Etiket arşivi: seçim

Abdullah Yeğin Ağabey Neden Ak Partiye Oy Vereceğini Açıkladı!

Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin yaşayan varislerinden Abdullah Yeğin ağabey, Ankara’da tedavi gördüğü hastaneden, yakınlarının ve doktorların uyarılarına rağmen oyunu kullanmak için bir günlüğüne ayrılarak İstanbul’a geleceğini açıkladı.

Hastanede şu açıklamaları yaptı “Bu ihanet cephesinin karşısında yer almak ve AK Parti’nin lehinde oy kullanmak, hepimizin başta gelen vazifesidir” mesajı gönderen Abdullah Yeğin, “zaman küskünlük, kırgınlık, gevşeklik zamanı değildir, herkes oyunu kullansın”

Abdullah Yeğin, bu konudaki kesin kararını, “Bu seçimde oy kullanmak; vatan, millet ve mukaddesat düşmanlarına ok atmak gibidir” diyerek açıkladı.

Abdullah Yeğin ağabey “İslamiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. En son ve hak din olan İslamiyete düşman olanları ve onlara yardım edenleri iyi tanımak lazımdır. Bunları Cenab-ı Hak iki cihanda rezil edecektir. Zındıka komitesi ve din düşmanlarıyla işbirliği yaparak vatana, millete, dine, mukaddesata ihanet edenlere sakın fırsat vermeyin. Bu ihanet cephesinin karşısında yer almak ve AK Partinin lehinde oy kullanmak, hepimizin başta gelen vazifesidir. Gidin, oyunuzu açık açık kullanın.”diye ifade etti.

RisaleAjans

Avamın, Siyasi Mes’elelere Merakla Meşgul Olmasındaki Zararlar

Siyâsî memurların vazifesi olan siyasî mes’eleleri, bilhassa neşir vasıtasıyla efkar-ı ammeye arzederek merakları tahrik ile halkın meşgul edilmesinin, esas vazifelere ve manevi hayata verdiği zararlar…

Sual: Bize verdiğiniz cevabda diyorsunuz: “Siyasî geniş daireleri MERAK İLE TAKİB eden, küçük daireler içindeki VAZİFELERİNDE ZARAR EDER.” Bunun izahını istiyoruz?

Elcevab Üstadımız diyor ki:
Evet bu zamanda MERAK İLE, RADYO vasıtasıyla, ciddî alâkadarane küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır manevî bir divane olur, ya kalbini dağıtır manevî bir dinsiz olur, ya fikrini dağıtır manevî bir ecnebi olur. Evet ben kendim gördüm: Lüzumsuz bir MERAK İLE, mütedeyyin iken âmî bir adam -beride ilme mensubiyeti varken- eskiden beri İslâm düşmanı olan bir kâfirin mağlubiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet ve Âl-i Beytten Seyyidler Cemaatinin bir kâfire karşı mağlubiyetinden mesruriyetini gördüm. Böyle âmî bir adamın, alâkasız bir geniş daire-i siyaset hatırı için, böyle kâfir bir düşmanı mücahid bir seyyide tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acib bir misali değil midir?

Evet haricî siyaset memurları ve erkân-ı harbler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan SİYASETİN GENİŞ DAİRELERİNE ait mesaili; basit fikirli ve idare-i ruhiye ve diniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu VAZİFESİNİ GERİ BIRAKTIRMAKLA, onları MERAKLANDIRIP RUHLARINI SERSERİ, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve manen öldürmek ile dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merak ile onlara göre malayani ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki; ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.

Evet herbir adam vatanıyla, milletiyle, hükûmetiyle alâkadardır. Fakat bu alâkadarlık, muvakkat cereyanlara kapılıp millet ve vatanını ve hükûmetin menfaatini bazı şahısların muvakkat siyasetlerine tâbi’ etmek, belki aynını telakki etmek çok yanlış olmakla beraber; o vatanperverlik, milletperverlik hissinden ve vazifesinden herkese düşen vazife bir ise, kendi kalb ve ruhundan, idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye ve hâkeza çok dairelerde hakikî vazifedar olduğu hizmet ve alâka ve merak on, yirmi belki yüz’dür. Bu ciddî ve lüzumlu bu kadar çok alâkaların zararına olarak, o bir tek lüzumsuz ve ona göre malayani olan siyaset cereyanlarına feda etmek, divanelik değil de nedir?
(Kastamonu Lâhikası)

(Çok ehemmiyetlidir)

Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bugünlerde gayet sadık ve dikkatli bir kardeşimizin ihtiyatsızlığından küçük bir tokat yemesi münasebetiyle, hem bu dört ay müddetçe, binler adam kadar alâkadar olduğum halde; ahval-i âlemden, SİYASET ve HARPTEN KAT’İYYEN BİR HABER ALMAYIP ve istemeyip ve MERAK ETMEZ bir tarzda bulunmamdan, Feyzi ve Emin gibi has kardeşlerimin hayretleri ve istifsarları sebebiyle bir hakikattan, çok defa beyan ettiğim gibi yine bir parça ondan bahsetmek lüzum oldu. Şöyle ki:

Hakaik-i imaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve RİSALE-İ NUR’la onlara HİZMET ETMEK en birinci vazife ve MEDAR-I MERAK ve maksud-u bizzât olmak lâzım iken; şimdiki hal-i âlem hayat-ı dünyeviyeyi hususan hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhâssa hayat-ı siyasiyeyi ve bilhâssa medeniyetin sefahet ve dalaletine ceza olarak gelen gazab-ı İlahînin bir cilvesi olan harb-i umumînin tarafgirane, damarları ve a’sabları tehyic edip bâtın-ı kalbe kadar, hattâ hakaik-i imaniyenin elmasları derecesine o zararlı, fâni arzuları yerleştirecek derecesinde bu meş’um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki; RİSALE-İ NUR DAİRESİ HARİCİNDE BULUNAN ÜLEMALAR, belki de veliler; o siyasî ve içtimaî hayatın rabıtaları sebebiyle, hakaik-i imaniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cereyanların hükmüne tâbi’ olarak hemfikri olan münafıkları sever, kendine muhalif olan ehl-i hakikatı belki ehl-i velayeti TENKİD ve ADAVET EDER, hattâ HİSSİYAT-I DİNİYEYİ O CEREYANLARA TÂBİ’ yaparlar.

İşte bu asrın bu acib tehlikesine karşı, RİSALE-İ NUR’UN HİZMET ve MEŞGALESİ, şimdiki siyaseti ve cereyanlarını o derece nazarımdan ıskat etmiş ki; bu harb-i umumîyi bu dört ayda MERAK ETMEDİM, sormadım.

Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan hakaik-i imaniyenin vazifesi içinde iken, zalimlerin satranç oyunlarına bakmakla VAZİFE-İ KUDSİYELERİNE FÜTUR VERMEMEK ve fikirlerini onlar ile bulaştırmamak gerektir.

Cenab-ı Hak bize nur ve nuranî vazifeyi vermiş; onlara da, zulümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin zararına bakmağa tenezzül etmek hatadır. Bize ve merakımıza, dairemiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envâr-ı imaniye kâfi ve vâfidir.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve bayramlarını tebrik ederiz.
El-Bâkî Hüv’el-Bâkî
Said Nursî
(Kastamonu Lâhikası)

Aziz, sıddık kardeşlerim!
[Bir suale mecburî cevabın tetimmesidir.]

Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengâmı ve şuhur-u selâsenin çok sevablı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle; gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale-i Nur’un hizmeti zararına bir atalet, bir fütur ve tevakkuf başlar.

Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları VAZİFE, RÛY-İ ZEMİNDEKİ BÜTÜN MUAZZAM MESAİLDEN DAHA BÜYÜKTÜR. Onun için dünyevî MERAK-AVER MES’ELELERE bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. MEYVE’NİN DÖRDÜNCÜ MES’ELESİNİ çok defa okuyunuz, kuvve-i maneviyeniz kırılmasın.

Evet ehl-i dünyanın bütün muazzam mes’eleleri, fâni hayatta zalimane olan düstur-u cidal dairesinde gaddarane, merhametsiz ve mukaddesat-ı diniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle; kader-i İlahî onların o cinayetleri içinde, onlara bir manevî cehennem veriyor. Risale-i Nur ve şakirdlerinin çalıştıkları ve vazifedar oldukları; fâni hayata bedel, bâki hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gayet dehşetli ecel celladının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i imanın saadet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki kerre iki dört eder derecesinde kat’î isbat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikatı göstermişiz.

Elhasıl: Ehl-i dalalet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’an ile cidaldeyiz. Onların en büyük mes’elesi -muvakkat olduğu için-, bizim mes’elemizin en küçüğüne -bekaya baktığı için- mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam mes’elelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî VAZİFEMİZİN ZARARINA onların küçük mes’elelerini MERAKLA TAKİB ediyoruz. Bu âyet
ﻻ‌َ ﻳَﻀُﺮُّﻛُﻢْ ﻣَﻦْ ﺿَﻞَّ ﺍِﺫَﺍ ﺍﻫْﺘَﺪَﻳْﺘُﻢْ
ve usûl-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan
ﺍَﻟﺮَّﺍﺿِﻰ ﺑِﺎﻟﻀَّﺮَﺭِ ﻻ‌َ ﻳُﻨْﻈَﺮُ ﻟَﻪُ
Yani: “Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez. Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmazsanız.” Düsturun manası: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz, ona şefkat edip acınmaz.” Madem bu âyet ve bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men’ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve MERAKIMIZLA, VAKTİMİZİ KUDSÎ VAZİFEYE hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi’ etmemeliyiz. Çünki elimizde nur var; TOPUZ YOKTUR. Biz TECAVÜZ EDEMEYİZ. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır.

Bu tetimmenin yazılmasının sebeblerinden birisi:
Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki SİYASETE KARŞI NE FİKİRDEDİR diye boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir-iki şey sordum. Baktım, alâkadarane ve bilerek cevab verdi. Kalben “yazık” dedim. Bu VAZİFE-İ NURİYEDE ZARARI OLACAK. Sonra şiddetle ikaz ettim. “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur onlara merhamete liyakatını selbediyor. CENNET ADAMLAR İSTEDİĞİ GİBİ, CEHENNEM DE ADAM İSTER.
Emirdağ Lâhikası -1)

Meyve Risalesinden Dördüncü Mes’ele

Yine Gençlik Rehberi’nde izahı var. Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki: “Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli harb-i umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) {(*): Parantez içindeki not, 1946 senesine aittir.} hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve câmii bırakıp radyo dinlemeğe koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.

Cevaben dedim ki:
Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev’-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasib- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazan bu harb boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.

Birinci noktaya cevab ise: Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhâssa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâ-tereddüd sarfedecek. İŞTE O DAVA ise, yüzbin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev’-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler va’d u ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

İşte o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o davayı kaybettirmeyen hârika bir dava vekilini o işde çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî malayaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzımdır diye kanaatımız var.

Ey hapis musibetinde benim yeni kardeşlerim! Sizler, benim ile beraber gelen eski kardeşlerim gibi Risale-i Nur’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şakirdleri şahid göstererek derim ve isbat ederim ve isbat etmişim ki: O büyük davayı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o davanın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur’an-ı Hakîm’in mu’cize-i maneviyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dava vekili bulunan Risale-i Nur’dur. Bu onsekiz senedir benim düşmanlarım ve zındıklar ve maddiyyunlar, aleyhimde gayet gaddarane desiselerle hükûmetin bazı erkânlarını iğfal ederek bizi imha için bu defa gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktukları halde, Risale-i Nur’un çelik kal’asında yüzotuz parça cihazatından ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler. Demek avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter. Hem korkmayınız, RİSALE-İ NUR yasak olmaz; Hükûmet-i Cumhuriyenin meb’usları ve erkânlarının ellerinde mühim risaleleri iki-üçü müstesna olarak serbest geziyorlardı. İnşâallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslahhane yapmak için bahtiyar müdürler ve memurlar, o Nurları, mahpuslara, ekmek ve ilâç gibi tevzi edecekler.
(Şualar – Onbirinci Şua/Dördüncü Mes’ele)

Aziz, sıddık kardeşlerim!
Meyve’nin Dördüncü Mes’elesindeki bir hakikatın izahını Eski Said’in âfâka bakmak damarıyla ve bana hizmet eden kâtibin Ramazan başlarında bayram alâmetini şarkta bir hâdisenin tesiriyle heyecanla demesi ve bu Ramazan-ı Şerif’teki kıymetdar vakitleri RADYONUN MALAYANİYATIYLA zayi’ etmemesi için manen kalbime kaç defa ihtar edildi ki; o geniş ve karışık fırtınalı hakikatın kısaca zararlarını beyan eyle. Ben de gayet muhtasar bazı işaretler nev’inde, Risale-i Nur şakirdlerinin meraklarını ta’dil etmek niyetiyle beyan ediyorum. Fakat hem mes’ele çok geniş, vaktim de dar, hâlim de perişan olmasından, anlamasında zahmet çekeceksiniz, zekâvetinize güveniyorum.

Meyve’nin o Dördüncü Mes’elesinde denilmiş ki: “DÜNYA SİYASETİNE KARIŞMADIĞIMIN SEBEBİ: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle MERAKLILARI KENDİYLE MEŞGUL eder; hakikî ve büyük VAZİFELERİNİ ONLARA UNUTTURUR veya noksan bıraktırır; hem her halde bir TARAFGİRLİK meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur” mealinde orada denilmiştir.

Şimdi ben de derim ki: MERAK YÜZÜNDEN ve âfâkî hâdisatın verdiği sarhoşane gafletten zevk alan bîçareler! Eğer insanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin farz ve lâzım VAZİFENİZ ZARARINA, o hâdise o geniş boğuşmalara sevkediyor. Bu da bir ihtiyac-ı manevîdir, fıtrîdir derseniz ben de derim:

Kat’iyyen biliniz ki: İNSANIN çok mu’cizatlı hilkatine MERAK ETMEYİP, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemal-i merakla temaşasına daldığı gibi, aynen bu asırda nev’-i beşerin muvakkat ve fâni, tahribçi geniş hâdiseleri ve zemin yüzünde yüzbin millet ve insan nev’i gibi çok hâdisat-ı acibeye mazhar o milletlerden her baharda yalnız bir tek arı milletine ve üzüm taifesine baksan, bu nev’-i beşerdeki hâdisatın yüz defa daha mûcib-i merak ve ruhanî, manevî zevklere medar hâdiseler var. Bu hakikî zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hâdiselerine bu kadar MERAK ve ZEVK İLE BAĞLANMAK; dünyada ebedî kalmak ve o hâdiseler daimî olmak ve herkese o hâdiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hâdiseye sebebiyet verenlerin hakikî fâil ve mûcid olmak şartıyla olabilir. Halbuki havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz’î. Ondaki zarar ve menfaati o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhit’ten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin onun tasarrufunda ve senin cismin onun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdes’in rububiyetini ve hikmetini nazara almayıp, tâ dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek, ne derece divanelik olduğu tarif edilmez!

Hem iman ve hakikat noktasında bu çeşit MERAKLARIN BÜYÜK ZARARLARI var. Çünki gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî VAZİFE-İ İNSANİYETİ ve ÂHİRETİ UNUTTURACAK olan en geniş daire ise, SİYASET DAİRESİDİR. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki; her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlahî ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün, tâ o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.

Hattâ ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmağa çalışıyorlar, tâ kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarfetmek lâzım gelen MERAKI, ZEVKİ, ŞEVKİ, LÜZUMSUZ FÂNİ ŞEYLERDE TELEF OLMASIN.

Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i sâlihînden başka SİYASETÇİ, EKSERCE TAM MÜTTAKİ DİNDAR OLAMAZ. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar SİYASETÇİ olmazlar. Yani maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda, din ikinci derecede kalır, tebaî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise; ” Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir” diye siyasete AŞK-I MERAK İLE DEĞİL; ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye -eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa bâki elmasları, kırılacak âdi şişelere ÂLET YAPAR.
(Emirdağ Lâhikası -1)

Said Nursî’nin ve Nur Talebelerinin Siyasi Fikri

Nurcuların siyasi ve dünyevi bir cemiyet teşkil etmedikleri gibi böyle cereyanlarla da alakadar değildirler ve olamazlar.

Aziz, sıddık, sebatkâr, muhlis kardeşlerim!
Hem maddî hem manevî, hem nefsim hem benimle temas edenler gayet ehemmiyetli benden sual ediyorlar ki: “Neden herkese muhalif olarak -hiç kimsenin yapmadığı gibi- SANA YARDIM EDECEK ÇOK EHEMMİYETLİ KUVVETLERE BAKMIYORSUN? İstiğna gösteriyorsun? Ve herkes müştak ve talib olduğu ve Risale-i Nur’un intişarına, fütuhatına çok hizmet edeceğine o Risale-i Nur şakirdlerinin hasları müttefik oldukları ve senden kabul ettikleri büyük makamları kabul etmiyorsun? Şiddetle çekiniyorsun?

Elcevab: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikata muhtaçtırlar ki; kâinatta hiçbir şeye ÂLET ve TÂBİ’ ve BASAMAK OLAMAZ ve hiçbir garaz ve maksad onu kirletemez ve hiçbir şübhe ve felsefe onu mağlub edemez bir tarzda iman hakikatlarını ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalaletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.

İşte bu nokta içindir ki, dâhilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tâbi’ olmuyor.. Tâ avam-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğrudan doğruya hayat-ı bâkiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakikatı, hücum eden şübheleri ve tereddüdleri izale eylesin.
(Emirdağ Lâhikası-1)

Sual: Neden ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhâssa SİYASETLİ CEMAATLARA HİÇBİR ALÂKA PEYDA ETMİYORSUN? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men’ ediyorsun. Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu kadar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın!

Elcevab: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan “İHLAS” BİZİ MEN’EDİYOR. Çünki bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlahîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların TARAFGİRANE ÇARPIŞMALARI HENGÂMINDA bu SIRR-I İHLASI MUHAFAZA etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare, CEREYANLARIN KUVVETİ YERİNE, İNAYET ve TEVFİK-İ İLÂHİYEYE DAYANMAKTADIR.
(Emirdağ Lâhikası -1)

… Yedincisi: Bu sırada dâhilde o kadar dâhilî, haricî heyecanlı PARTİ CEREYANLARI VARKEN ve BUNDAN tam İSTİFADE ETMEK, yani mahdud birkaç arkadaşına bedel çok diplomatları kendisine taraftar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlasına zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celbetmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki: “Sakın cereyanlara kapılmayınız, SİYASETE GİRMEYİNİZ, ASAYİŞE DOKUNMAYINIZ!” dediği ve iki cereyan bu çekinmesinden ona zarar verdikleri; eskisi evhamından, yenisi de “Bize yardım etmiyor” diye ona çok sıkıntı verdikleri halde, ehl-i dünyanın dünyalarına hiç karışmayıp kendi âhireti ile meşgul olan ve memleketinde Nurs Karyesi’nde öz kardeşine yirmiiki sene zarfında bir tek mektub yazmayan ve o vilayetlerdeki dostlarına yirmi senede on mektub yazmayan bir bîçareye, onun âhiret meşguliyetine bu kadar ilişmeğe hangi kanun müsaade ediyor?
(Şualar -Ondördüncü Şua/Bu yeni hâdisenin on vecihle kanunsuz olduğunu beyan)

Aziz, sıddık kardeşlerim!
Ehemmiyetli bir taraftan, ehemmiyetli ve manidar bir sual edilmiş. Bana sordular ki: “Sizin cem’iyet olmadığınız, üç mahkeme o cihette beraet vermesiyle ve yirmi seneden beri tarassud ve nezaret eden altı vilayetin o noktadan ilişmemeleriyle tahakkuk ettiği halde, Nurcularda öyle hârika bir alâka var ki hiçbir cem’iyette, hiçbir komitede yoktur. Bu müşkili halletmenizi isteriz.” dediler.

Ben de cevaben dedim ki: Evet Nurcular cem’iyet-memiyet, hususan siyasî ve dünyevî ve menfî ve şahsî ve cemaatî menfaat için teşekkül eden CEM’İYET ve KOMİTE DEĞİLLER ve olamazlar. Fakat bu vatanın eski kahramanları kemal-i sevinçle şehadet mertebesini kazanmak için ruhlarını feda eden milyonlar İslâm fedailerinin ahfadları, oğulları ve kızları, o fedailik damarından irsiyet almışlar ki, bu hârika alâkayı gösterip Denizli Mahkemesinde bu âciz bîçare kardeşlerine bu gelen cümleyi onlar hesabına söylettirdiler:

MİLYONLAR KAHRAMAN BAŞLAR FEDA OLDUKLARI BİR HAKİKATA BAŞIMIZ DAHİ FEDA OLSUN” diye onlar namına söylemiş, mahkemeyi hayret ve takdirle susturmuş. Demek Nurcularda hakikî, hâlis, sırf rıza-yı İlahî için ve müsbet ve uhrevî fedailer var ki; mason ve komünist ve ifsad ve zındıka ve ilhad ve Taşnak gibi dehşetli komiteler o Nurculara çare bulamayıp hükûmeti, adliyeyi aldatarak lastikli kanunlar ile onları kırmak ve dağıtmak istiyorlar. İnşâallah bir halt edemezler. Belki Nur’un ve imanın fedailerini çoğaltmağa sebebiyet verecekler.
Said Nursî
(Şualar – Ondördüncü Şua/Kısa Mektublar)

Reis Beyefendi,
Kararnamede üç madde esas tutulmuş:

Birisi: Cem’iyettir. Ben buradaki bütün Risale-i Nur şakirdlerini ve benimle görüşenleri veya okuyan ve yazanlarını aynıyla işhad ediyorum, onlardan sorunuz ki, ben hiçbirisine dememişim: “BİR CEM’İYET-i SİYASİYE veya CEM’İYET-i NAKŞİYE teşkil edeceğiz.” Daima dediğim budur: Biz imanımızı kurtarmaya çalışacağız. Umum ehl-i iman dâhil oldukları ve üçyüz milyondan ziyade efradı bulunan bir mukaddes cemaat-ı İslâmiyeden başka mabeynimizde medar-ı bahs olmadığını ve Kur’anda “HİZBULLAH” namı verilen ve umum ehl-i imanın uhuvveti cihetiyle kendimizi, Kur’ana hizmetimiz için Hizb-ül Kur’an, Hizbullah dairesinde bulmuşuz. Eğer kararnamede bu mana murad ise, bütün ruhumuzla, kemal-i iftiharla itiraf ederiz. Eğer başka manalar murad ise, onlardan haberimiz yoktur!
(Şualar – Onikinci Şua)

… İkincisi: Risale-i Nur’un bazı şakirdleri -her yerde bulunan ve cumhuriyet kanunları müsaade eden ve ilişmeyen- cemaat-ı İslâmiye heyetleri gibi hareket etmelerinden bir cem’iyet zannedilmiş. Halbuki o mahdud üç-dört şakirdin niyetleri cem’iyet-memiyet değil, belki sırf hizmet-i imaniyede hâlis bir kardeşlik ve uhrevî bir tesanüddür.
(Şualar /Afyon Mahkemesinin bizi ittiham etmesine karşı itiraznamenin tetimmesi)

… Risale-i Nur’un kabil-i inkâr olmayan bir kerametidir ki; yirmi sene mazlumiyet hayatımda, yüzer risale ve mektublarımda ve binler şakirdlerde hiçbir cereyan, hiçbir cem’iyet ile ve dâhilî ve haricî hiçbir komite ile hiçbir vesika, hiçbir alâka, dokuz ay tedkikatta bulunmamasıdır. (Şualar)

…   Bütün benim ile arkadaşlık eden zâtların şehadetiyle ondokuz seneden beri hiçbir GAZETEYİ OKUMAYAN ve dinlemeyen ve sormayan ve bu on sene beş aydır harb-i umumîden, Alman’ın mağlubiyetinden ve komünistin dehşetinden başka hiçbir haber almayan ve MERAK ETMEYEN ve bilmeyen bir adamın elbette siyasetle hiçbir alâkası yoktur ve SİYASÎ CEM’İYETLERLE HİÇBİR MÜNASEBETİ OLMAZ.
(Şualar – Ondördüncü Şua/Afyon Müddeiumumîsi ve Mahkeme Reisi ve A’zâlarına)

… Dördüncü Fark: Nur Talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser bilâd-ı İslâmiyede intişar etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında ayrı ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar ki, tecemmu edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünki meslekleri SİYASET ve CEMİYET OLMADIĞINDAN hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Vaziyetleri itibariyle siyasete temas etmeye ve cem’iyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar. Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Ürdün’de, Sudan’da, Mağrib’de ve Bağdad’da çok şubeler açmışlar.
(Emirdağ Lâhikası -2)

Ecnebilerin entrikalarıyla ve muhalif komitecilerin dolaplarıyla mevcud ve münteşir müteaddid CEM’İYETLERİN HİÇBİRİSİYLE, Risale-i Nur’un hiçbir şakirdinin münasebetdarlığını gösterecek hiçbir madde bulunmaması, gayet zahir ve parlak bir himaye-i Rabbaniyedir. Muhafaza-i İlahiyeye ve İmam-ı Ali (R.A.) ve Gavs-ı A’zam (K.S.), Risale-i Nur’a ait keramet-i gaybiyelerini cidden teyid eden bir inayet-i Rahmaniyedir.
(Tarihçe-i Hayat – Üçüncü Kısım(Eskişehir Hayatı)/Bir fıkra)

Üstad gelenlerle ne konuşurdu?
Hemen umumiyetle, Risale-i Nur hizmetinin yegâne maksadı olan imanın kuvvetlenmesinin vatan ve milleti tehdid eden dinsizlik ve komünistlik tehlikesine mani’ olduğunu; şimdi en elzem vazifenin, ferdlere ve cem’iyete düşen hizmetin İMANI KURTARMAK ve kuvvetlendirmek bulunduğunu; zamanın en büyük davasının Kur’ana sarılmak olduğunu, Risale-i Nur bütün kuvvetiyle bu mes’eleye hasr-ı nazar ettiğinden, vatan ve millet düşmanları, gizli dinsizler, bahanelerle hücuma geçip aleyhte tahriklerde bulunduklarını; “Fakat biz MÜSBET HAREKET etmeye mecburuz. Elimizde Nur var, siyaset topuzu yok. Yüz elimiz de olsa, ancak Nur’a kâfi gelir.” diyerek Nur’un din düşmanlarını mağlub edeceğinden, müsbet hareket etmenin atom bombası gibi tesiri bulunduğundan, Risale-i Nur’un siyasetle hiçbir alâkası bulunmadığını, mesleğimizin en büyük esasının ihlas olduğunu, rıza-i İlahîden başka hiçbir maksad ittihaz edilemeyeceğini, Nur’un kuvvetinin işte bu olduğunu; ihlasla, müsbet hareket etmekle inayet ve rahmet-i İlahiyenin Risale-i Nur’u himaye edeceğini.. ilâ âhir.. beyan ederdi.
(Tarihçe-i Hayat – Altıncı Kısım/Mukaddeme)

Risale-i Nur Meşveret Heyetinin Seçim Açıklaması

Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinin ardından Risale-i Nur Meşveret cemaati de seçimlerle ilgili bir açıklama yaptı. Açıklamada “Mevcut hükümetin devamının” desteklenmesi yer aldı.

Açıklama şöyle:

Aziz sıddık kardeşlerimiz,

Evvelen; Mübarek Şaban-ı Şerifinizi ve “Leyle-i Berat”ınızı bütün ruhu canımızla tebrik ediyor hizmetlerimizin ihlas ve istikamet, uhuvvet ve muhabbetle devamını rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz.

Saniyen; Bir kısım şer odakları ve ihanet şebekelerinin bu güzide vatanımızda milletimizin birlik ve beraberliğini, uhuvvet ve muhabbetini parçalamak adına yapmakta oldukları dehşetli tahribatlarına karşı; din, millet ve vatanın selamet, menfaat ve maslahatı hesabına mevcut hükümetin devamını bütün kuvvetimizle destekliyoruz.

Hazreti  Üstadımızın varisi olan ağabeylerimizin daha önce bu konuda efkar-ı ammeye duyurmuş oldukları beyanlarına da aynen iştirak ediyoruz.

Bu hususu bera-yı malumat olarak umum kardeşlerimize ve efkar-ı ammeye duyuruyoruz.

MEŞVERET HEYETİ

risale haber

Seçimler ve Tercihler “Oy Kullanma”

Edille-i şer’iyyeye binaen, ülkemizde ki mevcut yapılagelen seçimlerde düstur ittihaz etmemiz gereken bazı kaideleri nazarı mütalaanıza arz ediyoruz.

·         Siyasi mes’elelerin; insanların dünyaya gönderiliş gayesi ve kulluk vazifelerine kıyasla ve bunun neticesi olarak ifa edilmeye çalışılan külli hizmetler bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanı kurtarmak, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmak- yanında, çok tali bir mes’ele –ikinci ve üçüncü dereceden meşgul olunması gereken bir mes’ele- olarak kabul edilmesi elzemdir.

Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun.

Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir.

Bununla beraber meşagil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzuli bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat – Amerika tavukları ne kadardır? gibi- ile vakit geçiriyorsun. gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun. (Sözler 272)

Evet, bu seçimlerden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhâssa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâtereddüd sarfedecek.

İşte o dava ise imanı kazanmak veya kaybetmek davasıdır. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi? (Asa-yı Musa 20)

·         Oy kullanmak, siyasetten kaçınmak düsturuna aykırı bir durum değildir. Aksine Oy verilmemesi demek, zımni –kayıtsız kalmak suretiyle- olarak belki de dinsizliği siyasete alet eden/edecek partilere destek vermek anlamı taşımaktadır.

Böyle saf gibi davranıp, oyu boşa atmak, yakmak veya hiç sandığa gitmemek; bilerek veya bilmeyerek dinsizliğe ve İslamiyet aleyhindeki dinsizlik cereyanlarına taraf olup destek vermek anlamı taşımaktadır.

Mü’min, akıllı ve uyanık olur ve olmalıdır. Beş yılda bir önümüze gelen sandıklara gidip, vatandaşlık görevimizin bir gereği olarak oy kullanmak, süreklilik arz eden, kulluk vazifelerimizin ikmaline bir zarar iras etmemekle birlikte; Allah katındaki mes’uliyetten ayrıca kurtuluşa bir vesile olacaktır.

·         Herhangi bir partinin mensubu gibi hareket etmemekle – “tarafgirlik yapmamak”  ve “bütün bütün kendini bir partiye endekslememek”- birlikte, hiçbir partinin lehinde veya aleyhinde fikir beyan etmemek ve farklı düşünce ve kanaat sahibi kardeşlerimizi müsamaha ile karşılamak; vatan ve milletin selameti açısından fitnelere meydan vermemek adına, bir zaruret halini almıştır.

Eşyada, kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrebler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sû’-i istimalât olacak. Çünki ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sû’-i istimal ederler.

Fakat Cenab-ı Hak âhirette muhasebe-i a’mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın müvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve ağır gelse, mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder.

Hasenat ve seyyiatın müvazenesi, kemmiyete(çokluğa) bakmaz, keyfiyete(kaliteye) bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiata tereccuh eder, afvettirir. Demek Adalet-i İlahiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür. (Mektubat 445)

Bediüzzaman hazretlerinden Cây-ı dikkat bir hâdise: Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.

(Mektubat  267)

·         Fikirce muhalif şahsiyetlerle, siyasi mevzuların münakaşasından –zira iş inada biner- şiddetle içtinab etmek.

Zira siyasetteki, ifratkarane muhabbetten kaynaklanan İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine “melek” der, rahmeti de okutur. Muhalif tarafında eğer meleği görse; libasını değişmiş, onu şeytan zanneder, adavet lanet eder. (Sözler 718)

·         Bütün ehl-i iman ile esasta ittifakın, diyanetteki izzetin muhafazası ve Tevfik-i ilahi’nin bir sebebi olması noktasından asıl; farklı siyasi tercihlerin ise buna nisbeten tali’ bir mes’ele olarak kabul edilmesi hususu, İslamiyet davasının haysiyetinin muhafazası cihetinde elzemdir.

Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle bu hakikati şöyle ifade etmiştir; “Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünki iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalalete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.” (Emirdağ Lahikası-1 180)

Ölçüsüzce yapılan siyaset, insanları  “Allah için muhabbet etme ve yine Allah için buğz etme”  esaslarına zıt bir yola sevk edebilir.

Üstad  hazretleri Uhuvvet Risalesinde “müminlerde şikak ve nifakın, kin ve adavetin” sebebini “tarafgirlik, inat ve hased” olarak beyan eder.

Tarafgirlik, kendi mesleğini, meşrebini veya partisini sevmekte ölçüyü kaçırıp kendi tarafında olmayan kimselere düşmanlık beslemek demektir.  Üstad hazretleri bu çok tehlikeli tarafgirliği şöyle dile getiriyor: “Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice ereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin!

‘Elhubbu  fillahi velbuğzu fillahi’ düstur-u Rahmanî yerine, el-iyâzü billah ‘El hubbu fissiyaseti velbuğzu lissiyaseti’ düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve el-hannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine mânen şerik eylemesin.” (Kastamonu Lâhikası)

·         Dinimiz; seçimler neticesinde kazanılabilecek veya siyaset yoluyla ulaşılabilecek dünyevi makam ve mertebelere aday olanların sahip olması gereken vasıflardan bazılarını; Liyakat, ehliyet ve salahiyet olarak zikretmiştir.

Dünyevi makam ve vazifeler, liyakat ve ehliyet bakımından müstahak olana tevdi edilir. Tevdi etmek, “geçici olarak, emaneten vermek” demektir. Bulunduğu veya bulunacağı makamda geçici olduğunu bilmesi ve buna göre davranması, her an ölebileceğini hesaba katıp ahirete hazırlıklı olması, liyakat sahibi bir insanın birinci özelliğidir.

İkincisi emin, yani güvenilir olmasıdır. Çünkü emanet ancak emin olana verilebilir. Bir kişinin güvenir­liği Allah’a kulluktaki samimiyet ve ciddiyetiyle ölçülür.

Kulluğunu savsaklayıp unutarak Allah’a ihanet edene asla güven olmaz. Zira “Kork Allah’tan korkmayandan!” denilmiştir.

Nitekim Kur’an-ı Kerimde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Eğer o meseleyi Peygambere ve mü’minlerden ihtisas ve salâhiyet sahibi kimselere havale etselerdi, elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi.” (Nisâ Sûresi, 4:83)

Başka bir ayet-i kerime de ise şöyle buyurulmuştur: “Allah size emaneti ehline vermenizi emreder.” (Nisâ Sûresi, 4:58)

 

·         Her zamanın bir hükmü olmak gerektiğine binaen, bu zamanda siyaset gibi umum mukadderat-ı beşeri alakadar eden mes’elelerde; Ehvenüşşerri ihtiyar elzemdir.

Günümüz şartlarında; siyasi parti tercihinde memleket ve millet menfaatinin ve maslahatının nazara alınarak iman ve fazilet ehli, ekseriyetin teveccühünü kazanmış müsbet şahsiyetlerin kazanmalarına yardımcı olmak; bir insaniyet borcudur.

Bediüzzaman hazretleri, bu meyanda olarak, Mevcut Hükümetlerin hasenatlarının –vatan ve milletin menfaatine yaptıkları hizmetler-, Seyyiatlarına –vatan ve milletin zararına yaptıkları işler- sadece galip gelmesi nokta-i nazarından mes’eleye, Rahmani bir bakış açısı getiriyordu.

Yani hükümetlerin kusursuz veya günahsız olması noktasından bir hesaplamanın içinde olmak, sağlıklı bir düşünce biçimi olmamakla birlikte, istikametsiz bir duruşu da ayrıca gören gözlere göstermektedir.

Nitekim Kur’an-ı Kerim de şöyle buyurulmuştur; “O gün amellerin tartılması da haktır. Kimlerin sevabı ağır basarsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (A’raf 8)

Bediüzzaman hazretlerinin, Mevzu ile alakalı bir hatırasında, bir talebesine şöylece tavsiye niteliğinde bir izahat yaptığı nakledilmiştir;

“Üstad, ‘Kardaşım, Halk Parti dine karşıdır. Demokrat da lâkayd. Fakat Halk partisi kolu keser, Demokrat Partisi ise parmağı. Kolun gitmesini önlemek için, parmağın gitmesine razı olacağız’ buyurur.” (Son Şahitler, H.Ömer BİÇER’in Hatıraları, c.II, s.82)

Yani; burada Bediüzzaman, Menderes ailesinin namaz kılmamakla birlikte tesettürsüzlüğüne, şahsi kusurlarına veya birçok dine aykırı ihmallerine bakmıyordu.

Sadece dindar ve Muhafazakârlığına; dinsizliği siyasete alet eden Halk Partisi gibi din düşmanı bir partinin önünde set olmuş bir kitle partisi oluşuna; mevcudiyetimizin hamisi İslamiyete az dahi olsa müsamahakârlığına ve dini özgürlüklere taraftar oluşuna hasr-ı nazar ederek, bizlere de ayrıca ders veriyordu.

Haşiye:“Demokrat parti” manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin partilerinden birisine verilen bir isimdir.

 

·         Belirli bir zümre veya gruba hitap eden, toplumun ekseriyetinde genel bir karşılık bulamayan küçük partilere oy vermemek gerektir.

Zira böyle bir durum, kurulacak hükümetlerin elini zayıflatmak suretiyle, koalisyonlara veya güçsüz iktidarlara sebep olacağı için, ülkeyi dış ve iç şer güçlere peşkeş çekmeye vesile olacağından, bu tür partilere de oy vermek suretiyle asla itibar edilmemelidir.

·         Siyaset yoluyla vatana, millete, İslamiyet’e hizmet de elbette ki ihmal edilecek bir mesele değildir.

Dolayısıyla, Milletin re’yiyle iş başına gelen meşrû iktidarları muhafaza etmek ve memlekette asayişi ihlâl etme istidadı taşıyan hareketlerden şiddetle kaçınmak da, tabi olunacak en mühim esaslar ve düsturlardır.

Aksine, Sevad-ı azama tabi olarak, sadece ülkemiz değil, bütün bir İslam coğrafyasının her köşesinde, yapılan hizmetlerle millet olarak kalkınılmasına vesile olup, milletin maddi ve manevi terakkisine vesile olacağına inandığımız partileri de, hiçbir menfaat ve karşılık beklemeden, oy vermek suretiyle desteklemek gerekir.

Yapılan ve yapılagelmekte olan azim eser ve hizmetleri görmezlikten gelmek herhalde hakşinaslık değildir. Zira Cenab-ı Hak bizi geçmişteki o yokluktan, sefaletten kurtardı.

Bu millet Kur’anın ve ezan okumanın yasak olduğu, Kur’ana ve imana hizmet eden kişilerin sürekli takip edilip hapislere atıldığı, ekmeğin karneyle alındığı, köylerde yol, elektrik ve telefonun olmadığı, vefat edenlere kefenin bulunmadığı günleri çok iyi bilir.

O karanlık günlerden bu aydınlık günlere pek kolay gelmedik, bu harika nimetlere kolay nail olmadık. Bunlara şükür lazımdır ki, devam etsin, elimizden çıkmasın. Evet Nimet şükür görmezse elden alınır.

İnşaallah, yakın bir zaman da meydana gelen ve gelmekte olan, zahiren şer gibi görünen üzücü hadiselerin arkasından da büyük hayırlar çıkacaktır. Evet, bizim hoşumuza gitmeyen hadiselerin arkasında büyük hayırlar olabilir.

Nitekim bir ayette mealen şöy­le bu­yur­mak­ta­dır:  “İh­ti­mal ki, hoş­lan­ma­dı­ğı­nız bir şey si­zin iyi­li­ği­ni­ze­dir ve ih­ti­mal ki, sev­di­ği­niz bir­ şey si­zin kö­tü­lü­ğü­nü­ze­dir. Siz bilmezsi­niz, Al­lah bi­lir.” (Bakara Suresi 2/216)

Tarihe not düşmek adına, son olarak şunu da ifade edelim ki; hiç merak etmeyiniz her gelen gün, geçen günlerden daha iyi olacaktır. Üstad hazretlerinin  “Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!…”  müjdesi inşallah tahakkuk edecektir.

Elhasıl: Siyaset de diğer meslekler gibi bir meslek olarak düşünülmelidir. Bir ehl-i ticaretin insanların ihtiyaçlarını yerine getirmek için   çalıştığı  gibi,  bir siyasî parti ve mensupları da memleketin yönetimine talip olmuşlardır, o konuda çalışırlar.  Herkesin kendi iş yerinde durup müşteri celbetmeye çalışması gibi onlar da partilerini kurmuşlar ve faaliyet göstermektedirler.

Siyaset ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgi ve alakası olmayan insanların, kendilerini alakadar etmeyen başka dünyevî meslekleri icra edenlerin işlerine fazla karışmadıkları gibi, siyasî faaliyetlere de aşırı ilgi göstermekle kendi aslî görevlerini ihmalden hassasiyetle kaçınmalıdırlar. Mümkün olduğu kadar, siyasete ve idare işine ve hükûmetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasî olmak zorundadır.

Memleket yönetimiyle ilgili kanaatlerini yahut kendilerince yanlış telakki ettikleri gidişata dair fikirlerini ise yetkililere ya bizzat yahut basın yoluyla, müspet kanallarla iletmekle yetinmelidirler. Bunun ötesine geçtikleri takdirde,  yaptıkları hizmetler büyük zarar görebilir. Evet, Hükûmetin işine karışmayacağız. Zira hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz.

Hasan Tayfur