Etiket arşivi: sahabe

Meşveret Nedir? Nasıl Kazandırır?

Meşveret, sınırlı akıl, sınırlı düşünceye sınırsızlık kazandırmanın önemli bir yoludur.

Meşveret kadar zengin bir devlet ve güçlü bir ordu yoktur.

Sahabe, medih makamında, “Onların işleri, aralarında meşveret iledir.” beyanıyla, başka sıfatlarla değil de, meşveretle yâd edilmiştir…

Akıllıdan birkaç adım daha ileri akıllı, başkalarının akıl ve düşüncelerine de değer verendir.

Düşüncelerdeki pasları çözecek en müessir iksir, meşverettir.

İki akıl bir akıldan hayırlı ise, yüzlerce akıl evleviyetle bir akıldan hayırlı olur. İşte meşveret, bunca aklın bir araya gelmesinin adıdır.

Kendi akıllarına güvenip başkalarının düşüncelerine müracaat etmeyenler, dâhi de olsalar, muhakemeye önemli bir derinlik kazandıran meşvereti terk ettiklerinden dolayı akılsız sayılırlar.

Bir bilene sor! İki bilgi, bir bilgiden hayırlıdır.

Meşveret, şûrâ, istişare, müşavere kelimeleri aynı kökten gelmektedir ve lûgatlerde “danışma”, “görüşüp anlaşma”, “konuşup bir karara varma” anlamında tarif edilir. Meşveret İlâhî bir emirdir.

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Allah, Resûlullaha (asm) istişareyi emretmiş, ayrıca işlerini istişare ile yapan toplulukları medhü sena ile övmüştür.

“Onlar, Rablerinin dâvetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri kendi aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan onlar Allah yolunda harcarlar.” (Şûra Sûresi: 38.)

Cenâb-ı Allah’ın bu âyette istişâreyi, iman ve namazdan hemen sonra zikretmesi, daha sonra da zekâtı içine alacak şekilde infâktan bahsetmesi istişarenin İslâm’da ehemmiyetini gösterir.

Bakara Sûresinde insanın yaratılışı anlatılırken, Cenâb-ı Hakkın bu hususta meleklerle olan istişaresi nazara verilmektedir. Müşâvereden münezzeh olan Allah, böylece meşvereti emrettiği insanlara müşâvere üslûbunu öğretmektedir.

Âyetlerle, İlâhî bir emir olduğu kesin bir şekilde anlaşılan meşvereti; Allah’a lâyıkıyla bir kul olabilmemiz ve onun rızasını kazanabilmemiz için yapmamız gereken bir vazife olduğunu unutmamalıyız.

“Onların işleri aralarında şûrâ iledir” âyeti Mekke devrinde mü’minlerin toplum idaresinde söz sahibi olmadığı bir dönemde nâzil olmuştur. Böyle olduğu halde meşveret yine emredilmiş ve ondan vazgeçilmemiştir.

Peygamberimiz (asm) müşavereye dair bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Allah bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare eylerse, doğrudan mahrum olamaz, her kim de terk ederse hatadan kurtulamaz.”

Bu hadisin doğrultusunda anlaşılıyor ki meşverette bir doğruluk hikmeti var. İnsanı, tek akılla düşünmektense şûrâ ekibi ile beraber daha fazla akılla düşünüp en doğrusunu yapmaya teşvik eden meşveret, bir gelişim aracıdır. Bir araya gelip karar veren ümmet için Peygamberimiz (asm) şöyle buyurur: “Benim ümmetim dalâlet üzerine ittifak etmez.” Bu da gösteriyor ki gerçekten tek akılla düşünüp karar vermekle, birkaç beyin çalıştırıp bir fikir teâtisinde bulunmak arasında büyük farklar var.

Peygamberimiz (asm), hayatındaki meşveretleriyle, ashabına muallimlik yapıp meşvereti onlara da öğretmiş, bizlere en yüksek insanî terbiyeye meşveret yoluyla erişilebileceğini hayatıyla tasdik etmiştir. Gerçekten meşveret ortamı, hür bir tartışma zemini olup doğrunun da yanlışın da açıklıkla söylenmesini sağlayacak bir özelliğe sahiptir. Meşveret fikir alışverişini sağlayıp insanların düşünce ufuklarını genişletir. İnsanlar bu sayede şahsî ön yargılarından soyutlanır ve onlara daha doğruyu bulma imkânları doğar.

Meşveret, hak ve hakikati ortaya koyma ve mevcut şartlar içinde yapılması gerekenin isabetli şekilde belirleme imkanı verir. Meşveret edilenlere değer verildiğini gösterir. Onların kalblerini hoşnut eder, işin beraberce yürütülmesini sağlar. (4) (İbnu Kesir, II, 128; Yazır, II, 1214)

Hz. Peygamber (asm.), kendi görüşlerini dikte ettiren biri değildi. Hemen her hususta ashabıyla meşveret eder, onların görüşlerini alırdı. Ebu Hüreyre, Resulullah’ın bu yönüyle ilgili olarak şu tesbitte bulunur: “Ben, Resulullah’tan daha fazla arkadaşlarıyla meşveret eden birini görmedim.” (1) (Tirmizi, Cihad, 35)

Bedir, Uhud, Hendek Savaşları öncesi, ashabına danışmış, onların fikirlerini almış, ona göre hareket etmiştir. (2) (İbnu Kesir, II, 128-129)

Mesela, Bedir Savaşı öncesi, orduya yerleşme emri verdiğinde, ashabtan Hubab b. Münzir söyle der: “Ya Resulullah, buraya yerleşmemiz, Allah’tan bir vahiyle midir ? Yoksa, sizin düşünceniz midir ? Resulullah, kendi düşüncesi olduğunu söyleyince, Hubab, su olan bir yere yerleşmenin daha uygun olacağını ifade eder. Resulullah, bu görüşten memnun kalır ve o doğrultuda hareket emri verir. (3) (İbnu Hişam, II, 272)

Burada, görülmektedir ki, ashab, Resulullah’ın peygamberlik yönüyle, insaniyet yönünü birbirinden ayırmaktadır. Risalet yönünü ilgilendiren hususlarda, ashaba düşen görüş beyan etmek değil, itaat etmektir. Ama, vahiy gelmeyen hususlarda, onların da görüş beyan etme hak ve hürriyetleri vardır.

İstişareyi de müspet hareket grubunda saymak gerekir. Bunun zıddı olan, münferit hareketler ise menfîdirler. Çünkü, büyük bir hayrın oradan kalkması söz konusu olabilir.

Allah’ın rahmeti cemaat üzerinedir. Cemaat namazı bunun açık bir örneğidir. Cemaate iştirak etmeyen bir kişi, cemaat sevabını kendi amel defterinden adeta nefyetmiş gibi olur. Yirmi yedi kat sevabın kaybı ise menfî bir sonuçtur.

Münferit düşünen ve çalışan kişinin fikri isabetli de olsa, bu fikir tek başına kalan “uzunca bir dik çizgiyi” andırır. Yani tek başına alınmış bir karardır ve tektir yani sadece birdir. Yalnızdır. Bu kişi, fikirleri diğer bir arkadaşına danışarak alsa on yahut bir kıymetinde olan diğer iki arkadaşıyla meşveret için bir araya gelse, ortaya çıkan yüz on bir’lik sonuçta her bir rakamın kıymeti, “bir” den yüze çıkar. Çünkü üç tane “bir”i yan yana koyarsanız ittifak sırrıyla 111 eder ve rakamlardan hangisini çekseniz geriye sadece on bir kalır. Demek ki, bu ittifak sırrı ile birler basamağında bulunan bir rakamın gerçek hizmeti yüzdür. Yüzler basamağında bulanan bir rakam, arkadaşlarıyla birlikte olmayı bırakıp kenara çekildiğinde, değeri yüzden bire düşer.

Aynı konuda geçen, “omuz omuza verme” ifadesi de çok önemlidir. Cemaat namazında olduğu gibi, burada da araya boşlukların girmemesi gerekir. Aksi halde, rakam okunmaz olur.

Danışma ve fikir alma, yapılacak işleri karara bağlama anlamına gelen meşveret, dinin esası ile ilgili değil, uygulamaya yönelik olarak yapılacak faaliyetleri kapsar. “Mü’minlerin kendi aralarındaki işleri meşveretledir” ayetinin uygulamasıdır. Meşveretin hayatı hak, kalbi marifet, lisanı muhabbet ve aklı kanundur. Meşverette hürriyet esastır. Hürriyet istidat ve kabiliyetlerin inkişafına sebeptir. Her bir ferdi bir padişah gibi hür ve azade kılar. Bu da her bir ferdin istidadını kâinat vüs’atinde inkişaf ettirir genişlenir.

Şayet tembellikle ve garazlarla bu kabiliyetler engellenirse elbette istenilen mahsul alınmayacağı gibi, meşveret de istenen sonucu vermeyecektir. Meşverette ruhların imtizacı ve tesanütü, fikirlerin telahuku ve yardımı, kalplerin in’ikası ile olur. Halis bir meşveret ancak kalplerin in’ikasından, ihlâs ve samimiyeti esas alan bir cemaatten ve topluluktan çıkar. İşte meşveret böyle bir heyetin manevi bir ruhu hükmüne geçer.

İslam tarihindeki büyük yıkılışın en mühim sebebini meşveretin terk edilmesinde görmüş, İslam’ın altın çağındaki faziletin kaynağını meşveret olarak gösterilmiştir. Asr-ı Saadet ve Dört Halife devri bunun en büyük örneğini teşkil eder.

Bu tespiti orijinal ifadesiyle “zaman-ı saadette ve selef-i salihin zamanlarında hükümferma hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükuk ve şübehatın hükümleri olmazdı” şeklinde ortaya konulmuştur. (Muhakemat, s. 32)

Bu zamandaki hürriyet eğer meşveret-i şer’iyenin terbiyesine verilse, yani meclis şeri usullere göre danışma sonucu karar alsa, bu millet eski satvet ve kuvvetini yeniden ihya edecektir” (Divan-ı Harb-i örfi, s. 85)

İnsanlık aleminin en büyük musibetlerinden biri olan istibdadın yegane çaresi meşveret olduğu gibi, toplumsal barışın, ve bilimsel gelişmenin esası da yine meşverettir. (Hutbe-i Şamiye, s.65)

Meşveret, verilecek kararların isabetli olarak verilebilmesinin ilk şartıdır. Bir mesele hakkında iyiden iyiye düşünülmeden, başkalarının fikir ve tenkitlerine arzedilmeden verilen kararlar, çok defa hüsran ve hezimetle neticelenir. Düşüncelerinde kapalı, başkalarının fikrine hürmet etmeyen “kendi kendine” birinin, üstün bir fıtrat, hatta dâhi de olsa, her düşüncesini meşverete arzeden bir diğer insana göre daha çok yanıldığı görülür.

En akıllı insan, meşverete en çok saygılı ve başkalarının fikirlerinden en çok istifade eden insandır. Yapacağı işlerde kendi düşünceleriyle iktifa eden ve hatta onları başkalarına da kabul ettirmeye zorlayan olgunlaşmamış ruhlar, etraflarından hep nefret ve istiskal görürler.

Güzel neticelerin elde edilmesinin ilk şartı meşveret olduğu gibi, kötü âkıbet ve hezimetlerden korunmanın ehemmiyetli bir vesilesi de, dostların yüksek fikirlerinden istifadeyi ihmal etmemektir.

Bir işe başlamadan önce gerekli olan her danışma yapılıp tedbirde kusur edilmemelidir ki, sonra etrafı suçlama ve kaderi tenkit etme gibi, musibeti ikileştiren yanlış yollara gidilmesin. Evet, bir şeye azmetmeden evvel, âkıbet güzelce düşünülmez ve tecrübe sahipleriyle görüşülmezse, neticede hayal kırıklığı ve nedâmet kaçınılmaz olur.

Önü arkası iyice düşünülmeden içine girilmiş nice işler vardır ki, bir adım ileriye götürülememiş olmaktan başka, o işe teşebbüs edenlerin itibarlarını yitirmeleriyle sonuçlanmıştır. Evet, aklına esen şeyleri yapmaya kalkan birisi, bu kabil yanlış yollarla içine düşeceği inkisarlardan dolayı, yapabileceği şeylerde de er-geç ümitsizliğe dûçar olur.

Yapılacak meşveretlerde, amacımıza ve İslami hizmetimize taallûk eden meseleler hakkında en isabetli ve en makul görüşü ortaya çıkartmak için, ehil kimselerin mütalâasına müracaat etmek gerekmektedir

Cenab-ı Peygamber (s.a.v): “Müşavere edilen emindir.” buyuruyor. Çünkü müsteşar yani kendisiyle istişare edilen zat emin, mütefekkir, müstakim, tesirata tabi olmayan, gadab göstermekten beri, pek ciddi, halim, sabırlı ve hayırhah olmalıdır. Yani hayır okumalı, hayır konuşmalıdır. Zira bir Hadis-i Şerifte, “Her kim kendisiyle müşaverede bulunan kardeşine bildiği halde, hilâfına bir beyanda bulunursa şüphesiz hiyanet etmiş olur.” Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: “Her kim istişare ederse rüşte mazhar olur, her kim müşavereyi terk ederse hatadan kurtulamaz.”

İslama hizmet dava eden bizler islamı tebliğ kudsi hizmetimize ait himmet ve gayretleri artıracak, istidat ve kabiliyetlerin inkişafına, âli seciyelerin intişarına ve de akademik iş hayatımızda başarı için birer vesile olacaktır. Çünkü bizler hisler ile değil, akıl ve düşünce ile meseleleri müzakere etmek kudretine sahip olmalıyız.

Ancak, her insanda hissiyat bulunur. Bu sebeple meşverette daima müsbet meseleleri nazara vermek gerekmektedir. Menfi meselelerin zikrinde kalbler rencide, fikirler rahatsız olabilir. Şevkler kırılır. Güzel sıfatlar ortaya konduğu vakit, tahtında menfi şeyler de anlaşılmış olur. Şeytana lânette bir fayda yoktur. Ama Bismillahderseniz, hem sevab işlemiş, hem de şeytanı kaçırmış olursunuz. Bu sebeble güzel ve müsbet şeyleri konuşmak ve şûrâya da güzel fikirler getirmek lâzımdır.

Meselelerimizi konuşurken, hal, yani şu andan ziyade istikbali nazara almalıyız. İstikbali dikkate alarak adım atmak güzel bir tedbirdir. Takip edeceğimiz yol, müsbet harekettir, müsbet konuşmaktır. Tatlı, makûl, yerinde ve hilmle konuşmaktır. Yani kavl-i leyin olmaktır.

Yrd. Doç. Dr. Necmettin Aktepe

www.risaleakademi.com

Ebû Musa el-Eşari (R.A.) Kimdir?

Ebû Musa el-Eş’ari, Yemenlidir. Asıl adı Abdullah’tır. Ailesi ile birlikte Rasûlullah (asv)’ı görmeden Yemen’deyken iman etmiştir.

Hz. Ali (ra) ile Muâviye (ra) arasındaki savaşta meşhur “hakem olayı“nda hakemlik yapan sahabedir

Rasûlullah (asv) Ebû Musa’ya hayberin fethine katılmadığı halde ganimetten pay vermiştir. Mekke’nin fethine ve Huneyn gazasına katılmıştır.

Güzel sesiyle Kur’an okurken herkesi büyüler, Rasûlullah (asv) onu dinlerdi.

Ebû Musa kendisi için de dua etmesini söylediğinde Rasûlullah (asv), “Ya Rabbi, Abdullah b. Kays’ın kusurlarını affet ve onu kıyamet günü güzellikle kabul buyur“diye dua etmiştir.

Rasûlullah (asv), Ebû Musa (ra)’ı Muaz b. Cebel ile birlikte Yemen’e tebliğe gönderdi. Onları yollarken şöyle dedi:

Kolaylaştırınız güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Sarhoşluk veren herşey haramdır; içkiden menediniz.

Muaz: “Ya Abdullah, Kur’an’ı nasıl okuyorsun?diye sorduğunda” Ebû Musa: “Gece ve gündüz azar azar okuyorum. Yani Kur’ân’dan okumak istediğimi bir hamlede okumuyorum. “diye cevap vermiştir.

Vedâ Haccı’na katıldıktan sonra Medine’de yerleşti. Yemen’de ortaya çıkan Esvedu’l-Ansı adlı yalancı peygamber yüzünden oraya geri dönmemiştir.

Hz. Ömer (ra) devrinde Hadramut’a gitti. Orada emirlik yaptı, ancak Irak’ın fethine çıkan İslâm ordusuna katılmak için emirliği bırakıp, orduya katıldı. Nusaybin’in fethiyle görevlendirildi ve burayı fethetti.

Hz. Ömer (ra) onu Basra valiliğine tâyin etti. Valiliğinin ilk döneminde Menâzır ve Susi illerini fethetti, İslâm devletine karşı isyan eden Hürmüzan’ı yendi.

Hz. Ömer (ra)Ebû Musa’yı Kûfe’ye tâyin etmişti. Kûfelilerin ondan şikâyeti üzerine tekrar Basra valiliğine getirildi. Kûfelilerin Ebû Musa’yı Hz. Ömer’e şu şekilde şikayet ettikleri zikredilmektedir:

Harp esirlerini karşılıksız tahliye etmektedir. Devlet ve hükümet işlerini Ziyad b. Ebih’e vermiştir. Hâtie adlı şâire binlerce dirhem dağıtmıştır. Evinde Ukayle adlı kadını en mükemmel yemeklerle beslemekte, ona halkın yediğini yedirmeyerek büyük masraf yapmaktadır.”

Bunları soruşturan Hz. Ömer (ra), hiçbirinin doğru olmadığını öğrenince Ebû Musa’yı görevine iâde etti.

Basra’nın susuzluğunu gidermek için ‘Ebû Musa Kanalı’ diye bir kanal yaptırarak şehrin su problemini halletti.

Hz. Osman (ra) zamanında altı yıl daha Basra valiliği yaptı.

Daha sonra H. 34 yılında Kûfe’ye tayin edildi. Kûfe çok karışık bir şehirdi, fitne ve fesadla doluydu. Ebû Musa burada halkı Rasûlullah (asv)’ın sünnetine dâvet etmesine rağmen, Hz. Osman (ra) şehid edildikten sonra fitneler büyüyünce Müslümanlar iki kampa ayrılmışlardı.

Ebû Musa Hasan’a şöyle dedi: “Rasûlullah’tan duydum:

Öyle bir fitne kopacak ki, o zaman oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden hayırlıdır’ diyordu.”

Ebû Musa söyle buyurmuştur;

Ey insanlar, fitne çok fena birşeydir. Fitne karnı aç, haris ve obur bir canavardır. Ben size emrediyorum. Kılıçlarınızı kınlarına sokunuz. Evlerinize çekiliniz. Biliniz ki, ben sizin iyiliğinizi istiyorum; siz de benim iyiliğimi isteyiniz. Ben sizi aldatmıyorum; siz de beni âldatmayınız. Bana itaat ediniz, dininizi de dünyanızı da kurtarırsınız. Bu fitnenin ateşinde onu, o ateşi yakanlar yanar.

Fakat kimse onu dinlemedi. Ardından Cemel ve Sıffîn’de Müslümanlar arasında kanlı çarpışmalar yaşandı ve hakem olayı meydana geldi.

Çatışmaların dışında kaldığı için Hz. Ali (ra)’nin temsilcisi olarak tayin edildi.

Ebû Musa (ra)’ın savunduğu görüş, fitnede iki tarafın da haksızlığı ve Hz. Osman (ra)’ın mazlum olarak katledildiği idi.

Ebû Musa, Abdullah b. Ömer’in devlet başkanlığına getirilmesini önerdi. Ancak Muâviye’nin hakemi Amr b. el-Âs bunu kabul etmedi. Ebû Musa, hilâfetin şûra ile, yani halkın seçimine bırakılması ile olmasını istediği zaman iki taraf da bu teklifi kabul etti. Ali ile Muâviye’yi görevden azleden Ebû Musa, halkın serbest iradesiyle halifeliğe yeni birinin seçileceğini sanıyordu.

Ebû Musa (asv)’ın hakem olayında sonuna kadar ümmetin çıkarı doğrultusunda hareket ettiği görülmektedir. Amr b. Âs (ra), Ebû Musa’nın kararına uymamış, onu aldatarak fitneyi tekrar körüklemiştir. Ebû Musa (ra) bu olaydan sonra Mekke’ye dönerek inzivâya çekilmiştir.

(islam alemini ızdıraplara atacak hadiselerin teferruatına girmeyeceğiz,ashab hakında hürmet ve hüsnü zanna halel verecek münakaşalarada yer vermeyeceğiz.Kaderi ilahinin bir cilvesi olarak katıldıkları siyasi ihtilafla her biri islamın menfaatini kendi nazarının galebesinde görerek ihlasla ısrarla samimiyetle üzerine düşeni yapmıştır. (Allah onlardan razı olsun)

Ebû Musa (ra) bir rivâyete göre Mekke’de, diğer bir rivâyete göre Kûfe’de vefât etti. Hicrî 42 veya 44, senelerinde vefât ettiği zikredilir. (Tezkiretü’l-Huffâz, I, 21). Hastalığı sırasında feryad eden zevcesine Rasûlullah (ra)’ın bağırıp çağırarak ağlamayı yasakladığını hatırlatmıştır

Vasiyeti şöyledir:

Cenazemi süratle götürünüz. Peşimden kimse gelmesin, mezarımda vücudumla toprak arasına birşey konmasın. Kabrimin üstüne bir türbe yapmayınız. Kadınlar içinde saçını-başını yolarak ağlayanları uzaklaştırınız. Bunu Rasûli Ekrem’den naklediyorum.

Ebû Musa (ra)daima fakirlik içinde yaşamıştır, ilmin yayılmasına ve değer kazanmasına özellikle önem vermiştir.

Rasûlullah (asv) zamanında fetvâ vermek için icâzet aldığı söylenir.

Üç yüz altmış civarında hadis rivâyet etmiştir. Buhâri ve Müslim elli hadisini müşterek nakleder.

Takvâya son derece önem veren Ebû Musa, hayâ ve temizliğe bilhassa düşkündü.

Ebû Musa (ra) şöyle buyurdu”Rasûlullah (asv)’dan şöyle dediğini duydum: ‘İki Müslüman kılıçları ile karşılaşacak olurlar da biri diğerini katlederse ikisi de cehennemlik olur.”

Çetin KILIÇ /LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar;

Kütüb-ü Sitte

Sorularla islamiyet

Enfal

Resulullah.org

Adalet-i Mahza ve Adalet-i izafiye Nedir?

Adalet-i Mahza: Tam adalet demektir. Yani bir ferdin hakkını, bütün insanlar için de olsa, feda etmeyen adalettir. Örneğin: Bir gemide dokuz cani bir masum olsa o gemi batırılamaz. İşte bu Cenab-i Allah’ın adaletindendir. Adalet-i mahza, kimsenin hakkına tecavüz etmemeyi esas alır. Bütün insanların faydası için de olsa bir masumun hakkı çiğnenmez. Keza, “Bir insanın bir tek sıfatı masum olsa, bütün sıfatları da cani olsa, o tek sıfatın hakkı diğerleri yüzünden zayi edilemez.” Çünkü adalet-i mahzaya uygun düşmez.

Bediüzzaman şöyle buyurur: “Adalet-i mahza-i Kur’aniye; bir masumun hayatını ve kanını, hatta umum beşer için de olsa, heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.”

Kudret-i İlahiyenin yanında bir insanı yaratmakla, bütün insanları yaratmak arasında fark olmadığı gibi; İlahi adaletinde de, bir insanın hukuku ile bütün insanların hukuku arasında fark yoktur.

Adalet-i İzafiye: Toplumun selameti için ferdin hakkı feda edilebilen görüştür. Yani azın çoğa feda etme adalet anlayışıdır. Bu görüşe göre de dokuz caninin cezalandırılması için bir masum feda edilebilir. Buda adalet-i mahzaya, yani Allah’ın adaletine ters düşer. Büyük bir cemaatin veya devlettin zarara uğramaması için küçük şer işlenmez, işlenmesi halinde zulüm olur.

Bediüzzaman, Mektubat eserinin on beşinci mektup, ikinci sualinde konuya şöyle bir açıklık getirmiştir:

“Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyir ve Aişe-i Sıddıka (radıyallahü teâlâ aleyhim ecmain) arasında olan muharebe, adalet-i mahza ile adalet-i izafiye’nin mücadelesidir. Şöyle ki:

“Hazret-i Ali, adalet-i mahzâyı esas edip Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muârızları ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzâya müsait idi; fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zayıf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzânın tatbikatı çok müşkül olduğundan, ‘Ehvenüşşerri ihtiyar’ denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf lillâh için ve İslâmiyetin menâfii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali’nin içtihadı musîb ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azâba müstehak değiller. Çünkü içtihad eden, hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur.

Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik, Kürtçe demiş ki: (…) Yani: “Sahabelerin muharebesinde kıylükal etme. Çünkü hem katil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler.”

Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki (Maide Suresi,32) ayetin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez.

Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir. Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.

İşte, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, adalet-i mahzâyı Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, ‘Kabil-i tatbik değil; çok müşkülâtı var’ diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller, bahanelerdir.”

Sahabeler arasında cereyan eden hadiseler tamamen bir içtihat ve kısmen de siyaset bulaşmıştır. Mesela Hazreti Osman (r.a.)’ı şehit eden taraf içinde masumların da bulunması nedeniyle Hz.Ali (ra) kısas tatbik edilmez, çünkü adalet-i mahzaya uygun olmadığını savunmuş, muhalifler ise adalet-i mahza ancak Hz.Ebubekir ile Hz.Ömer (ra) zamanında mümkündü, şimdi tatbiki mümkün değildir. Bu sebeple toplumun selameti için adalet-i izafiyeyi tatbik etmek isteyenler ile adalet-i mahzayi isteyenler arasında savaş çıkmıştır. Çıkan savaş, içtihat üzerinde ki anlaşmazlıktan ileri geldiği için sahabeler hakkında boş konuşmamak gerekir. Çünkü İslam âlimleri her iki tarafta da ölenleri cennetlik kabul etmişlerdir. Bu nedenle sebeplere değil de kader cihetine bakmak gerekir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

15.11.2013

www.NurNet.org

LUGAT:

Şeyheyn: İki şeyh. HZ.Ebubekir ve Hz.Ömer’e verilen unvan
İçtihat: Dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda âlimlerin Kur’an ve hadisten hüküm
Çıkarmaları,
Muarız: Karşı çıkan
Saffet-i İslamiye : İslamiyet’in saflığı, temizliği
Murur-u zaman: Zamanın geçmesi
Akvam: Kavimler
Ehvenüşşer: İki şerden daha az zararlı olan
Adalt-i nisbiye: Nisbi adalet, ruhsat-i şeriye dâhilindeki adalet
Kabil-i tatbik: Uygulanabilir.
Musip: İsabetli

Örnek Hayatlar: Gencin böylesi

ARABİSTAN’IN DEĞİŞİK yerlerinden kabilelerin, İslâm’ı kabul etmek üzere Medine’ye heyetler yollamaya başladığı dönemde, Benî Tucîbler de, Medine’ye geldiler. Benî Tucîb, Kinde kabilelerinden biriydi ve Yemen’de otururlardı.

Hicretin dokuzuncu yılında gelen onüç kişilik Benî Tucîb heyeti, mallarının zekatlıklarını da yanlarında sürüp getirmişlerdi.

Onların İslâm’ın emirlerine kabule peşinen hazır olduklarını gösteren bu tutumları, Peygamber Efendimizin hoşuna gitti.

Kendilerine:

“Siz hoşgeldiniz!” buyurdu ve Bilal-i Habeşî’ye misafirleri en iyi şekilde konuklayıp ağırlamasını emretti.

Benî Tucîb heyetinin:

“Yâ Rasûlallah! Allah’ın mallarımız içindeki hakkını sana sürüp getirdik!” demelerine karşılık da:

“Onları geri götürüp fakirlerinize bölüştürünüz!” buyurdu.

Benî Tucîb heyeti:

“Yâ Rasûlallah! Biz, ancak fakirlerimizden artmış olanını sana getirdik!” dediler.

Bu cevabın bildirdiği davranış inceliği ve güzelliği, Hz. Ebu Bekir’i öylesine etkilemişti ki:

“Yâ Rasûlallah!” dedi. “Arap heyetleri içinde, doğrusu, şu Tücîb heyeti gibisi yoktur!”

Peygamber Efendimiz, buna karşılık:

“Hidayet Yüce Allah’ın elindedir. Allah, hayrını dilediği kimsenin kalbini iman için açar!” buyurdu.

Tücîb oğulları heyeti, Hz. Peygamber’e birtakım şeyler sordular. Kendileri için, sordukları şeylerin cevapları yazıldı. Daha sonra, Efendimize, Kur’ân’a ve sünnete dair sorular sordular. Onlardaki bu iştiyak, Hz. Peygamberin onlara yönelik rağbet ve teveccühünü ziyadeleştirdi.

Nitekim, birkaç gün Medine’de oturduktan sonra gitmek istediklerinde, kendilerine:

“Ne diye acele ediyorsunuz?” denildi.

“Gerimizdekilerin yanlarına dönüp Resûlullah’tan gördüklerimizi, kendisine söylediklerimizi ve kendisinin bize verdiği cevapları onlara bildireceğiz!” dediler.

Peygamber Efendimizin yanına gelip vedalaştılar.

Peygamber Efendimiz onları Bilal-i Habeşî’yi gönderdi. Bilal’e de, kendilerine bahşişlerinin verilmesini emretti.

Sonra:

“Sizden, bahşiş verilmeyen kimse kaldı mı?” diye sordu.

“Evet!” dediler. “Binitlerimize bakmak üzere, yaşça en küçüğümüz olan bir genci arkamızda bırakmıştık.”

Peygamber Efendimiz:

“Onu da bize gönderin! “buyurdu.

Heyet üyeleri, binitlerinin yanına dönünce, gence:

“Resûlullah’ıın yanına git de, ondan hâcetini al! Biz ondan hâcetimizi aldık ve kendisine veda ettik!” dediler.

Benî Tücîb heyetinin genci, Peygamberimiz Aleyhisselamın yanına geldi ve:

“Yâ Rasûlallah!” dedi. “Ben, Ebzâ oğullarından bir kimseyim. Biraz önce senin yanına gelen, dileklerini yerine getirdiğin cemaattenim. Benim de dileğimi yerine getir!”

Peygamber Efendimiz, ona:

“Senin dileğin nedir?” diye sordu.

Genç:

“Yâ Rasûlallah! Benim dileğim, arkadaşlarımınki gibi değildir! Onlar İslâmiyeti özleyiciler olarak geldiler, zekatlarından sürüp getirdiklerini de getirdiler” dedikten sonra, kendi dileğini şöyle açıkladı:

Fakat sen Allah’tan bana mağfiret etmesini, beni rahmetiyle esirgemesini ve bir de kalbime zenginlik vermesini dile!”

Peygamber Efendimiz, bu dilek karşısında:

“Ey Allahım!” diye dua etti. “Ona mağfiret et ve rahmetinle esirge! Kendisinin kalbine de zenginlik ver!” diye dua etti.

Sonra da, bu dileğinden başka birşey istemediğini ima etmiş olmasına rağmen, bu gence de heyetin diğer üyeleri gibi bahşiş verilmesini emretti.

Benî Tucîb heyeti, yurtlarına, ev halklarının yanına döndüler.

Bunlardan bir cemaat, ertesi yıl hac mevsiminde Minâ’da Peygamber Efendimizle buluştu.

Bu cemaatin:

“Biz Ebzâ oğullarıyız!” diye kendilerini tanıtmaları üzerine, Hz. Peygamber:

“Geçen yıl sizinle birlikte bana gelen genç ne yapıyor?” diye sordu.

Cevap şuydu:

“Yâ Rasûlallah! Allahu Teâlânın verdiği rızka ondan daha kanaatlisini görmemişizdir. İnsanlar dünyayı aralarında bölüşecek olsalar, o genç ona göz ucuyla bile bakmaz.”

Bu gencin samimî bir kalble istediği şey karşısında Hz. Peygamber’in yaptığı duanın bereketiyle, o genç, hayatı boyunca, dünyanın kendisini aldatamadığı, Allah’ın kendisine verdiği rızka kanaatli halis bir kul olarak yaşayacaktı.

Benî Tucîblerin bildirdiğine göre, Peygamber Efendimizin vefatından sonra Yemen halkı İslâm’dan dönmeye kalktığında, bu genç kabilesine Allah’ı ve İslâm’ı anlatmaktan geri durmamış; ve onun bu gayretleri sayesinde, başka kabileler içinden nice insan irtidad ederken onun kabilesi içinden bir tek kişi bile İslâm’dan dönmemişti…

 18/11/2005

© 2013 karakalem.net, İsmail Örgen

 

Selman-ı Farisi (R.A.) Kimdir?

İran’ın Ramahürmüz veya İsfahan’ın Cey şehrindendir.

Bir ateş tapınağında hizmetçilik yaptığı, bazı Hristiyanlarla karşılaşınca Hristiyan olduğu dinini öğrenmek için Şam’a geldip Musul, Ammuriye şehirlerinde manastırlarda kalmıştır. Yanında ilim öğrendiği rahip ölürken ‘Hz. İbrahim’in Haniflik dini üzere hurmalıklı bir yerden Peygamber çıkacağını ve O’nu bulması’ tavsiyeleri ile Vâdil Kura’ya gelmiş, fakat onu getiren kervan tarafından köle olarak satılmıştır. Kendisini Beni Kureyza’dan bir Yahudi satın almıştır. 

Sonrasında ise, Yahudilerin konuşmasından Peygamber Efendimiz(sav)’in Medine’ye geldiğini  işitince hurma ağacından düştüğü hatta Yahudi efendisinin “Bu işler seni ne ilgilendirir?” deyip dayak attığı, Efendimizin sadaka hurma yemeyip, hediye hurmadan yediğini görünce ‘İşte peygamberlik alâmeti’ dediği ve son olarak Efendimizin sırtındaki peygamberlik mührünü bir cenazede görünce tam teslimiyetle Müslüman olduğu ifade edilmektedir.

Müslüman olmadan önceki ismi, Mabah b. Buzahşan’dır Ona nesebi sorulduğu zaman; “Ben; Selman b. İslam’ım” demiştir

Ayrıca Hz. Selman’ Bedir ve  Uhud savaşları sırasında köle olduğu için katılamamıştır, kölelikten kurtulmak için üç yüz hurma fidanını bizzat Hz. Peygamber(sav)efendimiz dikmiştir, bütün fidanlar tutmuş. Bugün Acve-Peygamber hurması fidanları o ürünlerdir.

Hendek savaşından itibaren bütün gazalara katıldı.

Bütün müşriklerin birleşerek hücum ettiği bu savaşta Selman-ı Farisi, Resulullah(sav)’a hendek kazmak suretiyle savunma yapmayı söyledi. Onun bu teklifi kabul edilip, hendek kazıldı. Bu sebeple bu savaşa, Hendek Savaşı denildi. Kendisi güçlü ve kuvvetli bir zat idi. Hendek kazma işinde gayet mahir ve becerikli idi. Yalnız başına on kişinin kazdığı yeri kazardı. Cabir bin Abdullah: “Selman’ın kendisine ayrılan beş arşın uzunluğunda, beş arşın derinliğinde yeri vaktinde kazıp bitirdiğini gördüm” buyurmuştur.

Hendek savaşındaki gayret ve hizmetinden dolayı ona Peygamber efendimiz(sav) “Selman-ül Hayr”  buyurdu.

Selman-ı Farisi hazretleri dünyaya hiç rağbet etmezdi. Kendisine gelen bütün dünya malını Allah rızası için dağıtırdı. Ayakta duramayacak hale gelinceye kadar namaz kılar, sonra bedeni yorulunca oturur dili ile zikir ederdi. Dili yorulduğu zaman da Allahü teâlânın yarattığı şeylerdeki hikmetleri düşünür tefekkür ederdi.

Selman-ı Farisi hazretleri Eshab-ı Suffe denilen ve Peygamber(sav) efendimizin bizatihi kendilerini ilim öğrenmekle vazifeli kıldıkları ve Peygamberimizden hazarda ve seferde bir an ayrılmayan kimselerdendi. Bazı geceler Resulullahın huzurunda bulunarak başbaşa saatlerce sohbetinde kalırdı.

Elinde mal bulundurmazdı. Kinde kabilesinden bir hanım ile evlenmişti ,kadının evine girdiği zaman duvarlarına süs eşyalarının asılmış olduğunu gördü.

Ziynetli, süs örtülerin Kâbe-i Muazzama ya yakışacağını söyledi ve eve girmedi. Kapının örtüsü hariç bütün örtüler kaldırıldı.

Ehli Suffe içerisinde Resulullah(sav) efendimize en yakın olan Selman-ı Farisi hazretleri idi.

Peygamber(sav)efendimiz “Allahü teâlânın bana sevdiğini bildirdiği, benim de sevmemi emrettiği dört kişiden biri Selman’dır“buyurdu.

Yine Kâinatın Efendisi onun için buyuracaktır: “Cennet üç kişiye müştaktır ,Aliyyu’l-Mürteza, Ammar bin Yasir, Selman-ı Farisi.”

90 yaşlarında Müslüman olduğu, 130 yaşlarında vefat ettiği, ilim-fazilet-takva bakımından ashaba örnek olduğu, Hz. Ali Efendimizin onun hakkında “Öncekilerin ve sonrakilerin ilmi ona verilmiştir.” “O, bizim aramızda Lokman Hekim gibidir. İlk ve son kitabı okumuştur. Sonu olmayan deniz gibidir.” Buyurmuştur

Yine Fahr-ı âlem (sav), buyurur:

Dört kişi fazilette öne geçmiştir. Ben Arapları geçtim. Süheyb Rumları, Bilal Habeşileri, Selman Farsları geçmiştir.

Hz. Selman  Bu gün en çok okunan sure Fatiha-ı şerifte “Ya Rabbi, bizi sırat-ı müstakime hidayet et, nimet verdiğin kimselere kavuştur.” duasını adeta fiili olarak hep yapmıştır.

Hazret-i Ebu Bekir devrinde Medine’den ve Hazret-i Ebu Bekir’in sohbetinden bir an ayrılmayan Hazret-i Selman, Hazret-i Ömer zamanında İran fethine katılmıştır, İslam ordusunun büyük zaferlere kavuştuğu bu seferlerde çok büyük hizmetleri olmuştur,

İranlıları kendi lisanlarıyla dine davet ediyor, onlara İslamiyet’i anlatıyordu. İranlılar savaşlarında fil kullanıyorlardı. Müslümanlar o zamana kadar fil görmedikleri için çok şaşırdılar. Hazret-i Selman fillerle nasıl çarpışılacağını ve nasıl öldürüleceğini İslam askerlerine gösterdi. İran’ın Medayin şehri alınınca onu Hazret-i Ömer şehre vali tayin etti. İlmi, basireti vazifesindeki adaleti ve nezaketi ile Medayin halkı tarafından çok sevilip sayıldı. Böylece İslamiyet orada süratle yayıldı.

Selman-ı Farisi hazretleri Hazret-i Ömer zamanında Medayin valisi iken otuz bin kişiye hutbe okuduğu zaman yanında da iki parçadan müteşekkil bir hırka vardı. Hırkasının bir parçasını namazlık olarak serer namaz kılar, diğer parçasını da giyerdi. Ondan başka hiçbir elbisesi yoktu. Maaşının hepsini fakirlere dağıtırdı Topraktan tabak çanak yapar kendi emeğiyle geçinirdi

Selman-ı Farisi hazretleri, Hazret-i Osman devrinde hastalandı Sa’d bin Ebi Vakkas’a artık dünyadan ayrılacağım ve bütün servetinin bir kase (tas), bir leğen, bir kilim ve bir hasırdan ibaret olduğunu söyledi. Bu hastalığı neticesinde Hicri 36 yılında Medain’de vefat etmiştir

Hanımı anlatır:

Vefatına yakın bana: “Evde biraz misk olacak, onu suya koy ve başımın etrafına saç, insan ve cin olmayan kimseler (melekler) yanıma geleceklerdir” dedi. Söylediği gibi yaptım. Dışarı çıktım. Odadan, “Esselamü aleyke, ey Allah’ın velisi ve Resulullahın arkadaşı” diyen bir ses duydum, içeri girdiğimde ruhunu teslim etmişti. Yatağında uyuyor gibiydi.

Çok âlim yetiştirmiştir. Medine’de Fukaha-i Seb’a denilen, yedi büyük âlimden biri olan, Kasım bin Muhammed de Selman-ı Farisi’nin talebelerindendir.  Muhacirlerle Ensar arasında, Muhacirlerden mi yoksa Ensardan mı meselesinde ihtilaf çıkınca Peygamber (sav)efendimiz, “Selman bizdendir, ehl-i beyttendir”buyurdu.

Selman-ı Farisi hazretleri “İlim çoktur fakat ömür kısadır. O halde önce dinde zaruri lazım olan ilimleri öğren!”

“Müminin ölüm zamanında alnının terlemesi, gözleri yaşarıp, burun deliklerinin kabarması, Allahü teâlânın rahmetine nail olduğunun alametidir.”

Buyurmuştur.

Gayet az yerdi. Bir sofrada kendisine daha ziyade yemesi için ısrar edilince, Peygamber efendimizin kendisine; “İnsanların ahirette çok açlık çekecek olanları, dünyada doyuncaya kadar yemek yiyenlerdir” buyurduğunu haber verdi.

Selman-ı Farisi hazretleri ölüm döşeğine yattığı vakit ağladı. Sebebini soranlara “Dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum. Ancak Resul-i Ekrem Efendimiz; “Dünyadan ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol azığından fazla olmasın” buyurmuştu, işte buna ağlıyorum” dedi.

Bir gün yanında misafiri olduğu halde Medayin’den çıkıp bir yere gidiyorlardı. Yolda karınları acıktı, yiyecek bir şeyleri de yoktu. Orada geyikler ve kuşlar vardı. Selman-ı Farisi hazretleri bir geyik ile bir kuşu yanına çağırdı, ikisi de yanlarına geldi. Onlara “Bu kimse benim misafirimdir. Sizi ona ikram etmek istiyorum” dedi. Geyik ve kuş hiç itiraz etmediler. Onları kesip yediler.

O zat bu işe çok hayret etti ve “Ey efendim, geyik ve kuşu çağırdınız hiç kaçmadan yanınıza geldiler, ben buna hayret ettim” dedi.

Hazret-i Selman buyurdu ki: “Bunda hayret edilecek bir şey yok. Bir kimse Allahü teâlâya itaat eder ve Ona hiç günah işlemezse, her şey ona itaat eder “

Selman (r.a)’ın mezarı, Bağdad’ın 30 km doğusunda Medain harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarındadır. Onun bulunduğu yer Selman-ı Pak (temiz Selman) olarak isimlendirilmiştir. Onun mezarının içinde bulunduğu cami IV. Murad tarafından tamir ettirilmiştir.

Rabbim Onun ihlâsından içtenliğinden bizlerede lütfeylesin. Amin

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

1)Hadis ansiklopedisi

2)Dinimizislam

3)gülzarihacegan dergisi

4)sorularlaislamiyet

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan “Sahabelerin Hayatları” İçin Tıklayınız