Etiket arşivi: ümit şimşek

Zamanımız Vardı Bir Zamanlar!..

Bu medeniyet bize hangi konuda bir iyilik yapmışsa, orada bizi eskisinden daha kötü duruma getirmiştir.

Dekoratif-farkli-saat-modeliBugün eskisinden çok daha fazla para kazanıyoruz, çok daha fazla şeylere sahip oluyoruz. Fakat bu zenginleştiğimiz mânâsına gelmiyor. Çünkü sahip olduğumuz şeyler üçer beşer artarken, gözümüzü diktiğimiz şeyler onar, yüzer artıyor. Bir yandan zenginleşiyor, diğer yandan da fakirleşiyoruz. Ama fakirleşme hızımız zenginleşme hızımızı geride bıraktığı ve arayı açmaya da devam ettiğimiz için, “Zenginleştikçe yoksullaşıyoruz” diyebiliriz.

Medeniyetle beraber sağlık hizmetleri de baş döndürücü bir hızla ilerledi. Bir iki nesil önce ölümcül olarak bilinen öyle hastalıklar var ki, artık sıradan bir tedaviyle onlardan kurtulabiliyoruz. Fakat bu arada evvelce bilinmeyen veya yaygın şekilde görülmeyen nice hastalıklar da ilerleyen sağlık hizmetlerinin yanı sıra hayatımıza girdi. Medeniyetin günahlarından en uzak bir şekilde yaşayan dindar kesimlerimizde bile bu hızlı bozulmanın eserini görmek için, camilerimizdeki tabure sayısının artışını dikkate almak yeter. Bu çizgiyi istikbale doğru uzattığımız takdirde, birkaç nesil sonra camilerimizde taburesiz namaz kılanların azınlığa düşeceğini tahmin edebiliriz; hattâ bunlar da ekseriyetle çocuk yaşta kimseler olacağı için, muhtemelen kendilerine taburelerin arkasında yer ayrılacaktır!

***

Medeniyetin bize en çok kazandırdığı alanların başında ise zaman vardır. İlerleyen teknolojiyle birlikte hayatımıza giren âlet, cihaz, vasıta, makine cinsinden ne varsa, hemen hemen hepsi de bize şu veya bu ölçüde zaman kazandırmıştır. Ev hanımlarının çamaşır, bulaşık gibi dertleri artık ninelerinin hatıralarında kaldı. Alışveriş için bile eğer evimizden dışarı çıkıyorsak, keyfimizdendir; yoksa oturduğumuz yerden birkaç tuşla istediğimizi sipariş etmekten kolay ne var? Bütün bunları üst üste koyup toplayacak olsanız, herhalde, günün yirmi dört saatinde medeniyetin bize kazandırdığı vakit bir haftadan aşağı düşmeyecektir. Fakat bu, bir günde bir haftalık hayat yaşadığımız mânâsına mı geliyor?

Hayır. Hattâ hafta bir yana dursun, bir günü bile doğru dürüst yaşayabildiğimizi söyleyecek pek az kimse vardır.

Çünkü medeniyetin bize armağan ettiği âlet ve imkânlar sayesinde bazı şeylere zaman ayırmaktan kurtulmuş olsak bile, daha önce bizimle alışverişi olmayan çok daha fazla şey de bu âletlerle beraber hayatımıza girmiş ve zamanımızı işgal edivermiştir. Dakikada bir maillerimizi kontrol etmeden durabilir miyiz? Ya günün haberlerinden uzak bir saat geçirecek olsak, bu arada dünyanın batıp batmadığını bize bildirecek kim var? Hergün birkaç saatimizi aptalca dizilerin karşısında harcamazsak ertesi gün ahbap arasında neyi konuşacağız? Ne var ki, hayatımıza yeni giren şeyler bu kadar zamanımızı işgal ederken, evvelce hayatımızda olanlar da onlara yer ayırmak için birer ikişer bize veda ediyor.

***

Medeniyetin bize çıkardığı faturalar neden en fazla zaman cephesinde kabarıyor?” diye soracak olursanız:

O, bize verdiği herşeyi, “zaman” karşılığında satar. Bir otomobil bize çok zaman kazandırır; bu doğru. Fakat onu alabilmek için ömrümüzün yıllarını harcarız; aldıktan sonra da yakıtını ve sair masraflarını karşılamak için yine zamanımızı harcarız. Bir cep telefonu, daha onun için harcadığımız ömür sermayesini telâfi etmeden çağdışı olur; onun yerine aldığımız yeni model telefonla birlikte eski bilgilerimiz de sıfırlanır; biz bir yandan yeni âletin borcunu ödemek, bir yandan da sıfırlanan bilgilerimizi yeniden öğrenmek için yine nihaî sermayemiz olan zamandan harcama yaparız.

Bu arada hayatımızdan çıkan şeylerin hasretini hiç çekmez olur muyuz? Daha doğrusu, biz o hasreti henüz hissetmeye fırsat bile bulamamışken medeniyet bunun kokusunu alıp da onu tekrar bize pazarlamaya kalkmaz mı?

İşte yeşillikler arasında ailenizle birlikte huzur içinde yaşanacak mekânlar! Ama o özlediğiniz şeye kavuşmak için daha fazla çalışmalı, daha fazla zaman harcamalı, ailenizden ve özlediğiniz diğer şeylerden daha fazla uzak kalmalısınız. Böyle hikâyeler ekseriya aynı şarkıyla biter:

Ömür tükeniyor, zaman kalmıyor, zaman kalmıyor, zaman kalmıyor…

***

Medeniyetin bu tuzaklarından kendisini kurtarabilenler yok mu?

Var tabii; lâkin çağdaş medeniyet onların yaşayışlarında bize satacak birşey bulamadığı için, ne reklamlarında, ne de haberlerinde bizi onlardan haberdar etmez. Onları ancak sıradan ve sessizce yaşayanlar arasında bulabilirsiniz.

Saçlarını neşriyat hizmetlerinde ağarttıktan sonra geçenlerde emekli olan Ahmet Vural dostumuza yeni hayatının nasıl geçtiğini sorduğumda, artık doya doya kitap okuyabildiğini söyledi. Zaten hayatını verimli bir şekilde değerlendiren bir insandı; yeni hayatında da fazladan bir zamana kavuşmuştu ve bunu kimseye kaptırmadan, kendi belirlediği şekilde kullanıyordu.

Fakat böyle bir huzuru ve mutluluğu yakalamak için, daha doğrusu, Allah’ın bize bağışladığı zamana gerçekten sahip olabilmek için, onun da fiyatını ödemek gerekiyor. Çok şükür ki, bu fiyat, ömrümüzü bozdurarak elde edilecek bir ücret değil. Medeniyetin oyuncak ve tuzaklarına göz ve kulaklarımızı kapatıp ruhumuzun ihtiyaçlarına yönelmek yeter.

Sadece bu kadarını yaptığımız takdirde, hemen kullanıma hazır o kadar çok zamanımız olacak ki!

_____________________________________________

Facebook: http://www.facebook.com/yazarumitsimsek | Twitter: http://twitter.com/umit_simsek | mail: umsimsek@gmail.com

Zekat İçin Çalışanlar Kimlerdir? Zekat Nasıl Yaygınlaşır?

Zekât vermek herkesin elinden gelmese de, verilen zekâtın miktarını arttırmak hepimizin gücü dahilinde olan birşeydir. Kur’ân da, akıl da bize bu yolu gösteriyor.

Konuyla ilgili düzinelerce âyette zekât emredilir ve zekât verenler övülürken, Mü’minûn sûresinin 4’üncü âyetinde daha değişik bir ifade kullanılmış ve “zekât için çalışanlar”dan söz edilmiştir. Bu genel ifadenin altında pek çok anlam ve hikmet saklıdır. Çözebildiğimiz birkaç tanesi:

Onlar zekât alan değil, zekât veren kimse olmak için çalışırlar, zekât verecek duruma gelmek için çaba harcarlar.

Bir de, onların çalışmaktan ve kazanmaktan maksatları biriktirip yığmak, yahut harcamak, tüketmek, yüksek bir hayat seviyesi tutturup keyfince yaşamak değildir. Onlar, muhtaç olan kardeşlerine yardım etmek için çalışırlar. Allah nasıl kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduysa, onlar da Allah’ın verdikleriyle yoksullara iyilikte bulunmak isterler.

Bir başka deyişle, onları “tüketici” değil, “zekât verici” kimliğiyle tanımlamak daha doğru olur. Çünkü çalışmalarının hedefinde zekât vardır.

***

Geçenlerde UTESAV’ın İman İlmihali buluşmalarında Turan Yalçın dostumuzun yaptığı bir hatırlatma, bizi bu âyetin bir başka mânâsıyla daha tanıştırdı.

Zekât verenlerle alışveriş yapmalıyız,” diyordu Turan Bey, “ ki onlar daha çok kazanıp daha çok zekât versinler.”

İşte, burada, dikkatimizden kaçan önemli bir ayrıntı var:

Biz alışveriş yaptığımız kişi veya müesseseye ücret öderken, yoksulun payını da o ücret içinde bir emanet olarak aktarıyoruz. Eğer muhatabımız zekâtını veriyorsa emanet yerini bulacak, daha doğrusu, iki katlı bir kazanç ortaya çıkacaktır:

Hem bize ürün veya emeğini satan kimsenin kazancı artacak, hem de onun vereceği zekât miktarı artacaktır. Sonuçta, biz, “kendimiz için” alışveriş yaparken, ayın zamanda “zekât için çalışmış” olacağız.

Tabii ki bunun aksi de aynı derecede geçerlidir. Zekât vermeyenlerle yaptığımız alışverişlerde de, fakirin hakkı olan payı, ona ulaştırmayacağını bildiğimiz, emin olmayan bir yere teslim etmiş oluruz.

Kısacası, her alışverişte iki şıktan birini tercih etmek zorundayız:

Ya zekât için, ya da zekâta karşı çalışmak!

***

Zekâtı veya zekâtsızlığı teşvik etmek gibi iki şıktan birine mahkûm olduğumuza göre, artık alışveriş alışkanlıklarımızı ciddî bir şekilde gözden geçirmemizin vaktidir. Acı haber:

Göz kamaştırıcı AVM’ler, süper’leri ve hiper’leriyle o meşhur market ağları, listede üzeri ilk olarak çizilecekler arasında yer alıyor! Eğer onların ayrılığı tahammülünüzü aşan bir hicran teşkil edecekse, ara sıra hasret gidermek üzere şöyle bir dolaşabilirsiniz (gerçi bu kadarını da tavsiye etmiyoruz), fakat alışveriş yapmamak kaydıyla! Mutlaka birşeyler alacaksanız, ne yapıp yapın, o ürünü satanlar arasında zekât verenleri bulup alışverişinizi ondan yapın.

Zekât vereni nasıl tesbit edelim?” diye soracak olursanız, bu zaten üzerimizde bir sorumluluk olarak duruyor. Zekât verecek olan kimse, zekâtı hak eden yoksulu araştırıp bulmak ve paranın yanlış kimseye gitmemesi için kendi imkânları ölçüsünde tedbirini almak zorundadır. Aynı sorumluluğu, alışverişlerimizde biz de hissetmeliyiz; çünkü cebimizdeki potansiyel zekâtın yerine ulaşmama tehlikesi vardır.

***

Zekât için çalışanları öven âyet ile ilgili olarak dikkate almamız gereken bir husus daha var:

Burada sayılan özellikler, Firdevs Cennetine hak kazanan mü’minlerin özellikleridir.

Firdevs Cenneti ise, Cennetlerin en yüksek ve en değerli olanıdır. Onun için, Peygamberimiz, “Allah’tan Cennet isteyeceğiniz zaman Firdevs’i isteyiniz” buyurmuştur. (Buharî, Cihad: 4, Tevhid: 22; Tirmizî, Cennet: 4.)

Tabii ki Cennet ucuz değildir; Firdevs Cenneti ise Cennetlerin en pahalısı olmalıdır. Eğer Allah’tan içtenlikle Firdevs Cennetini istiyorsanız, onun fiyatını da ödemeniz gerekir.

Zekât için çalışmak, bu fiyatın bir cüz’üdür.

Ümit Şimşek

Ekonomik Savaşta Marketlerimiz Neden Yok?

İçeride veya dışarıda Müslümanlar bir saldırıya uğrayıp da çaresiz kaldıkları zaman, yegâne etkili silâh olarak boykota başvurmak aklımıza gelir—daha doğrusu, gelirdi. Birçoğumuz saldırgan tarafa destek olan kurumların ürünlerini bir müddet satın almazdık; ama zaman geçip de mesele soğuyunca, saldırılar yumuşamasa da bizim tepkimiz yumuşar, bir müddet sonra da herşey yine eski haline döner ve biz cellâtlarımızın ücretini ödemeye kaldığımız yerden devam ederdik.

28 Şubat döneminde her iki tarafın da birbirine karşı ilân ettiği boykotlar, hatırlayabildiğimiz kadarıyla, bir neticeye ulaşmadı. Onlar hedef aldıkları kurumları yıkmayı başaramadılar; berikiler de kendilerinin kuyusunu kazanlara karşı tepkilerini sonuna kadar götüremediler.

11 Eylül bahanesiyle ABD’nin Afganistan topraklarında başlattığı bombardımanların ilk beş ayında can veren sivillerin sayısı, 11 Eylül saldırısında ölenleri geride bırakmıştı. Bu katliama karşı ilk andaki tepkimiz Amerikan mallarına boykot şeklinde tezahür ettiyse de, bu konudaki azmimiz, katilin cinayetlere devam konusundaki azmi kadar güçlü ve devamlı olmadı. Hattâ, daha sonraki Irak işgali sırasında, İslâm topraklarında işlenen vahşetlere karşı bu kadarlık bir tepkiyi bile göstermeden, o vahşetlerin sponsorluğunu yapmaya devam ettik.

Gazze’de cereyan eden İsrail hunharlığı, ekonomik savaş konusunu gündeme getirmese de, en azından bazılarımızın hatırına tekrar getirmiş bulunuyor. Pek gür çıkmamakla birlikte, en azından İsrail’e destek veren kuruluşların ürünlerini boykot etme çağrıları yer yer işitiliyor. Çoğunluğumuzun ise, dilleri “Kahrolsun İsrail!” diye bağırırken, bir türlü vazgeçemedikleri alışveriş ve tüketim alışkanlıkları, işlenen cinayetlere malî kaynak sağlamaya devam ediyor. Gerçi bazılarımızın dilleri bile İsrail’i kınamaya varmadı; eğer utanmasalar, Obama ile ağız birliği içinde “İsrail savunma hakkını kullanıyor” diyecekler! (Yine de emin olmaya gelmez; bakarsınız yarın öbür gün bu tür söylemleri de açıkça işitmeye başlarız. Şimdiye kadar neleri işitmeye alışmadık ki?)

***

Boykot veya ekonomik savaş deyince, akla Bediüzzaman Said Nursî geliyor. Bu kavramları Bediüzzaman bundan bir asır önce hem sözlü, hem de fiilî olarak kullanmış ve uygulamıştı. Kendisinden, “niçin ilim ve irfanına münasip bir kıyafet giymediğini” soranlara şu cevabı veriyordu:

Siz Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz, ama onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum; onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mahsulâtını giyiyorum.”

31 Mart sonrasında çıkarıldığı Divan-ı Harb-i Örfîde de Bediüzzaman, “Boykotlarla Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden [sizce] cinayet işledim” sözleriyle savunma yapıyordu.

***

Başka sahalarda imkânsızlıklardan söz edilse bile, ekonomik savaş ve onun en önemli bir silâhı olan boykot konusunda İslâm âleminin elinde dünyayı dize getirecek imkânlar mevcuttur; bu silâhı kullanmamayı mazur gösterecek hiçbir bahane de yoktur. Ne var ki, bugüne kadarki boykot çağrıları büyük çoğunlukla bireylerin teşebbüslerine bağlı kaldığı için, uzun soluklu ve tesirli olmamıştır. Nihayet herkes kendi içinde bir muhasebeyle baş başa kaldığında, kendi teşebbüsünün küçüklüğünü meselenin büyüklüğü ile kıyaslamakta, aradaki orantısızlık karşısında şahsî boykotunu sonuna kadar götürme azmi eriyip gitmektedir. Bu durum bizi topyekûn bir çözüm arayışına sevk ediyor.

Aslında mesele, herkesin kendi başına çözüp yürütebileceği kadar basit değildir. Birinci adımda, boykot edilecek firmaların tesbiti gerekir ki, vatandaşın bu konuda güvenilir ve kapsamlı bir listeye ulaştığı varsayılsa bile, alışverişlerini bu listeyle karşılaştırarak yapması külfetli bir iştir. Bu işi kolaylaştıracak bir yol varsa, o da, boykotu bizzat uygulayan müesseselerin yaygın bir şekilde hizmete sunulmasıdır.

Böyle bir marketler zinciri teşekkül etmiş olsa, yahut mevcut market zincirlerinden bazıları bu yolu ihtiyar etse, dostunu-düşmanını bilen ve alışverişine haram karıştırmak istemeyen şuurlu mü’minler, paralarının nereye gittiği ve kime yaradığı konusunda bir endişe taşımaksızın, gönül rahatlığı içinde alışverişlerini yaparlar. Bu takdirde kimsenin önünde bir mazeret kalmamış olur.

***

Böyle bir teşebbüsün güçlüğüne, hattâ imkânsızlığına dair yüzlerce dereden su getirecek olanların sıralayacakları “Neden olmaz?”ları şimdiden işitir gibi oluyoruz. Fakat bizce bunun tam tersi geçerlidir:

Kesin ve zarurî bir ihtiyaca cevap vereceği için, bu bâkir sahada ciddiyetle girişilecek ve ciddiyetle takip edilecek olan bir teşebbüsün muvaffak olma ihtimali daha fazladır. Kaldı ki, ister ticaret, ister savaş olsun, her ikisi de risk işidir; bunu göze almadıkça zaten bir iş yapamazsınız. Bahsimize konu olan işte ise kendisini asıl tehlikeye atanlar, teşebbüs edenlerden ziyade, teşebbüs etmeyenlerdir.

İşin içinde, zalimin zulmünden hiç değilse bir kısmına engel olmak imkânı varken buna teşebbüs etmemek ve zalimi desteklemeye bilfiil devam etmek gibi manevî ağırlığı çok yüksek bir risk vardır.

Ümit Şimşek / umsimsek@gmail.com

Merhaba Kış! Hoşgeldin Dünyamıza!

Yapraklar peş peşe döküldü. Çiçekler soldu. Kuşlar ve kelebekler birer birer öldü. Şimdi yalnız iskeletler var dağ eteklerinde. Ve onların ayaklarını örten bembeyaz bir kefen.

Bir yaprak düştü toprağa.

Sonra bir başkası.

Sonra peş peşe döküldü bütün yapraklar…

Ağaçlar soyundukça toprak giyindi: Önce altın sarısına döndü, sonra altınlarıyla beraber beyaz kefenine büründü.

Çiçeklerden eser yok. Kelebekler uçup gitmiş. Güller kurumuş, bülbüller susmuş. Sevilenler, elveda demeden sevenleri terk edip gitmiş. Yemyeşil ormanlar iskeletlerle dolmuş. Daha dün cıvıl cıvıl hayat kaynayan bu yerlerde, şimdi firak hıçkırıkları bile yankılanmıyor. Çünkü geride ağlayacak kimse de kalmamış.

Hani, nerde o güzelim gelincikler?

Nerde elma çiçeklerine doluşan arıcıklar?

Nerde gün âşıkı çiçekler?

Gün nereye koşturuyor sahi?

Koşan günler, kaybolan günler, âşıklarını ardından ağlatan günler… Hepsi, her gelişinde birşeyleri beraberinde getirirler, ama “Tadına doyan var mı?” demeden, getirdiklerini alır götürürler. Günlerden nice ömürler olur; günlerle beraber nice ömürler ölür.

Gönlümde hüzün var, yaklaştı akşam

Ömrümün güneşi zevale döndü.

Akşamları sevmek belki çare olurdu şafakla beraber o da çekip gitmeseydi!

Ama dünyada beni bırakıp gitmeyecek ne var, söyler misiniz dünya âşıkları?

En güzeli bahardı; şimdi kefenine bürünmüş yatıyor.

Niye durmadı buralarda? Durmayacaksa niye geldi? Ardından ağlatacaksa eğer, niye yüzüme gülüp durdu çiçekleriyle? Öyle bir gaddarlık, böyle bir güzelliğin arkasında kendini nasıl sakladı?

Yeşil tomurcuğun içinden fışkıran pembe gül, solacağını niye haber vermedi?

Penceremin önünde cıvıl cıvıl öten serçecik, öleceğini niye söylemedi?

Yoksa söyledi de ben mi işitmedim?

Yapraklar peş peşe döküldü toprağa. Çiçekler birbiri ardınca soldu. Kuşlar ve kelebekler birer birer öldü. Şimdi yalnız iskeletler var dağ eteklerinde. Ve onların ayaklarını örten bembeyaz bir kefen.

Günler, beraberinde getirdiklerini alıp götürdüler. Günlerle gidenler ise…

Durun bir dakika!

Onlar aslında hiçbir şey götürmedi, götüremedi. Çünkü kendilerine ait hiçbir şeyleri yoktu.

Irmağın üzerinde hızla akıp giden damlacıkların parıltıları kendilerinden olsaydı, arkadan gelenler nasıl parlayacaktı? Halbuki o damlacıklar karanlıklardan çıkıp gelmişlerdi.

Gülün fidanında da o pembe tebessüm yoktu. Serçe yumurtasında o sevimlilik yoktu. Gelincik tohumlarında o nazenin güzellik yoktu. Elma çiçeklerinin iskeletinde kuru bir odun yığınından başka hiçbir şey yoktu.

Onlar geldiler ve gittiler. Gitmek istediklerinden gitmediler. Gitmek zorundaydılar.

Çünkü onlarda görünen güzellik, başka başka aynalar istedi.

Çünkü öyle bir güzellik bir güle, bir bülbüle, bir bahara razı olmazdı.

Öyleyse sen de bir güle, bir bülbüle, bir bahara, bir dünyaya razı olma. Eskimiş aynalar, bırak, kırılsın gitsin. Sen yeni aynalarda seyret güzelliği.

Sabret; şu kefenin koynunda uyuyan bahar, yeniden gülleriyle yüzüne gülecek. Serçeler yine cıvıldaşacak. Dağ yamaçları yakında gelinciklerle dolacak, iskeletler canlanıp gelinliklerini giyecekler. Gurup secdesine kapanmış yüz binler çeşit güzeller, yine dirilip karşında belirecekler. Onlarda cilvelenen Esmâyı, bu sefer tazelenmiş ve özlenmiş olarak bulacaksın.

Ve o Esmânın cilvelerinde, sevilenlerin sevenleri asla terk etmediği âlemlere bir çağrı okuyacaksın.

İstersen, şimdiden zevk edebilirsin o âlemleri. Cismin yerinde dursa da hayalin, ruhun ve kalbin geçmiş ve gelecek bütün baharlarla beraber o âlemlerden de dilediğin kadar çiçek toplar ve koklar.

Bak, soldu dediğin güller, öldü dediğin bülbüller, asıl ve nesilleriyle el ele vermiş, tesbihatlarıyla süslenmiş, misâl âleminin levhalarında, gayb âleminin derinliklerinde, âhiret âlemlerinin menzillerinde hâlâ diriler ve diri kalacaklar.

Onun için, sen aynayı bırak, Esmâyı bul.

Leylâ’yı bırak, Mevlâ’yı bul.

Yoksa Leylâ’yı arayan ancak belâyı bulur.

Mevlâ’yı arayan ise, bütün fâni sevgililerin arkasından dökülen gözyaşlarını bir anlık sohbetiyle ebedî sürurlara çevi¬ren bir Habîbu’l-Bekkâîn ile beraber olur.

Gülün açmasında ve solmasında, bülbülün ötmesinde ve susmasında, baharın doğmasında ve ölmesinde hep Onun seninle baş başa bir sohbeti var.

Hâlâ cevap vermeyecek misin?

Yapraklar birbiri ardınca koştu Onun çağrısına.

Lebbeyk” dedi ve toprağın koynuna düştü.

Çiçekler, kuşlar, kelebekler, böcekler, birer birer Ona döndü.

Hepsi de tesbihatlarını ve bütün hayatlarının mahsulâtını Ona sunarak resmi geçitteki yerlerinden ayrıldı.

Toprak onları Rabbinin emriyle bağrına bastı, yorganını üzerine çekti.

Yeni bir baharda yeni bir şevkle dirilmek için uykuya daldı.

Dün cemâl tecellileriyle kaynayan bu yerlerde şimdi bir izzet ve celâl tecellîsi hüküm sürüyor.

İkisi de aynı yerden geliyor.

Öyleyse giden yok, ölen yok, ayrılan yok, kaybolan yok…

Ezelî Esmânın bir Müsemmâsının değişik tecellîleri var sadece.

Merhaba kış!

Dünyamıza hoş geldin.

Ümit ŞİMŞEK

Kâinat ve İnsan (İnsanlığın Mikro Hikayesi)

Türkiye Diyanet Vakfı tarafından organize edilen ve İBB Kültür A.Ş.’nin katkılarıyla düzenlenen 31. Türkiye Kitap ve Kültür Fuarı’nın Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER)’nin katkılarıyla gerçekleştirdiği Beyazıt Ramazan Sohbetleri, her gün bir yazarı hem Beyazıt’la hem de ziyaretçilerle buluşturuyor. Beyazıt Camii yanında kurulan çadırın konuğu, Ramazan’ın 11. gününde yazar Ümit Şimşek oldu. “Kâinat ve İnsan” başlıklı bir konuşma yapan Ümit Şimşek, içinde yaşadığımız evren ile ilgili son derece şaşırtıcı verileri dinleyenlerle paylaştı

“NİÇİN?” İÇİN…

Kâinatın büyüklüğünü hem rakam hem de görsel mukayeselerle dinleyicilerin hayallerinde canlandıran Ümit Şimşek, Yeşilköy Havalimanı’ndan başlayarak evrenin derinliklerine doğru kısa zamanda uzun bir yolculuk yaptırdı:

“Bir gece vakti, İstanbul’un tüm ışıkları yanarken onu gökyüzünden izlesek, ona yüz bin ışık daha ilâve etsek ancak içinde yaşadığımız galaksideki yıldızların sayısına ulaşabiliyoruz. Galaksi, bir gece vakti bütün şehrin ışıkları yanıyormuşçasına bir görüntü sunabilir. Ama biz gökyüzünü yapay ışıklarla kirlettiğimiz için o aydınlığı artık göremiyoruz. Dünün insanı sadece başını gökyüzüne kaldırarak orada başka bir âlem görüyordu. Bu görüntüyü dağ başlarında yakalayabilirsiniz; ama her gece görmeniz imkânsız. Böyle bir gökyüzüne tanık olamadıkça “Niçin?” sorusunu soramıyoruz. Niçin yaşadığımızı bile. Zaten onun yerine bizi başka sorularla muhatap ediyorlar. Ama hayal gücümüzü zorlamalıyız.”

İNSANLIĞIN MİKRO HİKÂYESİ

Bu dünyadan ışık hızıyla hareket edilerek önce aya sonra da güneşe makul zamanlarda varılabileceğini anlatan Ümit Şimşek, güneşten sonra herhangi bir yıldıza ulaşmanın 4-5 yıl sürdüğünü, Samanyolu (Dünyanın içinde bulunduğu galaksi) içindeki yıldızların birbirine mesafesinin yaklaşık aynı civarda olduğunu ifade ederek “Dünya nüfusunu Samanyolu’ndaki yıldızlara dağıtsak her birimizin 20 yıldızı olurdu. Samanyolu’na en yakın Andromeda galaksisi 2 milyon ışık yılı uzakta. Hatta bu mesafeler zaman zaman azalıyor veya çoğalıyor.

100 bin şehir ışığına karşılık her bir yıldızın yerine galaksi koyarsak dünyada yaşayan her bir insana 30 ile 60 arası galaksi düşecek kadar büyük bir kâinatta yaşadığımızı anlarız. Dünya nüfusu içinde bir adam bulmak ne kadar güçse o galaksiler arasında kendi galaksimizi bulmak o kadar güçtür. Maddî dünyamızın büyüklüğü budur” dedi.

Kâinatın 15 milyar yaşında olarak tahmin edildiğini, bu süre bir gün olarak düşünüldüğünde, 24 saatin ancak son saniyesinin insan neslinin yaşama süresi olduğunu kaydeden Şimşek, şöyle devam etti:

İKİ PERSPEKTİF, İKİ BOYUT

Bütün o savaşlar, kavgalar, çekişmeler ve başka bütün olaylar, o son saniyede yaşanmıştır. Bunun yanında mikroskobik ölçülerde bakarsak bir metabolizmada 50-100 trilyon insan hücresi vardır. Kâinattaki galaksi sayısını çok geride bırakan bir rakamdır bu. Dünya nüfusunun 10 bin katına eşittir ve mükemmel şekilde işler. Bir taraftan bakınca insan çok küçülüyor, diğer taraftan devasa bir mekanizmaya dönüşüyor. Ama insanın maharetlerine baktığımızda oturduğu yerden kâinatın öbür ucundaki verileri hesaplayabiliyor. İnsan tüm kâinatı öğrenme, soru sorma ve sonuçlar elde etme kabiliyetine sahip.”

Ümit Şimşek, bu kâinat kitabının tercüme edilmeden anlaşılmasının imkânsız olduğunu söyleyerek bunu sağlayacak başka bir kitabın yani Kur’ân’ın okunması gerektiğini, batıdaki bilim içerikli anlatımlardan çok uzak ve bambaşka bir dille kâinatı bize izah ettiğini vurguladı. Batıda bütün kâinat oluşumlarının tesadüfî ve kendiliğindenmiş gibi anlatıldığını, Kur’ân’a bakınca da bütün bu düzeni Allah’ın kurduğunu öğrendiğimizi, ama anlayışımızın temelinde tesadüfle gerçekleştiğinin artık kanıksanmış olduğunun altını çizdi.

İNSANIN KÂİNATLA İLİŞKİSİ

Kâinat gerçeğinin bilincimizdekinden farklı olduğunu Kur’ân’a bakıp anlasak da tam bir idrak gerçekleşmediğini anlatan Ümit Şimşek, Kur’ân’ın bize anlattıklarını tam manasıyla kavrayabilmek için zihnimizi sıfırlamak gerektiğini ve bunun sanıldığından çok daha zor olduğunu ifade etti. Ayetlerle anlatılan yeryüzünün bilimsel açıklamalardan farkını şöyle ifade etti:

Taş da vardır ki, Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşüyor’ ayetinin karşısına yerçekimini koyuyoruz. ‘Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah’ı tesbîh ederler’ ayeti ise Kur’ân’da çok sık tekrarlanır. ‘Bu Kuran’ı bir dağın üzerine indirseydik, Allah’a olan saygıdan ötürü onun titreyip paramparça olduğunu görecektin’ bir başka örnektir. Bu ayetler, yeryüzündeki her varlığın bir canlı olarak anlatıldığını gösteriyor.

Batı bilinciyle bakınca dış görüntüyü görüyor, Kur’ân’da ise bambaşka bir anlatımla karşılaşıyoruz. Peygamber Efendimizin mucizeleri, dünyadaki ve kâinattaki her varlık üzerinden zuhur etmiş. Kâinat, neredeyse bunun için sıraya girmiş. Kur’ân bize her işin Allah iradesinde olduğunu gösterir. O dilemeden yere bir yaprak dahi düşmeyeceğini anlıyoruz. Üstelik âlim ve cahil herkesin anlayabileceği gibi apaçık ayetler vardır.”

BİLİM İLE KUR’AN FARKI

Gezegenlerin birbirini çekmesine bilim, çekim kuvveti derken; mahlukâtlar arasındaki kan çekiminin ancak muhabbetle, rahmetle açıklanabileceğini söyleyen Ümit Şimşek, “Kâinat, aynı iradenin çeşitli yansımalarıdır” dedi. Her şeyde Hikmet-i İlâhî olduğunu hatırlatan Şimşek, batının moleküllerin çarpışması dediği şeyin, bu bakışla kucaklaşmaya dönüşeceğini, şu anda etrafımızda gezen hava moleküllerinin Âdem ile Havva’dan bu yana aynı olduklarını, sürekli seslerimizi kaydederek günü geldiğinde yeniden karşımıza çıkarılacağını dile getirdi ve yağmurun oluşumuna da moleküller gibi Kur’ân’da farklı bir izahı olduğunu sözlerine ekledi.

Kur’ân’ı, kâinata bakarak ve ayetlerini tekrar tekrar tefekkür ederek okumamız gerektiğini söyleyen Şimşek, Kur’ân’ın “Göklerde ve yerlerde ayetler var” sözünün çok mühim olduğunu belirtti ve şöyle devam etti:

Kur’ân olmasa kâinatın alfabesini sökemeyiz ve yanlış okuruz. Doğayı tek başına algılamak gafletine düşeriz. Reklamlarla ve dizilerle bu durum dilimize giderek yerleşiyor. Kasıtlı bir delalettir bu. Basit bir sözmüş gibi duran “doğaya şükür” çağrısı, çok ağır bir mesuliyet gerektirir. Hiç kimse bunu kaldıramaz. Kendisine ortak koşanları Allah affetmeyeceğini net bir şekilde ifade etmiştir. Kâinatta bir gerçek var. Çalışmayana ekmek yok. Canlı cansız herkes için böyle. Bu dünyanın mutluluğu ve cennet çalışmakla elde edilir.”

ÇOCUKTAKİ YARATICI BİLİNCİ

ESKADER Başkanı Mehmet Nuri Yardım’ın Türkiye’deki ders kitaplarının insan ve kâinat ilişkisini anlatacak şekilde düzenlenip düzenlenmediğini sorması üzerine Ümit Şimşek; “Eğitim reformu bu noktada bir gelişme gösteremedi. Yeni sistemle birlikte çok erken yaştaki çocuklar okula gitmesiyle aileden alabileceği ilmî eğitimin de önü kesilmiş oldu. Bu durumda çocukların fikirleri, yaratıcısız formatlanıyor. Tesadüf ve abesiyet üzerinden kâinatı anlatırsanız, dinsiz bir bilinç oluşturmuş olursunuz. Kâinatın oluşumunun kendiliğinden gerçekleştiğine inanır. Yaratıcı fikrinde birleşen bir eğitim sistemi üretilmeli.”dedi.

Aydınlarımızda bir dindarlaşma gözlemlediğini de anlatan Ümit Şimşek, Ayhan Songar ve Haluk Nur Baki gibi isimlerin çabalarıyla meseleye ışık tutulduğunu ve daha rahat konuşulduğunu hatırlattı ve dinleyicilerden gelen dinî soruları yanıtladı.

Beyazıt Ramazan Sohbetleri, Kadir Gecesi’ne dek her gün saat 18.00’de Beyazıt Camii yanındaki sohbet çadırında birbirinden değerli yazarlarla dinleyicilerini bekliyor

Kaynak: moralhaber.net