Etiket arşivi: Selçuk Eskiçubuk

Ölçüsüz Sözler ve Kırıcı Tenkitler

Bir okula veya Üniversiteye kaydolan öğrenci okulun koyduğu şartlara, kurallara uyarsa öğrencilik kimliği devam eder, uymasa sona erer. Bediüzzaman kendisine talebe olmak isteyenler için bunun koşullarını çok basitçe şöyle koymuştur:

Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin. (MEKTUBAT, 26.Mektup)

Bu şartları kabul eden, Risale-i Nurları anlayarak okuyan, okuduklarını kabul eden, oradaki bilgileri özümseyen bu zamanda hakikatli bir alim olabilir. Veya bu cemaatin manevi şahsiyeti bu zamanın alimidir. Bütününü tam anlamasa da anladığı kadarıyla kendini bu cemaatin manevi şahsiyeti içinde görür.

Bu cemaatteki her talebenin kalemi, o manevi şahsiyetin parmakları, her talebenin ağzından çıkan sözler de onun dilidir. Bu nedenle her talebe çok özen göstermelidir, manevi şahsiyete söz getirmemeye dikkat etmeli, kardeşlerini tenkitten uzak durmalıdır. Dünyevi makamı ve sosyal statüsü ne olursa olsun kendini kimseden üstünde görmemelidir. Varsa birbirlerinin eksiğini tamamlamalı ve kusurlarını ise örtmelidir. Yoksa bu davranışları cemaatin manevi şahsiyetini zedeler, kimsenin de buna hakkı yoktur.

Evet Risale-i Nur on beş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi, on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zât tecrübeleriyle şehadet ederler. (K.LAHİKASI)

* Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risale-i Nur şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı mânevînin parmaklarıdır. (LEMALAR, 21.Lema)

* Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir. Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. (LEMALAR, 21.Lema)

Sakın birbirinize tenkid kapısını açmayınız. Tenkid edilecek, kardeşlerinizden hariç dairede çok var. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum; o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telakki ediyorum. Siz de üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Âdeta her biriniz ötekinin faziletlerine naşir olunuz. (Uhuvvet Risalesi, 2.Mebhas)

* Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en tehlikeli ciheti kıskançlıktır. Eğer sırf lillâh için olmazsa, kıskançlık müdahâle eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına haset etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de, bu heyetimizin şahs-ı mânevîsinde, herbiriniz bir duygu, bir âzâ hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilâkis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir. (MEKTUBAT, 29.Mektup)

*Kardeşlerim,

Gaflet ve dünyaperestlikten çıkan dehşetli bir enâniyet bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat-hattâ meşrû bir tarzda dahi olsa-enâniyetten, hodfuruşluktan vazgeçmeleri lâzım olduğundan, Risale-i Nur’un hakikî şakirtleri, buz parçası olan enâniyetlerini şahs-ı mânevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşaallah bu fırtınada sarsılmayacaklar. (LEMALAR, 13.Lema)

Risale-Nur talebeleri bu zamanda çok dikkatli olmalı, sorumlu davranmalıdır. Son zamanlarda basın yoluyla birbirlerine karşı çeşitli kırıcı sözler söyleniyor, şöyle ki :

– “Bu açıklama, Sayın …….’ün tamamen kendi şahsi fikirlerinden ibaret olup, kendisini dahi “Nur talebesi” sıfatıyla temsil etmekten uzaktır”

-“Barla platform’u diye hukuki ve fiziki varlığı olmayan bir hayalete dayanarak bizi tenkid eden…” 

-“…….gibi, varlığı kendinden menkul platformlara dayanarak değil, hakka dayanarak dostlarına tavsiyede bulunmaktadır. Acaba Nur Cemaatinin yüzlerce vakıflarından, İstanbul İlim ve Kültür Vakfı dahil, hangi vakıf bu kardeşimizi tevkil etmiştir?”

Nur talebeleri eleştirilecek şeyler varsa önce doğru eleştirmeyi öğrenmeli, ama eleştiriyi üstüne alıp hatalarını düzeltmeyi de, kabul etmelidir. Kimse hatasız değildir. 

Siyasi kimliği olmayan kişiler eleştiri yaparken; kırıp dökmeden, yumuşak bir yolla, doğru biçimde, kamuoyu önünde basın toplantısı veya facebook üzerinden değil de, mesela siyasi, dini veya ilmi kimliği olan kişilerin mail adreslerine, eleştirilerini yazarak ikaz edebilirler. Siyasi kimliği olan kişiler zaten açıkça tenkitlerini yapıyorlar.

Samimi eleştiriler; konuyu özelleştirmeden, kişiselleştirmeden veya siyasi zemine çekmeden “Risalele-Nur’un hizmet prensiplerini örnek alarak” yapılmalıdır. Yoksa düşmanları sevindireceksiniz. Buna da kimsenin hakkı yoktur.

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Heykeller Ne Anlatıyor?

İnsanlar geçmişte aya, yıldıza, güneşe ve putlara tapmışlar. Mitolojilerde kendi hayallerinde çeşitli tanrılar, tanrıçalar yaratmışlar. Eski Yunanda Mısırda heykeltıraşlık çok gelişmişti. M.Ö. 7.yüzyılda yapılmış birçok heykeller günümüze kadar gelmiştir.

Evet heykeltıraşlık bir sanattır, öyle yabana atılır basit bir sanat da değildir. Heykeltıraşlar; bazı estetik özellikleri bilme ve Geometriden anlama, oranlamaları kurabilme gibi yetenekleri çok gelişmiş insanlardır.

*Nasıl ki, gayet mâhir bir tasvirci ve heykeltraş bir zât, gayet güzel bir çiçekle ve insan cins-i latîfinden gayet güzel bir hasnânın sûret ve heykelini yapmak istese, evvelâ o iki şeyin umumi şekillerini bâzı hatlarla tâyin eder. Şu tâyini, bir tanzim iledir, bir takdîr ile yapıyor. Hendeseye istinâden hudud tâyin ediyor. Şu tanzim ve takdîr, bir hikmet ve ilim ile yapıldığını gösteriyor. Demek, tanzim ve tahdit fiilleri, ilim ve hikmet pergeliyle dönüyor. Öyle ise, tanzim ve tahdit arkasında ilim ve hikmet mânâları hükmediyor. Öyle ise, ilim ve hikmet pergeli, kendini gösterecek.

İşte, kendini gösterdi ki, o hududlar içinde, göz, kulak, burun, yaprak ve incecik püskülcükler gibi şeylerin tasvirine başladı. Şimdi görüyoruz ki, içindeki pergelin harekâtıyla tâyin edilen âzâlar, san’atkârâne ve inâyetkârâne düşüyor. Öyle ise, o ilim ve hikmet pergelini çeviren, arkada sun’ ve inâyet mânâları var; hükmediyorlar ve kendilerini gösterecekler. (SÖZLER, 32.Söz, 3.mevkıf)

Ancak bu sanat; geçmişte çok tanrılı dinlerin etkisinde kalmış, kâinatı mitolojik kişilere, tanrı, tanrıça ve çocukların heykelleri üzerinden hareketle bambaşka bir hüviyet kazanmış ve Putperestliğin sembolleri olmuştur. Bu nedenle İslamiyet heykeltıraşlığı yasaklar. Çünkü evrenin sahibi yalnız Allah’dır ve Uluhiyet kimseyle paylaşılmaz.

Zamanla Devletin gücünü ele geçiren idareciler kendi heykellerini yaptırmışlar, hatta ülkenin her yanına da büyük büyük heykeller diktirmişlerdir. Saddam’ın heykellerinin yıkılışını bütün dünya televizyonlarından seyretti. Şimdi de Ukrayna’dan görüntüler geldi. Son 1 yılda Ukrayna’da Sovyetler Birliği’nin kurucusu Lenin’in 504 heykeli Ukraynalılar tarafından yıkılmış. Şu anda yaklaşık bin 700 Lenin heykeli daha bulunuyormuş. Darısı, onların da başına.

Evet tek parti ideolojilerinin, diktatörlüğün hüküm sürdüğü rejimler bir gün mutlaka yıkılacaktır. Kişiler asla toplumun tümüne zorla sevdirilemez. Televizyonların gösterdiği “baş aşağı yıkılan heykeller” bütün dünyaya bunu haber veriyor. Köleliği, esirliği yıkan insanlık tarihi, zorla insanlara kendini veya ideolojisini dayatanları böylece günü geldiğinde tarihe gömecektir.

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Talebelikten Siyaset Meydanına..

Bir kimse Müslüman olmak istiyorsa kelime-i şehadet getirince yani “Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abdühu ve resulullah” diyerek Müslüman olabilir, başka hiçbir kimseye ihtiyacı yoktur. Ancak Müslüman olduktan sonra yerine getirmekle görevli olduğu şeyler vardır ki bunlar da Namaz kılmak, Oruç tutmak, Zekat vermek ve Hacca gitmek gibi işlerdir.

Mümin olmak için de Allah’ın varlığı ve birliğine, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Ahiret gününe, Kadere ve Hayır ve şerrin Allah’dan geldiğine inanmak gerekir. Gerçek kurtuluşu yakalamak için hem mümin hem de Müslüman olmak gerekir.

Kişi Müslüman olduktan sonra dinini öğrenmek ister, bunun için de çeşitli yollara başvurur. Bir kısmı hafız olmak ister, bu yolda yürür. Kur’an’ı ezberlemek ve onu güzel sesiyle okumak her asırda her hizmetin başında gelir ve her şeye tercih edilir.

*Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizlerin ümidimin pek fevkinde gayret ve faaliyetiniz beni, ahir hayatıma kadar mesrur ve müteşekkir edecek bir mahiyettedir. Bu defa mektubunuzda, “Hıfz-ı Kur’an’a çalışmak ve Risale-i Nur’u yazmak, bu zamanda hangisi takdim edilse daha iyidir?” diye sualinizin cevabı bedihîdir. Çünkü, bu kâinatta ve her asırda en büyük makam Kur’an’ındır. Ve her harfinde, ondan ta binler sevap bulunan Kur’an’ın hıfzı ve kırâati her hizmete mukaddem ve müreccahtır. Fakat, Risale-i Nur dahi o Kur’an-ı Azîmüşşanın hakaik-i imaniyesinin bürhanları, hüccetleri olduğundan ve Kur’an’ın hıfz ve kıraatine vasıta ve vesile ve hakaikini tefsir ve izah olduğu cihetle, Kur’an hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir. (K.LAHİKASI)

Ancak herkesin hafız olması mümkün değildir. Kişinin kendi arzusu ve ezber yeteneği de bu işte önemli rol oynar. Güzel sesli hafızların okuduğu Kur’an herkesi mest eder.

Kur’an’ı dinleyen bir Müslüman, onun ne dediğini de anlamalıdır. Onun tefsirini de okumalıdır. Asırlar boyunca tefsir alimleri tarafından çeşitli tefsirler yazılmıştır. İşte Risale-i Nurlar da Kur’anın imani ayetlerini önceleyerek asrın anlayışına onu detaylı şekilde tefsir eden eserlerdir.

Kur’an tefsirlerinden başka Peygamberin hadisleri de bir müslümanın bilmesi gereken bilgilerdir. Hadis alimleri de bunları açıklar. Bu hadislerin bazılarının anlamı açıktır, herkes anlayabilir ama bazıları da tıpkı Kur’anda olan bazı ayetler gibi “müteşabih” denilen manası çok açık olmayan, gizli olan hadislerdir ki mutlaka bunlar da ilim adamlarınca açıklanmalıdır.

Çünkü bunların yalnızca sözlerine bakarak, hadis olmadığına yüzeysel bir anlayışla karşı çıkılıp, ret edilebilir. Bu konuda bilgisi olmayan insanların kafası karışır, imanına zarar gelir. İşte Risale-i Nurlarda bu tür hadislerin de akla ve mantığa uygun açıklamalarını bulabilirsiniz.

*Âhirzamanda Hazret-i İsa (a.s.) nüzulüne ve Deccalı öldürmesine ait ehâdis-i sahihanın mana-yı hakikîleri anlaşılmadığından, bir kısım zahir ulemalar, o rivayet ve hadislerin zahirine bakıp şüpheye düşmüşler veya sıhhatini inkâr edip, veya hurafevâri bir mana verip, âdeta muhal bir sureti bekler bir tarzda avâm-ı Müslimîne zarar verirler. Mülhidler ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadisleri serrişte ederek hakaik-i İslamiyeye tezyifkârâne bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehâdis-i müteşâbihenin hakiki tevillerini Kur’an feyziyle göstermiş.(K.LAHİKASI)

Bediüzzaman tarafından yazılmış ve adına Risale-i Nur denilen bu kitapların tek parti döneminde yasaklar altında köylerde elle yazılması, tashih edildikten sonra Osmanlı Türkçesiyle çoğaltılması ve dağıtılması çok zorluklar altında olmuştur. İşte Bediüzzaman onları üç gruba ayırır.

Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur.

Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyyen, Sözler’e ve envâr-ı Kur’aniyeye dair olan hizmetimize ciddî tarafdar olsun;ve haksızlığa ve bid’alara ve dalalete kalben tarafdar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın.

Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi işlememektir.

Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.

İşte şu üç tabaka benim üç şahsiyetimle alâkadardır.

Dost, benim şahsî ve zâtî şahsiyetimle münasebetdar olur.

Kardeş, abdiyetim ve ubudiyet noktasındaki şahsiyetimle alâkadar olur.

Talebe ise, Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı cihetinde ve hocalık vazifesindeki şahsiyetimle münasebetdardır. (MEKTUBAT,26.Mektup)

Risale-i Nur talebesi olmak öyle kolay iş değildir. O günün şartlarında devletin takibi vardır, yakalanıp hapse atılma korkusu vardır. Bugünün koşullarında da kolay değildir, eleğin üstünde kalmak. Enaniyetini bu havuzda eritmek, şahsını geride tutmak, Risale-i Nurları hep öne sürmek. Bu yolda ölünceye kadar sebat etmek ve sadık kalmak zor iştir.

* Risale-i Nur’a intisap eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak ve yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, “Risale-i Nur talebesi” ünvanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmi dört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı dualarımda ve manevi kazançlarımda hissedar olmakla beraber, benim gibi dua eden kıymettar binler kardeşlerin ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur. (K.LAHİKASI)

Günümüzde kendine Risale-i Nur talebesi diyen veya kamuoyu tarafından öyle bilinen insanlar, eğer yukarıdaki tariflere uyuyorsa öyledirler. Başlangıçta talebe olmuş insanlar zamanla bu kriterlerin dışına çıkmışsa, kendi cemaatini kurmuşsa ve kendi kitaplarını basıp yayınlamışsa, ağızlarından Bediüzzaman’ın görüşleri açıkça anlatılmıyorsa onlar artık başka bir cemaat olmuşlardır. Ehl-i Sünnet yolunda olanlar hak yoldadırlar ama Risale-i Nur talebesi değillerdir.

Has talebeleri İman hakikatlerini bırakıp geniş daireye, Risale-i Nur adına siyasete girmezler. Zalimlerin satranç oyunlarında piyon olmazlar. Filistin’deki zulme susmazlar, İsrail’i otorite kabul etmezler. Ülkesini asla terk etmezler. Büyük devletlerin uzun vadeli politikalarına alet olmazlar, onlara diyet borçları da olmaz.

… bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi’ olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere, bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında, imanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bu tarzda; yani hiç bir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’an dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inadçı dalaleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin. Bu kanaat da bu zamanda, bu şerait dâhilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî, dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir. (T.HAYAT)

Talebelerinden Hicaz’a gitmek isteyen Said Özdemir’e söyledikleri bugün için de geçerliliğini korumuyor mu?

Kardeşim, ben orada olsam buraya gelirdim. Alem-i İslâm kapısının kilidi Türkiye’dir. Bu kilit bu kapıyı Âlem-i İslâm üzerine açar. Kat’iyen buradan gitmek için izin yok” (Nur.gen.tr.)

“Biz, imanı kurtarmak ve Kur’ana hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünki en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara mübtela olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmağa Kur’andan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz. (E. LAHİKASI-1)

*Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan hakaik-i imaniyenin vazifesi içinde iken zalimlerin satranç oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini onlarla bulaştırmamak gerektir.

Cenab-ı Hak, bize, nur ve nuranî vazifeyi vermiş, onlara da zulümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin zararına bakmaya tenezzül etmek hatadır. Bize ve merakımıza, dairemiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envar-ı imaniye kâfi ve vâfidir. (K.LAHİKASI)

*Risale-i Nur, kendi sadık ve sebatkar şakirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden tam ve halis bir sadakat ve daimi ve sarsılmaz bir sebat ister. (K.LAHİKASI)

Nur talebelerinin yollarında uyacakları kurallar bellidir. Onun kurallarını Bediüzzaman hayatta iken koymuştur. En önemli birinci kural; “hükümetin işine karışmamaktır”. Divan-ı Harbi Örfide yargılanırken ne söylemişse tek parti dönemindeki tavrı da odur, çok partili dönemde de odur.

…husumete vaktimiz yoktur. Hükümetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükümeti bilmiyoruz. (DİVAN-I HARB-İ ÖRFİ)”

Kim istiyorsa kendi adına veya cemaati adına parti kurabilir, siyasete girebilir. Ama dünya alem bilsin ki bu yol Bediüzzaman’ın yolu değildir.

Bir söz var ya “tak sepeti koluna herkes kendi yoluna”. Cemaatler de alsın kendi yazdıkları kitapları ellerine, kendi gazete ve televizyonlarını da arkalarına ve açıkça düşsünler artık siyaset meydanına. İşte geliyor 2015 er meydanı…

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Risale-i Nur Penceresinden “Vahiy Nedir?, İlham ve İstihraç Nedir?”

Bilim adamlarının, sanatçıların veya din adamlarının kendi alanlarında yazılan, çizilen ve ortaya konan her türlü esere karşı eleştirel yaklaşmaları, onların sahip oldukları bilgi adına kullanabilecekleri bir haktır. Ancak bu hakkı kullanırken uymak zorunda oldukları temel kurallardan bir tanesi “kaynağın aslına bakmaktır”. Başka kaynaklardan alıntılarla o eser sahibi eleştirilemez.

Bu eleştiri bir din adamı tarafından başka bir din alimi ve onun eserleri hakkında yapılacaksa konu daha da hassastır. Kur’an ve Hadis’e uymayan bilgiler tabi ki eleştirilecektir. Ama Kur’an ve Hadislerden süzülmüş eserlere ise böyle yaklaşmak bir zulümdür. Kaynağından bilgi almadan, başka eserlerden nakille veya şahsi yorumlarıyla yapılan eleştiriler isteyerek veya istemeyerek karşı tarafın müntesiplerini de incitir. Sonra kendisi de incinir. Bu türlü eleştiriler bumerang etkisi yapar.

Son günlerde Risale-i Nurlar, Bediüzzaman ve Nur talebeleri hakkında yazılan asılsız suçlamalar üzerine birçok kişi tarafından cevaplar verildi. Biz de “Vahiy, ilham, sünühat ve istihraç nedir?”  ve “Risale-i Nurlar’ın bu konularla ilişkisi nedir? diye  detaylı bir cevap vermek için aslına müracaatla konuya  yaklaşım getirdik. Bediüzzaman bunları kendi dilinden kendi kitaplarında nasıl anlatmıştır, onları gündeme taşıdık.

Evliyalara ve hatta Allah dostlarına ilham kapıları bazen açılabilir. Tarihte bunun çok örnekleri vardır. Ancak Peygamberlere gelen vahyi, diğer insanlara gelen ilham ile karıştırmamak lazımdır. İnsanların sözleri ayet değildir, ilhamla kalplere gelen kelimelerdir. Peygamberlere vahiy dışında ilham da gelir.

Küçük büyük her cam parçasında yansımaları görülen güneş, ışınları ile her parlak parçacıkta vardır ama onların hiçbiri güneş değildir. Vahiyle gelen ayetler güneşin bizzat kendisidir. İlhamla gelen sözler her cam parçasındaki güneş ışıkları gibidir.

İlhamı, vahyi ve sünühatı eserlerinde bu kadar açıkça ifade etmiş, Risale-i Nurların vahiy değil ilham ve sünühat olduklarını açıkça yazmış bir din adamına, Bediüzzaman’a ve onun müntesiplerine basın yayın yoluyla iftira boyutuna varan ifadeler kullanmak asla eleştiri değildir. Bu konuda yanlış fikir beyan eden insanlar ne kadar alim olsalar da hakperest değillerse ilimin verdiği enaniyetle “Yalnız hak benim söylediklerimdir”  anlamına gelecek olan susmalar gösterirler veya açıkça özür dilemekten kaçınırlar. Yazı bir kere kaleminden çıktıktan sonra yanlışı düzeltmek adına yapılacaklar ise artık nefse zor gelir.

Bu konuda yanlış beyanda bulunan kim olursa olsun, isterse asrın en büyük alimi olsun, Kur’an ve hadislere aykırı ifade içinde olanlara her asırda Kur’an’ın parlak bir tefsiri olan Risale-i Nurdan ders alan en avam bir talebe dahi şöyle cevap verebilir, şeyhini irşad eden müridler gibi hakikati haykırabilir:

“Eğer desen: “Sen necisin, bu meşâhire karşı meydana çıkıyorsun? Sen, bir sinek gibi olup da kartalların uçmalarına karışıyorsun.” Ben de derim ki, “Kur’ân gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalâletâlûd felsefenin ve evhamâlûd aklın şâkirdleri olan o kartallara hakikat ve mârifet yolunda sinek kanadı kadar da kıymet vermeye mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi, benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları gark eden madde ayağımı da ıslatamadı. Evet, büyük bir padişahın onun kanununu ve evâmirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir şâhın büyük bir müşirinden daha büyük işler görebilir.”(SÖZLER, 30.Söz)

Risale-i Nurlarda bu konunun cevapları vardır, basit bir araştırma yapan birisi internet üzerinden bile bu bilgilere ulaşabilir. Ayrıca kütüphaneye gitme veya kitap alma zahmetine bile katlanmadan böyle asılsız şeyler de yazmayabilirdi.

İşte bu konuda Risale-i Nurlarda yer alan sözler:

*RİSALE-İ NUR VAHİY DEĞİL, İLHAM VE İSTİHRAÇTIR (ŞUALAR, 1.ŞUA)

*Sonra baktım ki, o zulmetler içinde bana yardım eden o nurlar, Kur’ân güneşinden ilham edilen misbah ve kandillerdi. (M.NURİYE, Katre)

*Risale-i Nur ise, Kur’ân-ı Hakîmin tefsiridir, mânâsıdır.”Hemen herkesin dediği gibi “Hatırıma geldi,” yahut “Fikrime geldi,” yahut “Fikrime ihtar edildi” gibi tabirleri herkes istimal ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki: “Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünuhat kabilinden” demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür. Eğer vukufsuz ehl-i vukufun verdiği mânâ ilham da olsa, hayvanattan tut, tâ melâikelere, tâ insanlara, tâ herkese bir nevi ilhama ve sünuhata mazhar oldukları, ehl-i fen ve ehl-i ilim ittifak etmişler. Buna suç diyen, ilim ve fenni inkâr etmek lâzım gelir. (E.LAHİKASI)

*Birden hatıra geldi ki: Bu üç farkın sırrı ise Risaletü’n-Nur’un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil, belki ekseriyetle Kur’ân’ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı Kur’âniyedir. (S.T.GAYBİ, 1.Şua)

*Hakaika dair mesailde, külliyatları ve bazan da tafsilatları sünûhat-ı ilhamiye nevinden olduğundan, hemen umûmiyetle şüphesizdir, katîdir…(T.HAYAT)

*İşte, iki inkılâp beni iki telif-i müşevveşe mecbur etti; iki rıhlet dahi, iki kitabı ilhâm ettirdi. (MÜNAZARAT)

*herbir asır bir his ve bir tesiri karıştırıp birinci eserimi ilhâm eden Temmuz’un inkılâb-ı mesudunun teşvikiyle (MÜNAZARAT)

*ne vakit Cenâb-ı Hakkın rahmetinden kalbe sünuhat gelse, tedricen size yazılır. (29.MEKTUP)

*Birşey tamamıyla elde edilemediği takdirde o şeyi tamamıyla terketmek caiz değildir” kaidesine binaen, acz ve kusurumla beraber, Kur’an’ın bazı hakikatleriyle, nazmındaki i’cazına dair bazı işaretleri tek başıma kaydetmeye başladım. Fakat, Birinci Harb-i Umuminin patlamasıyla Erzurum’un, Şasinler’in dağ ve derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat buldukça, kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o dehşetli ve muhtelif hallerde yazıyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde müracaat edilecek tefsirlerin, kitapların bulunması mümkün olmadığından, yazdıklarım, yalnız sünuhat-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünuhatım eğer tefsirlere muvafık ise, nurun ala nur; şayet muhalif cihetleri varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir.

Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır; fakat hatt-ı harpte, büyük bir ihlasla, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir; çünkü o zamandaki ihlas ve hulusu şimdi bulamıyorum.(İ.İCAZ)

*Maatteessüf şimdilik sünuhattan başka ilmî mesâille iştigalime mâni bazı haller var. Onun için, sualinize göre cevap veremiyorum. Eğer sünuhat-ı kalbiye olsa, bilmecburiye meşgul oluyorum. Bazı sualler sünuhata tevafuk ettiği için cevap verilir; gücenmeyiniz. Onun için, herbir sualinize lâyıkınca cevap veremiyorum. (LEMALAR, 14.Lema)

*Risale-i Nur’un mesâili, ilimle, fikirle, niyetle ve kastî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlakayla sünuhat, zuhurat, ihtarât ile oluyor. (K.LAHİKASI)

*enbiyâya gelen vahyin ekseri, melek vâsıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri, vâsıtasız olduğunu anlarsın. Hem, en büyük bir velî, hiçbir nebînin derecesine yetişmediğinin sırrını anlarsın. (SÖZLER, 12.Söz)

*Kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î mânâları “kelâmullah” tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulyâ-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, balarısının ve hayvânâtın ilhâmâtından tut, tâ avâm-ı nâsın ve havâss-ı beşeriyenin ilhâmâtına kadar ve avâm-ı melâikenin ilhâmâtından tâ havâss-ı kerrûbiyyûnun ilhâmâtına kadar bütün ilhâmat, bir nevi kelimât-ı Rabbâniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre, kelâm-ı Rabbânî, yetmiş bin perdede telemmu eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbânîdir.

Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i has ve onun en bâhir misal-i müşahhası olan Kur’ân’ın nücumlarına ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhâmâta verilmesi, hata-yı mahzdır. On İkinci ve Yirmi Beşinci ve Otuz Birinci Sözlerde beyan ve ispat edildiği gibi, elimizdeki boyalı aynada görünen küçük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semâdaki güneşe ne nispeti varsa; öyle de, o müddeîlerin kalbindeki ilham dahi, doğrudan doğruya kelâm-ı İlâhî olan Kur’ân güneşinin âyetlerine nispeti o derecededir. Evet, herbir aynada görünen güneşin misalleri güneşindir ve onunla münasebettar denilse haktır; fakat o güneşçiklerin aynasına küre-i arz takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz! (MEKTUBAT, 29.Mektup)

*Sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir; fakat iki fark vardır.

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike vasıtasıyla; ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.

Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.

İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.

Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. (ŞUALAR, 7.Şua)

İnsanlar arasından çıkan Allah’ın elçileri için durum farklıdır. Mesela Peygamberimiz hem vahiy hem de ilham yoluyla bilgilenerek sözler söylemiştir. Kur’anın sözleri vahye, bazı hadisler de ilhama dayanır.

*Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır:

Biri vahy-i sarihîdir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur: Kur’ân ve bazı ehâdis-i kudsiye gibi.

İkinci kısım, vahy-i zımnîdir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasvirâtı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hadiseyi tafsil ve tasvirde, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bazen yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasvirâtı ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder, veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder. (MEKTUBAT, 19.Mektup)

*vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise, semere-i vahiy olan âdâb-ı şer’iye, o derece, semere-i ilham olan âdâb-ı tarikatten yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarikatin en mühim esası, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmektir. (MEKTUBAT, 29.Mektup)

Velhasıl Risale-i Nur’lar Vahiy değil, İLHAMDIR, İSTİHRAÇDIR VE SÜNÜHATTIR.

Dr.Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Bazı İnsanlar Neden Özürlü Doğar?

İnsan vücudu, Yaratıcının sanatı için bir model olmuştur. O; vücut adı verilen elbiseyi keser, biçer, diker ve sanatını gösterir. Esma-ül Hüsna’dan yetmişten fazla “Güzel isim”in bütün ifadeleri ve yansımalarıyla bazı subuti sıfatlarını da insan üzerinde görebiliriz. Mesela Hayat, İlim, İrade, Kudret, İşitme, Görme, Konuşma ve Yaratma gibi özelliklerinden bir parça da yarattığı insanın içine koymuştur.

İnsan; bir ressamın tablosundaki şekiller, çizgiler ve renklerin özgün karışımı gibidir. O; dünyada en ünlü bir heykeltıraşın elinde yonttuğu en kıymetli eserinden daha kıymetlidir. Çünkü o, canlıdır, duyguları vardır, devamlı değişim ve gelişim içindedir ve o, ilahi bir sanat eseridir. Sanatkârının her birini tek ve özel yarattığı eserleridir. Yetmişten fazla güzel ismini kendisinde yansıttığı bir varlıktır o.

*insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyâde esmâ vardır. Meselâ, yaratılışından Sâni’, Hâlık ismini ve hüsn-ü takvîminden Rahmân ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Latîf isimlerini ve hâkezâ, bütün âzâ ve âlâtı ile, cihazât ve cevârihi ile, letâif ve mâneviyâtı ile, havâss ve hissiyâtı ile ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek, nasıl esmâda bir İsm-i âzam var; öyle de, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.

Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa, hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimâli var. (SÖZLER, 33.Söz)

Dünyaya gelen bazı bebekler, doğuştan eksik organlarla doğarlar veya normal dışı yapısal bozukluklar gösterirler. Mesela insanların iki gözü olmakla beraber bazıları ama, bazıları da işitme engelli veya başka bir hastalıkla doğabilirler.

Yüce Yaratan; bilim insanlarından ancak mikroskoplarla görülebilen, ve okunabilen 4 harfli(S,T,A ve G), bir alfabeyle yazdığı DNA kitapçığı içindeki sırlarla dolu ilahi mektuplarını, okumasını ve onlardan hastalıkların sebeplerini bulmak ve onlardan kaçınmak için tedbirler almalarını beklemektedir. 1 gram DNA molekülü, 1 trilyon CD’ye eş değerde bilgiyi saklayabilmektedir.

O mektupların yazarı, “Oku” emriyle bütün insanlara yeryüzüne halife veya ustabaşı olma kapısını açmıştır. Mektupları kim ne kadar okursa, sırlar da ona o kadar açılacaktır. Ve bu okumalar sonunda insan, kimi zaman bir ustabaşı kimi zaman da bir halife olabilir. İlahi iznin verildiği sınırlara kadar bu konuda elde edilecek dereceler için bilimsel çalışmalar yapmak, bilim adamlarına dinin bir emridir.

bu küçücük insan, câmiiyet-i fıtrat itibâriyle şu mevcudât içinde bir ustabaşı (SÖZLER, 10.Söz)

* bu kâinatın hikmet-i hilkati ve büyük neticesi ve kıymetli meyvesi ve arzın halîfesi olduğunu fenleriyle, san’atlarıyla gösteren (SÖZLER, 10.Söz)

Mesela doğuştan işitme engellilere 3 yaşından önce takılan biyonik kulak, böyle bir çalışmanın ürünüdür. O, kulağın işitme görevinin sırları öğrenilerek geliştirilmiş bir cihazdır. Bugün için biraz kaba görünümlü olsa da ilerde daha estetikleri yapılabilir. Böbrek yetmezliği olan hastaların girdiği diyaliz makinesi de böyle bir çalışmanın örneğidir.

Doğuştan çeşitli özürlü olma oranı her bin doğumdan ancak kırkıdır. Bunun 5-8 tanesi kalp hastası, 1.5-6 sı işitme engellidir. Görme engellilerin oranı ise her on bin doğumda 1-6 dır. Down sendromu ise binde bir oranındadır.

Bu gün için doğumsal rahatsızlıkların nedenleri şöyle sıralanabilir: Sebebi bilinmeyenler %60, birden fazla nedene bağlı olanlar, %20, Tek gene bağlı olanlar %7,5, kromozoma bağı nedenler %6, Annede mevcut bazı kalıcı hastalıklar %3, Hamileyken yakalanılan bazı enfeksiyonlar %2, Annenin hamileyken aldığı bazı ilaçlar, x-ışını ve alkol %1,5.

Hastalıklara yakalanmamak için, bilinen bu nedenlerden uzak durulmalıdır. Böyle bir durumla karşılaşıldığı zaman nasıl davranmak gerekir? Her organın kendine ait kulluk görevleri vardır, mesela âmâlar gözün yapmak durumunda olduğu ibadetlerden muaftırlar. Felçli olanlar namazdaki secde gibi bazı hareketlerden sorumlu değildirler. Onların hakkı verilen diğer organlar için şükür ve hamd etmektir. Bir gözü olan iki gözü olmayan âmâlara bakıp şükretmeli. İki gözü olmayanlar ise niçin iki gözüm yok dememeli, verilen diğer organlara bakıp yine de şükretmelidirler.

Doğuştan gelen engelliler arasında üstün yetenekli, zeki çok insanlar çıkmıştır. Ama insanlar arasından güzel resim yapan nice ünlü ressamlar, müzisyenler, bedensel özürlüler arasından nice olimpiyat şampiyonu sporcular çıkmaktadır. Bir organın eksikliği, onları eksik bir insan yapmaz. Bu konuda binlerce örnek vardır, birkaç tanesinden bahsedelim:

Helen Keller, doğuştan görme, işitme ve görme engellidir ama 10 kitap yazmıştır.

Braille ise görme engellidir ve kendi adıyla anılan kabartma harflerden yapılmış kendi icadı alfabeyle bütün âmâların okumasını sağlamıştır.

Doğuştan görme engelli Eşref Armağan ise, görmediği nesnelerin maket modellerine parmak uçlarıyla dokunarak ve hayal duygusunu kullanarak başarıyla onları resme aktarır.

* Bir gözün yoksa, iki gözü de olmayan âmâlara bak, Allah’a şükret. (LEMALAR, 25.Lema)

* Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü’l-Vücuda karşı hakları yoktur ve hak dâvâ edemezler. Belki hakları daima şükür ve hamd ile, verdiği vücut mertebelerinin hakkını edâ etmektir. Çünkü verilen bütün vücut mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz. (MEKTUBAT, 24.Mektup)

* Ey gözüne perde gelen hasta! Eğer ehl-i imanın gözüne gelen perdenin altında nasıl bir nur ve mânevî bir göz olduğunu bilsen, ‘Yüz bin şükür Rabb-i Rahîmime’ dersin. (…) Evet, bir mü’min, gözüne perde çekilse ve gözü kapalı kabre girse, derecesine göre, ehl-i kuburdan [kabir ehlinden] çok ziyade o âlem-i nuru temâşâ edebilir. 1 Bu dünyada nasıl çok şeyleri biz görüyoruz, kör olan mü’minler görmüyorlar. Kabirde o körler, imanla gitmişse, o derece ehl-i kuburdan ziyade görür. En uzak gösteren dürbünlerle bakar nevinde, kabrinde, derecesine göre, Cennet bağlarını sinema gibi görüp temâşâ ederler.

İşte böyle gayet nurlu ve toprak altında iken göklerin üstündeki Cenneti görecek ve seyredecek bir gözü, bu gözündeki perde altında, şükürle, sabırla bulabilirsin. İşte o perdeyi senin gözünden kaldıracak, o gözle seni baktıracak göz hekimi, Kur’ân-ı Hakîm’dir.(LEMALAR, 25.Lema)

Doğuştan özürlü doğan bir çocuğun bakımı zor diye ailesi onu ölüme terk edebilir mi? Veya tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalanan kişi, kendi isteğiyle hayatına son verebilir mi? Toplumda bazı kişilerin aklına böyle fikirler gelebilir. Ancak insan hayatı İslamiyet açısından çok önemlidir, cana kıymak hakkı kimseye verilmemiştir. Ne toplum için feda edilebilir ne de kişi, kendi kendine hayatına son verebilir. İslam’da ötenazi yoktur. Toplumun güvenliği için birey de feda edilemez. Bazı olağanüstü hallerde birey kendisi razı olmuşsa o başka, razı olmadan asla olmaz. Toplumu idare edenler bireyin ölmesine asla karar veremezler.

Kur’an bu konuda insanları uyarıyor:

Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide, 32.)

Her gün vücudumuzda çeşitli nedenlerle yoldan çıkmış hücreler oluşur. Bağışıklık sistemimiz bunları tanımak ve onları yok etmekle görevlendirilmişlerdir. Mesela kanser hücreleri gibi bazı hücrelerin artık onarılmaları mümkün değilse ve çoğalmaları vücuda zarar verecekse, onların bir çeşit hücresel intihar olan “Apopitosis” adı verilen bir yolla ölümlerine izin verilir, yani onlara günlük kanser temizliğiyle ortadan kaldırılır. Ve Sonbaharda ağaçtan düşen yapraklar gibi, o hastalıklı hücreler, planlı bir hücre intiharıyla yok ettirilir. Eğer bu sistem yaratılmasaydı veya baskılansaydı dünyada kanserden ölen insanların sayısı doğanlardan fazla olurdu.

İslam’da bir insanın canına kıymak yoktur, ancak her gün insan vücudunda normalde binlerce hücre öldürülür ve binlercesi de yeniden yaratılır. Allah bazı canlıların dünyaya gelmesini istemezse, düşük ile bazı hayatlara son da verebilir. Ama insanlara böyle bir hak verilmemiştir. Toplum menfaati için özürlü bir bireyin yaşam hakkı da feda edilemez.

*Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki “Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide, 32.) ayetin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.

Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür. (MEKUBAT, 15.Mektup)

Dr.Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org