uğraştırıyor sizi?”

Bu cümleleri kullanmadım elbette. Fakat demek istediğim buydu. Çay ocağındaydık sanırım. Kenan abi sözlerimi sabırla dinledikten sonra (o çalışmayı yürütmenin nasıl güç birşey olduğunu kısmen takdir edebildiğim şu anda bu dinleyişin dahi bir ‘sabır işi’ olduğu kanaatindeyim) gülümseyerek dedi ki: “Öyle basit değil.” Dedim: “Neden değil?” Dedi ki:

“Aynı kelimenin birçok anlamı vardır. Bunlardan bazısı ıstılahîdir ki ancak metnin hakkında olduğu ilim dalıyla ilgiliysen karşılığını anlarsın. Bazıları ise lügat anlamıdır. Bunların içinde bile müellifin muradının ne olduğunu metnin genelinin hakkında bilginle anlayabilirsin. Bazısı ise örfîdir. Sözlükte anlamı başka olsa da halk arasında karşılığı başka birşey olabilir. Onu da ancak müellifin yaşadığı dönemi ve dili anlayarak çözebilirsin….”

Daha bunlar gibi bir sürü kıymetli şey anlattı Kenan abi. Hepsi aklımda kalmadı ki size nakledeyim. Hasılı: Ayaküstü cahilliğimizi de ders almış olduk. Zaten insan birşeyi öğrenmeden önce o konudaki cahilliğini öğrenir. Ben de metin altı sözlük çalışmalarında gözetilmesi gereken hassasiyete dair çok güzel şeyler öğrendim. Kenan abiye de, o gün ve bugün, bana öğrettiği böylesi kıymetli ölçüler nedeniyle dua etmekteyim. Allah ömrünü bereketli ve uzun kılsın. Kendisini ve ekibini ancak katında takdir edebileceği hayırlarla mükafatlandırsın.

Bu bende neyi başardı? Ona geleyim: Bu bakışaçısı zenginliği, bana, aynı yazarın metinlerini okurken bile aslında statik bir yüzeyi değil, dinamik bir fikri rasat ettiğimi gösterdi. Müellif de bir insandı ve değişiyordu. Kendisi değiştiği gibi yazdığı konular da değişiyordu. Belki bu müellifin uzmanı olduğu pek çok konu vardı ve böylesi her konuda yazarken o ilmin kavramlarını/kelimelerini kullanıyordu. Bir ilimde farklı bir ıstılahî/terimsel karşılığı olan kelime, diğer ilimde farklı bir anlama gelebiliyordu. Bir yerde kelimeyi sözlük anlamıyla kullanırken, diğer yerde aynı kelimeyi ıstılahî bir karşılıkla kullanabiliyordu.

O ilmin ehli olmayan okuyucuları ise (ben gibiler yani) aynı kelimeyi görmekle bahsedilenin aynı şey olduğunu sanabiliyorlardı. Bu da bazı anlam kaymalarına sebep oluyordu. İslamî ilimlerle bağlarımızın bu kadar koptuğu bir dönemde Bediüzzaman’ın fikir dünyasına eser eser, metin metin, kavram kavram, kelime kelime uyanmak/ulaşmak hakikaten güç bir işti.

Konuyu açması bakımından bir örnek vereceğim. Bu örnek, benim kafamı da uzun yıllar kurcalayan bir mevzuya dair. Bediüzzaman, İşaratü’l-İ’caz’da diyor ki:Zaten Risale-i Nur’un mesleği odur ki, zihinlerde bir iz bırakmamak için, sair ulemaya muhalif olarak, muarızların şüphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz. Eski Said, bu tefsirde, Risale-i Nur gibi, zihinleri bulandırmamak için yalnız belâgat noktasında lâfzın delâletine ve işârâtına ehemmiyet vermiş.

Nur talebeleri içerisinde bu kısım nasıl anlaşılıyor genelde? (Lüften bu metni nasıl anladığınızı veya size nasıl anlatıldığını kafanızda/hafızanızda şöyle bir netleştirin ve bir süre tutun.) Şöyle birşey değil mi: Risale-i Nur’un usûl ve üslûbu, soruyu veya sorunu dillendirmeden ona cevap vermek üzerinedir. Çünkü soruyu ve sorunu dillendirmek safî zihni bulandırır. O yüzden mümkün mertebe soruları gündem yapmadan cevap vermek doğrudur.

Aşağı yukarı kafanızdaki şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü yıllar yılı ben de böyle ders aldım/işittim sohbetlerde. Fakat hep de şunun ikirciğinde kaldım: Bediüzzaman’ın Münazarat gibi daha birçok metni vardı ki hep soru/cevap üslûbu içinde gidiyordu. Hatta müellifin ifadesiyle ‘şeytanla münazara’ veya ‘ehl-i dalaletin şahs-ı manevisiyle (vekiliyle) münazara’ edilen yerler vardı. Buralarda Bediüzzaman soruları anmaktan çekinmiyordu. Bilakis kendisi soruları naklederek cevaplarını veriyordu. O halde bu nasıl bir işti? Bir yerde soru sormadan cevap vermeyi öneren (hatta bunun metodu olduğunu söyleyen) müellif, diğer yerde niye böyle tersi bir iş yapıyordu? Bunu çok sordum. Tatmin edici bir cevap alamadım. Ta ki yine bir gün Kenan abiyle muhabbet edene kadar…

Bir gün, beni eve bırakırken, yolda İslamî ilimlerin, yani tabir-i diğerle geleneğin, gözettiği hassasiyetlerden bahis açıldı. Bana dedi ki Kenan abi:

“Eski ulemanın, değil sadece metodlarında, kelime seçimlerinde bile harkulade hassasiyetler var. Sana bir misal vereyim: İlm-i kelam eserlerinde ehl-i sünnet âlimleri kendi delillerini söyledikten sonra, farklı düşünen bid’a fırkaların düşüncelerini/dayanaklarını zikredip cerhederken onlarınkine ‘delil’ demezler. ‘Şüphe’ derler. Yani karşı tarafın düşüncesini neye dayandırdığını izah sadedinde, ‘İşte Mutezile falan ayeti kendine şu şekilde delil yapıyor’ demezler. ‘Mutezilenin şüphesi’ derler. Ona delil muamelesi yapmazlar. Çünkü ona da delil, kendisininkine de delil derse, bu durduğu yerin neresi olduğunu netleştirmez. Kendisininkine delil onunkine şüphe diyorsa, belli ki, bu insan ehl-i sünnet âlimidir ve durduğu yer bellidir. Bediüzzaman da ‘bitarafane muhakeme’ eleştirisini yaparken aslında ehl-i sünnetin bu hassasiyetine dayanıyor.”

Kenan abi bana bu meseleyi anlatadursun, benim kafamda ampuller yanmaya, hatta patlamaya başladı kardeşlerim. İlm-i kelam ıstılahında böyle bir ayrım olduğunu, ‘şüphe’nin sadece bizim anladığımız lügavî karşılığının değil, ‘muarız düşüncenin hak verilmeyen delili’ gibi bir manaya da gelebildiğini ilk kez duyuyordum. Bu, Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde yazdığı bir tefsir olan İşaratü’l-İ’caz’ın önüne neden böylesi bir not düştüğünü de bana açıklıyordu.

Demek ki; burada kastedilen, muarız düşüncenin sorusunu zikretmek değildi. Muarız düşüncenin kendisini nasıl bir delile/şüpheye dayandırdığını, kendisini neyse savunduğunu izah etmekti. Ki paragrafın tamamını hatırlayınca bu mana nasıl da cuk diye oturuyordu:  Münafıklar hakkındaki âyetleri izah ile en ince nükteleri beyan etmiş; fakat mütalâacıların zihnini bulandırmamak için mahiyet-i mesleklerini ve istinat noktalarını mücmel bırakmış, izah etmemiş. Zaten Risale-i Nur’un mesleği odur ki…

İşte, Ehl-i Sünnetin mirasına, İslamî ilimlerin kavram dünyasına aşina olmamızın neden gerekli olduğuna güzel bir örnek. Yıllardır ‘soru sorulmasından’ veya ‘soruların nakledilmesinden/zikredilmesinden’ bu ifadelerden hareketle rahatsızlık duyanların da kulakları çınlasın. Bediüzzaman’ın o kadar soru/cevap yolu takip ettiği metin varken, bu metni ‘Soruları zikretmemek lazım’ şeklinde anlamayı seçenler, kötü niyetli değiller belki, ama Risale-i Nur’u besleyen/yetiştiren mirasa aşina olmadıklarını da gösteriyorlar. Ve asl-ı hakikat eksiltiyorlar. Ki ben bunu ancak Medine’de tefsir eğitimi almış bir Kenan abiden duyduklarımla farkedebiliyorum. Başkalarının böyle bir şansı da yok. Hasılı: Bediüzzaman’ın da altını çizdiği gibi, Risale-i Nur medresenin malıdır. Medrese ilimlerine aşina olmazsak onu hakkıyla anlayabilmemiz zor.

Ahmet AY – risalehaber.com