Etiket arşivi: senai demirci

Aşkı Çocuklara Sordunuz Mu Hiç?

Çocuk olsaydık, dünyanın en büyük mutluluğunun kumlarla oynamak olduğunu hatırlardık. Çocuklar sonsuza kadar kumsalda oynayabilir; kaleler yapar, yıkar ve yeniden yapar, evler yapar, yıkar ve yeniden yapar. Denizin genişliği ve derinliği çocuğun kumsaldaki oyununun rahatına bağlıdır. Kumlarla oyununu yarıda keserseniz, deniz bütün sahillerden çekilir, okyanuslar kurur, buharlaşır. Ayağına diken batmadan, elini cam kırıkları kanatmadan dilediğince oynayabiliyorsa, deniz sonsuz genişlikte bir evrendir. Ona göre, kumsal pürüzsüz ve sınırsız bir mutluluk demektir.

Dalgaların çağıltısı, yosunların kokusu, güneşin dokunuşu cennetin sonsuzluğunu fısıldar gibidir. Şimdi çocukluğunuza gidin; sizi mutlu eden şeyleri hafızanızda bulmaya çalışın. Hatıralarınızda ne zamandır açmadığınız ve içindeki unuttuğunuz çekmeceler gibi küçük ve tatlı şeyler bulacaksınız. Meselâ, ne zamandır elinize almadığınız misketlerinizi elinize aldığınızda, gözlerinizde çocuksu bir mutluluğun parıldadığını hissedeceksiniz. Şimdi çocuğunuzun saçlarını okşayıp koklarken, farkında olmasanız da, çocukluğun şen şakrak vakitlerinde özlemle beklediğiniz oyuncak bebeklerinize kavuşmanın buğusu saracak gözlerinizi. Çocukluk cennetimizdir.

Çocuklukta, yaşamanın en küçük detayları bile huzura açılan sihirli kapılardır. Damağınıza ansızın değen bir çilek tadı, pencerenizde bir yağmur damlasının süzülerek akması, bir misket şakırtısı, bir dere çağıltısı, bir deniz kıyısı vs. sanki içinizde dürülü sonsuz bir yumağı açar gibi, sizi mutluluğun sarayına alır, saf mutlulukların tahtına oturtur. Çocukluğumuzda bu kadar kolayca mutlu olabilirken, büyüdükçe sanki mutsuz ve huzursuz olmayı öğretmişlerdir bize. Bir şeyi avuçlamanın hazzı, biri tarafından kucaklanmanın mutluluğu sanki ipi kopmuş uçurtma gibi alıp başını gitmiş, bizi ebediyen terk etmiştir. Sanki küçükken küçük şeyleri büyütüyoruz; daha kolay seviyoruz, daha çok seviniyoruz. Büyükken de büyük şeyleri küçültüyoruz; daha zor seviyoruz, daha seyrek seviniyoruz. Yeniden sevebilmeyi öğrenmek için, ya içimizdeki çocuğun ellerine dokunacağız ya da çocuklarımızın gözlerini parlatan küçük mutluluk gerekçelerini yeniden keşfedeceğiz.

Hem böylece, bizim küçümsediğimiz şeyleri çocukların ne kadar büyük gördüğünü hatırlayarak, çocuklarımız için daha çok küçük şey yapmaya başlarız. Şimdi, denizlerin bir avuç kuma sığabileceğine bir kez daha inanmak istiyorsanız, yaşları 4 ile 8 arasında değişen çocukların “Sana göre aşk nedir?” sorusuna verdikleri cevapları okuyun: “Aşk, bütün kötü şeyler geçmeden önce hissettiğin şeydir.” “Büyükannemin romatizması vardı ve eğilemiyordu. Ayak tırnaklarını kesemiyordu. Sonra büyükbabam büyükannemin tırnaklarını kesti. Ama onun da romatizması vardı. Aşk budur.”

 “Birisi seni sevince senin adını başka türlü söylemeye başlar. O zaman anlarsın ki, senin adın onun ağzında huzur içindedir.”  “Bir kız bir gün bir parfüm sürer ve oğlan da tıraş kolonyası sürer. Sonra teneffüse çıkınca birbirlerini koklarlar. O zaman aşk olur…” “Bir gün birisiyle pizza yemeye gidersin. Pizzanın bütün parçalarını ona verirsin. Sen açsındır ama o sana hiç pizza vermez. Aşk budur.” “Bazen çok yorulursun. Biri gelir ve seni güldürür. Aşık olursun.” “Aşk şudur. Annem babama kahve pişirir. Kahveyi babama vermeden önce üstünden azıcık içer. Kahvenin güzel olduğunu anlamak için.” “Aşk, hiç durmadan öpmektir. Öpmekten yorulduğunda da, yine birlikte olmak istersin ve daha çok konuşursun. Annem ve babam bunun gibiler.

Öpüştüklerinde muhteşem görünüyorlar.” “Sevdiğine kendin hakkında kötü bir şey söylersin. Bunu söylediğin için seni hiç sevmeyecek sanırsın. Ama seni yine sevdiğini söyler; hatta daha çok sevmeye başlar. Bu aşktır.” “Birine tişörtünü çok sevdiğini söylersin. Sonra onu yarın da giyer, yarından sonra da…” “Minik yaşlı bir kadınla minik yaşlı bir erkek birbirlerini çok seviyorlarsa bu aşktır. Çünkü birbirlerini çok iyi tanıyorlar.” “Beni en çok annem seviyor; çünkü yatmadan önce beni öpüyor.” “Annem babama pilicin en iyi parçasını verir. Bu aşktır.” “Bazen babam çok yoruluyor, çok terliyor, çok pis kokuyor. Ama annem ona ‘Sen Brad Pitt’den yakışıklısın’ diyor. O zaman aşk oluyor.” “Köpeğimi yalnız bırakıp gittiğimde bile, akşam beni yalıyor. Bu aşktır.” “Ablam beni çok seviyor. Bunu biliyorum. Bana eskiyen elbiselerini veriyor. Sonra, yeni elbise almak zorunda kalıyor.” “Birini sevince, göz kapakların bir yukarı kalkar, bir aşağı iner ve gözünden yıldızlar çıkmaya başlar.” “Bence birini gerçekten seviyorsan ona ‘Seni seviyorum’ diyebilirsin. Ve gerçekten onu seviyorsan, ona hep öyle söylemelisin.”

Senai Demirci

Left Click! Sol Tıkla!

Sevgili zamane, Belki hiç hatırlatan olmadı sana, belki bilgisayar oyunlarının karmaşık menülerinde yer almadığı için hiç duymadın. Aç gözünü hele, sana “sıla-yı rahîm”i anlatmaya geldim. Merak etme, zamanını almayacak bu sözcük. Seni öyle sözel sayısal telaşlara da koşturmayacak. Sözlüde yahut yazılıda sorulmayacak. Hayatını çoktan seçmeli tercihlerin kıvrımınlarına sıkıştıranların da unuttu(rdu)ğu “sıla-yı rahîm”, sana aradığın mutluluğu bulduracak.

Üstelik öykü de anlatıyorum, bak: İki saka, yani sucu, yolda karşılaşırlar. Biri diğerine,“Kardeş, bana kırbandan bir tas su verir misin? Çok susadım” der. Öteki şaşırır; “Be şaşkın. Bende kırba varsa sende de kırba var. Neden kendi kırbandan doldurup kendi suyunu içmiyorsun?” Cevap dikkat çekicidir; “Haklısın kardeş, bende de su var sendeki gibi ama ben kendi suyumu içmekten bıktım.” Hangi kalp su billûrluğunu bile pusta bırakan bu serin çağrıya duyarsız kalabilir ki? Hangi vicdan, içinde biriktirdiği hasret pınarını dudağından dupduru döküveren bu dostu karşılıksız bırakır ki? Sorun su içmek değil; birinin elinden su içmektir aslında. Birinin elinden su içerken, dudağına sudan fazlası dokunur. Sevdiğinin elinde terleyen kadehi dudağına götürürken, damağına su yerine aşk dökülür; boğazında sevdanın en tatlısı düğümlenir, içine muhabbetin denizi taşar. Öyle değil mi? Rahmetle vuslat kurmak, merhamete dokunmak demek “sıla-yı rahîm”. Merhamete dokunmanın yolu anababayı, akrabayı, yetimi öksüzü, yolda kalmışı, fakir fukarayı gözetmekten geçer.

Çünkü, onları düşünür düşünmez, içinden bir parça kopar, benliğinden bir tuğla düşer, bencilliğinin kabuğu çatlar, kendinden bir şey eksilir gibi olur. Öyle vurdumduymaz, öyle sıcak ve yumuşacık akıp gitmez hayatın. Onları dert edinmeyerek, kendinden uzakta tuttuğun şey her ne ise, seni içindeki merhametten de uzak tutuyor olmalı… Yanına usulca sokulan bir dilenci, seni niye rahatsız eder ki? Sende olup senin de uyutup unuttuğun merhameti hatırlatır sana. Seni sana çağırır dilenci. Kendi içinde susturduğun merhametin sesini taşır kulaklarına.. Bir de şunu oku:

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Ruslar ve Almanlar Stalingrad’da çarpışmaktadır. Mikhail Goldstein yılbaşı gecesi moral olsun diye Rus askerlerine tek kişilik bir keman konseri verir. Melodiler hopörler yoluyla Alman askerlerinin siperlerine kadar ulaşır, ateş birden kesilir. O acayip sessizliğe, Goldstein’ın yayından akan müzik hükmeder. Bitirdiğinde, Rus askerleri üzerine derin bir sessizlik çöker. Büyüyü, Alman bölgesindeki höparlörden gelen bir ses bozar. Kırık dökük bir Rusçayla şunu rica eder Alman subayı: “Biraz daha Bach çalın. Ateş açmayacağız!” William Craig’in Enemy at the Gates kitabından bu anektodu alıntılayan Slavoç Žižek, böylesi haller için “kırılgan temas” tabirini kullanıyor. (Bk. Kırılgan Temas, Slavoç Žižek, Metis Yayınları) Çok hoşuma gitti bu tabir! “Hah, işte bu!” dedim…

Müzikten az önce –ve ne yazık ki, müzikten hemen sonra da!-birbirlerine kurşun yağdıran askerler o anda, dışlarında olup biten savaş halini kıran bir şeyi farketmişlerdi. İçlerinde kırılgan olan şeyle temaslarını sağlayan bir deneyimdi bu. O kırılgan şey, elleri tetikteyken unuttukları merhametleri olmalarıydı. Sucunun bir başkasının elinden su içmek isterken peşine düştüğü o tatlı serinlik gibi. Aramızdaki farklılıklara, hatta düşmanlıklara rağmen, öteki ile aynı olan yanımızı arar buluruz böyle zamanlarda. Kırılgan merhametimizle temasımız başlar. İçinde kendin olmadığın, içine kalbini koyamadığın mekanlar arasında gidip gelirken, birden, ayak altında süründürdüğün, telaşla paspasın altına sakladığın o yanını, kırılgan temas noktanı farkedersin.

İçinde akıp duran ama bir türlü yıkanamadığın şefkat ırmağının kıyısında bulursun kendini. Şaşırırsın! O kadar şaşırırsın ki, şaşırdığına şaşırırsın! Sanki içinde bir başkasının plağını (CD mi demeliydim?) çalıyorsun. Sana göre formatlanmamış, senin komutlarını tanımayan bir program konuluyor kalbinin hard-diskine. Sen, kazancını da, kaybını da, tuşlar üzerinden kurgulanmış yönlendirmelere düğmelemişsin. Ekranda elektronlar oynuyor aslında, ne sen gol atıyorsun, ne de adam kurtarıyor ya da öldürüyorsun. Sana öyle görünüyor sadece… Joy-stick’le sen mi oynuyorsun, yoksa joy-stick seni mi oynatıyor? Mutluluğunu kendinin dışında, kendine uzak noktalar üzerinden tanımlamanı isteyenlere söyleyeceğin bir şey olmalı sevgili zamane! Sahici olman için içindeki o kırılgan teması bulmanı umuyorum. Mouse’unu avucuna alır gibi avuçla şimdi kalbini.. Sol tıkla!

Senai Demirci
Fotograf : Flickr njphotog201

Yasak Ezan

Bayram süresince, sevgili kardeşim Yusuf Özkan Özburun’la İHH’nın Tacik müslümanları için topladığı kurban yardımlarını dağıtmak, kurbanların kesimine nezaret etmek üzere Tacikistan’da olduk.. Yüzde 97’si müslüman, idarecileri de müslüman olan bir memleketin başkentinde (Duşanbe) ezan sesinin yasak olduğu için hiçbir vakit duyulmayışının hüznüyle, komünist rejimin tasallutundan resmen kurtulmuş olmakla birlikte hala daha psikolojik ve sosyal olarak kurtulunamadığını görmenin şaşkınlığı ile, her şeye rağmen yaya kaldırımına ayak basan yayaya ülkemizde gösterildiğinin bin katı saygı gösterildiğini görmenin tesellisiyle, yine her türlü yoksulluğa rağmen insanların gönüllerinin zengin olduğunu görmenin huzuruyla, bayram boyu her evde her gelene hiç kimlik sormaksızın dilediği kadar yiyebileceği ve ardından çekip gidebileceği özel bayram sofralarının hazırlandığını, bu sofraların bayram boyu hiçbir saat kaldırılmadığını görmenin sevinciyle, böylesi fakir kardeşlerimizin evlerini ve yurtlarını huzurumuzun zekatı olarak görmemiz gerektiğini farketmenin itminanı ile sizi selamlıyoruz

Senai Demirci

Sevildiğini Bilene Yasak Sökmez.

İnsanın önünde hep bir deniz olur da, bir türlü girmeyi akıl edemez ya… Olur böylesi tuhaf nasipsizlikler. Çok yakın zamanda bir ayetin sonsuz ılık maviliğine dokundu kalbim. Gözlerimin önünde yıllar yılı dururken, bir türlü gönlümü sokamamışım içine… Şimdi girdim mi denize peki? Yeterince daldım mı? Sonsuza temas da sonsuzdur elbet.

İnsan, sonsuzdan nasibini sınırlayabilir mi? Şimdi bu yazıyı “ben keşfettim” edasıyla yazmak bile keşfin “daha daha”sına saygısızlık olabilir. Hiç şüphesiz keşfedilecekler keşfettiklerimizden çok fazladır. Yine de keşfedilen kadarıyla paylaşalım. Birlikte dokunalım bu sözün sonsuz derin maviliğine. Adresini vereyim: Al-i İmran: 31 “De ki...” diye başlıyor. İşte bu “de!” hakkında “de!”necekler var. “De!”meyi Elçisi’ne bırakıyor Söz’ün Sahibi. Niye ki? Çünkü, az sonra Elçi’ye tâbi olmaya davet edecek bizi.

Ama Elçisi yapsın istiyor bu çağrıyı. Kendisi çağırmıyor Elçisi adına. Elçisi çağırıyor. Rabbani nezaketiyle önce Kendisi “ittiba etme” örneği veriyor bize. “De ki, Allah’a muhabbetiniz varsa, bana ittibâ edin ki Allah da size muhabbet etsin…” yerine şöyle de diyebilirdi: “Bana muhabbetiniz varsa Elçime ittibâ edin ki Ben de size muhabbet edeyim….” Hem böylece “De ki…” demeye de gerek kalmayacaktı.

Eğer öyle olsaydı, Elçi’ye tâbi olma çağrısı bu kadar beliğ olmazdı. Çağrıyı Elçi’ye bırakan, Elçi’ye ittiba etme örneği göstermektedir. Oysa Allah -haşa-mecbur değildir ittibaya, mecbur değildir önce Kendisinin ittiba ettiğini ima etmeye… Aslında “siz de mecbur değilsiniz!” mesajını bir dip akıntı olarak saklıyor ayet… Çünkü az sonra anlayacağız ki Elçi’ye itaate biz kullar “mecbur değiliz!” “O da ne?” dediğinizin farkındayım. Ne demekti “mecburiyet”? Zorunlu olmak. İçinde “zor” ya da “icbar” olan bir kelimenin Elçi’ye tâbi olmanın önünde ne işi var ki? Yakışık alır mı? Hele de bu “ittiba/uyum” çağrısının sebebi ve sonucu asla zorlamaya gelmeyen “muhabbet” ise… Gelin, Elçi’ye ittiba etme çağrısının şartına bakalım:

“Eğer Allah’ı seviyorsanız…” Elçi’ye tâbi olmanın sonucuna da bakalım: “ta ki Allah da sizi sevsin…” Ayette iki “sevme” arasında durur “ittiba etmek” Sevmek ile zorunluluk kelimeleri ne kadar da uzaktır birbirine! Zor varsa sevmek yoktur, hatta zorlanırsa insan sevdiğini bile sevmez olur. Muhabbetin olduğu yerde mecburiyete gerek yoktur, icbardan söz edilemez. “Zorla güzellik olmaz” sözünün derininde şu anlam da saklıdır: “Zorla güzellik kalmaz.” Zorlandığında bütün güzellikler tahrip olur.

Güzellik zorlamaya gelmez. Sevmek kalbin eylemidir; kalp ise zorlanamaz, zorlamaya gelmez. (Eğer kasların eylemi olsaydı sevmek, belki zorla sevilebilirdi, mecburen sevenler olabilirdi!) Elçi’ye ‘ittiba’nın iki ‘muhabbet’ arasında durması, bize “sünnet” diye belletilen davranışların içeriksiz kabuklardan ibaret olmadığını, sadece kaslarla değil kalple yapılan işler olduğunu hatırlatması için olmalı. Demek ki, sünnet kasların kasılıp gevşemesiyle değil en başta kalbin katılımıyla gerçekleşiyor. Allah’a muhabbetle başlamayan bir davranış, Allah’ın muhabbetini beklemeyen bir eylem, biçim olarak sünnet davranışına denk geliyor olsa da, özünde “sünnet” denmeyi hak etmiyor.

Tam burada yeniden düşünelim “sünnet” ve dahi farzları. Zaten farzlar da Hz. Peygamber’den[asm] çıktığı için de en azından “sünnet” değil mi? “Ya uyarsın, ya yanarsın!” şantajıyla mı çağrılırız Resulullah’a [asm] uymaya? Yüzümüzü yoktan var eden, aynaya baktığımızda bizi kendi kendimize yeniden sevdiren Yaradan niye bizi “zoraki” bir yolda beklesin ki? Kendi varlığımızdan ne kadar memnun isek, gözümüzün üzerindeki kirpiklere ne kadar itirazsız isek, O’nun bize çizdiği “yol”u zoraki bilmeden, zorlanarak değil, mecburiyet olarak değil, o kadar muhabbetle yapıyor olmalı değil miyiz?

Beni ben yokken bile seven, ben beni sevemezken de beni sevip özenerek insan diye var eden Yaradanım, beni niye “sevimsiz”, “lüzumsuz”, “faydasız”, “zoraki” bir yola çağırıyor olsun ki? Sevmeye bağlıdır Elçi’ye ittiba… Sevmene bağlı. Hem de Allah’ı sevmene.

“De ki,eğer sevmeye Allah’tan daha lâyık birisini biliyorsan, bana tâbi olma…” “De ki, eğer Allah’ı değil de bir başkasını sevmek senin için daha kârlı ve faydalıysa, bana uyma…” “De ki, seni hiç yoktan çıkarıp insan olarak var edeni sevmek sana zor geliyorsa, beni izleme…” Yine, “De ki, seni hiç kimsenin anmadığı günlerde anıp da herkesin anmaya değer gördüğü biri olarak seçen Rabbini değil de, yolunu hiç gözlemeyen, yokluğunda seni hiç anmayan bir başkasını daha çok seviyorsan, benim izimden yürüme…” Bir de, “De ki, eğer seni senin kendini sevmenden önce seven Bir’ini değil de, yeryüzünde yüzünün görünmediği binlerce yıl boyunca seni anılmaya bile değer bulmayan birilerini daha çok sevmeye değer görüyorsan, benim değil onların yolunda yürü…”

Sözün özü: Elçi’ye tâbi olmanın ön şartı, sevmek. Sevmekte zorlama yok. Sevmek, ite kaka olmaz, olamaz. Sevmek, yokuş yukarı çıkmak değildir. Bir akıştır. Gönüllü katılıştır. Yokuş yukarı da olsa, gönlünce yürümektir. Sevmekle yorulmaz insan. Sevmekle dirilir, diriltir. Kimseden zorla sevmek beklenmez. Öyleyse, “zoraki” değildir sünnetin hiçbir davranışı. Her ittiba çağrısının ikinci bir sorusu daha vardır: “Uyarsam n’olacak?

Nereye varacağım O’nun izinden yürürsem? Ne elde edeceğim, O’nunla yürüyerek? Rabbimizin buna cevabı da tanıdık ve sevimli: “sevilmek” “De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin…” Yani; “De ki, eğer Allah’tan başkası tarafından sevilmekle daha çok kâr edeceksen, bana itaat etmesen de olur.” Yine, “De ki, eğer Allah’tan başkasının seni sevmesi seni yokluktan, hiçlikten kurtaracaksa, benim izimden yürüme…” Yine, “De ki, hiç kimsenin hatırını saymayacağı, herkesin yokluğunu kanıksayacağı, seni unutacağı, seni unuttuğunu da unutacağı gelecek günlerde, Allah’tan başkası tarafından sevilmek seni toprağın altından çıkaracaksa, benim ardıma düşmesen de olur…” Bir de şöyle “De ki, eğer kusurlarına rağmen senin rızkını hiç kesmeyen, ayıplarını bildiği halde seni kimselere rezil etmeyen Allah değil de bir başkasıysa, bana tâbi olmasan da olur…” Ne güzel ki, ayet cümlesinin son ibaresi, Allah tarafından sevilmeyi zirve bir tasvire çıkarıyor: “öyle sevsin ki Allah sizi, günahlarınızı kusurlarınızı toptan bağışlasın. Adeta görmezden gelsin.” İşte bu yüzden, sanılanın aksine Allah’ın “emir ve yasaklar”ı yoktur. Yani, Allah, bize alışık olduğumuz anlamıyla “emir”ler yağdırmaz. Askeri anlamdaki “ast-üst ekseninde” anlaşılırsa haksızlık ederiz Allah’ın emirlerine ve yasaklarına… Muhabbetin olduğu yerde emir ve yasağa gerek yoktur ki… Muhabbeti hak etmeyenler kuru emirler yağdırır.

Sevilmeyenlere ve sevmeyenlere mecburen tâbi olunur. Zoraki uyulur. Muhabbetle başlayan ve muhabbetle biten sünnetin hiçbir yerinde “yasak” yoktur; “haram” vardır. “Haram” kelimesi “hürmet” kökünden anlamını alır. Yani müminlerin “yasak”ı “hürmet”ten kaynaklanır. Kuru ve inadına yasağı olmaz sünnetin. Hürmetin her zaman bir hedefi vardır. Muhabbet etmediğine hürmet edemez insan. Kime muhabbeti varsa, kimden muhabbet bekliyorsa, ona hürmet eder. Muhabbet ettiğinin ve muhabbet beklediğinin hürmeti hatırına kendine kimi işleri emreder ya da yasaklar. Bu yasak dışarıdan değildir; içeriden, içten geliyordur. Aynı şekilde, “farz” kelimesini de “zorunlu” olarak tercüme edemeyiz. Zorunlulukta gönüllülüğe yer yoktur; farzda gönüllük vardır. Allah’la yaşayan, Allah’ın hatırını sayar, Rabbine hürmet eder, Rabbine hürmet ederek “yapma!” dediğini yapmaz, “gitme!” dediği yere gitmez, “yeme!” dediğini yemez. Haramın ve emrin konusu olan her iş, o işle ilişki içinde olduğumuz her insan ve her şey, Allah’a tâbi olmanın görünen yüzüdür.

Hatırlayalım: Melekler ve İblis Âdem’e secde etmekle sınandılar; doğrudan Allah’a secde etmekle değil. Allah’a itaatleri Âdem’e itaatleri üzerinden test edildi. Melekler isteneni hemen yaptılar, itaat ettiler, hesap yapmaya kalkmadılar. Ama İblis gerekçe peşine düştü; çünkü Allah’ın hatırı yoktu üzerinde… “Evet ama…”larla kıvırmaya başladı.. “İyi ama, ben ateştenim Âdem topraktan…” demelere davrandı. “Ateş topraktan üstündür, ateş olan toprak olana secde etmez” dedi. İpe un serdi. Oysa, sorun toprak olan Âdem değildi, sorun toprak ya da ateş fark etmez, Âdem’e secde edilmesiydi… Meleklerin imanı, Âdem’in toprağında Allah’ın hatırını gördü; İblis ise Âdem’in toprağından başkasını görmedi. Böylesine kör olanlar ancak kuru emir ve yasaklardan anlarlar. Gönüllerine yer yoktur itaatlerinde.

Bu körlükle, kendisi topraktan Âdem ise ateşten olsaydı, secde eder miydi İblis? Asla! Ya da, kendisi topraktan, Âdem ateşten diye secde etmiş olsaydı, hakkıyla itaat etmiş sayılır mıydı? Hayır! Çünkü bu halde de Allah’a hürmet olmayacaktı. Örneğin bir mümin domuz eti yemez; bu bir haramdır. Bir mümin tesettürlü olmaya çalışır; bu bir emirdir. Domuz etiyle muhatap olurken, domuzla değil “domuz eti yemeyin!” diyen Rabbinin hatırına bakar. Domuz etinin zararlarının bilimsel açıklamalarına vs. dayandırmaz itaatini. Saçını saklarken, güzelliğini herkese göstermemeyi tercih ederken, saçlarının hatırından önce saçlarını ziynet diye veren Allah’ın hatırını görür, gözetir. Allah’ı “gören”in tesettürü gönüllü olur, zoraki değil. Demek ki tesettür tenine örtü örtmekten fazlası, Allah’ın hatırını bilecek kadar iman etmeyi içeriyor içinde. Bunun ise kılık kıyafeti olmaz; hatır bilmek başörtüsü bağlama biçimi gibi tartışılacak, ölçülecek, kesilip biçilecek bir şey değil ki. Allah’ın hatırına yemez, içmez mümin. Allah’ın hatırına örtünür ve saklanır. Bu yüzden tesettür de “iman eden erkek ve kadınlara” emredilir. Allah tarafından görüldüğüne iman edenler bakışlarını, saçlarını ve tenlerini “ziynet” diye bilir çünkü. Yoksa… Emir almaz; kadir bilir; emir telakki eder. Yasaklara aldırmaz; hatır sayar, kendine haram eder. Muhabbet’ten koparılmış her türlü uyum “ittibâ”nın nezaketini ihlal eder. Bu yüzden sevmeyi en çok hak edeni sevmek kadar dolu doludur sünnet. Sevgisiz uymaların her türü insan gönüllülüğünü ihlal eder. Ancak sevildiğini bilenlerin farkında olduğu içten bir nezakettir sünnet.

Senai Demirci

Zamanın Yusufları

Yusuf dedi: Biz metaımızı kimde bulursak, onu alırız…” [Yusuf, 12/79] Kıssada Yusuf’un tuzağının bir parçasıydı bu sözler..

Güzellerin eline geçmek istiyorsan, o güzellere layık bir dane olmalısın.

Hakk ki kendini “..tuzak kuranların en hayırlısı..” ilan etti, Yusuf’un ağzından bize böyle seslendi. Kardeşi Bünyamin’i yanına alabilmek için, yükleri arasına “bizim metaımız” dediği “saraylı bir kap” yerleştirdi.  Böylece Bünyamin kardeşlerinden temyiz edilecek, o alınacak, kardeşleri bırakılacaktı..

Rabbimiz de bize demek ister ki: “Sizi varlık kıtlığından çıkarıp, insanlık yükünü omuzlarınıza yükledim. Emanetim sizde. Hiç hak etmediğiniz halde, Benim muhatabım oluverdiniz. Hiç hakkını veremeyeceğiniz halde, Benimle sonsuz birlikteliğe aday oluverdiniz. Ama içinizde bana Bünyamin olacakları alırım yanıma… Yüklerinizi yüklenip ardınızı Bana döndüğünüz halde, ardınız sıra haberciler yetiştirdim. ‘Yükleriniz içinde metaımız var’ diye elçiler ve Kitap’lar gönderdim. Kalbiniz bana ait. Yalnız Beni sevmeye ayarlı. Yalnız Benimle razı olmaya razı. Sadece Beni anarak tatmin olur.

Şaşırdık hepimiz bu çağrı ile.. Çoktan dünyaya razıydık. Ötesini istemekten vazgeçmiştik. Fazlasını yanımızda bulacağımıza dair ümitlerimiz sönmüştü. Dünyayı yüklendiğimiz develerimizi durdurduk. Çoğaltma, biriktirme tutkumuzun iplerini gevşetip çözdük… Hırslarımızı doldurduğumuz yü(re)klerimizi omzumuzdan indirdik, istemeye istemeye.. Geri çağrılı olduğumuzu duyar gibi olduk.

Sonunda O’na döneceksiniz!” gerçeği ile didik didik edildi yüklerimiz. Bir tek Bünyamin’lerin yükünde çıktı kalb. İmanla dirilmiş kalp. Tevhidle kanlanmış kalp. Havf ve reca ile, korku ve ümitle bir kasılıp bir gevşemiş kalp..

Dediğince Geylani’nin:”Kalb, Allah’la olursa, Hakk onu sebeplere ve halka bırakmaz. Sebeplerle alışverişini keser. İşe yaramazların tezgahına yormaz. Düşük hallerini ayağa kaldırır. Rahmetinin kapısında oturtur. Lutfunun baş köşesinde uyutur.” Dediği gibi Hakk’ın: “Allah müşteridir müminlerin “Ben” dediğine ve “Benim” dediklerine, karşılığında cenneti vermek üzere…” Kendini “mümin” bilenin her hali, her işi, her sözü, her susması, her edası, her bakışı, her yürüyüşü, her duruşu… Allah’ı müşteri edercesine kıymetlidir, paha biçilmezdir.. Bünyamindir onlar.. Yusuf’ça güzellerin tuzağına layık daneler taşırlar içlerinde, işlerinde… Kalbin, Yusuf’un Rabbinin alıkoymasına değiyor mu? O’nun metaı var mı göğsünde? Dön de bir bak…

Size bir tuzak kurduk: Yükleriniz arasındaki “saraylı kap”ı göresiniz diye.

ÜçYusuf ÜçRüya ÜçGömlek kitabımız çıktı. “Kimse sınanmadığı günahın masumu değildir” gerçeğini bir kez daha hatırlatmak için. Kıssaların tarih olmadığını, Kur’ân’ın geçmiş zaman anlatıcısı gibi okunmayacağını uygulamalı göstermek için. En önemlisi de “Yusuf ile Züleyha aşkı”nın köpürtülmüş detaylarına hapsedilmiş, “masal kuyusu”na itilmiş, “hakikat gömleği yırtılmış” Yusuf Kıssası’nı özgür kılmak için.

Senai Demirci