Etiket arşivi: risale-i nur

Uluslararası Minsk Kitap Fuarı’nın ilgi odağı Risale-i Nurlar oldu

Uluslararası Minsk Kitap Fuarı’nın ilgi odağı Risale-i Nurlar oldu

risaleBelarus’un başkenti Minsk’te Bu yıl 25.’si düzenlenen ve 30’dan fazla ülkenin katılım göstermiş olduğu uluslararası kitap fuarına Türkiye’den Risale’i Nurları temsilen Sözler Neşriyat da katıldı. Sözler Neşriyat’ın özellikle Rusçaya çevrilmiş risaleleri ile birlikte diğer dünya dillerine çevrilen risalelerde büyük ilgi gördü.

Stantta bulunan yetkililer ziyaretçilerin sorularına Risale’i Nur’dan cevap vererek, ziyaretçilerin çeşitli konudaki müşkillerine ve özellikle İslamiyetin tanıtımı noktasındaki sorulara cevap vererek bu alan büyük fayda sağlandığını belirttiler.

Ayrıca İçişleri ve Dışişleri Bakanlığı’na ve bununla birlikte Cumhurbaşkanlığı kütüphanesine de kitaplar verildi.

 

Kaynak: Havadisi Nuriye 

www.NurNet.Org

Şehitlerimiz

Kur’an-ı Kerim’de Allah(cc) şöyle buyuruyor. 
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar, Allah’tan gelen nimet ve keremin; Allah’ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler.”
Yine Allah Resulü (sav) efendimiz’de 
 
“Her kim, bugün düşmandan yüz çevirmeyip sebât eder, şehit düşerse, Cenâb-ı Hak elbette onu cennete koyacaktır. Bugün şehit olanlara Firdevs Cenneti hazırdır. Hücûm ediniz, hamle ediniz!”.
“Sizden biriniz, karınca ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehit olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar.”
buyurmaktadır.
Sahabe efendilerimizden Haild b Velid ise;
“Sizin, hayat ve şarabı sevdiğiniz kadar, ölümü seven bir orduyla size geldim.”
diyerek ilahi kelimatullah için savaşmanın ve bu uğurda şehit olmanın ne denli önemli olduğunu anlatmıştır.
 
Âhirette en büyük rütbenin peygamberlikten sonra şehitlik olduğu belirtilmiştir.
 
Türk silahlı kuvvetlerimiz 20 Ocak 2018 saat 17;00 da başlayan zeytin dalı harekâtıyla yurdumuzu, ülkemizi, vatanımızı, müdafaa ve hain terör örgütlerinin sınırımızda yapmış oldukları yığınakları, mevzileri yok etmek için vatanımıza göz dikenlere karşı savaşmaktadır.
Ülkemiz insanı asırlardır vatanına, bayrağına, ezanına, Kur’an-ına sahip çıkmış mezalime ezdirmemiş, namusuna namahrem eli değdirmemiş, bu uğurda bu güne kadar yüz binlerce şehit vermiştir. Sadece pkk ile savaşta 26 yılda 41 bin şehit vermiş olan ülkemiz, bu uğurda kararlılığını göstererek ne kadar düşmanımız varsa hepsine karşı ciddi bir mücadele başlatmıştır.
Sınırda ve sınır ötesinde mücadele eden askerlerimiz kadar milletimiz de yekvücut olarak Mehmetçiğimize tam destek vermektedir. 
Bizlerde Rumeli Anadolu ve Balkanlar İlim ve Eğitim Vakfı olarak, Trakya’nın tüm şehirlerinde ilçelerinde ve diğer yerleşim yerlerinde bulunan temsilciliklerimizde ve Yunanistan, Bulgaristan’da bulunan dershanelerimizde, her hafta okunan hatim dualarıyla Mehmetçiğimize manevi desteğimiz tamdır. Allah Mehmetçiğimize zafer nasip etsin inşallah. 
Çanakkale’de Dumlupınar’da Sakarya’da Sarıkamış’ta daha nice cephelerde şimdide Afrin’de mücadele eden şehit düşen tüm askerlerimize bir kez daha Allah’tan rahmet diliyoruz, sizlere çok şey borçluyuz.
Geride bıraktıkları ana baba evlat ve tüm yakınlarına sabrı cemil diliyoruz.
 
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri “Mektubat” adlı eserinde bu konuya değinerek asrımızın idrakine uygun olarak bu ayeti bizlere tefsir ediyor. Hayatın çeşitli tabakaları olduğunu belirten Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri şehitlerinde kendilerine özgü bir hayat tabakası olduğunu belirtiyor.
”Nass-ı Kur’an’la, şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyevilerini tarik-i hakta feda ettikleri için, Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı alem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerinin daha iyi bir aleme gittiklerini biliyorlar, kemal-i saadetle mütelezziz oluyorlar, ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bakidir; fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez.”
Evet Bediüzzaman Hazretleri, bu ayeti tefsir ederken şehitlerin kendilerini daha iyi bir aleme gittiklerini bildiklerini ve ölümün acısını hissetmediklerini ifade ediyor.
Kabir alemindeki şehitlerinde aldıkları lezzetin farklı farklı olduğunu belirten Bediüzzaman Hazretleri;  
Nasıl ki, iki adam bir rüyada cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rüyada olduğunu bilir; aldığı keyif ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam şu lezzet kaçacak” diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor; hakiki lezzet ile hakiki saadete mazhar olur. İşte, alem-i berzahtaki emvat ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri öyle farklıdır. Diyerek bunu çok güzel bir şekilde ifade etmiş.
Bediüzzaman Hazretleri 1. Dünya Savaşı sırasında Doğu cephesindeyken yaşadığı ilginç durumu şöyle anlatıyor ;
Hatta, ben kendim, Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rüya-yı sadıkada, tahte’l-arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O beni ölmüş biliyormuş; benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor. Fakat Rus’un istilasından çekindiği için, yeraltında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz’i rüya, bazı şerait ve emaratla, geçen hakikate bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.
Allah tüm ülkemizin milletimizin silahlı kuvvetlerimizin yar ve yardımcısı olsun. Âmin.
Çetin KILIÇ
Kaynak:
Kur’an-ı Kerim Meali
Hadis Külliyatı
Risale-i Nur Külliyatı

‘Öteki’ yanımıza ayna tutan adam: Said Nursî

İmam Şibli’ye soruldu: “Bu yolda size kim kılavuzluk etti?” “Bir köpek!” dedi. “Nasıl?” dediler. “Köpek bir dere kenarında duruyordu fakat neredeyse susuzluktan ölmek üzereydi. Su içmek için dereye eğildiğinde, sudaki aksini başka bir köpek sanıp korkuyla geri çekildi. Bir kaç kez gidip geldi böylece. Susadı, suya koştu. Korktu, kaçtı, yine susadı. Sonunda susuzluğu öyle bir noktaya geldi ki, korkusunu unutup suya daldı. Suya kafasını daldırır daldırmaz diğer köpek kayboldu.”

Köpekle arzusu arasındaki engel yine kendisiydi. Kendisini kendi yolundan çekmesi gerekti. Göze aldığında, engel aradan kalkmış ve arzusuna ulaşmıştı. Ben de önümdeki engelin yine kendi nefsim olduğunu öğrenince ondan kurtuldum. İşte böylece yolumu bana bir köpek gösterdi.”

İmam Şiblî’nin bu güzel meseli, Risale-i Nur’un özellikle Sözler’de belirginleşen öğretim usulünün ipuçlarını veriyor. Birinci Söz’den başlayarak ‘iki adam’ üzerine kurgulanmış hikâyeler okuyucuyu her defasında “sudaki sûreti” ile yüzleştirir. “Bil ey nefsim,” hitabı ise, hikayenin çözümlenmesi aşamasında, Onuncu Söz’de ima edildiği gibi, ‘sûret’ten ‘hakikat’e geçişte, insanı ‘kendilik engeli’ ile, yani nefsi ile karşı karşıya getirir.

Birinci Söz’de, sudaki aksimizin ilk simasıyla tanışırız. “Mağrur”uzdur; ‘kendimizi kendimize malik’ bilerek, ‘kendi başımızaymışız’ zannederek aldanmışızdır. Elimizin asla erişemeyeceği sınırsız ihtiyaçlar içindeki, elimizle karşı koyamayacağımız nihayetsiz düşmanlar ortasındaki sûretimizi görünce, gurur ayinesinden yansıyan ‘ene’miz dağılır. Benliğin kabukları kırılır. Kaybedecek bir şeyimiz olmadığını anladığımızda, aldatıcı sûretimizi yeneriz. ‘Hakikat’e giden yolda ‘sûret’ten kurtuluruz. Sûreti hakikate engel değil araç eyleriz.

“Mağrur” nefsimiz, şu dünya çölünde bir “seyyah”tır. Nihayetsiz aczi ve fakrı, nefsin kendini ayrık ve özgür bir birey olarak tanımlayacak sınırları ortadan kaldırır. Varoluşun dokusu içinde, kendiliğinden varolan değil, başkası tarafından nakşedilmiş, takdir edilmiş, sınırları çizilmiş bir motif olarak yer aldığını farkeder. Hadsiz aczi ve fakrına karşılık, nihayetsiz düşmanla çevrili, nihayetsiz ihtiyaç içinde oluşu, varoluş dokusu içindeki yerini iyice derinleştirir, başka herşeyle aynı zemine iner. Artık, kendini katılaştıracağı, taşlaştıracağı bir şablondan ya da kalıptan da mahrum eder. Kendini sadece, varoluş içinde bir motif olarak, yerine razı olduğunda, ötesini istemediğinde, başkası adına var olduğunu kavradığında tanımlamaya başlar. Bir anlamda yokluğunda varlıktan pay alır.

Şimdi tekrar, İmam Şiblî’nin köpeğinin ilk korkusuna dönersek, Sözler’i okurken biz de aynı korkuyla yüzümüze çarpan görüntüden kaçıyoruz. Kendimizi “iki adam”dan “iyi” olanının yanına ya da yerine koymaya hevesleniyoruz. Sözler’in ayinesinde yansıyan, “mağrur,” “hodbin,” “bedbaht,” “acemi,” “nefisperver,” “ayyaş,” “tenbel,” “ahlaksız,” “serseri,” “sersem” ve “hain” sûretli görüntümüz bizi ürkütüyor. Hemencek, “mütevazı,” “hüdabin,” “bahtiyar,” “muallem,” “vazifeperver,” “iyi huylu” ve “emin” sıfatlarının gölgesinde kendimizi avutup, suya atlamaktansa, kıyıda kalmayı yeğliyoruz. Sözler’in içine dalmak için, nefsimizin asıl sûretiyle yüzyüze gelmeye göze almak gerekiyor. Oysa, Sözler yazarı, zaten “Bil ey nefsim!” diyerek, gideceğimiz yeri baştan gösteriyor. İlk hamlede yüzyüze geldiğimiz suretlerden korkmazsak, hakikate erişebiliriz. Yoksa, Sözler’in kıyısında, susuz ve Söz’süz kala kalırız.

Sözler yazarı, yine de, bu çetin yüzleşmeye şefkatle çağırır bizi. Bunun için, benim görebildiğim en az iki metodik çözümleme sunar. Birincisi, Sözler’de hakim olan üslupta görüldüğü gibi “mesel” kullanır. Meselleme, modern psikiyatrinin de ideal bir çözümleme aracıdır. Hastanın ego direncini kırmakta zorlanan psikoterapistler, zaman zaman bir başkasının hikayesini anlatarak hastanın algılama alanı içine nüfuz ederler. Bir başkasını ilgilendiriyormuş gibi paylaşılan mesel, kişinin zihnine direnç görmeden girdikten sonra psikoterapist, kapıyı adeta “içeriden” açar. Meselin muhakemesini benimseyen hasta, bilinçli olarak karşı koysa da, bilinçaltında ikna edilmiş ya da en azından kendi algısı dışında tutarlı bir gerçekliğin varlığını kabullenmiş olur.

Sözler’deki “temsilî hikayecikler” de, kırıcı olmayan, ancak direnme fırsatı da vermeyen, derinlemesine nüfuz eden bir ikna kapısı açar okuyucuya. Artık, karşımıza aniden çıkan nefsin “sûret”ini sözle itiraf edip etmemek bize kalmıştır. İkinci şefkat yüklü yaklaşım, işte tam burada imdadımıza yetişir. Yazar, en evvel kendi nefsinin sûretini ifşa eder: “İşte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın.” (Sanıldığının aksine, yazar burada “tevazu yapıyor” değildir. Zaten “tevazu”nun yapısı tevazuyu bir şekilde üretmeye, inşa etmeye, planlayarak yapmaya izin vermez. Tevazu, niyetsiz gelir, o kadar.) Sözler yazarı, burada kendi nefsinin sûreti ile yüzleşir. Bunu bizim adımıza yapmaktan önce kendi adına yapar. Hatta sadece kendi adına yapar. Nefsiyle yüzleşmesi sahicidir. (Ancak, bu bize “Said Nursi mağrurmuş” gibi hükümler çıkarma hakkı vermez. Her şahıs, birinci tekil şahıs olarak, öznesi kendisi olan bu türden cümleler kurabilir, kurmalıdır. Bu hüküm, insanın içe doğru, enfüse doğru bakışıyla ilgilidir ve kendini ıslah etmeye, onarmaya yöneliktir. Oysa, başkasının “mağrur” olduğunu bilmek, hiçbir içgörü fırsatı sağlamadığı gibi, onarım/ıslah çabası başlatmaz.)

Ancak, Sözler yazarının nefsiyle yüzleşmesinin sadece kendi adına olması, bizce örnek alınmasını engellememeli de. “Tevazu yapıyor” gibi bir yaklaşım yüzünden bu örneği ıskalamazsak, bir başkasının nefsiyle yüzleşmesini izleyerek, korkmadan, ürkmeden, çekinmeden kendi nefsimizle de tanışmanın yolu kolayca açılır. Zaten, meselle duygularımızda karşılığını bulmuş olan “sûret”lere, diklemesine bakabildiğimizde, susuzluktan ve Söz’süzlükten kurtulabiliriz. Ardından itiraf gelir, onun ardından istiğfar ve onun da ardından belki “nefsin tezkiyesi” gerçekleşir.

Nefsimizi tezkiye edip temizlemek için, İmam Şiblî’nin köpeği gibi, sûretimizin yansıdığı suya dalmaktan korkmamalı. Garip ki, nefsimizi temize çıkaracak suda her zaman nefsin “kirli sûret”i görünür olacaktır. Zaten, nefsin temize çıkarılması da, nefsi “kirli” bilmekten geçmiyor mu?

Öyleyse, sudaki ve Söz’deki “sûret”lerle yüzleşmeyi göze alalım. “Diğer adam”dan böylece kurtulabiliriz.

Senai DEMİRCİ – risalehaber.com

Bediüzzaman hürriyetten vazgeçti mi?

Ebubekir Sifil Hoca bu yakınlarda izlediğim bir Riyazü’s-Salihîn dersinde (Hayırlı İşlere Koşmak 1) Yararlı işler görmekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kafir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kafir olarak sabahlar. Dinini küçük bir dünyalığa satar! hadisini izah sadedinde (bilmana) dedi ki:

“Bu hadisin haber verdiği şeylerden birisi de ‘fitne zamanı’nın amel-i salihte muvaffakiyetsizliğe sebep olacağıdır. Hakikaten de, ahirzaman geldiğinde insanlar, amellerini tam bir ihlas ile yerine getirmekte zorlanacaklar…” Ve devamında, Ebubekir Hoca, mezkûr muvaffakiyetsizliğin ‘niyet’ten başlayıp ‘ahirzaman psikolojisine’ kadar uzanan yönlerine dair önemli teşhislerde bulundu. (Merak edenleri internetteki kaydına havale ederim.)

Allah razı olsun. Bu ders Risale-i Nur’da kısa zaman önce dikkatimi çeken bir hususu aydınlatmamda bana yardımcı oldu. O husus da şudur: Mürşidim Eski Said döneminde yazdığı Mesnevî-i Nuriye’de diyor:İ’lem: İman ilimlerinden sonra en mühim ve en lüzümlu şey amel-i salihtir. Zira Kur’an-ı Hakîm devamlı şekilde ‘İman eden ve amel-i salih işleyenler’ der. Evet, bu kısa ömür, ancak en ehemmiyetli olan şeye yeter.” Fakat daha sonra, yani Kastamonu Lahikası’nın telif edildiği dönemde (aynı dönemin II. Dünya Savaşı gibi delidolu eylem yıllarına denk geldiğini de akılda tutalım), sanki bu konudaki vurgusunu değiştiriyor:

Bugünlerde, Kur’ân-ı Hakîmin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır…

Ben de Ebubekir Sifil Hoca’nın dersinin ardından düşündüm: Eski Said’den Yeni Said’e dönüşümün izlerinden birisi de burada saklanıyor olabilir. Eski Said’in, özellikle İstanbul hayatı sırasında yaptığı, dinamik ‘hürriyet’ vurgusuna bedel, Yeni Said’in kendi şartlarında ve elinden geldiğince yaptığı ‘asayişi muhafaza’ çağrısı, yine yukarıdaki hadis-i şerifin sırrınca, önemli hakikatler fısıldıyor olabilir. Çünkü hakikaten ‘hürriyet’ ile ‘amel-i salih’ arasında ‘asayişi muhafaza’ ile ‘takva’ arasındakine benzer bir anlam/yöntem ilgisi vardır.

Birinciler fethedicidir. İkinciler koruyucudur. Birinciler taaruzcudur. İkinciler savunmacıdır. Birinciler kılıçtır. İkinciler kalkandır. Birinciler genişleticidir. İkinciler mevcudu muhafazaya çalışırlar.

Hem şu da bir gerçektir: Asayişi bozacak şekilde amellerinde ifrat eden bir hürriyet talebi ‘anarşiye’ sebep olabileceği gibi, hürriyetleri görmezden gelecek şekilde şiddetlenen bir asayişi muhafaza kaygısı da ‘zulümlere’ sebep olabilir.

Belki Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde yaşadıkları üzerinden Yeni Said’e taşıdığı bir tecrübe de budur: Güvenlik özgürlüğün önsözüdür. Eğer hürriyetten önce/beraber emniyet tesis edilmezse, talep edenlerle-edilenler arasında güven ortamı oluşmazsa, bu tarz talepler daha şiddetli istibdatları doğurmakla aksü’l-ameli netice verirler. Şu derdin de devası, belki hürriyet ile asayişi muhafazanın barıştırıcısı, müsbet harekettir. Yani hayrı talep ederken veya doğruyu dillendirirken bireyin, toplumun veya devletin güvenlik algısını bozmayacak şekilde hareket etmektir.

Baba, oğluna istediği hürriyet verir, ancak ondan karşılığında edep ve hürmet görmezse müstebitleşir. Devlet, halkına hakkı olan özgürlüğü tanır, ancak karşılığında emniyet ve itaat görmezse azgınlaşır. Hem bazen iyi niyetli amel edişler dahi sonuçları kestirilemeyerek yıkımlara neden olabilir. Yine bir hadisin ifadesiyle, fitne zamanı müslümanların oturanını ayakta olanından hayırlı kılan şey, biraz da bu türden amellerin kime/neye hizmet ettiğinin belli olmamasından kaynaklanan bir endişe olabilir mi? Bana bu ihtimal kuvvetle muhtemel geliyor. Neden? ‘Uçları ecnebi elinde’ bir manipülasyon alanında eylenen herşeyin nereye varacağını da elbette tezgâhın sahipleri belirler. Kullanılmaktan uzak kalabilmek ise ancak kenarda kalabilmekle mümkündür.

Bediüzzaman, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, 31 Mart’tan Şeyh Said Hâdisesi’ne yaşadıklarıyla elbette kendi içinde de bir noktaya geldi. Zamanın müfessirliğini bu olaylar üzerinden de okudu. Fakat zaman durmuyor ki! Gezi’den beri yaşadıklarımızla ben de şöyle bir noktaya geldim: ‘Mümkün olanın’ güzelliğini bozmamaya çalışmak ‘mümkün olabilecek’ güzellikleri istemekten önce gelir. Daha fazla güzellik istemek ancak eldekinin de yitirilmeyeceği bir üslûpla, ölçüde ve dengeyle mübarektir. Yoksa, Orwell’ın Hayvan Çiftliği’nde başarıyla tasvir ettiği gibi, ütopyalar ancak karaütopyaların doğumuna annelik ederler. Yani: Işığı arzulamaktaki ifrat yeni bir karanlığın önsözü olur.

Ahmet AY – risalehaber.com

İslâm âleminin ikiz kardeşleri

Emirdağ’da, 1949 yılının bir Şubat gününde, hissettiği âni ve şiddetli bir rahatsızlık üzerine, Bediüzzaman Hazretleri talebesi Hüsnü Bayram’ı “Git gazetelere bak, İslâm âleminde menfi bir hadise mi var?” diyerek çarşıya göndermişti.

Hüsnü Bayram o günkü gazetelerde dikkate değer birşey göremedi. Ancak ertesi gün tekrar çarşıya gittiğinde, Bediüzzaman’ın bir başka talebesi ona gazetelerde aradığı haberi gösterdi:

Mısır’da İhvân-ı Müslimîn Cemiyetinin kurucusu Hasan el-Bennâ şehid edilmişti; bu arada cemiyet mensupları da geniş çaplı tutuklamalara ve işkencelere mâruz bırakılıyordu.

Bediüzzaman bu haberi aldıktan sonra, “Demek ki ben Mısır’daki kardeşlerimizin ahvâlinden müteessir olup hastalanmışım” dedi.

İhvân’a gelen darbeyi daha haber almadan kendi ruhunda hissedecek kadar onlarla alâkadardı Bediüzzaman. Anadolu’da Nur talebeleri ne ise, İslâm âleminde İhvân-ı Müslimîn de o idi onun gözünde. Bu ikisi için “İslâm’ın iki mütevâfık ve müterâfık saffıdır” diyerek aralarındaki karşılıklı uyum ve arkadaşlığı özel bir şekilde vurguluyordu. (Bkz. 2. Emirdağ Lâhikası, s. 34. Bütün Risale-i Nur Külliyatında “mütevafık” kelimesi sadece 3 yerde, “müterafık” kelimesi de 2 yerde geçer. Her iki tarafın birbirine karşı durumunu vurgulu bir şekilde ifade eden bu nadir kelimelerin özenle seçildiği anlaşılıyor.)

***

Bu iki hareket, zaten doğarken ikiz kardeş olarak dünyaya gelmişti. 1928 yılının baharında Anadolu’nun bir köşesinde Risale-i Nur’un ilk eseri telif edilir ve onun etrafında Nur talebeleri kenetlenmeye başlarken, aynı anda Mısır’da da Hasan el Bennâ’nın etrafında İhvân-ı Müslimîn Cemiyeti vücuda geliyordu.

Said Nursî de, Hasan el-Bennâ da dünyayı tehdit eden problemlerin Batı cemiyeti içinde doğduğunu ve buna karşı Batının değil, İslâmın öz değerleriyle çıkılabileceğini görmüştü. Temelden bir iman inşasıyla toplumu kurtarmaya çalışan Bediüzzaman gibi, Hasan el-Bennâ da bu dâvâyı temelden ele alıyor ve fertlerden başlamak üzere gittikçe genişleyen daireler halinde aile ve toplum yapısını düzeltecek topyekûn bir ıslah hareketini hayata geçiriyordu.

İhvân-ı Müslimîn hareketi çok kısa zamanda dalga dalga ülkeye ve İslâm âlemine yayıldı. Bu arada hareketin mensupları defalarca en çetin imtihanlardan geçtiler. Şehitler verildi, geniş çaplı tutuklamalar ve tahammülü imkânsız zulüm ve işkenceler yaşandı. Fakat her defasında İhvân yine ayağa kalktı, derlenip toparlandı ve daha da güçlenerek yoluna devam etti. Nihayet bu hareket, dâvâsından asla taviz vermeyen ve sahip olduğu herşeyi gözünü kırpmadan dâvâsı uğrunda feda edebilen insanlardan meydana gelen sapasağlam bir yapı halinde İslâm âleminde kök saldı. Risale-i Nur gibi, İhvân-ı Müslimîn hareketini de İslâm âleminin bağrından söküp atacak bir gücün mevcut olmadığını dünya defalarca gördü, hâlâ da görmeye devam ediyor.

***

İhvân’ın bu kadar çetin imtihanlardan güçlenerek çıkmasını sağlayan en büyük özelliği, iç muhasebe yapabilme kabiliyeti olsa gerektir. Süleyman Hayri Bolay hocamız, 1950’li yılların başlarında Irak’taki bir toplantıda büyük âlim Emced Zehâvî’nin şöyle dediğini naklediyor:

“Biz her mağlûbiyetten sonra kendi içimizde bir muhasebe yapar ve bu mağlûbiyetin niçin başımıza geldiğini araştırarak dersler çıkarırız. Suçu kâfirlere, Yahudilere, münafıklara atmak kolaydır; fakat bunlar Resulullah (s.a.v.) zamanında da vardı. Bunlar o zaman tesirli olmayıp da şimdi tesirli olabiliyorlarsa, kusuru kendimizde aramamız gerekir. Biz de böyle yapıyor ve kendi hatâlarımızı bulup düzeltmeye çalışıyoruz.”

Hatâ yapmak da, hatâ yaptığını kabul etmek de beşeriyet özelliklerindendir ve bizim gibi hatâdan münezzeh, kusurdan muallâ kişi ve topluluklardan çok uzaktadır! “Biz şu meselede hatâ ettik” diyen bir büyüğü veya topluluğu en son ne zaman işittiğimizi hatırlamıyoruz bile. Fakat İhvân-ı Müslimîn’in sadece şu özelliğini örnek alıp da hayatımıza geçirebilseydik, ülkemiz de, İslâm âlemi de herhalde bugünkü durumundan çok daha başka bir yerde olmaz mıydı?

***

Geçenlerde Genç MÜSİAD ile UTESAV’ın birlikte düzenlediği panelde, İslâm âlemini avucunun içi gibi tanıdığını belli eden bir vukufla konuşan değerli ilim adamı Müfid Yüksel de İhvân-ı Müslimîn’i anlatırken, sözü bu hareketin Risale-i Nur ile tevafukuna getirdi ve her ikisinin buluşması halinde İslâm âleminin önüne yeni kapıların açılacağını söyledi. Bu, herhalde kaderin kesin bir şekilde belirlediği ve bizi de hazırlamakta olduğu bir netice olarak görünüyor. İki tohumun da aynı tarihte toprağa düşmüş olması, bu hüsn-ü âkıbetin bir müjdesi değil midir?

Tek bir hakikat, tesadüfe havalesi imkânsız bir zaman tevafuku ile Anadolu’da Risale-i Nur, Mısır’da İhvân-ı Müslimîn olarak filiz vermişti. Şimdi, iki taraftan ıslahata girişmiş ve hiçbir kuvvetin söküp atamayacağı bir şekilde İslâm âlemine kök salmış olan bu “mütevafık ve müterafık safları” sadece İslâm âlemine değil, bütün insanlığa beraberce güzel bir gelecek hazırlarken görmek zamanıdır.

ÜMİT ŞİMŞEK

***

[2013 Eylül’ünde Son Devir’de yayınlanan bir yazı]