Etiket arşivi: türk

‘Said Nursi’ye bu sözü dedirten bu ruhtur

Umut var Anadolu kıtasında; ruh var çünkü, ruh…

Önceki haftalarda ‘fildişi kule‘mden çıkarak, Anadolu kıtasında, bir uçtan diğer uca, uzun bir yolculuğa çıktım: İstanbul’dan Ankara’ya, Diyarbakır’a Mardin’e, Niğde’ye ve Kayseri’ye uzanan bir tür ‘Anadolu turu‘na…

İşte size bu yolculukta yakaladığım, Schumacher’in ‘küçük güzeldir‘ gözlemini doğrulayan görünüşte küçük bir ‘enstantane’: Anadolu kıtasının bir noktasında, caddede yürürken, önümde güle oynaya giden iki kişinin birdenbire durduklarını, yerden bir şey alıp öperek bir duvarın boşluğuna yerleştirdiklerini fark ettim: Onlar oradan uzaklaşınca, duvarda boşluğa yerleştirdikleri şeye baktım yaklaşarak: Bir parmak ucu kadar bir ekmek parçasıydı bu! Ruhum ışıdı! Bir anda bütün dünyalar benim oldu: Şükrettim Rabbime.

‘Ne var bunda?’ demeyin lütfen! Ekmeğin kudsiyetine duyulan böylesine incelikli bir saygıdır insanı yatay ve dikey boyutlarda aynı anda varedici bir yolculuğa çıkaran. İnsana ve hayata ruh katan, anlam kazandıran.

İşte medeniyet bu! Bir ekmek parçasına duyulan bu saygı, aslında bir rızık olarak ekmeğe, o ekmeği veren Rızk’ın Sahibine duyulan katışıksız saygının ve teşekkürün bir nişânesi. Ekmeğe saygı duymayan insanların emeğe saygı duyabilmeleri mümkün mü?

* * *

Anadolu’yu herhangi bir toprak parçasından ayıran, insanlığın umut kaynağı bir kıtaya dönüştüren işte bu ruh, bu tevazu, bu ince hassasiyettir. Bu topraklarda yaşanan hayatın şiiriyetinin kanatlandırıcı ve insanlık çapında, insanlık adına umutlandırıcı resmidir bu.

İşte bu insan, hâlden anlar: Çünkü etnik-ötesi, ulus-ötesi, dünya-ötesi bir gerilim hattında yaşar: Kendisi dışındaki insanları ve varlıkları kucaklayan bir medeniyetin çocuğudur: Eğer Anadolu’da bunca propagandaya, yıkıma, kışkırtmaya, ‘medyatik operasyon‘a rağmen, hâlâ etnik bir çatışma yaşanmıyorsa, bundandır: Anadolu kıtası bilincinden. Anadolu’nun herkese bağrını açan yüce gönüllüğünden. Ruhundan…

* * *

İşte bu ruh, Mardin’de katıldığım Münazarat Sempozyumu’nda birkaç kez hatırlatıldığı gibi, bir Kürd’e, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ne, ‘Türkler, İslâmiyet’in yılmaz hâdimleridir; saadetimiz Türklerle beraber olmaktır‘ dedirtebilmiş, sadece bu toprakların değil, bütün insanlığın şiddetle ihtiyacını hissettiği yegâne varedici kardeşlik ruhudur.

İşte bu ruh, Niğde’de YAZSANBİR’in (Yazarlar ve Sanatçılar Birliği) düzenlediği bir panelde, eski Nizam-ı Alem Ocakları Başkanı Yavuz Ağıralioğlu’na, ‘Türk, Arnavut kadar Arnavut, Kürt kadar Kürt, Arap kadar Arap olduğu zaman Türk’tür‘ dedirtecek bir medeniyet şuuru yeşertmiştir Anadolu kıtası büyüklüğündeki bu mübarek topraklarda.

* * *

Biz, bu ruhu fenâ hâlde örseledik: Siyasî darbelerle, kültürel darbelerle, zihnî darbelerle vesaire! Ama bu ruh ölmedi. O yüzden, bir ekmek parçasının yerden alınıp öpülerek duvara yerleştirilmesi bile umudumuzu diri tutmaya, bu ruhun yaşadığını göstermeye yetiyor.

O yüzden, DP eski Genel Başkanı, Anadolu kıtası’nın çocuğu Süleyman Soylu Bey’e, Niğde’deki panelde, modernleşme tarihimiz boyunca yaşadığımız serüveni, ‘başkalarını, bizim dışımızdakileri ötekileştirmek’ olarak tanımlatacak kadar özeleştiri özgüveni kazandıran, derinlerde kök salan bu ruhtur.

YAZSANBİR’in heyecanlı, çalışkan, mütevazi ve hayalleri sınır tanımayan başkanı Hayrullah Eraslan’ın öncülüğünde Niğde’de düzenlenen ‘darbeler’ panelinde söylenenlerde değil yalnızca; aynı zamanda panelin düzenlenişinde, panele katılan ve salonu hıncahınç dolduran insanların üç saatten fazla bir süre söylenenleri pürdikkat dinleyişinde de kendini gösterdi bu ruh. Öyle ki, Niğde Valisi Alim Barut, Belediye Başkanı Faruk Akdoğan ve -gece teheccüd namazları kıldığı için büyük saygı duyulan- Niğde’nin alçakgönüllü ve parlak milletvekili Ömer Selvi üç saatlik paneli sonuna kadar ilgiyle takip ettiler.

Yusuf Kaplan / Yeni Şafak

Osmanlı’nın Kürt Meselesi Yoktu

Selçuklulardan Osmanlıların son dönemlerine değin Hilâl’in bereketli topraklarında yan yana barış ve kardeşlik içinde yaşamış olan Müslüman Türk, Kürt, Arap ve Fars kardeşler arasına Haçlılar tarafından atılan “Kürt Meselesi” adındaki ‘etnik fitne’ ya da ‘kavmiyetçilik ateşi’, geniş bir alana yayılmış kalabalık İslam topluluklarının binlerce yıllık geçmişe sahip birlik, dirlik, kardeşlik ve ümmet ruhunu ortadan kaldırmayı amaçlıyor.

İşte, ‘Kürt Meselesi’nin Açılımı’ kitabımdaki malumatlardan hareketle, Osmanlılar zamanında Kürtlerin durumu ve ‘Osmanlı’nın Kürtler ile etnik temelli bir meselesinin olup olmadığının’ cevabı:

OSMANLI ZAMANINDA KÜRTLER VE DOĞU ANADOLU

Fatih Sultan Mehmed’in 1473’teki Otlukbeli Zaferi’nde, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ı mağlup etmesiyle Doğu Anadolu, büyük ölçüde Osmanlı hâkimiyetine girmiş ve buralarda yaşayan Kürt aşiretleri de peyderpey Osmanlı tebaası olmuşlardır.

Osmanlı Devleti ile İran arasındaki sınır bölgesinde son derece serbest ve merkezî otoritenin tavizkâr tutumu içinde özerk bir statüde hayatlarını idame ettiren Kürt aşiretleri, ilk kez Yavuz Sultan Selim zamanında kesin olarak Osmanlı siyasî sistemi altına girmişlerdir.

Şah İsmail’in izlediği Şiiliği yayma ve Kürt Beyliklerini ortadan kaldırma politikasına karşılık, Yavuz Sultan Selim’in Kürt Beyliklerini tanıma ve varlıklarını devam ettirme yanlısı politikası Osmanlıların Kürtler arasında taraftar ve itibar kazanmasına katkıda bulunmuştur.

Bundan cesaret alan Yavuz Sultan Selim, İran Seferi’nden önce bölgede geniş nüfuza sahip Şeyh İdris-i Bitlisî’yi yanına çekerek maiyetindeki Müslüman Kürtlerin desteğini elde etmek istemiştir. Şeyh Bitlisî, Safevilere bağlı 20 aşiret liderini ve bölgedeki bazı emirlikleri ziyaret ederek onların İran ile yapılacak savaşta Şah İsmail’e karşı tavır almalarını sağlamıştır.

Kürtlerin, Osmanlı yönetimi altına girmesi ve bağlılıklarını sunmalarında, Osmanlı Devleti’nin İslâm Dini’ne bayraktarlık etmesi, aralarındaki kuvvetli dini bağ ve müşterek dini dinamikler mühim rol oynamıştır. Bitlisî’nin büyük yardımları ve kendi yanında bizzat savaşa iştirak etmesi ile Yavuz Sultan Selim, 1514 yılında Şii tehlikesini bertaraf etmek gayesiyle harekete geçmiş ve Şah İsmail’i Çaldıran’da ağır bir hezimete uğratmıştır.

Çaldıran’da kazandığı zaferle beraber Doğu Anadolu’daki siyasi ve idarî dağınıklığa son verme ve merkezî otoriteyi tesis etme politikası yönünde ilk ciddî adımı da atmıştır. Yapılan anlaşmaya göre Kürt Emirlikleri özerkliklerini koruyacak, yönetim belli kişi ve ailelerde olacak, padişahın fermanına bağlı kalınacak, vergi ödenecek ve savaşlarda Kürtler Türklere yardım edecekti.

Yavuz Sultan Selim, Doğu Anadolu’nun idarî ve sosyal yapılanmasında İdris-i Bitlisî’den faydalanarak bölgeyi idarî taksimata tâbi tutmuştur. Bu taksimatın ana hatları şu şekilde belirlenmiştir: Çıldır, Erzurum, Van, Diyarbakır ve Zor eyaletleri Osmanlı’nın İran ile doğu sınırını teşkil etmiştir.

Diyarbekir, 19 sancağa bölünmüş, bunlardan 11 sancak doğrudan Osmanlı yönetimine bağlanmıştır. Diğer 8’i Kürt beyliklerine bırakılmıştır. Van ve çevresi de, 37 sancak ve 4 hükümete ayrılmıştır. Bunların dışında, doğrudan doğruya sultana bağlı olan Cezire, Hazra, Genç, Palo ve Eğil hükümetleri gibi özel statüye sahip kısmen özerk mahalli idarelere de müsaade edilmiştir.

Anadolu’da gerçek bir birlik tesis etme çabasında olan Osmanlılar, bölgedeki boy ve oymakların yayılışına bakmadan, askerî ve coğrafî şartların gereğince devletin esas direkleri olan il ve sancak kuruluşlarını meydana getirmişlerdir. Ancak, bunu yaparken öteden beri değer verdikleri mahalli örf ve anlayışları da kullanarak özel kuruluşlar ortaya koymuşlardır.

Gerçi, bu beylik ve ocaklıklar, her ne kadar hükümet merkezinden tayin edilmeyen beyler tarafından veraset yolu ile yönetilmekte ve sadece beylerin görevleri onaylanmakta ise de, devlet divanı, bunların iç işlerini düzenleyecek kavramlar ile vergi toplama usul ve kanunlarını ayrıca hazırlama ve uygulama yetkilerini daima ellerinde bulundurmuş; onlara yalnızca bu kanun ve nizamlar çerçevesinde beylikte bulunma konularında bazı serbestlikler tanımıştır.

OSMANLI DÖNEMİNDEKİ İSYANLAR KÜRTÇÜLÜKLE İLGİSİZ

Osmanlı Devleti’nin, bilhassa 1683 Viyana Bozgunu’ndan itibaren Batı’da toprak kaybetmeye başlaması, siyasi çözülmeyi de beraberinde getirmiş; dolayısıyla bu durum direkt olarak Kürt bölgesinde merkezi otoritenin sarsılması ve zayıflaması şeklinde kendini göstermiştir.

Bundan istifade eden özel konumdaki bazı Kürt beyleri, çevrelerinde kuvvetlenmek ve egemenlik alanlarını genişletmek için hükümetin ve kanunların hilafına yavaş yavaş birtakım otorite tanımaz hareketlere girişmişlerdir. Hususen II. Mahmud döneminde bu hâl doruk noktaya ulaşmıştır.

Yalnız, Osmanlı’nın, uzun ve yıpratıcı savaşlarda, yeterli kaynağı tedarik etmek için bölgedeki Kürt Beylerine asker ve para gereksinimi için fazlaca yüklenmesinin de onların merkezi idareye karşı tavır almalarında tesirli bir faktör olduğunu belirtmemiz gerekir.

II. Mahmud zamanında, merkezi otoriteyi kuvvetlendirmek istikametinde yapılan uygulamalar bağlamında siyasi ve idari özerkliğe sahip Kürt Beyleri disiplin altına alınarak payitahta bağlanmak istenmiştir. Bunu bölgede uygulanmak istenen askeri ve idari kademelerdeki ıslah hareketleri takip edince, sosyal ve idari yapılanmada temel rolü oynayan aşiret beyleri, ağalar ve şeyhlerin menfaatleri zedelenmiş; hem reform çabalarına mani olmuş, hem de devleti uzun süre meşgul edip zor duruma düşürecek olan bir seri ayaklanma çıkarmışlardır.

Osmanlı zamanında meydana gelen 12 Kürt isyanı, devletin dağılma sürecinde ülkenin her tarafında meydana gelen isyan hareketlerinden farksızdır ve onların bir parçası durumundadır. Osmanlı siyasi bütünlüğünden ayrılarak bağımsız Kürt Devleti kurma çabası, siyasi Kürtçülük ve etnik milliyetçilik ile uzaktan yakından alakası yoktur. Patlak veren her ayaklanmalar “mevziî” kalmış, yalnızca ayaklanmayı tertipleyen kişinin şahsî nüfuzundan öteye geçememiştir.

Doğu’da cereyan eden isyanların kaynağında şu iki temel sebep yatıyordu: 1. Osmanlı merkezî otoritesinin, malî durumunun bozulması sebebiyle normal vergilerin yanında bir de ek vergiler koyması. 2. Uzun süren savaşlar sebebiyle, Osmanlı Devleti’nin askerî birliklere ihtiyacının artmasından dolayı, o zamana kadar askerlikten muaf tutulan Kürtlere de “asker celbi” kararının çıkması.

1908 SONRASI CEMİYETLER, GAZETE VE DERGİLER KÜRTÇÜ MÜYDÜ?

1908’de II. Meşrutiyetin ilanının doğurduğu imkânlardan istifade eden Kürtler, siyasi, kültürel ve sosyal alanlarda esaslı ve sistemli bir şekilde teşkilatlanmaya başlamışlardır. Zira II. Abdülhamid zamanında, 1898’de Kahire’de yayın hayatına başlayan “Kürdistan Gazetesi” ile 1900’de İstanbul’da kurulan “Kürdistan Azm-i Kavî Cemiyeti” dışında fazla bir aktiviteleri olmamıştı.

Meşrutiyetle birlikte, İstanbul’daki bir grup Doğulu aydın ve yüksek devlet ricalinin teşebbüsleri neticesinde birçok cemiyet, gazete ve mecmuanın açılmasıyla bu sahada ilk adımlar atılmıştır. Bunların ilki ve en önemlisi olan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti, 1908’de İstanbul’da kurulmuştur. Hemen belirtelim ki, mezkûr cemiyet ve yayın organları daha çok kültürel çalışmaları ön planda tutuyor; etnik, siyasi ve ideolojik niyet ve amaçlardan uzak bulunuyorlardı.

Asıl talepleri sadece, Osmanlı idaresi içinde “Kürt” olarak önemsenmek noktasında odaklaşıyordu. Kürt unsurunun kendi kimliğini ve kültürünü, “Osmanlılık” içinde geliştirmesinden yanaydılar. Kendilerini, Osmanlı olarak kabul ediyor ve “Osmanlılık” çatısı altında, eşit haklara sahip topluluklar olarak görüyorlardı.

Kürtlerin en büyük derdi cehalet ve geri kalmışlık idi. Osmanlı Mebusan Meclisindeki mebuslar da aynı talepleri dile getiriyorlardı. Doğu’daki okur-yazar oranının binde bir bile olmadığına dikkat çekerek, bölgeye “Osmanlı Sibirya’sı” muamelesi yapıldığından sık sık sitem ediyorlardı.

Hevi Cemiyeti’nin kurucularından olan Dr. Şükrü Sekban, cemiyet üyelerinin Osmanlı siyasî bütünlüğünden ayrılmayı kesinlikle düşünmediklerine şöyle temas etmiştir:

“Onlardan hiçbiri Kürtler için en ufuk bir imtiyaz düşünmüyordu. Türkiye’den kopmayı aklımızın kenarından geçirmiyorduk. Fakat hepimiz de altı Doğu vilayetinde bir reform yapılması hususunda mutabık idik. İstedikleri reformlar, muktedir ve namuslu valiler tayin edilmesi, bir kaç anayol inşası, adaletin iyi bir şekilde uygulanması için mahkemelerin yeniden ele alınması idi. Zaten, bütün mücadelemizin ve didinmelerimizin tek hedefi vardı: Kürt’ü cahillikten ve fakirlikten kurtarmaktı. Ama bu, bir Kürt Devleti’nin kurulmasını düşünen hiç bir Kürt yoktu, demek değildir. Belki vardı, ancak bunu itiraf edemiyorlar, bu gizli emellerini açıkça beyan edemiyorlardı.”

Parantez arasında belirtmemiz gerekir ki, yukarıdaki gelişmeleri, bugün gündemin ana maddesini teşkil eden ‘Kürt Açılımı’ çerçevesindeki gelişmelerle mukayese ettiğimizde, o günden bugüne pek de bir şeyin değişmediğini; aynı fasit dairenin, yani talep, tartışma, düzenleme ve ‘açılım’ girişimlerinin devam edip gittiğini, tarihin benzer biçimde tekerrür edip durduğunu esefle müşahede ediyoruz.

SÖZÜN ÖZÜ

Osmanlı zamanında devletin Müslüman Kürtlerle etnik temelli hiç bir problemi olmadığı gibi, Kürtler de Osmanlı’ya karşı tüm zamanlarda sadık kalarak etnik bir harekete katiyen girişmemişlerdir. Ümmetçilik ve Osmanlıcılık telakkilerinden dolayı asırlar boyunca devlet ve milletle kaynaşmış olan Kürtler ile Osmanlılar arasında böyle bir problemin çıkmasına da zaten imkân yoktu. Bunda Osmanlı’nın, İslâm birliği anlayışı gereğince Kürtlerle yakınlaşması, koruyucu ve kuşatıcı bir yaklaşım sergilemesi müessir bir rol oynamıştır.

Türkler ve Kürtler yüzyıllarca bu topraklar üzerinde aynı mefkûreler etrafında bir arada kardeşçe yaşamıştır. Osmanlı Devleti üzerindeki emperyalist politikalardan kaynaklanan ve “ırkçı” temele dayandırılan Kürt meselesi, sunî olarak ihdas edilmesine, Osmanlı toprak bütünlüğünü ve İslâm birliğini bozmak maksadıyla dışarıdan dayatılmasına rağmen, Batılı anlamda bir Kürt meselesi Osmanlı topraklarında hiç bir zaman olmamıştır.

Şu halde, madem Osmanlıların Kürtlerle etnik, ideolojik ve siyasi anlamda bir meselesi yoktu; pekiyi Osmanlı’nın son dönemlerinden -bilhassa İttihat Terakki ve Mütareke dönemleri- Cumhuriyet dönemine uzanan süreçte bu Kürt Meselesi nasıl ortaya çıktı?

Bunun cevabını da inşallah bir sonraki yazıda vermeye gayret edelim. O vakte değin sağlıcakla ve selametle kalınız. Bol kitaplı ve okumalı günler temennisiyle…

İsmail Çolak

moralhaber.net

Terör, Ezber Bozan Açılım ve Bir Manifesto!

Yıllardır verdiğimiz kayıplardan anlaşılıyor ki terörü yenmek için tutarlı bir siyasetimiz ve çözümümüz yok. Olsaydı şimdiye kadar çoktan bu bela ile başa çıkardık. Çıkamadık, çıkamıyoruz. Öyleyse ezberimizi bozmalıyız. Ezber bozan bir açılım bulmalıyız. Bana göre ezber bozan bir açılım, daha önce tekrar tekrar söyledim yine söylüyorum:

Dipçik ve kılıcı bırakıp, Kur’an’ın ve kalemin atmosferine girmektir. Zaten en büyük demokratik açılım, Türküyle, Kürdüyle top yekün bir millet olarak Kur’an’a açılmak, Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak, Onun hakemliğine müracaat etmek ve Onun hükmüne razı olmaktır. Lütfen gelin, bir de bu yolu deneyelim.

Çünkü Kur’an, Allah’ın indirdiği son kitap. Bizse Türk olsun, Kürt olsun hepimiz Allah’ın kullarıyız. Ne kimseden hak alma ve ne de kimseye hak verme haddinde ve salahiyetindeyiz. Hakları yaratıcımız vermiş. Herkese bir bölge, bir ana, bir baba, bir millet, bir dil, bir renk, bir biçim, bir karakter tespit etmiş, dünyaya göndermiş. İnsanlığını kaybetmesin ve huzurla yaşasın diye de, Kur’an gibi çağların eskitemediği bir kitabı eline tutuşturmuş, onu iyi okusun, iyi anlasın, iyi uygulasın diye de Hz. Muhammed (s.a.v) gibi emsalsiz bir peygamberi de öğretmen olarak tayin etmiştir. Müslüman Türkler ve Kürtler olarak neden Allah’ın bu takdirine razı olmuyoruz?

Haddi zatında bizim “Kürt Sorunu” diye bir sorunumuz yok; hepimizin mukaddes değerlerden ve ahlâktan uzaklaşmak gibi bir sorunumuz var. Biz uzaklaştığımız değerlere dönersek hiçbir sorun kalmayacaktır. Bu kadar açık ve net söylüyorum. Çünkü dindar ve ahlaklı bir insan, sadece kendisine değil, haksızlığa uğrayan Kürde de, Türke de, Alevîye de, Sünniye de, İngiliz’e de, Alman’a da hak isteyecektir. Haksızlığa uğramış herkesin hakkını savunacak ve her mazlumun yanında yer alacaktır. Bu mazlum, ister Müslüman olsun, ister Yahudi, ister Sırp olsun, fark etmez.

Unutmayalım ki, Bir(’i) bizi gözetliyor. O da bizi yaratan Allah’tır. Bir gün bize yaptığımız yanlışları teker teker söyleyecek,(1) döktüğümüz kanların hesabını çok acı bir şekilde soracaktır. O, adil-i mutlaktır; hiçbir haksızlığı kimsenin yanına bırakmayacağını çok net bir şekilde ortaya koymuş ve şöyle buyurmuştur: “Zalimlerin yaptıklarını Allah’ın görmediğini, bilmediğini sanma. Allah, onlara vereceği cezayı, gözlerin kamaşacağı bir güne bırakmaktadır.”(2)

Müslüman milletimin Türk-Kürt bütün fertlerine sesleniyorum! Ortak paydalarda buluşalım, herkes tarafından doğru kabul edilen esasın etrafında toplanalım. O esas Kur’an’dır. Bu Kur’an’ın sahibi ise Allah’tır. Allah’ın son Peygamberi hepimizi uyarıyor, tam da problemimize çare sunuyor ve buyuruyor ki:

Muhakkak ki ileride karanlık gece parçaları gibi fitneler (anarşi) olacak.” “Ey Allah’ın Resûlü ondan kurtuluş nasıl olur?” denildi. Buyurdu ki: “Kurtuluş Yüce Allah’ın kitabıyla (Kur’an) olacak… Onda sizden öncekilerin ve sonrakilerin haberleri ve sizinle ilgili hükümler vardır. O bir eğlence aracı değildir. Hak ile bâtılı ayıran bir kelâmdır. Onu kibirlenerek terk edenin Allah belini kırar. Kim doğru yolu ondan başkasından ararsa Allah onu sapıklığa düşürür. O Allah’ın sağlam ipidir. Ve apaçık nurudur. O hikmet dolu Kur’an’dır. Doğru yoldur. Nefsânî arzuların sapıtmamasına, görüşlerin dağılmamasına yegâne sebep odur. Âlimler ona doymaz, Allah’tan korkarak günah işlemekten çekinenler, ondan usanmazlar. Onun ilmini bilen ileri gider, onunla amel eden sevap kazanır. Onunla hükmeden adil olur. Ona sımsıkı sarılan doğru yolu bulur.” (3)

Türklerin ve Kürtlerin kahir ekseriyeti Allah’a hamdolsun, mü’mindir ve Müslüman’dır. Kur’an, hem Türklerin hem de Kürtlerin kitabıdır. Peygamberimiz, hem Kürt’lerin hem de Türklerin hatta bütün insanlığın Peygamberidir. Öyleyse bu kavga niye?

ORTAK MANİFESTOMUZ

Şimdi sizlere inandığımız bu iki değerden yani Kur’an ve Hadis’den mülhem bir manifesto, bir reçete arz edeceğim. Ellerimizi şakaklarımızın üstüne koyalım, lütfen biraz düşünelim, düşünmekle de kalmayalım lütfen hemen harekete geçelim ve uygulayalım, yanlış ezberlerimizden vazgeçelim, böylece, yıllardır üstesinden gelemediğimiz terörün belini kırmış olacağız, sefaletten, geri kalmışlıktan, maddî ve manevî travmalardan kurtulmuş olacağız! İşte Kur’an kaynaklı manifestomuz:

Yüce Allah buyuruyor ki:

1-Eğer Allah ve Rasûlü bir konuda açıklama yapmışlarsa, hangi ırka mensup olursa olsun, hiçbir mü’min erkek ve kadına o konu da hüküm koyma, fikir yürütme hakkı yoktur. (4) Öyleyse ey mü’minler! Allah ve Rasûlünün önüne geçmeyiniz. (5) Onun Kitab-ı Kerimine müracaat ediniz. Terörü ve kavgayı bitirmede Allah’ın yardım ve desteğini arkanıza, Hz. Peygamber’in uygulamalarını da önünüze koyunuz.

2-Aranızı bozmak isteyen iç ve dış fasıklar, muhbirler olabilir, onların getirdiği ve yazdığı aslı astarı olmayan haberleri araştırmadan karar vermeyin, eyleme geçmeyin, birbirinize düşmeyin. Araştırın, sonra karar verin. Yoksa pişman olursunuz, ama pişmanlık fayda vermez. (6)

3-Mü’minlerden iki gurup birbirine girerse, aralarını bulun, biri diğerine zulm etmeye kalkarsa, gerekirse zalim tarafla, o taraf kendi ırkınızdan da olsa -Allah’ın hükmüne boyun eğinceye kadar-savaşın. (7)

4-Hepinizin tek yaratıcısı Allah’tır. O Allah, “Türkler birbirinin kardeşidir.” veya “Kürtler birbirinin kardeşidir” dememiş, “Ancak inananlar birbirinin kardeşidir” (8) demiş. İster Türk ve İsterse Kürt olun, inanıyorsanız siz kardeşsiniz. Bu kardeşlik size yetmez mi? Hepinizin Allah’ı bir, Peygamberi bir, kitabı bir, kıblesi bir, vatanı birse bu birler sizi birleştirmeye, dostça ve kardeşçe barış içinde yaşatmaya kâfi gelmez mi?

5-Hiçbir ırk ve toplum, başka bir ırkı ve toplumu küçük ve değersiz görmesin, kimse kimseyi alaya almasın. Küçük ve değersiz görenler Allah katında değersiz olurlar (9) ve belalarını bulurlar. Birbirinizi ırkından ve bölgesinden dolayı ayıplamayın, birbirinizi hoşlanılmayan lakaplarla çağırmayın. Mümin olduktan sonra fasık olmak, bu yanlışları yapmak ne kötüdür. (10)

6-Birbiriniz hakkında kötü düşünmeyin. Birbirinizi arkadan çekiştirmeyin. (11)

7-Allah bizi çeşitli toplum ve milletler şeklinde yaratmış ki tanışıp, yardımlaşalım; düşman olalım, birbirimizi öldürelim, diye değil. Allah’a göre insanların en iyi ve en şereflileri, Allah’ı en çok sayan ve sevenler, onun emirlerine uyan ve yasaklarından kaçınanlardır. (12) Bunun ötesinde üstünlük arayan, alçalır, tepetaklak cehenneme düşer.

8-En büyük yasak ve günahlardan biri de haksız yere adam öldürmektir. (13) Haksız yere adam öldürmek, bütün insanlığı öldürmek kadar büyük bir cinayettir. (14) Peygamberimiz (s.a.v) “İki müslüman birbirine kılıç çektiği zaman, öldüren de, ölen de cehennemdedir“. buyurmuş, öldürülen neden cehennemdedir, sorusu gelince de:”Çünkü o da, arkadaşını öldürmek istiyordu” (15) şeklinde cevap vermiştir. Yüce Rabbimiz de bir mümini kasden öldürme hakkında şöyle buyurmuştur: “Kim bir mü’mini kasten öldürürse, cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir.” (16)

Hakikatler bu iken nasıl oluyor da Müslümanlar birbirlerini öldürerek hem bu hayatlarını, hem de ebedî hayatlarını cehennemleştirebiliyorlar?

9-Hiç kimse, bir başkasının günahından dolayı ayıplanamaz, kınanamaz, suçlu tutulamaz. (17)

10-Adaletin gerçekleşmesine yardımcı olun, yapacağınız şahitlik kendinizin, en yakınlarınızın, ana-babanızın aleyhine de olsa doğru şahitlik yapın. Adaletin titizlikle tecellisine çalışın. (18)

11-Bir topluma olan öfkeniz, sizi haksızlığa ve adaletsizliğe sürüklemesin. (19) Haklı ve doğru olan kimse, sevmediğiniz ve kızdığınız biri de olsa haklının ve doğrunun yanında yer alın.

12-Renklerin ve dillerin farklı olması Allah’ın ayetlerindendir. Hiç kimse ben şu bölgede ve şu renkte, şu dilde olmak istiyorum, diye Allah’a kendisini sipariş vermiş değildir. Bu iş tamamen Allah’ın iradesinin sonucudur. Allah ise fail-i muhtardır, iradesinde hürdür. Bu sebeplerden dolayı kim kimi ayıplarsa, hâşâ Allah’ı ayıplamış olur. Hiçbir Müslüman bu ayıba tenezzül etmez.

Ey anarşi ve teröre evlatlarını kurban vermiş Türkler ve Kürtler! İşte size çözüm paketi. İşte size demokratik açılım. İşte size orta ve ortak nokta. İşte size demokratik bir ahlâk. Herkes “benim dediğim olsun.” derse hiç kimsenin dediği olmaz ve kavganın sonu gelmez. Bu zihniyet adil ve demokrat bir zihniyet de değildir. Ama herkes: “Söz hakkın ve adaletin olsun yani Allah’ın dediği olsun.” derse ve buna yürekten inanırsa herkes muradına nail olur, akan kanlar durur, yurdumuz cennet ve cennet bize yurt olur.

Allah’tan daha adil, daha demokrat kim var? Sonsuz bir kudrete sahip olmasına rağmen, dileyen inansın, dileyen inanmasın, buyuruyor. Kendisini inkâr edenlere bile yaşama ve nimetlerinden istifade hakkı veriyor. Ne kadar sabırlı ve ne kadar merhametli Allah! Sabrı da merhametindendir. Bu kudret bizde olsaydı taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmazdık.

Ama şunu da unutmayalım: Allah imhal eder ama, ihmal etmez. Yani zaman verir ama unutmaz, kimsenin yaptığı haksızlığı yanına koymaz. (20) Koymaması da Onun şaşmaz adaletinin ve mazluma merhametinin gereğidir.

ÖNERİLERİMİZ:

Bu kurallar çerçevesinde:

1-Hak ve hürriyetin her türlüsü herkese sunulmalı, herkes dilinde, dininde ve mezhebinde serbest olmalıdır. İsteyen istediği gibi kültürünü yaşamalı ve yaşatmalıdır. Herkes, kılık kıyafetinde -başkasına baskı kullanmadığı, ar ve haya duygularını rencide etmediği müddetçe- hür olmalıdır.

2-Adaletin tecellisi bağlamında gelir dağılımındaki dengesizliğe son verilmeli, herkese helal yoldan iş, aş, eş bulma imkânı sağlanmalıdır.

3-Irkçılığı ve bölgeciliği körükleyen söz, tutum ve davranışlardan uzak durulmalıdır. Hiçbir Kürt’e, “senin aslın Türk” denilmemeli. Onu rahatsız edecek şeyler, onun yaşadığı ve gördüğü dağlara yazılmamalıdır.

4-Müslümanların çocuklarına olgun bir insan, iyi bir vatandaş olmalarını sağlayabilmek için, tâ küçük yaşlardan itibaren onlara sağlam bir din eğitimi verilmeli. Bu din, bu milletin kahir ekseriyetinin dinidir ki o da İslam’dır. Onu yeterince evlatlarımızın istifadesine sunmanın zamanı gelmiştir ve geç bile kalınmıştır.

5- Dinimiz sağda ve solda bütün siyasîlerin ortak değeri olmalıdır. Olmalıdır ki din her hangi bir partinin tekelinde görülmesin veya her hangi bir partinin onu alet etmesine imkân kalmasın.

6-Yeni anayasa yapılırken Kur’an ve Sünnet dikkate alınmalı ve bunlardan yararlanılmalıdır.

7- Yüce İslam dininin bir özeti olan:

a-Allah’ın emirlerine saygı,

b-Allah’ın yarattıklarına şefkat,

herkesin ortak paydası olmalıdır.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Bkz. Cuma, 62 / 8

2-İbrahim, 14 / 42

3-Ahmed bin Hanbel, Müsned,1,91, Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili. (Sadeleştirilmiş baskısı)1,223

4-Bkz. Ahzab, 32 / 39

5-Bkz. Hucurat, 49 / 1

6-Bkz. Hucurat, 49 / 6

7-Bkz. Hucurat, 49 / 9

8-Bkz.Hucurat, 49 / 10

9-Bkz.Hucurat, 49 / 11

10-Bkz.Hucurat, 49 / 11

11-Bkz. Hucurat, 49 / 11

12-Bkz. Hucurat, 49 / 12

13-Bkz. Karakaş, Vehbi, Farklı Bir Bakış Açısıyla Kur’an ve Sünnette Çevre, 172

14-Bkz. Maide, 5 / 32

15Buharî, İman 22, Diyat 2, Fiten 10; Müslim, Kasame 33, Fiten 14, 15. Ayrıca bk. Ebü Davüd, Fiten 5; Nesaî.Tahrîm 29, Kasame 7; İbni Mace, Fiten 11

16-Nisa, 4 / 92

17-Bkz. İsra, 17 / 15

18-Nisa, 4 / 135

19-Bkz. Maide, 5 / 8

20-Bkz. A’raf, 7 / 183