Etiket arşivi: Selçuk Eskiçubuk

Şakayık (Şiir)

Semaya kaldırdım ellerimi

açtım gönül bahçemin kapısını

bir tek taş, düştü kısmetime

nereden bileydim ki

o da Göktaşı çıktı, oldu bahçem harap

buymuş demek talihim, küsmedim kadere

bana sabır düştü, bekledim 

Ot bile bitmez artık derken, bahçemde

bu kez, bir şakayık açtı

bir de yanında tomurcuk

yarımdım, oldum artık ben bir bütün

şakayığım, gelincik çiçeğim benim       

       ( ‘İnnema’n-nisa’ şakayık’ur -rical’: Şüphesiz kadın, erkeğin şakayığıdır.)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Bediüzzaman’ın Gözünden Dünya Savaşları ve Osmanlı’nın Katılma Nedeni

Bundan yüzyıl önce Alman savaş gemileri Goben ve Breslav Osmanlı devletine sığınır. Adları Yavuz ve Midilli olarak değiştirilir ve bu gemiler Alman Amiral Souchon (Şuson) komutasında Karadeniz’e açılırlar. Bu iki gemi Rusya’nın Sivastopol ile Odessa limanlarını bombalayınca Rusya da Osmanlı Devleti’ne savaş ilan eder (31 Ekim 1914). Kısa bir süre sonra da Rusya ile müttefik olan İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmiştir (5 Kasım 1914). Kendini birden savaşın içinde bulan Osmanlı Devleti de bu üç devlete savaş ilan eder (11 Kasım 1914). Böylece bundan 100 yıl önce Osmanlı Devleti 1.Dünya savaşına katılır.

Bu savaşta binlerce masum insan, kadın çoluk çocuk, asker “vatan için millet için” denilerek öldürülür. Bu sözler, savaşan milletler için bir anayasa kuralı olmuştur. Bu sözün bir sınırı olmadığı, ucu açık olduğu için de suiistimallere yol açmıştır. Kişisel kinler, kamu menfaatini perde yapar, bir cani yüzünden çok masumlar öldürülür.

Savaşın doğrudan açtığı ölümler yaklaşık 5 milyonu İtilaf Devletleri’nden olmak üzere, 8.5 milyona ulaşır. Ayrıca 21 milyon sivil yaralandı. Bunlara ek olarak dünyanın değişik bölgelerinde, savaş yüzünden çıkan hastalıklardan ve kıtlıktan 20 milyona yakın insan öldüğü söyleniyor.

Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı Devleti 2.850.000 kişiyi silah altına alındığı ifade ediliyor. Yararlanabildiği nüfusu o tarihte 15 milyon kadar olduğuna göre, bu sayı yaklaşık beşte bir oluyordu. Bu büyük savaşta 325.000 şehit 400.000 yaralı 250.000 esir verilmişti. Salgın hastalıklardan ölenler ve göçler sırasında Türk halkındaki kayıplar toplanınca Türkiye’nin savaş kayıpları milyonla belirtilir.

Bediüzzaman iki Dünya savaşında da yapılan yanlışlığın temelindeki dayanağı şöyle anlatır:

*Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi olan, “Selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için herşey feda edilir” diye, bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun su-i istimalinden neş’et ettiğini kat’iyen bildim. Bu kanun-u esasî-yi beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok su-i istimale yol açmış. İki Harb-i Umumî, bu gaddar kanun-u esasînin su-i istimalinden çıkıp bin sene beşerin terakkiyatını zîr ü zeber ettiği gibi, on câni yüzünden doksan mâsumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir câni yüzünden bir kasabayı harap etti. Risale-i Nur bu hakikati bazı mecmua ve müdafaatta ispat ettiği için onlara havale ediyorum.

İşte, beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine karşı, Arş-ı Âzamdan gelen Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyandaki bu gelen kanun-u esasîyi buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor:

1 – Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez. (En’âm, 164; İsrâ, 15; Fâtır, 18; Zümer, 7)

2 – Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. (Maide, 32.) (TARİHÇE-İ HAYAT)

Osmanlı devleti bu savaşa bilinen tarihi nedenler dışında niçin girmiştir, kader niçin buna fetva vermiştir sorusuna şöyle cevap verir:

* Tekrar biri sordu:

 “Musibet, cinayetin neticesi, mükafatın mukaddemesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musîbet-i amme ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükafatınız nedir?”

Dedim:
“Mukaddemesi üç mühim erkan-ı İslamiyedeki ihmalimizdir: salat, savm, zekat. Zîra, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Halık Teala bizden istedi; tenbellik ettik. Beş sene, yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile, bir nevî namaz kıldırdı. Hem, senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi; nefsimize acıdık. Keffareten, beş sene oruç tutturdu. “On’dan, ya “kırk”tan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekat istedi; buhl ettik, zulmettik; O da bizden müterakim zekatı aldı.”EL CEZAU MİN CİNSİL AMEL”

“Mükafat-ı hazıramız ise; fasık, günahkar bir milletten, hums olan dört milyonu velayet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatadan neş’et eden müşterek musîbet, mazi günahını sildi.” (TARİHÇE-İ HAYAT)

Bu açıklamadan anlıyoruz ki 20.yüzyılın başında Osmanlı toplumunda yozlaşma baş göstermiş, dışarıdan bakıldığında bir İslam devleti görülürken “Namaz, Oruç ve Zekat” gibi temel ibadetlerde insanlar tembelik etmişler. Bunun da bedelini 5 yıl boyunca cephelerde açlık çekerek yerlerde sürünerek, fakirlik çekerek ödemişler. Ama sonunda cezalarını çekmişler günahkar bu milletten 4 milyon veli, gazi ve şehit doğmuştur.

Bu savaş sonunda Osmanlı da müttefikleriyle beraber savaşı kaybeder. Bu savaşın kazanan tarafında olsaydık durumumuz ne olurdu sorusuna da Bediüzzaman şöyle cevap verir:

“Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevkî ediyor. Zîra, beşer esir olmak istemediği gibi, ecir olmak da istemez. Galip olsa idik, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedîdane kapılacak idik. Halbuki, o cereyan hem zalimane, hem tabiat-ı alem-i İslama münafi, hem ehl-i îmanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona yapışsa idik, alem-i İslamı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecek idik.

“Şu medeniyet-i habîse ki; biz ondan yalnız zarar gördük ve nazar-ı Şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden, maslahat-ı beşer fetvasıyla mensûh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar; manen vahşî bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte edecek idik.” (TARİHÇE-İ HAYAT)

Yaşanmış bu yenilgiye rağmen  Bediüzzaman gelecekten ümitlidir, hiç ümitsizliğe kapılmaz ve şöyle haykırır:

“Evet, ümitvar olunuz; şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslamın sadası olacaktır!”

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Bediüzzaman’ın Penceresinden “GÖZ”

Göz; vücut gömleğinin süslerinden, bize verilen ilahi hediyelerden önemli bir parçadır. Görmek için göz, anlamak için akıl gerekir. Başımızın önündeki bir çift göz, insanı dış dünyaya açan birer penceredir. Göz, kâinattaki farklı güzelliklere, gözün farkını ortaya koyarak bakabilmek için verilmiştir.

*gözümüzle görüyoruz ve aklımızla anlıyoruz” (A.MUSA)

İnsan gözü 10 milyon rengi, ayırt etme özelliğine sahiptir. Beynimize gelen bilgilerin % 83’lik kısmı görme organımız aracılığı ile gerçekleştirilir. Görmek için önce ışık sonra da onun yansıyıp gözümüze gelmesi gerekir. Görünür ışık, insan gözü tarafından algılanabilen elektromanyetik bir dalgadır ve dalga boyu 400-700 nm dir. Bu aralığın dışını ise gözümüz göremez. Gözümüzün önüne bir şey gelse sinek kanadı gibi bir şey, dağ gibi kocaman şeyleri göremeyiz.  Bazı ışıklar ise göze zarar verir. Kur’an “Şimşeğin parıltısı ise neredeyse gözleri alıverir.” (Nur,43) ayetiyle onlardan haber veriyor.

*Sâni-i Zülcelâl, Fâtır-ı Bîmisâl, zîhayata göz, kulak, akıl, kalp gibi havâs ve letâif ile murassâ olarak giydirdiği vücud gömleğini (SÖZLER,26.Söz)

*her zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyâresine kadar bir sâniyede çıkar.  (SÖZLER,31.Söz)

*Kamer, nuru çekildikçe vücudunu kaybettiği gibi, nursuz çok küreler, mahlûklar, gözümüzün önünde olup göremiyoruz. (MEKTUBAT, 1.Mektup)

*göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba, o yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse, o koca kitap birden her bir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. (LEMALAR, 26.Lema)

*Hem perde-i gayb içindeki âlem-i âhirete ait menzilleri dünya gözümüzle görmek ve göstermek için, ya kâinatı küçültüp iki vilâyet derecesine getirmeli, veyahut gözümüzü büyütüp yıldızlar gibi gözlerimiz olmalı ki, yerlerini görüp tayin edelim. -Gerçek bilgi Allah katındadır – , Ahiret âlemine ait menziller bu dünyevî gözümüzle görülmez. (MEKTUBAT,1.Mektup)

*Cudi Dağını gözün rüyetinden men eden sineğin kanadı gibi (İ.İCAZ)

İşitme siniri yaklaşık 30 bin lif içerirken, görme siniri 1 milyondan fazla lif içermektedir.Gözlerden gelen elektrik sinyalleri beynin arka kabuğunda yer alan birincil görme alanına ulaşır. Aslında gören göz değil, beyindir.

İnsan gözü bir tasarım ürünüdür, onu tasarlayan zat onu en ince noktalarını bilir öyle yaratır. İnsanın göz gibi organa şiddetle ihtiyacı vardır. İnsandan başka hayvanlarda da göz bulunur. Göz ikidir fakat tek görür. Erişkinlerde şaşılık meydana gelmişse o zaman çift görme olur. Göz muhtelif tabakalardan meydana getirilmiş bir organdır. Beden içinde belli bir yeri ve büyüklüğü vardır ve orantılıdır. Alt ve üst göz kapakları vardır. Genel de siyah ve iri gözler insanlara daha güzel gelir.            

*gözü veren Zat, hem gözü görür, hem ince bir mânâ olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. (ŞUALAR, 2.Şua)

*Bir nimetin umumî ve herkese şâmil olması, kıymetinin azlığına ve ehemmiyetsizliğine delâlet etmez. Ve o nimetin bir kasıt ve iradeden gelmemesine emâre olamaz. Meselâ, göz nimetinin bütün hayvanlarda bulunması, senin göze olan şiddet-i ihtiyacını tahfif etmediği gibi, gözün kıymetini tenkis etmeye de sebep olamaz. (M.NURİYE, Z. Hubab)

*başta iki göz gibi, iki bakar bir görür. (K.LAHİKASI)

*başında iki göz gibidir; zahiren ikidir, fakat bir görürler. Ahvel (şaşı) gözlü, iki görür.(K.LAHİKASI)

*göz, burun gibi bir âzâ ne kadar güzel olursa, hattâ altından olursa, haddinden büyük olduğu halde sureti çirkin eder. (MUHAKEMAT)

*göz hadekasının perdelerine (ŞUALAR, 7.Şua)

*Siyah gözlüyü güzel gördüm (BEYANAT VE TENVİRLER)

Bu organın ilahi tasarım ürünü olduğunu kabul etmeyip “Herşey kendi kendine teşekkül etmiştir.” denecek olursa “insanı teşkil eden zerrelerin herbirisinde hem insanın içini, hem kâinatı görecek, bilecek bir göz, bir ilim ve sair sıfât-ı lâzimenin bulunması lâzımdır.”(M.NURİYE, Z.Zeyl). O da imkânsızdır

            İnsandaki iki adet göz küresi, ilk bakışta beyaz bir bölüm ile ortada renkli bir bölümden meydana gelmiştir. Her iki gözde göz kapakları vardır. Bir de gözün iki kenarında gözyaşı bezleri yerleştirilmiştir. Göz kapakları kapanırsa görme gerçekleşemez. Ayrıca bir görevi de gözü temizlemektir.

Renkli bölümün ortasından delikten ışık girer, görme işlemi başlar. Beyaz kısmın ise görmeyle ilgili bir görevi yoktur. Gözün görünen bu bölümünde çok sinir uçları vardır, en ufak bir tozdan etkilenir. Gözler önündeki onca gerçekleri göremeyen, gaflette olan, dalalete batan insanların gözleri sanki sönmüş ve ölmüş gibidir.

* Gözün gündüze benzeyen beyazı, geceye benzeyen siyahlığıyla beraber olmazsa, göz, göz olmaz.(MEKTUBAT, Hakikat çekidekleri)

*gözkapakları gözleri temizlemek (LEMALAR, 30.Lema)

*göz kapaklarının kirpikleri ve belki gözbebeğinin zerreleri gibi kıymetli (İ.İCAZ, Tenbih)

*Evet, kaşlar göze, gem ata mütemmim oldukları ve onların noksanlarını ikmal ettikleri gibi (İ. İCAZ, Besmele ve Fatiha suresinin tefsiri)

*Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapamaz. (ŞUALAR, 14.Şua)

*gözünde nurlu siyahlıktı………gözümün nursuz beyazıydı (LEMALAR, 26. Lema)

*Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı (LEMALAR, 17. Lema)

*gözümüzün hadekasına gelen bir saç, bir zerrecik dahi incitir (ŞUALAR, 14.Şua)

*göze bir saç düşse, başa düşen bir taş kadar incitir (ŞUALAR, 14.Şua)

*Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür. (M. NURİYE, Zühre)

         İnsanlar üzüldüklerinde, bir şeylere acıdıklarında ağlarlar, gözyaşı dökerler. Ama bazen sevindikleri şeylerde de gözyaşları akabilir.

*şekva ve acımak ve hüzünden gelen gözyaşlarımı, sevinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara (ŞUALAR, 15.Şua)

         Göz görmek için yaratılmıştır, bir şeyi görmekle bin şeyi görmek onun için birdir, ona zor gelmez, yorulmaz da.

*Göz, lâmba, şems gibi nur ve nurânî şeylerde cüz’î-küllî, cüz-küll, bir-bin müsavidir. (M.NURİYE, Z.Habbe)

Gözümüz gündüz de görür gecenin karanlığında da ama her ikisinin işlevleri farklı hücrelere bağlanmıştır. Gözümüzün arka kısmında iki çeşit alıcı hücre bulunur: Koni biçimli hücreler ve çomak biçimli hücreler. Cisimlerin renklerini ve detaylarını algılamamızı sağlayan koni biçimli hücreler, gözün ağ tabaka merkezinde birikerek sadece parlak ışıkta uyarılır. Bu bölümün etrafındaysa çomak biçimli hücreler yer alır ve düşük ışıkta dahi nesnelerin görülmesini sağlar. Çomak hücrelerin içerisinde ise gece görmeyi sağlayan Rodopsin pigmenti bulunur. Rodopsin, ışığa duyarlı bir pigment olduğu için harekete geçirildiği zaman gece görmeyi sağlar. Bu pigmenti ise harekete sadece A vitamini geçirir.

İnsan gözü mükemmel olmasına karşın gece bazen de yanılır, gördüğünü doğru zanneder. Dört duvarı ayna ile kaplı, ışıklı dar bir odayı ise çok geniş görebilir. Onun için aklını gözüne indirip her şeyi onun görmesiyle açıklamak yeterli değildir.

*gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. (LEMALAR, 2.Lema)

*Hem karanlıkta gözüne sallanan bir ipten gelen bir hayale ehemmiyet verdikçe büyür, hattâ bazen onu divane gibi kaçırır. Ehemmiyet vermezse, âdi bir ipin yılan olmadığını görür, başındaki telâşına güler.(LEMALAR, 25.Lema)

*dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için, birbiri içinde in’ikâs edip, göz görünceye kadar genişliyor. (M. NURİYE, Zühre)

Işığın göze gelip mercekten geçip alıcı hücrelere gelmesi buradan görme siniri aracılığıyla beyindeki görme merkezine gitmesinde hücreler, hücreleri yapan moleküller ve atomlar arasında birer işbölümü vardır. Adeta onlar akılları ve şuurları olmadığından vazifeli birer memur gibi çalıştırılırlar.

*Her bir zerre, bir nefer gibi, askerî dairelerinin her birinde, yani takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda, her birisinde bir nisbeti, o nisbete göre bir vazifesi ve o vazifeye göre dahi, senin gözünde, başında, vücudunda ve kuvve-i müvellide, nizâmı dairesinde bir hareketi olduğu gibi; hem meselâ, senin gözbebeğindeki o câmid zerrecik kuvve-i câzibe, kuvve-i dâfia, kuvve-i müsavvire gibi deverân-ı deme ve his ve harekeye hizmet eden evride ve şerâyin ve sâir âsablarda, hem senin nevinde, ilâ âhir; birer nisbeti, birer vazifesi bulunduğunu, bilbedâhe bir Kadîr-i Ezelînin eser-i sunu ve memur-u muvazzafı ve taht-ı tedbîrinde olduğunu, kör olmayan göze gösterir. (SÖZLER, 22.Söz)

*senin gözünde bir zerre, gözün hücresinde ve gözde ve âsâb-ı veçhiyede ve bedenin şerâyin tabir edilen damarlarında birer nispeti ve o nispete göre birer vazifesi ve o vazifeye göre birer faydası vardır. (LEMALAR, 17.Lema)

*İşte bütün bu nizamlar, bu kanunlar, bu intizamlar, hep bir kast, bir irade, bir hikmetten çıkıyor. Evet, mesela Habib’in gözünde yerleşen bir zerrenin, unsur-u havadan veya unsur-u türabdan o garip, acip tavırlarda, inkılaplarda yaptığı muntazam hareketinden anlaşılır ki, o zerre, toprakta iken Habib’in gözüne tayin edilmiş ve bir memur gibi mahall-i memuriyetine muntazaman i’zam kılınmıştır (yükseltilmiştir). (İ.İCAZ, H.Mukattat)

*göz ve beyindeki acib vazifeleri gören bir zerre (ŞUALAR, 15.Şua)

         İnsana verilen organlara ve duygulara ayrı ayrı görevler yüklenmiştir. Yakın komşuluk içinde bulunsalar bile birbirinin yaptığı vazifeleri yapamazlar.

*Fıtrat-ı insaniyenin garip bir hali, gaflet zamanında letâifle havâssın hükümlerini, iltibasla birbirine benzetir, tefrik edemez. Meselâ, elle gözü birbirine benzetip hizmetlerini ve vazifelerini tefrik edemeyen bir mecnun, yüksekte gözüyle gördüğü birşeyi almak için elini uzatıyor. El gözün komşusu olduğu münasebetle, onun yaptığı işi el de yapabilir zanneder. (M. NURİYE, Habbe)

      Gözün görme işlevi aynı zamanda Allah’ın evrendeki işleri kolayca nasıl yaptığını anlatan en güzel bir örnektir. Ve Kamer suresinde bunu açıklar: “Bizim birşeyi yapmamız, gözün bir bakışı gibi kolay ve sür’atli tek bir emirledir.” (Kamer, 50)(M. NURİYE, 10.Risale)

            Göz ve kulak insanın 2 önemli organıdır. Onlara iyi bakmak, incelemek gerekir. Yunus suresi 31. Ayette “Kimdir kulak ve gözler yaratıp size veren?” denerek insanların dikkati çekilir.

“Sizin âzâlarınız içinde en kıymettar göz ve kulaklarınızın mâliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldınız? Bu latîf kıymettar göz ve kulağı verecek, ancak Rabbinizdir. Sizi icad edip terbiye eden O’ dur. Bunları size vermiştir. Öyle ise, yalnız Rab O’dur; Ma’bud da O olabilir.”(SÖZLER, 25.Söz)

*merâtib-i külliye-i esmâiyede gözüne, kulağına tezâhür eden âyât-ı Rabbâniyeyi ve acâib-i san’at-ı İlâhiyeyi(SÖZLER, 25.Söz) keşfeden insan bahtiyar insandır.

*gözün açılmasıyla eşyayı görmemek mümkün değildir. Fakat mesmuatı dinlemekte veya hatıratı tahattur etmekte bu ıztırar yoktur. (İ.İcaz, H.Mukattat)

İnsan, gözünü kendi iradesiyle istediği yere çevirip bakar. Çevredeki ilahi sanatlara bakıp lezzet de alabilir, nefsin hoşuna gidecek geçici güzellikler ve manzaralara bakıp nefsinin hizmetkârı gibi de kullanabilir. Yani göz, insanın iradesine bağlı olarak baktığı şeylere göre değer kazanır. Haram şeylere de bakabilir, helale de. Önemli olan güzel bakmaktır, güzel görmektir, gözüyle evrendeki sırları anlayabilmektir, sırları saklayan perdeleri kaldırabilmektir.

Evreni dolduran varlıklar çıplak gözle görülenlerin dışında çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük veya çok uzakta olabilirler. Mikroskoplarla küçük varlıkları, teleskoplarla ise büyük gök cisimlerini görmek mümkündür. Çiçekten çiçeğe uçan arılar gibi bu aletlerle gözümüz de her yere konup oradaki sanatları hayranlık ve huşu içinde gözleyebilir. İntizamı, düzeni, hassas ölçüleri akıl gözüyle de görür. Evrendeki sırları açan bir kapı olur. Buradaki görüntüler sonunda onu kalbine de ayna tutar ve kalb gözüyle de görmeyi sağlayabilir.

*Meselâ, göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, geçici, devamsız bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvat derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve Onun hesâbına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir mütâlaacısı ve şu âlemdeki mu’cizât-ı san’at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübârek bir arısı derecesine çıkar.(SÖZLER,6.Söz)

*göz, kalbin ayinesidir. (İ.İCAZ, H.Mukattat)

*göz kalbin aynasıdır. Kalbin muzmeratı gözde görünür. (İ.İCAZ, Münafıklar bahsi)

*Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvat nerede, kütüphâne-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı nerede? (SÖZLER,6.Söz)

*Meselâ göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymettar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misilli (ŞUALAR, 7.Şua)

*Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.(MEKTUBAT, Hakikat çekirdekleri)

*Biz gözümüzü açtıkça, kâinat yüzüne nazarımızı saldırdıkça, en evvel gözümüze ilişen, âmm ve mükemmel bir nizamdır ve şamil, hassas bir mizandır. Görüyoruz, herşey dakik bir nizamla, hassas bir mizan ve ölçü içindedir. (MEKTUBAT, 20.Mektup)

*Sadi-i Şirazî’nin dediği gibi, “Uyanık ve zeki gözler nazarında, her yaprak Allah’ın marifetine dair bir delildir”.(MEKTUBAT, 26.Mektup)

*İşte bu hakikati kulağımla değil, gözümle işitiyordum. (LEMALAR, 26.Lema)

Göz ruhun aynasıdır ama eğer ruhlar bozulmuş ve fıtratla pis olmuşsa, haram yolda kullanılmışsa gerçekleri göremez. O göz görse de manen kördür.

*mânen gözü kör etmek demek olan gözü verenin rızası haricinde harama sarf edemezsin. (B.LAHİKASI)

*Basar masnuatı görüp de, basiret Sanii görmezse çok garip ve pek çirkin düşer. Çünkü, o halde Saniin manen, kalben görünmemesi, ya basiretin fıkdanındandır veya kalb gözünün kör olmasındandır. Veya pek dar olduğundan, meseleyi azametiyle kavramadığındandır. Veya bir hızlandır. Ve illa, Saniin inkarı, basarın şuhudunu inkardan daha ziyade münkerdir. (M.NURİYE, 10.Risale)

*bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla (İ.İCAZ)

         İnsanlar gözleriyle tabiatta cereyan eden olayları gözleyebilirler. Gözün görmediği şeyleri de akıl gözüyle görebilirler.

*göze görünmezden evvel akla görünen garip ve yeni hakikatlere (İ.İCAZ, H.Mukattat)

*Evet hudûs hakikati kâinatı istilâ etmiş. Çoğunu göz görüyor, diğer kısmını akıl görüyor. Çünkü, gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki, herbirisinin hadsiz efradı bulunan ve herbiri zîhayat bir kâinat hükmünde olan yüz bin nevi nebatat ve küçücük hayvanat, o âlemle beraber vefat ederler. Fakat o kadar intizamla bir vefattır ki, haşir ve neşirlerine medar olan ve rahmet ve hikmetin mucizeleri, kudret ve ilmin harikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp, defter-i a’mâllerini ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek Hafîz-ı Zülcelâlin himayesi altında, hikmetine emanet eder, sonra vefat ederler. Ve bahar mevsiminde, Haşr-i âzamın yüz bin misali ve nümune ve delilleri hükmünde olarak, o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. (ŞUALAR, 7.ŞUA)

*Hem madem gözümüzle görüyoruz ve aklımızla anlıyoruz ki;

*İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi, (ŞUALAR, 11.Şua)

            Gözün gördüğü gerçekleri akıl gözü de bazen görmez, insanı hayrette bırakır.

*Senin yüzün, veçhin o kadar küçüklüğüyle beraber, geçmiş ve gelecek bütün insanların adedince kendisini onlardan ayıran ve tarif eden nişan ve alametleri havi olduğu gibi, yüzünü teşkil eden esas ve erkanında da bütün insanlar ittifaktadır. Bütün insanlarda, biri tevafuk, diğeri tehalüf olmak üzere iki cihet vardır. Tehalüf ciheti Saniin muhtar olduğuna, tevafuk ciheti ise Saniin Vahid-i Ehad olduğuna delalet ederler. Bu iki cihetin bir Kasıdın kasdıyla, bir Muhtarın ihtiyarıyla, bir Müridin iradesiyle, bir Alimin ilmiyle olmadığını tevehhüm etmek, muhalatın en acibidir. Fesübhanallah! Yüzün o küçük sayfasında nasıl gayr-ı mütenahi nişanlar derc edilmiştir ki, gözle okunur da nazarla, yani akılla görünmez. (M.NURİYE, Zerre)

            Akıl gözüyle göremediklerini de maneviyata açılan kalp gözüyle yani iman gözüyle veya gözlüğüyle görürler. Gaflet gözlüğü veya felsefe gözlüğü takılırsa bu gerçekler görülmez.

*”Gözleri üzerinde bir perde vardır. (Bakara Sûresi: 7.)” Bu cümle ile rüyete, yani göze ait büyük bir nimet-i basariyenin küfürle kaybolduğuna işaret edilmiştir. Zira, gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavileşirse, bütün kainat gül ve reyhanlarla müzeyyen bir cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, balarısı gibi, bütün kainat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, bürhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usare ve şıralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapar. Eğer o göz küfür zulmetiyle kör olursa, dünya, genişliğiyle beraber bir hapishane şekline girer. Bütün hakaik-i kevniye, nazarından gizlenir. Kainat ondan tevahhuş eder. Kalbi ahzan ve ekdar ile dolar. (İ. İCAZ, H.Mukattat)

*Kalb gözü, sanki cevahire bir hazine olmak üzere Cenab-ı Hak tarafından yapılan bir binadır. Vakta ki su-i ihtiyarlarıyla ifsada uğradı ve cevherlere yapılan yerler, yılanlar ve akreplerle doldu; kapısı hatmedildi ki, o sari hastalıktan başkaları mutazarrır olmasın. Kalb gözü, sanki cevahire bir hazine olmak üzere Cenab-ı Hak tarafından yapılan bir binadır. Vakta ki su-i ihtiyarlarıyla ifsada uğradı ve cevherlere yapılan yerler, yılanlar ve akreplerle doldu; kapısı hatmedildi ki, o sari hastalıktan başkaları mutazarrır olmasın. (İ. İCAZ, H.Mukattat)

*Kalb ile basarın taalluk ettikleri şeyler mütehalif, yolları mütebayin, delilleri mütefavit, talim ve telkin edicileri mütenevvidir. Sem’ ise, kalb ve basarın hilafına, masdardır. İşittiren ferttir. Cemaatin işittikleri, ferttir. İşiten fert, fert olur. Bunun için müfred olarak iki cem’in arasına düşmüştür. (İ. İCAZ, H.Mukattat)

*basar ile görünen delillerin sabit olduklarına, kalb veya sem’ ile alınan deliller ise müteceddit ve gayr-ı sabit olduklarına (İ. İCAZ, H.Mukattat)

*kalbdeki İmân gözüne görünür (ŞUALAR, 7.Şua)

*kalbinin gözüyle, (M.NURİYE, Zühre)

*geceyle gündüz arasında latif bir perde var ki, gözün kapanmasıyla gece olup, açılmasıyla gündüz olduğu gibi; nefsin alem-i maneviyata gözü kapanırsa ebedi bir gece içinde kalır, gözü maneviyata açılırsa neharı inkişaf eder.(M. NURİYE, Şemme)

*Felsefe, herşeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. İman ise, herşeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nuranî bir gözlüktür. (ŞUALAR, 29.Lema’dan 2. Baba)

*akılları kör gözlerinde bulunan maddiyyun taifesi (İ. İCAZ)

 Devekuşu gibi başını nisyan kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü takarsın ki Allah seni görmesin. Veya sen Onu görmeyesin. (M. NURİYE, 10.Risale)

*şimşek, buhar gibi fenni meseleleri keşfeden filozoflar, hakkın esrarını, Kur’an nurlarını da keşfedebilirler diyemezsin. Zira onun aklı gözündedir. Göz ise kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Çünkü kalblerinde can kalmamıştır. Gaflet, o kalbleri tabiat bataklığında çürütmüştür. (M.NURİYE, Şule)

*Evet, siyah bir gözlüğü takan adam herşeyi siyah ve çirkin görür. Kezalik, basiret gözü de nifakla perdelenirse ve kalb küfürle peçelenirse, bütün eşya çirkin ve kötü görünür. Ve bütün insanlara, belki kainata karşı bir buğz ve bir adavete sebep olur. (İ.İCAZ, Münafıklar bahsi)

Göz, güzel bakıp güzel gördüğü gibi kötü bakıp günahın da bir aracı olabilir. Onu bu yoldan alıkoyacak insanın kendi iradesidir.

*dünyada gözüyle, kulağıyla, kalbiyle, eliyle, aklıyla, ve hâkezâ, bütün cihazatıyla günahlar işlemiş(MEKTUBAT, 28.Mektup)

*gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeye sarf etmek (MEKTUBAT, 29.Mektup)

            Bazı insanların gözünde insanı sihir altına alan bir manyetizma özelliği olabilir. Manyetik enerji, en çok gözlerden ve ellerden yayıldığı kabul edilen bir enerji türüdür. Bediüzzaman kendisinin de buna şahit olduğunu anlatır:

*Ben bir mânevî âlemde İslâm Deccalını gördüm. Yalnız birtek gözünde teshirci bir manyetizma gözümle müşahede ettim. (ŞUALAR, 5.Şua)

Göz, dünyanın en güzel şeylerini görür, kulak en tatlı söz ve nağmeleri duyar,  güzellikleri hisseder. Akıl çevredeki başka güzellikleri anlar. Herbir duyguyla hissedilen güzellikler, birbirinden çok ayrı güzelliklerdir. Kalbin, ruhun ve diğer duyguların hissettikleri güzellikler ise daha ayrı güzelliklerdir.

*güzelliğin bütün merâtibini fark eden insan gözü(SÖZLER, 23.Söz)

*göz ile görünen bu hadsiz in’âmlar, ihsanlar, lütuflar, keremler, inâyetler, rahmetler, perde-i gayb arkasında bir Zât-ı Rahmân-ı Rahîmin bulunduğunu sönmemiş akıllara, ölmemiş kalblere gösterir.(SÖZLER, 10.Söz)

*gözümüzün önünde bu hakîmâne, hafîzâne, müdebbirâne, mürebbiyâne, latîfâne şu işi yapan O’dur .(SÖZLER, 10.Söz)

*gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmûa-i kâinat ve bu mücessem Kur’ân-ı ekber-i âlem(SÖZLER, 13.Söz)

*gözünü aç, kafa fenerini bırak(SÖZLER,15.Söz)

*Başını kaldır, gözünü aç, şu kâinat kitâb-ı kebîrine bir bak. Göreceksin ki, o kâinatın heyet-i mecmûası üstünde, büyüklüğü nisbetinde bir vuzuh ile hâtem-i Vahdet okunuyor.(SÖZLER, 22.Söz)

*Demek, bütün gözün gördüğü ne kadar antika makineler var, o gizli Zâtın birer sikkesi hükmündedirler. Belki birer dellâl, birer ilânnâme hükmündedirler. Lisân-ı halleriyle derler ki: “Biz öyle bir Zâtın sanatıyız ki, bütün bu âlemimizi, bizi yaptığı ve suhûletle icad ettiği gibi kolaylıkla yapabilir bir Zâttır.”(SÖZLER,22.Söz)

*Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gâyelerle müsmirdir; ve mevcudât, zerrelerden güneşlere kadar, vazifelerle muvazzaftır ve evâmir-i İlâhiyeye musahharlardır.(SÖZLER, 25.Söz)

*Göz önündeki bu hakîmâne, kerîmâne, rahîmâne, rezzâkâne terbiyeti ve bu acîb ve hârika ve mu’cize keyfiyeti ne ile izah edebilirsin? (SÖZLER, 33. Söz)

*göz sûretlerdeki güzellikleri ve âlem-i mubsırâtta güzel mu’cizât-ı kudretin envaını temâşâ eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle Sâniine şükrandır. Nazara mahsus lezzet ve elem mâlûmdur, tarife hâcet yok.(SÖZLER, 32. Söz)

*gözlere kâinat bostanındaki mânevî çiçekleri toplayan şuâât-ı ayniye gibi zâhirî ve bâtınî bütün duyguların.(SÖZLER, 33. Söz)

*gözle görünen bu hadsiz in’âmlar, ihsanlar, lütuflar, keremler, inayetler, rahmetler, perde-i gayb arkasında bir Zât-ı Rahmân-ı Rahîmin bulunduğunu sönmemiş akıllara, ölmemiş kalblere gösterir(ŞUALAR, 9.Şua)

*Bu kâinatta, gözle görünen hakîmâne ef’âlin ve basîrâne tasarrufatın şehadetiyle (ŞUALAR, 2.Şua)

*gözle hissedilen bir güzellik, kulakla hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akılla fehmedilen bir hüsn-ü aklî, ağızla zevk edilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi; kalb, ruh ve sair zâhirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilâfı gibi muhteliftir. (ŞUALAR, 4.Şua)

            Dünyada öyle insanlar bulunur ki hiç okula gitmemiştir, ilim tahsil etmemiştir, avamdır. Duyduklarını da tam anlayamazlar ve onlar için yalnız gördükleri, işittikleri vardır. Doğruya yanlışa öyle karar verirler. Kur’an onların anlayabileceği kadar basit, sade teşbihlerle, benzetmelerle onlara gerçekleri anlatır. Ama akılları gözlerine inmiş materyalistler bunlardan farklıdır, perdeler arkasında gizlenmiş gerçekleri kabul etmemek için her şeyi gözleriyle görürlerse kabul edeceklerini öne sürerler. Adeta akıllarını gözlerine indirmişler, manevi güzellikleri gözle görmeyi beklemektedirler. Hâlbuki onların birçoğu akıl gözüyle görülebilir. O da yetmezse kalp gözüyle görülür.

*yalnız gözü bulunan, kulaksız, kalbsiz, ilimsiz tabakasına (MEKTUBAT, 19.Mektup)

*hem kesretli tabaka olan tabaka-i avam, gözüne daha ziyade itimad ettiği için, (MEKTUBAT, 28.Mektup)

*kırk tabakadan, yalnız gözüne itimad eden tabakasına karşı(MEKTUBAT, 28.Mektup)

*Gözlü tabakasıdır. Yani, âmi avamdan veyahut aklı gözüne inmiş maddiyunlar tabakasına(MEKTUBAT, 29.Mektup)

*akılları gözlerinde olan avâma ders veren fiildir.(MÜNAZARAT)

*Siz avâm olduğunuzdan hayâlinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden, temsil size bürhân-ı nazarîden daha ziyâde muknîdir.(MÜNAZARAT)

*müteşabihat denilen Kur’an-ı Kerimin üslupları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avam-ı nasın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür. (İ.İCAZ, Nübüvvet hakkında)

*Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilafı onlarca muhaldir.(İ.İCAZ, Nübüvvet hakkında)

*en âmî adam, göz kulakla diyecek (SÖZLER, Lemaat)

*İkinci tabaka: Gözlü tabakasıdır. Yani, âmi avamdan veyahut aklı gözüne inmiş maddiyunlar tabakasına (MEKTUBAT, 29.Mektup)

*Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür.(MEKTUBAT, Hakikat çekirdekleri)

*Evet, herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatı göremez. (MUHAKEMAT)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Bediüzzaman ve Mitolojik İsimler

Bugün için konuşulan dillerin kesin sayısı bilinemiyor. Her çocuk annesinden aldığı eğitimle konuşmaya başlar. Her milletin ana dili, kaderin bir mührüdür. Farklı farklı oluşları yaratılmadan önce planlanmış ve kader defterine yazılmıştır.

Annesinden konuşma öğrenen bir bebeğin beynine bir düşünme program kurulur. Bu yüzden eğitim ve öğretimde anadilin üstünlüğü ve kolaylığı vardır. Konuşulan bazı diller yazılı dil haline gelmemiştir. Kur’an, insanların farklı milletlere ayrıldığını ve birbirini tanımalarını istemektedir. Birbirini tanımak ise dille olur.

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat, 13)

Bediüzzaman da bunu aşağıdaki gibi açıklar:

*Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptımki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.

….kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin ilân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür için değil, tehâsum için değildir. (MEKTUBAT, 26.Mektup)

Bilimde, teknolojide, edebiyatta üstünlük hangi milletlerde ise onun dili diğer milletleri de etkiler. Osmanlı döneminde, özellikle 15’inci,16’ıncı, 17’inci ve 18’inci yüzyıllarda Osmanlı Türkçe’miz, Arapça ve Farsçadan birçok kelime almış, kendisi imparatorluğu içindeki diğer tebaalarına da kelimeler vermiştir. Ancak yazı dili ile konuşma dili arasındaki makas da o yıllarda çok açılmıştır.

19.yüzyılın ikinci çeyreğinde ise Batı dünyasıyla bilimsel ve teknolojik temaslar başlayınca yeni kelimelerle karşılaşmak da kaçınılmaz olmuştur. Önce dili korumak için onların karşılıkları bulunmaya başlanır. Oksijene “müvellidül humuza”, Hidrojene “müvellidül humuza”, Atoma“cüz’-i lâ yetecezzâ, alyuvaraküreyve-i hamrâ”, akyuvaraküreyve-i beyzâ” demişler. Ancak batıdan o kadar çok kelime gelmeye başlar ki onlara Osmanlı Türkçesinde karşılık bulma işlemi çok da kolay değil, bunun altından kalkamamışlar ve o işi bir süre sonra da tabii seyrine bırakmışlar.

Bediüzzaman eserlerinde Osmanlı Türkçesine girmiş bu kelimeleri kullanır. Bu yeni kelimeleri kullanırken onları birlikte de kullanmıştır, batıdan geldiği gibi ismiyle de aynen kullanmıştır.

*bilhassa zîhayatta çalıştırılan basit ve câmid ve şuursuz müvellidülmâ ve müvellidülhumuza (hidrojen-oksijen) gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüz binlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san’atlarda istihdam ediliyor. (A.MUSA)

*eşyanın asıl menşe’leri, şu dört maddedir. Yeni hikmetle, müvellidü’l-mâ, müvellidü’l-humuza, karbon, azot’tur ki, bu anâsır, evvelki unsurların eczâlarıdır. (SÖZLER, 22.Söz)

*azot ve müvellidülhumuza (oksijen) gibi iki basit maddeden ibaret olan havanın zerreleri (ŞUALAR, 7.Şua)

*Sâni-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir: biri azot, biri müvellidü’l-humuza. Müvellidü’l-humuza ise, nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvîs eden karbon unsur-u kesîfini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizâc eder, buhar-ı hâmız-ı karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılâb ettirir; hem hararet-i garîziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder. (SÖZLER, 32.Söz)

* Sermayem ise, cüz-i lâyetecezzâ gibi cüz’î bir şeydir (SÖZLER, 17.Söz)

*-Demek kâinattaki câzibe-i umumiye hangi kalemden akmışsa, cüz-ü lâyetecezzâdaki küçücük cazibeler o kalemin noktalarıdır.(H.ŞAMİYE)

* Çünkü hariçteki kuvvet tahribatı mânevîdir, imansızlıkladır. O mânevî tahribata karşı atom bombası, ancak mânevî cihetinde mâneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir. (E.LAHİKASI)

            Bediüzzaman eserlerinde kullandığı bu kelimelerin kökenine bakarak bunlar batıdan, Yunancadan, Latinceden veya Fransızcadan gelmiştir diye kullanmaktan kaçınmamış, o kelime toplumun diline girmişse ve kullanılıyorsa onları, o da eserlerinde kullanmıştır.

        Elektrik, tren, şimendifer, fayton, volkan, Karbon, Azot gibi kelimeler Fransızca kökenli olmasına karşılık dilimize girip kullanıldığı için onları da eserlerinde kullanır. Lamba ise Rumcadır.

*çok büyük bir şehirde, şenlik bir gecede, birtek merkezden, yüz bin elektrik lâmbaları, âdetâ zamansız, bir anda canlanmaları ve ışıklanmaları gibi, (SÖZLER, 10.Söz)

*Tren yolunda çalışan birisi geldi; ve Üstad, ona da aynı şekilde, ferâizi edâ edip, kebâirden çekilmek şartıyla bütün çalışmalarının ibâdet olduğunu, çünkü on saatlik bir yolu bir saatte kestirmeye vesîle olan tren yolunda çalıştığından mü’minlere, insanlara olan bu hizmetin boşa gitmeyeceğini, ebedî hayatında sevincine medar olacağını ifâde etmiştir. (T.HAYAT)

*Bir günlük mesafede bir istasyon vardır; hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyâre bulunur. Sermâyeye göre binilir. (SÖZLER,4.Söz)

*’Yedi yaşından on yaşına kadar mâsum çocuklar, faytonla gezdiğim vakit, beni görünce koşuşup ellerime sarılmalarının hikmeti nedir?’ diye hayret ediyordum. (ŞUALAR, 14.Şua)

*Halbuki, şakk-ı kamer, bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür. (SÖZLER, 31.Söz)

*eşyanın asıl menşe’leri, şu dört maddedir. Yeni hikmetle, müvellidü’l-mâ, müvellidü’l-humuza, karbon, azot’tur ki, bu anâsır, evvelki unsurların eczâlarıdır. (SÖZLER, 22.Söz)

*azot ve müvellidülhumuza (oksijen) gibi iki basit maddeden ibaret olan havanın zerreleri (ŞUALAR, 7.Şua)

*Sâni-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir: biri azot, biri müvellidü’l-humuza. Müvellidü’l-humuza ise, nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvîs eden karbon unsur-u kesîfini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizâc eder, buhar-ı hâmız-ı karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılâb ettirir; hem hararet-i garîziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder. (SÖZLER, 32.Söz)

        Astronomi, Kozmografya, Okyanus, Jeoloji, Fizik, gibi bazı kelimeler de Yunanca kökenlidir, ancak dilimize girmiş ve bunlarda Arapça, Farsça kelimelerin yanında aynı cümle içinde Risale-i Nurlarda kullanılmıştır.

*ulûm-u müsbete denilen bütün fenleri tetebbua başlayarak, pek kısa bir zamanda tarih, coğrafya, riyaziyat, jeoloji, fizik, kimya, astronomi, felsefe-gibi ilimlerin esaslarını elde etmiştir.(T.HAYAT)

*dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları-bir kısmı, kozmoğrafyanın dediğine bakılsa-küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa süratli hareket ettikleri halde,(SÖZLER, 13.Söz)

*Hem Avrupa, Afrika, Okyanusya, iki Asya, iki Amerika namlarıyla mâruf yedi kıtası, (LEMALAR, 12.Lema)

Dil, durağan bir şey değildir tabi ki bazı kelimeler onun içine girer ve kullanılır. Kim bir şeyi bulmuşsa, bir icatta bulunmuşsa onun isim babası da o olur. Diğer diller de onu alır kullanırken ya ona yeni bir isim bulur veya o kelime aynı ismiyle kullanılır. Telefon, Televizyon, Teleskop, Mikroskop, Mikrofon ve Telekomünikasyon gibi kelimeler Fransızca kökenlidir. İlk beş tanesi artık Türkçeleşmiş ve dilimize girmiştir. Ancak telekomünikasyon yerine iletişim sözcüğü bugün herkes tarafından kullanılmaktadır. Bu gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Her bilim dalının kendine ait bir kelime dağarcığı vardır. O bilimle uğraşanlar için o kelimeler artık ortaktır. Bütün dünyada Tıpda Latince kelimeler kullanılır. Uzay bilimleriyle ilgili kelime sayısı NASA kurulduktan sonra 18.000’ e ulaşmış ve İngilizceye girmiştir. Bilişim teknolojisindeki gelişmeler de buna yakın sayıda yeni kelimenin dillere girmesine neden olmuştur. Bunların bütün dünya dillerinde karşılıklarını bulmak, bu karşılıkların kullanılmasını sağlamak mümkün değildir ve abesle iştigaldir.

Batı dünyasında Astronomi ile ilgili keşiflerde bulunan gezegenlere eski Yunan ve Roma mitolojisinden isimler vermek bir gelenek haline gelmiştir. Eskiden verilen isimlere günümüzde de aynı gelenek devam ettirilerek mitolojiden isimler verilmektedir.

Şimdi aşağıda yazılanları dikkatle okuyalım. Hepimiz okullarda öğrendiğimiz birçok kelimenin kökeninin mitolojiden geldiğini belki de bilmiyoruz.

*Merkür: Çok hızlı hareket ettiği için Roma mitolojisinde ticaret ve yolculuk tanrısı ve tanrıların habercisi Tanrı Merkür’ den,

*Venüs:  Gökyüzünde parlayan mücevher gibi göründüğü için eski Roma Aşk ve güzellik tanrıçası Venüs’ten

*Mars: Kızıl renkte olduğu aynı zamanda kan ve ateşi hatırlattığı için Roma savaş tanrısı Mars’tan

*Jüpiter: En büyük olduğu için Roma mitolojisindeki tanrıların en büyüğü Jüpiter’den

*Satürn: O zaman bilinen en dış gezegen diye Jüpiter’in babasının isminden

*Uranüs: Gökyüzü renklerini anımsattığı için Yunan mitolojisindeki gök tanrısı Uranüs’ten

*Neptün: Deniz rengine benzediği için Roma deniz tanrısı Neptunus’den

*Plüton: Karanlık görünümünden dolayı Yunan mitolojisinde yer tanrıçası Plüton’dan isimlerini almışlardır.

        İşte Bediüzzaman bu isimlerde çok hassas davranmıştır. Yunancadan, Fransızcadan, Rumcadan geçen ilmi kelimeleri eserlerinde kullanırken Yunan ve Roma mitolojisinden esinlenerek gezegenlere konulmuş isimleri kullanmaz, onların yalnızca Osmanlı Türkçesindeki karşılıklarını kullanır. Çünkü bu mitolojide; Tek tanrılı dinlerin esası olan Allah’ın varlığına, birliğine, Ulûhiyetine ve Rububiyetine karşı, uydurulmuş hayali hikâyeler, isimler vardır ve bu isimler adına sonradan yapılmış heykeller ile resimler vardır.

*Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. (SÖZLER, 30.Söz)

Bunu bir örnekle açıklayalım: Batı kültüründe Samanyolu için kullanılan” Milky Way”, Süt Yolu” terimi aslında adını eski Yunan Mitolojisi‘ndeki bir efsaneden alır.

Bir gece, Zeus ölümlü bir kadından yaptığı oğlu Herakles‘i fark ettirmeden uykuya dalmış olan Hera‘nın göğsüne koyar. Bebek Herakles, Hera’nın memelerinden akan sütü içecek ve böylece ölümsüz olacaktır. Fakat Hera, gece uyanıp tanımadığı bir bebeği emzirdiğini fark edince onu fırlatıp atar ve boşalan memesinden çıkan süt de gece gökyüzüne fışkırıp akar. Hikâyeye göre geceleyin gökte sönük bir ışıkla pırıldar halde gördüğümüz “Süt Yolu” (Türkçe’de Samanyolu) denilen kuşak, böyle oluşmuştur.

Bediüzzaman “Süt Yolu” kelimesini de Türkçe olmasına karşılık İngilizceden çeviri olduğu ve mitolojiyi yansıttığı için kullanmamıştır. Ve onun yerine milli olan Samanyolu, Nehrüssema ve Kehkeşan gibi isimlerinin üçünü de kullanmayı tercih etmiştir. Geçmiş dilimizle bağlantımızı devam ettirmeyi asıl mesele olarak görmüştür.

*Ecrâm-ı ulviyeye dikkat edilse görünüyor ki, o ulvî âlemlerin tabakatında muhalefet var. Meselâ, Nehrüssemâ ve Kehkeşan namıyla maruf, Türkçe Samanyolu tabir olunan, bulut şeklindeki daire-i azîmenin bulunduğu tabaka, elbette sevâbit yıldızların tabakasına benzemiyor. Güya tabaka-i sevâbit yıldızları, yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o Kehkeşandaki bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise, yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar. Tabaka-i sevâbit dahi, sadık bir hads ile, manzume-i şemsiyenin tabakasına muhalefeti görünüyor. Ve hâkezâ, yedi manzumat ve yedi tabaka birbirine muhalif bulunması, his ve hads ile derk olunur. (LEMALAR, 17.Lema)

Bediüzzaman gezegenler için mitolojideki Satürn yerine “Zühal”, Venüs yerine “Zühre” ve “Çobanyıldızı”, Jüpiter yerine “Müşteri” isimlerini eserlerinde bilinçli bir şekilde kullanır.

*Bir sineğe, bir meyveden bir meyveye; bir serçeye, bir ağaçtan bir ağaca uçmak kanadını veren, Zühreden Müşteriye, Müşteriden Zühale uçacak kanatları O veriyor. (SÖZLER, 25.Söz)

*Hususuyla bu mevsimde, akşamdan sonra, ufukta Zühre yıldızı ve fecirden evvel diğer parlak bir arkadaşı, gayet şirin ve güzel bir vaziyet gösteriyorlar (MEKTUBAT, 3.Mektup)

*Bilirsin ki, en ziyâde insanı tahrik eden meraktır. Hattâ, eğer sana denilse, “Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbâlini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek”; merakın varsa, vereceksin. (SÖZLER, 19.Söz)

*Mesela, Ağrı Dağı ile Sübhan Dağı, ikisini tartacak dehşetli bir terazinin birer kefesine konulsalar ve cevv-i semâda, Zuhalde duran bir melek de o terazinin ucunu tutsa; Ağrı Dağı üzerine bir dirhem ilâve olunsa Sübhan Dağı âsumâna, Ağrı Dağı zemine geldiğini görenlerden fikri kısa olanlar, kıymet ve sıkleti tamamen o ilâveye verecekler. (D.H.ÖRFİ)

            Bu konuda bir defa Osmanlı Türkçesinde bir karşılığı olmadığı için güneşten en uzak gezegen olan Neptün gezegeninin adını kullandığını görürüz. Bu gezegen de adını Fransızcadan alır. Ancak bu isim verilirken bu yıldız, denize benzeyen mavi renkte olduğu için Fransızlar, Roma mitolojisindeki deniz tanrısı “Neptunus” dan esinlenerek ona Neptün adını vermişlerdir.

*Meselâ, her zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyâresine kadar bir sâniyede çıkar; her zîilim, aklıyla, kozmoğrafya kanunlarına binip, yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider (SÖZLER, 31.Söz)

            Bediüzzaman gökyüzündeki burçlar ve yıldızlar için de aynı yolu takip eder. Bunların ismi Osmanlı Türkçesinde bulunduğu için bunları kullanırken günümüz Türkçesinde kullanılan isimlerle de birlikte kullanır (Balık-Hut gibi). Farsçadan dilimize girmiş kelimelerle Arapçadan girmiş kelimeleri de beraber kullanır(Terazi-Mizan gibi).

*Kamerin bir menzili var ki, Süreyyâ yıldızlarının dairesidir (SÖZLER, 25.Söz)

*Eski kozmoğrafya nazarında güneş gezer. Güneşin her otuz derecesini bir burç tabir etmişler. O burçlardaki yıldızların aralarında birbirine raptedecek farazî hatlar çekilse, birtek vaziyet hâsıl olduğu vakit, bazı esed (yani arslan) suretini, bazı terazi mânâsına olarak mizan suretini, bazı öküz mânâsına sevr suretini, bazı balık mânâsına hût suretini göstermişler (LEMALAR, 14.Lema)

Bir kelime Türkçeleşmişse o artık Türkçedir. Dil durağan bir şey değildir, siz isteseniz de istemeseniz de devamlı değişime uğrar. Bazı kelimeler girer bazıları çıkar.Bugün küresel bir dünyada yaşıyoruz. İletişim araçlarıyla etkileme ve etkilenme geçmiş yıllara göre daha çok fazla, çok daha seri bir şekilde olmaktadır. Gözünü gerçeklere kapayan yalnız kendine gündüzü gece yapar.

Maarif, Nazır, müddei umumi gibi, Sıhhat ve içtimai muavenet vekaleti, Dahiliye nazırı, Hariciye Nazırı, Şeyh ül etıbba, Muallim gibi Osmanlı Türkçesinde kullanılan kelimeler gitmiş yerine: Eğitim ve Öğretim, savcı, Sağlık bakanlığı, İçişleri bakanı, Dışişleri bakanı, Baştabip ve Öğretmen gibi kelimeler kullanılır olmuştur.

Eğitimin temeli yazılı dildir. Dilbilimciler batıda ilköğretim okullarında okuyan çocukların ders kitaplarının 71.000 kelimeyle yazıldığını söylüyorlar. Bu rakam, biz de kaçtır biliyor musunuz? Dikkat edin, 5.000–6.000 civarındadır. 70.000 kelimeyle okuyan, düşünen, konuşan, yazan bir insanla, 5000–6000 kelimeyle okuyan, düşünen, yazan ve konuşan insanlar aynı olabilir mi? Dilde konuşulan, yazılan kelime sayısı ne kadar çoksa ufuklar da o kadar geniş olur.

Geçmişle bağımızı kesmeden yeni kelimeleri de dilimize katarak yolumuza devam etmeliyiz. Kelime haznemizi her gün büyütmeliyiz. İngilizler dillerine o kadar çok yabancı kelime girmesine karşılık bugün de Shakspeare(Şekspir)i anlayabiliyorlar. Ama biz geçmişteki yazarlarımızı mesela Yahya Kemal’i, Namık Kemal’i, Fuzuli’yi anlayacak kadar kelime biliyor muyuz? Ya da Mevlana’yı, Bediüzzaman’ı anlayacak kadar? Evet ne kadar biliyoruz?

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Üç Dalda Açan Çiçekler (İnsanın Yaratılışı)

İnsanın vücudunu oluşturan atomlar, moleküller çevrede dağılmış bir vaziyette iken özel kanunlara tabi olarak ve bir nizam ve intizam altında yediği içtiği gıdalarla insan vücuduna girerler. Dışarıda cansız olan bu maddelere içerde canlılık kazandırılır, ilgili organlar içinde erkeklerde sperm hücreleri, kadınlarda yumurta hücresi yaptırılır. Bunların yapılışında özel bir kasıt ve hikmet vardır. Sonra ana rahminde çok değişik olaylar gelişir, iki hücre birleşip tek hücre olur sonra onlardan et olur, kemik olur, zincirleme olaylar gelişir. Her yeni olay, bir öncekinden daha mükemmel olarak meydan getirilir. O kadar karmaşık olaylar yaşanmasına karşın hiçbir düzensizlik olmaz.

Annelerin karnında iki ayrı hücrenin birleşmesiyle başlayan olay, üç karanlıkta bölünerek ve çoğalarak devam eder. İnsanın anne karnı içindeki gelişimi, bir gövdeye bağlı üç ana daldan gelen küçük dallar ile bunun uçlarında açmış güzel çiçekleri olan bir ağaca benzer. Bir yumurta hücresinin bir spermle birleşmesiyle ana rahminde başlayan hayat, çok çeşitli halden hale dönüşür. Bir damla sudan başlayan bu insan olma serüveni önce embriyo halini alır, sonra bir çiğnem et parçasına benzer, sonra kemikler oluşur ve ete bürünerek şekillenir sonunda da insan olur.

Bu ağacın dış, iç ve orta dallarındaki atomlar, moleküller belli zaman aralılarında bir plan içinde dizilerek hücreleri, hücreler bir araya gelerek dokuları, dokular organları ve hepsi beraber ise insanı meydana getirirler. 

üc dalda insan gelisimi

Her üç daldan insanda farklı organlar meydana getirilir. Dış tabakadan; Sinir sistemi, beyin ve deri, Orta tabakadan; Böbrek, Kalp, Kaslar, Kemikler, kemik iliği ve kan hücreleri, İç tabakadan ise; Karaciğer, akciğer ve bağırsaklar gibi organlar oluşturulur. Ve sonunda iki hücrenin birleşmesinden 9 ay 10 gün sonra, 100 trilyon farklı hücreden ve farklı organlardan meydana getirilmiş özel bir insan yaratılır.

Mesela Kalp, 19.günde gelişmeye başlar, 22.günde atmaya başlar, dakikada 113 kez atar. Tam şeklini alıncaya kadar da gelişimini sürdürür. Beyin ve sinir sistemi ise 3.haftada gelişmeye başlar. 3-4 hafta sonunda vücut planı ortaya çıkmaya başlar. Her organın oluşmaya başladığı gebelik haftaları birbirinden farklıdır. 9 ay 10 gün sonra vakit gelir ve bebek tamgelişmiş vaziyette dünyaya gözünü açar.

Bediüzzaman bu olayları aşağıdaki gibi anlatır:

*İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, alemin zerratı içinde camid, dağınık bir şekilde iken, bakarsın ki, mahsus bir kanunla, muayyen bir nizamla intizam altına alınarak alem-i anasıra gönderilir. alem-i anasırda sakit, sakin, gizli bir vaziyette iken, birden bire kafile kafile, muayyen bir düsturla, yevmi bir intizamla, bir kast ve hikmet altında alem-i mevalide intikal eder. alem-i mevalidde de, sükut içinde iken, birdenbire acip, garip bir tarzla nutfeye inkılap eder. Sonra müteselsil inkılaplarla alaka olur, sonra mudga olur, sonra et, kemik olur. Bu inkılapların herbirisi, evvelkisine nisbeten daha mükemmel ise de, layıkına göre mevattır, yani hayatsızdır. (İ.İCAZ)

*en basit bir cismin geçirmiş olduğu inkılabat ve tahavvülata dikkatle bakılırsa görülür ki, alem-i zerrattaki zerreler, alem-i anasıra intikal edince başka suretlere girerler, alem-i mevalidde, başka suretlere dönerler, nutfede başka vaziyet alırlar, sonra alaka olur, sonra mudga olur, sonra bir insan suretini giyer, ortaya çıkarlar. Bu kadar inkılabat-ı acibe esnasında, zerreler öyle muntazam harekat ve muayyen düsturlar üzerine cereyan ederler ki, sanki bir zerre, mesela alem-i zerratta iken vazifelendirilmiş ve Abdülmecid’in gözünde yer alıp vazife görmek üzere yola çıkarılmıştır. Bu hali, bu vaziyeti, bu intizamı gören bir zihin, bila-tereddüt hükmeder ki, o zerreler, bir kasıtla ve bir hikmet altında gönderilir.(İ.İCAZ)

*Vücud-u insan, tavırdan tavıra geçtikçe acîb ve muntazam inkılâblar geçiriyor. Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan azm ve lâhme, azm ve lâhmden halk-ı cedîde, yani insan sûretine inkılâbı gayet dakîk düsturlara tâbidir. O tavırların herbirisinin öyle kavânîn-i mahsusa ve öyle nizâmât-ı muayyene ve öyle harekât-ı muttarıdaları vardır ki, cam gibi, altında bir kasd, bir irâde, bir ihtiyâr, bir hikmetin cilvelerini gösterir.

İşte, şu tarzda o vücudu yapan Sâni-i Hakîm, her sene bir libas gibi o vücudu değiştirir. O vücudun değiştirilmesi ve bekâsı için inhilâl eden eczâların yerini dolduracak, çalışacak yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe muhtaçtır. İşte o beden hüceyreleri, muntazam bir kanun-u İlâhî ile yıkıldığından, yine muntazam bir kanun-u Rabbânî ile tâmir etmek için rızık nâmiyle bir madde-i latîfeyi ister ki, o beden uzuvlarının ayrı ayrı hâcetleri nisbetinde, Rezzâk-ı Hakiki, bir kanun-u mahsus ile taksim ve tevzî ediyor. (SÖZLER, 29.Söz)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org