Etiket arşivi: said nursi

Nur Cemaati

Said Nur ve Talebeleri

Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı… Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok. Hepsi birşeye inanmış: Allah’a. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a… Onun ulu Peygamberine… Onun büyük kitabına… Kur’ân henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdetâ Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur… Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz birşeye bağlanmak; her yerde hâzır, nâzır olana, Âlemlerin Yaratıcısına bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak… Evet, ne büyük saadet!

Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir, büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış. Yalnız bir adam var; o ayakta… Şark yaylâlarından, güneşin doğduğu yerden İstanbul’a kadar gelen bir adam. İmanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş. Allah demiş, Peygamber demiş, başka birşey dememiş. Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş. Kayalar gibi çetin, müthiş bir irade. Şimşekler gibi bir zekâ. İşte Said Nur! Divan-ı harpler, mahkemeler, ihtilâller, inkılâplar, onun için kurulan idam sehpaları, sürgünler, bu müthiş adamı, bu mâneviyat adamını yolundan çevirememiş. O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş. Kur’ân-ı Kerîmde “İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz” (Âl-i İmran sûresi, âyet 139) buyuruluyor. Bu Allah kelâmı, sanki Said Nur’da tecellî etmiş.

Mahkemelerdeki müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar bir nefs müdafaası değildir, büyük bir dâvânın müdafaasıdır. Celâdet, cesaret, zekâ eseri, şaheseri…

Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakîr gördüğü için değil mi? Said Nur en az bir Sokrat’tır; fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürteci, bir softa diye takdim olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebî olmak gerek! O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bile hükmediyordu. O, hapishanelerden hapishanelere atıldı. Hapishaneler, zindanlar onun sayesinde medrese-i Yusufiye oldu. Said Nur zindanları nur, gönülleri nur eyledi. Nice azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu iman âbidesinin karşısında eridiler, sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halim-selim mü’minler haline, hayırlı vatandaşlar haline geldiler. Sizin hangi mektepleriniz, hangi terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir?

Onu diyar diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse, nereye sürülse, etrafı saf, temiz mü’minler tarafından sarılıyordu. Kanunlar, yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishane duvarları, onu mü’min kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına yığılan bu maddî kesafetler, din, aşk, iman sayesinde letafetler haline geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdit ve tehditleri, ruh âleminin ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından başlayarak, yer yer her tarafı sardı, üniversitelerin kapılarına kadar dayandı.

Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, imana susayanlar, onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstadın Nur Risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan birşey aldı, onun nuruyla nurlandı. Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur Risaleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi.

Gözlerinin nuru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harabeye dönmüş olan körler, bu nurdan, bu ışıktan korktular. Bu aziz adamı, dillerden hiç eksik etmedikleri “İnkılâba, lâikliğe aykırı hareket ediyor” diye, tekrar tekrar mahkemeye verdiler, tekrar tekrar hapishanelere attılar. Kaç kere zehirlemek istediler. Ona zehirler panzehir oldu, zindanlar dershane… Onun nuru, Kur’ân’ın nuru, Allah’ın nuru vatan sınırlarını da aştı. Bütün âlem-i İslâmı dolaştı. Şimdi Türkiye’de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku, alâyişi, nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir dâvâya vermişlerin şuurlu, imanlı, inançlı kalabalığıdır.

O. Yüksel Serdengeçti

YurtDışı Hizmet Haberleri İçin Tıklayın

Yurtiçi Hizmet Haberleri İçin Tıklayın

www.NurNet.org

 

Said Nursi: ‘Sineklerime ilişmeyin!’

Said Nursi’yi bir kez daha tartışıyoruz. Aslında Cumhuriyet tarihi boyunca sık sık merhum Said Nursi gündemimize geldi. Bu sefer de hayatını anlatan “Hür Adam” filmiyle gündemde. Filmi henüz izlemedim. Ancak tartışmaların bir kısmını izleme imkânım oldu. Karşıt görüşlerin, önyargıların ve siyasal argümanların sebep olduğu toz-duman içerisinde, yine bu düşünürümüzü sağlıklı olarak tartışamayacağız diye endişe ediyorum.

Onu sadece siyasi kimliği ve duruşu ile tartışmak, ona büyük bir haksızlık. Ben merhumun kültürümüzdeki Mevlana, Yunus Emre ve çizgisinin çağdaş bir iz düşümü olarak değerlendirilmesi taraftarıyım. O siyasi bir hareketin değil, iman merkezli bir hareketin öncüsü idi. Bu niteliğiyle de sadece bizde değil, tüm dünyada okunuyor ve anlaşılmaya çalışılıyor.

Ben onun kozmik evren anlayışının tartışılmasını isterdim. AVATAR filmi bağlamında tartışılması, hepimize ufuk açardı. Bundan dolayı AVATAR’ın onun gözüyle anlaşılmasını ve yorumlanmasını tercih ederdim. İşte o zaman, tıpkı engizisyon döneminin özgün düşünürleri gibi, fikirleri yüzünden hapishane ve sürgünlerle geçmiş bir hayatı anlayabilirdik.

Nasıl ki, Socrates, Guardino Bruno ve Galileo’yu düşünceleri ve muhalif duruşları yüzünden çektiklerini hatırlamadan anmak ve anlamak mümkün değil, Nursi’yi de bütüncül bir anlayışla ele almak ve anlamak lazım. Zira Nursi’nin en önemli yanı, fikirlerinin derinliği, evrenselliği ve güncelliğidir.

NURSİ’NIN EVRENSELLİĞİ VE GÜNCELLİĞİ

Prof. Erich Fromm, 1960′lı yılların başında felsefe kökenli Müslüman bir öğrencisine “Mevlana’nın çağdaş insan için mesajı nedir? Bize ne verebilir?” diye sorar. Bu soru bir doktora konusu olur ve 1964′te yayımlanır. Amerika en çok okunan kitaplar listesine girer. (Türkçe çevirisi: Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş: Kitabiyat Yay.: Ankara)

Tam da bu bağlamda sormamız lazım:

Said Nursi 21. Yüzyıl’da yaşayan bizlere ne verebilir?

Tartıştığımız konulara nasıl bir katkı yapabilir?

Örneğin, şu sıralar farklı kimlikler ve Anadil konusu gündemin diğer sıcak konularının başında geliyor. Bu konular her tartışıldığında ve “ötekini” inkâr eden, yok sayan “tekçi” anlayışları gördüğümde merhum Nursi hatırıma gelir.

Neden mi?

Açıklamaya çalışayım.

Yıl 1935 ve mevsim güz. Nursi 120 talebesi ile Eskişehir Hapishanesi’nde. Çok ciddi ithamlarla karşı karşıyalar. Zira “îdam kastıyla ve muhakkak sûrette mahkûm edilmesi direktifiyle” haklarında dava açılmış.

Talebeleri tedirgin, ancak mütevekkil! Ancak tüm bunların içerisinde, Nursi bulduğu her kağıt parçası üzerine yazmaya devam ediyor. Bu gün çevreci bir anlayışla çok anlamlı olan “Sinek Risalesi”ni de hücresinde yazmış. Anlaşılan hapishanede sinekler çoğalmış, zaten tecrit ve taciz altındaki mahkûmları, bir de sinekler taciz ediyor. Hapishane idaresi sinekleri öldüren bir ilaç kullanıyor.

Tüm mahkûmların memnuniyetle karşıladığı bu olayı, Nursi şiddetle protesto eder. Bununla da yetinmez; günümüzün tabiriyle tam bir “derin ekoloji” anlayışıyla, sinek risalesini yazar. Eko-sistemde sineğin yeri ve anlamını, İslami bakış açısıyla ortaya koyar.

Ancak, daha sonra bu risalenin yayınlanmasını ve dağıtılmasını yasaklıyor. İnsanın kıymetinin olmadığı, farklı görüşlere tahammül edilmediği bir ortamda yanlış anlaşılmaktan endişe ettiği anlaşılıyor.

SİNEKLERE DOKUNMAYIN

Yıllar sonra bir risaleyi buldum ve okudum. Çevreci bir bakış açısıyla risaleyi okuyunca, AVATAR filminin vermek istediği mesajı daha iyi anladım. Keşke James Camaroon bu küçük risaleyi “önceden görseydi” diye düşündüm.

Toparlarsak; biz hâlâ bin yıldan fazladır birlikte yaşadığımız dindaşlarımıza ve vatandaşlarımıza “ana dilini öğrenme” hakkını çok görürken, Nursi 1930′ların Türkiye’sinde sineklerin hakkını savunuyor. “Küçücük kuşlarıma[sineklerime] ilişmeyin” diye ikaz diyor. Hem de tamamen İslami referanslarla!

Socrates’in ünlü savunmasını hatırlamanın yeridir. O idam ile yargılanırken bile, sadece kendini değil, hemşehrilerinin ruhunu da savunan bir tavırla Atinalılara şöyle sesleniyordu: “Sen ki, dostum, Atinalısın, dünyanın en büyük, kudretiyle, bilgeliğiyle en ünlü şehrinin hemşehrisisin; paraya, şerefe, üne bu kadar önem verdiğin halde bilgeliğe, akla, hiç durmadan yükseltilmesi gereken ruha bu kadar az önem vermekten sıkılmaz mısın?

Nursi de Eskişehir Hapishanesi’nde “idam” ile yargılanırken, sadece kendi savunmasını hazırlamıyordu; sinek örneğinden hareketle tüm canlıların yaşam hakkını savunuyordu. Assisi’li Aziz Francis gibi, Mevlana ve Yunus gibi tüm varlıkları “kardeşleri” olarak görüyor ve onların korunmasını talep ediyordu.

Bana göre Said Nursi’nin 130′ü aşkın risalesi içinde en önemli olanı “Sinek Risalesi”dir. Varlığı ve tüm canlıları sevgi, şefkat ve muhabbet temelli kucaklayan bir anlayışı görmek için bu küçük risaleyi okumak yeterlidir.

İşte o zaman, biyolojik çeşitlilik gibi, kültürel çeşitlilik ve farklılıkları da korunması gereken bir zenginlik olarak görebiliriz. Evet, Said Nursi’yi tartışalım; ama yeni ve bütüncül bir anlayışla.

Prof. Dr. İBRAHİM ÖZDEMİR – Gazikent Üniversitesi Rektörü

Yeni Şafak – Yayın Tarihi: 16.01.2011

Mısır’daki İhvan-ı Müslimîn ve Türkiye’deki Nurculuk Hareketi

[Bağdat’ta çıkan ed-Difa gazetesinin muharriri İsa Abdülkadir’in Arabî makalesinin tercümesi.]

Bağdat’ta çıkan ed-Difa gazetesi Risale-i Nur talebelerinden bahisle diyor ki:

Türkiye’deki Nur talebelerinin İhvan-ı Müslimîn cemiyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye’deki Nur talebeleri, Mısır’da ve bilâd-ı Arapta İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâma çalışan cemiyetler gibi müstakil cemiyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır? Ben de cevap veriyorum ki:

Nur talebelerinin ve İhvan-ı Müslimîn Cemiyetinin gerçi maksatları, hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerine hizmet etmektir; fakat Nur talebelerinin beş altı cihetle farkları var:

Birinci fark: Nur talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar, tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri asla mevcut değil.

İhvan-ı Müslimîn ise, memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle, din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.

İkinci fark: Nurcular, Üstadlarıyla içtima etmiyorlar ve etmeye de mecbur değiller. Kendilerini Üstadlarıyla içtimaa mecburiyet hissetmiyorlar. Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar. Belki koca bir memleket bir dershane hükmünde, Risale-i Nur kitapları onların eline geçmekle, üstad yerine onlara bir ders verir. Herbir risale, bir Said hükmüne geçer.

Hem ellerinden geldiği kadar ücretsiz istinsah ederler. Muhtaçlara mukabelesiz veriyorlar ki, okusunlar ve dinlesinler. Bu suretle büyük bir memleket büyük bir dershane hükmünde oluyor.

İhvan-ı Müslimîn ise, umumî merkezlerde mürşid ve reisleriyle görüşmek ve emirler ve dersler almak için ziyaretine giderler. Ve o umumî cemiyetin şubelerinde de o büyük üstadla ve naibleriyle ve vekilleri hükmündeki zatlarla yine görüşürler, ders alırlar, emir alırlar.

Hem umumî merkezlerde çıkan ceride ve mecellelerin fiyatını verip, alıp, onlardan ders alıyorlar.

Üçüncü fark: Nur talebeleri, aynen, âli bir medresenin ve bir üniversite darülfünununun talebeleri gibi, ilmî muhabere vasıtasıyla ders alıyorlar. Büyük bir vilâyet bir medrese hükmüne geçer. Birbirini görmedikleri, tanımadıkları ve uzak oldukları halde birbirine ders veriyorlar ve beraber ders okuyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, memleketleri ve vaziyetleri iktizasıyla mecelleleri ve kitapları çıkarıyorlar, aktar-ı âleme neşrediyorlar; onunla birbirini tanıyıp ders alıyorlar.

Dördüncü fark: Nur talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser bilâd-ı İslâmiyede intişar etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında ayrı ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar ki, tecemmu’ edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünkü, meslekleri siyaset ve cemiyet olmadığından hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, vaziyetleri itibarıyla siyasete temas etmeye ve cemiyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar. Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Ürdün’de, Sudan’da, Mağrib’de ve Bağdat’ta çok şubeler açmışlar.

Beşinci fark: Nur talebeleri içinde çok muhtelif tabakalar var. Yedi sekiz yaşındaki, camilerde Kur’ân okumak için elifbâyı ders almakta olan çocuklardan tut, tâ seksen, doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın erkek, hem bir köylü, hammal adamdan tut, tâ büyük bir vekile kadar ve bir neferden büyük bir kumandana kadar taifeler Nurcularda var. Bütün Nurcuların bu çok taifelerinin umumen bütün maksatları, Kur’ân-ı Mecîdin hidayetinden ve hakaik-i imaniye ile nurlanmaktan ibarettir. Bütün çalışmaları ilim ve irfan ve hakaik-i imaniyeyi neşretmektir. Bundan başka birşeyle iştigal ettikleri bilinmiyor. Yirmi sekiz seneden beri dehşetli mahkemeler dessas ve kıskanç muarızlar, bu kudsî hizmetten başka onlarda bir maksat bulamadıkları için onları mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar. Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlâsı taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u İslâmiye ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye temessük etmek için insanları teşvik ve sevk ediyorlar; fakat vaziyet, memleket ve siyasete temas iktizasıyla, ziyadeleşmeye ve kemiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları arıyorlar.

Altıncı fark: Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i maddiyeye ehemmiyet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî iktisat ve kanaatle ve fakirü’l-hal olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan istiğna ile ve hizmet-i Kur’âniyede hakikî bir ihlâs ve fedakârlıkla; ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i dalâlete karşı mağlûp olmamak için ve muhtaçları hakikate ve ihlâsa dâvet etmekte bir şüphe bırakmamak için ve rızâ-yı İlâhîden başka o hizmet-i kudsiyeyi hiçbirşeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye faydalarından çekiniyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Onlar da hakikaten maksat itibarıyla aynı mahiyette oldukları halde, mekân ve mevzu ve bazı esbap sebebiyle, Nur talebeleri gibi dünyayı terk edemiyorlar. Azamî fedakârlığa kendilerini mecbur bilmiyorlar.

İsa Abdülkadir

Kaynak: Emirdağ Lahikası

Said Nursi ve Şeyh Said

Çok önceleri konuşulan, zamanında gündemi çok meşgul eden; Bediüzzaman Said Nursi ismiyle, çoğu kişi tarafından bilinmeden karıştırılan veya bazı kesimlerin özel itinalarıyla karıştırmak istediği iki isim hakkında yanlış bilgi taşıyanları bilgilendirme ihtiyacı duyduk.

Bu iki isim, Bediüzzaman ile aynı dönemde yaşamış insanlar : 1. Şeyh Said, 2. Said Molla.

1. Şeyh Said, 1865’de Elazığ’ ın Palu ilçesinde doğan Şeyh Said efendi Medrese eğitimi aldı ve babası Şeyh Mahmut’un vefatından sonra şeyh oldu. Palu’dan, Erzurum’ un Hınıs kazasına yerleşip, kısmen ticaret ve medrese eğitiminde talebe yetiştirmekle meşgul oldu. 1 Şubat 1925’ de tarihte “Şeyh Said İsyanı veya Olayı” diye bilinen hadisenin başında yer aldı. Beşbin kişilik bir güçle ayaklanma başlattı. Bu ayaklanma Hani, Muş, Elazığ, Varto ve Erzurum’a yayıldı. 2 Mart 1925’ de harekete geçen devlet güçleri ayaklanmayı bastırdı. Hemen ardından Takrir-i Sükun Kanunu çıkarıldı ve bu kanun çerçevesinde İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Kurulan bu İstiklal Mahkemelerinden, Şark İstiklal Mahkemesi’ nde yargılanan Şeyh Said ve beraberindeki 47 kişi idama mahkum edildi… (29 Haziran 1925)

Şeyh Said Efendi, bu isyan hareketinden önce Bediüzzaman Said Nursi’ye bir mektup yazarak iştirak etmesini talep etmiş, ancak Bediüzzaman “Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya kılınç çekemem ve size iştirak etmem.” diye karşılık vermiştir.

2. Sait Molla, Cumhuriyet’ in kurulmasından önce kurulan cemiyetlerden birisi olan “İngiliz Muhipleri Cemiyeti” kurucusu, ingiliz ajanı olan bu şahıs çeşitli şekillerde halkı, veya hükümet yetkililerini İngiliz sevgisi ile aşılamaya çalışan bir İngiliz sempatizanıdır. Bu zat ile alakalı tarihi kaynaklarda pek çok ifadeler bulunmaktadır. O dönemde Mister Frew isimli rahiple olan yazışmaları, meclis yetkililerine attığı telgraf ve mektupları, Mustafa Kemal’ in bizzat Nutuk’ da ve Millet Meclisindeki konuşmalarında da ilan ettiği üzere, tarihe vatan haini olarak geçmiş bir şahıstır.

Bu şahsın Bediüzzaman hazretleri ile kasten karıştırılması tarihi az-çok bilenler ve Bediüzzaman’ ın Risale-i Nur eserlerini birazcık karıştıranlar için oldukça komik bir iddiadır. Çünkü Bediüzzaman, İngilizlerin, İstanbul’ u işgali esnasında halkın birlik ve beraberliği sağlamak namına halka konuşmalar yapıp, eserler neşredip milli mücadelede bulunmuş, hakkında İngilizlerin idam kararı verdiği tarihi ve milli bir kahramandır.

Diğer tarafdan vatanın diğer ucunda Ermenilere karşı vatan savunması yapmış, Ruslara esir düşmüş büyük zorluklar ve fedakarlıklar yapmış, mukabilinde o zamanki hükümet tarafından taltif edilmiş, mükâfatlandırılmış birisidir. Hal böyle olunca Milli bir kahraman olduğu o dönemin hükümeti tarafından bile kabul edilip, takdir edilen birisini, bu durumun tam aksiyle yani bir “İngiliz ajanı ile” karıştırmak normal şartlarda pek de masumane bir yalan olmamaktadır.

Yusuf Sıddık

Hür Adam Said Nursi hakkında yazılası 11. Yazı

Eğip bükmeden söyleyeceğim. Senaryosunun son halini filmden önce okuduğum için Hür Adam hakkında kaygılıydım. Bu kaygımı dostlarımla da paylaştım zaman zaman. Çok şükür, uyarılar dikkate alınmış ki, kaygılandığım detaylar büyük oranda kaldırılmış. Ancak Üstadın ağzına konulan aşırı Türklük vurgusu rahatsız edici. Ayrıca, Risale okumamışların yazdığı diyaloglarda “Allah her şeyi yapar” gibi tuhaf sözleri de şık durmamış. M. Kemal’in ölmeden önce söylediği rivayet edilen beyanatının filmde hiç yeri yok. Hele de zındıka komitesi merkezli ilerleyen bir senaryo da bana göre öncelikli değil. Filmin güzelliği eksiklerinden çok çok fazla…

Şüphesiz ki, eksiksiz ve kusursuz bir film olmayacak Üstad hakkında. Üstad’ın gerçek performansına bir filmin erişmesini beklemek hakkımız değil. Bir filmin Üstad’ın gerçek kişiliğini temsil etmesi de haddi değil.

Gelin şimdi burada bir şeyi normalleştirelim. Filmler bir sanat eseridir. Bir insandan çıkan her eser tartışılabilir. Nihai tahlilde, konusu Üstad da olsa, ter dökülmüş bir film var orta yerde. Birkaç dakikalık çekime günlerini ayırmış bir adam olarak bu konudaki emeğe saygısızlık edecek son adamım ben. Ama orta yerde tartışılacak bir film de var. Hakkında ileri geri konuşulabilir bir ürün bu. Eleştirenler kadar eleştirilenler de edep dairesinde kalmalı.

Bu filmi nurcular yapmadı. Nurcular yapsa bile Nurculuk adına yapılmadı. Ağabeylerden onay almış diye filmler kutsanmaz. Ağabeylere sorulmadı diye de aşağılanmaz. Bir sinema filmini ve inşaallah bundan sonra yapılacakları da nurculuğun fonksiyonu olarak görmemeyi öğrenmemiz gerek. Bu bakış hem nurculuğu üzerine düşecek haksız gölgelerden kurtarır hem de yeni yapımcıların işini kolaylaştırır.

Öncelikli derdimiz Üstad’ın incelikli söylemini ortaya koymaktır. Varlığa bakışını dik tutmak olmalıdır. Hapishanede ne kadar üşüdüğü kadar, o hapishanelerden ebedi müjdeler sunan Meyve Risalesi’ni, Otuzuncu Lem’â’yı nasıl da sımsıcak çıkarabildiği üzerinde düşünmemiz gerek.

Üstad’ın kişisel ve siyasal portresi Üstad’ın da öncelediği bir konu değil… Ancak gereksiz de değil. Bu açıdan bakıldığında Üstad bir senaryonun konusu değil, binlerce senaryonun konusudur. Üstad’ı bir “kul adam” olarak düşündüğümüzde, Üstad senaryo konusu değil, senaryo yazarıdır. Bir geçmiş dönem kahramanı hiç değil; aksine şimdiye ve geleceğe dair bakışları inşa eden senaryoların yazıcısıdır.  Hatırlayacağımız adam değil, geleceği inşa eden, önümüz sıra yürüyen adamdır. Sadece Haşir Risalesi’nden onlarca gelecek senaryosu çıkar. Sadece Hastalar Risalesi ve İhtiyarlar Risalesi’nden yüzlerce dramaya ateşli diyaloglar devşirilir. Daha neler neler!

Bir kişiliği somutlaştırmanın en az iki sonucu vardır. Birincisi ve tehlikelisi, onu taşıyamayacak bir figüre oturtursunuz ki, onun itibarını kredi olarak kullanır ve tüketirsiniz. (Bir zamanlar TGRT’nin acemice yaptığı evliya filmleri gibi) İkincisi ve güzeli ise, unutulmuş  ve susturulmuş iç acılarını ve mesajlarını günün ortasına taşı(r)mış olursunuz. Bu ikincisini yapabilmek için her zaman birinci tehlikeyi göze almak gerekmiştir. Üstad’ın kişiliği için böyle bir tehlike apaçık ortadadır. Ellerine sağlık ki Tanrısever ve ekibi bu tehlikeyi olabildiğince savuşturmaya çalışmışlar.

Bir dava adamının portresini konu alan yapımın dolaylı sonucu ise,  dava adamının bu yapımı üretenlerin sosyal ve siyasal duruşlarına endekslenmesidir. Yani, Said Nursi’nin birilerinin adamı sanılacak olmasıdır. Mehmet Tanrısever’in cemaat dışı olması bu açıdan avantaj. Dediğine göre, Hocaefendi’nin kendisine dair ithafı kaldırmasını rica etmesi çok yerinde olmuş. Ancak Mehmet ağabeyimiz güncel tartışmaların içine çekildikçe bu tehlike artıyor gibi… Dikkat gerekiyor. Bence Mehmet ağabeyimizin susması gerekiyor.

Bir başka tehlike ise, saf Nur Talebelerinin Üstad’ı bir tarihsel kahraman olarak “bizimleştirmesi”. İşte bu Üstad’ı hiç istemediği bir yere oturtur. İlk olarak taraftarlıkların konusu eder Üstad’ı ki, imana dair gündemine muhtaç olan sair cemaat üyelerinin Risale’ye erişimine engel olur. İkincisi, Üstad’ı türbeleştirir ki, Risale-i Nur’un gündemini ikinci plana iter. Oysa Üstad, Kur’ân gündemi adına kendi şahsiyetini itinayla geri çekmiştir.

Filmden kim neyi anladıysa, öncelikle bilmesi gerek ki, nurculuk bir halk hareketidir. Nurculuk, bir sivil duruştur, duru bakıştır. Bir bloğa yaslanamaz. Herhangi bir siyasi duruşa kilitlenemez. Ancak siyasi tavırsız olacak kadar da tepkisiz, kimliksiz, kaygısız ve amorf değildir.Rejimle ve sistemle uzlaşı yolu aramaz; müstağnidir. Ancak anarşistlik etmeyelim diye de sistemle dans etmeye kalkmaz. Müdanaasızdır. Üstad’ın adını ve talebelerinin mesleğini, en çok sakındığı “ücret istemek”le lanse etmek de kimsenin hakkı değildir. Said Nursi, herkese aittir. Herkesin Risale-i Nur’da ve Üstad’da hakkı vardır. Nur talebelerinin herkese, her kesime, her cemaate söyleyeceği sözü vardır. Çünkü gündemleri imandır. İman ise herkesin ekmeği ve suyudur.

Film ve film etrafındaki tartışmaların Üstad’ı ve onun en çok üzerinde titrediği Risale-i Nur’u popüler ve gündemde olan “cemaat” söylemine yaslamasından kaygılıyım. Buna tepki olarak Nur Talebelerinin defilme gelen eleştirileri Üstad’a gelen eleştiriler olarak algılayıp bir filmin taraftarlığına soyunmalarını ya da teşvik edilmelerini arzu etmem. Nur talebelerinin filme olan rağbeti Üstad’a olan rağbete eşitlemeleri yanıltıcı olabilir. Dediğim gibi, ne Üstad bir filmden ibarettir ne filme dair eleştiriler Üstad’ın kendisine yöneliktir. Üstad’ı çekemeyen de laf edebilir filme, Üstad adına kaygılanan da laf edebilir. Birincisi ne kadar göze alınırsa ikincisi de o kadar göz ardı edilmemeli.

Sonuç olarak, Mehmet Tanrısever iyi bir iş yaptı. Üstad’ı herkesin gündemine taşıdı.  Şüphesiz bu sadece Tanrısever’in ve filminin başarısı değil. Bu filme konu olan Üstad’ın duru ve lekesiz hayatının armağanıdır. Bu filmde canlandırılmaya çalışılmış ama gerçekte çok daha mahzun ve yürek parçalayıcı olan Nur kahramanlarının sessiz çığlıklarının yankısıdır.

Asıl film yüreğimizde yıllardır gösterimde… Bu gösterime katkıda bulunan herkes teşekkürü hak ediyor, her emek hürmeti hak ediyor.

Yeni gösterimlerde buluşmak üzere…

Senai Demirci