Etiket arşivi: ümit şimşek

“Fazilet Naşiri” Ne Demektir? Kimler “Fazilet Naşiri” Olabilir?

“Gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavîleşirse, bütün kâinat gül ve reyhanlarla müzeyyen bir Cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, balarısı gibi, bütün kâinat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, burhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usare ve şıralarından vicdanda o tatlı, iman balları yapar.”

İman nuruyla bakan bir gözün önünde kâinatın nasıl bir güzellik içinde belireceğini tasvir eden bu satırların kendisi de o güzellikten bir nasip almış ve tekrarına doyulmayacak bir letafet kazanmıştır. Bu satırlar, hiç şüphe yok ki, onu yazan kalem sahibinin içindekini aksettirmekte ve onun gördüğü kâinatı tasvir etmektedir. Ve bu güzellik, bu satırların kâğıda dökülüşünden yıllarca sonra, Risale-i Nur talebelerinin ruhlarında yansımaya başlamış ve bu eserlere meftun olan binlerce, belki de milyonlarca kişinin hayatlarını güzelleştirmiştir.

Risale-i Nur’dan iman dersini alan bir mü’min, muhakkak ki, kâinata “gül ve reyhanlarla müzeyyen bir Cennete” bakar gibi bakar. Fakat burada ihmal etmememiz gereken birşey vardır:

Kâinat denen o Cennet bahçesindeki güzellikler arasında bir Nur talebesinin gözüne ilk çarpan güzelliklerden birisi, hattâ birincisi, bu Nur deryasından feyiz alan ağabey ve kardeşleridir. Çünkü Risale-i Nur’un iman dersleri bir taraftan kâinattaki güzellikleri Nur talebesinin gözleri önüne sererken, diğer taraftan da o gözlerin sahibindeki güzellikleri meydana çıkarır ve başka gözlerin önüne serer. Ve bu güzellikler de, tıpkı kâinatın diğer güzellikleri gibi, herkesten önce Risale-i Nur talebeleri tarafından fark edilir.

Birbirinin faziletine naşir olanların cemaati

Bu hakikatin en parlak örnekleri, Risale-i Nur’un telif edilmeye başladığı yıllardan itibaren Bediüzzaman’ın etrafında kenetlenen insanların arasında yaşanmıştır. Onların mektuplarında birbirlerinden bahsederken kullandıkları tabirlere ve tariflere bakan kimse, bu insanların sadece etrafında birleştikleri dâvâya değil, aynı zamanda birbirlerine de sarsılmaz bir sadakat, ivazsız bir hürmet ve tarifsiz bir muhabbetle bağlanmış olduklarını görecektir. Gerçekten de onlar, Üstadlarının “Birbirinizin faziletlerine naşir olunuz” emrini can ü gönülden benimseyerek kendilerini insaniyet mertebelerinin en yüksek zirvelerine taşıyan asil bir ruh haletini sergilemişler ve arkadan gelenlere bu bakımdan tam bir hüsn-ü misal olmuşlardır.

Eskiyi küçümsemek kimin işi?

Birbirinin faziletlerine naşir olan insanların meydana getirdiği bir topluluğu mağlûp edebilecek bir kuvvet tasavvur etmek pek zordur. “İnsan-ı kâmil” ismiyle anılmaya lâyık bir manevî şahsiyet, ancak böyle bir topluluğun teşkil ve temsil ettiği şahsiyet olabilir. Ancak öyle bir topluluğu vücuda getirmek de herkesin harcı değildir; zira kendisinin değil de kardeşlerinin faziletleriyle iftihar etmek gibi bir iş, “ben”lerinden soyunmuş insanlar ister.

Kendilerinde fazilet tevehhüm edenlerden beklenebilecek şey ise, bilâkis, başkalarının faziletleri yerine kusurlarını görmek ve kendi “faziletini” bu suretle görünür hale getirmeye çalışmaktır. Kendilerinin hiçbir payı olmaksızın bugünlere kadar gelmiş bir kudsî hizmete sonradan dahil olup da evvelkileri beğenmemek, onları eksik ve hatâlı bulmak, insanların onlar hakkındaki hüsnüzanlarını kırmaya mâtuf söz ve davranışlar sergilemek, Risale-i Nur’dan ders alan bir iman hizmetkârından beklenebilecek davranışlar değildir. Bu tür tavır ve davranışlar, önü alınmadığı veya kendilerine karşı yeteri kadar teyakkuz gösterilmediği takdirde, sızdığı bünyede yayılarak o vücudu fesada uğratmak istidadını taşıyan habis bir tümör olarak görülmelidir. Şunu kesin ve tarihî bir gerçek olarak söyleyebiliriz:

Bu iman hizmetinin bugünlere kadar gelmesinde emeği geçen Nur kahramanları arasında hiçbirisi, diğer kardeşlerini küçümseyerek, hakir görerek, tenkit ederek bu işi başarmış değildir. Bundan sonra bu hizmete bir katkısı olacak olan kimseler, yine evvelkilerin güzel ahlâkıyla bezenmiş Nur kahramanlarından başkası olmayacaktır.

Kadere itiraz

Kendi ene’leri etrafında pervane olanların hiç anlamadıkları ve anlayamayacakları birşey varsa, o da, geniş ölçekte Müslümanların, dar anlamda da Nur talebelerinin selefleri hakkında izhar ettikleri hürmet ve muhabbettir. Bir kudsî dâvânın kendilerine kadar ulaşmasında emekleri geçmiş insanlara Kaderin lâyık gördüğü mümtaz mevkii havsalalarına sığıştıramayanlar, aslında Kader-i İlâhîyi hedef alan itirazlarını o insanlara yöneltirler ve sivri dillerinin yakıştırdığı yaftalarla onları gözden düşürmek isterler. Çünkü o kadar parlak ışıkların altında kendi sönük fenerlerinin kimseyi etkilemeyeceğini herkes kadar onlar da bilmektedirler. Bu konuda verilebilecek pek çok örnek vardır; ancak onları zikrederek belirli adreslere yönlendirme yapmaktan ziyade, bu hususu devamlı hatırda tutulması gereken bir hayat gerçeği olarak zikretmek daha yerinde olur. Çünkü şimdi görülen vak’alar, türünün tek örneği olarak kalmayacaktır. Birtakım sinelerde kıskançlık duygularının harekete geçmesine sebep olmak da büyük dâvâların değişmez kaderidir.

Ümit Şimşek

www.yazarumitsimsek.com

En Tehlikeli “Üç Harfliler!”

İnsanlar adını anmaya korktukları “üç harfli”nin boş yere günahını almaya devam ederken, daha başka bir üç-harfliden gelen tehlikenin farkında görünmüyorlar. Üstelik onun adı da kimsenin dilinden düşmüyor.

Ona ister “ben” deyin, ister “ene” ister “ego.” Görüldüğü gibi, hepsi üç harflidir. Tehlikesine gelince:

İnsanı, şuurlu veya şuursuz olarak Rabbine karşı bir meydan okuyuşa sürükleyecek bir potansiyel, bu üç harfli kelimenin içinde fırsat kolluyor.

***

İşin aslına bakacak olursanız, “ben” diye bir varlığın olmadığını görürsünüz. Gerçi hepimiz maddî ve manevî vücudumuzla bir varlık sahibiyiz; bunu Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma gibi isimlerle anıyor ve birbirinden ayırıyoruz. Fakat bu varlıklardan her birinin kendisini “ben” olarak nitelemesi, sadece bir bakış açısından ve izafî bir yaklaşımdan ibarettir, o kadar. Ben yaptım” dediğimiz şeyler ise, biraz dikkatle bakıldığında görülecektir ki, bütünüyle o üç harfli şeyin gücü dışında olan şeylerdir.

Yiyip içmek veya bir söz söylemek gibi bize en basit görünen ve en kolaylıkla yapar göründüğümüz fiilleri bile masaya yatıracak olsak, her biri birer mucizeler zinciri olarak karşımıza çıkar; ve biz bu zincirin halkalarını vücuda getirmek bir yana dursun, saymaktan bile âciz kaldığımızı görürüz. Bütün bu fiillerde ve daha başkalarında bizim payımıza düşen bir tercihten ibarettir; o fiillerin yaratılması ise bütünüyle Ona aittir. Kur’ân-ı Kerim “Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı” (Enfâl, 8:17) buyururken bu hakikate işaret eder. Buradaki “attığın zaman” ifadesi fiilin “kesb” yönüne, “Allah attı” ifadesi ise yaratma yönüne bakmakta ve yaratma işini bütünüyle Allah’a hasretmektedir.

Bu kısa âyet, bize sahih bir itikadın formülünü net bir şekilde veriyor ve bizim “Yaptım, ettim” dediğimiz fiillerin birer “mazhariyet”ten başka bir şey olmadığını açıkça gösteriyor. Buna göre, biz tercihlerimizi kullanmak suretiyle fiilî bir duada bulunuyor ve böylelikle yaptıklarımızın sorumluluğunu üstlenmiş oluyoruz; ancak yaratma işi bize ait olmadığı için, herhangi bir “başarımızdan” dolayı böbürlenme hakkımız da bulunmuyor. Nitekim sözünü ettiğimiz âyet-i kerimenin de bir zafer sonrasında “Şu kadar kestim, bu kadar öldürdüm” şeklindeki övünmeler üzerine nâzil olduğu rivayet edilir.

***

Kesb ve yaratma arasındaki sınır muhafaza edilmediği takdirde işin nereye varacağını çok iyi bilen maneviyat büyüklerimiz, içimizdeki “ben”e daha işin başında iken haddini bildirmeyi derslerinin en önemli bir esası olarak belirlemişlerdir. Zira bu üç-harflide, boş bulduğu her meydanı zaptetme eğilimi vardır.

Karadelik gibi sürekli yutarak beslenir, beslendikçe güçlenir, güçlendikçe iştahı kabarır, iştahı kabardıkça daha fazla yutar, sonunda kendisinden başka bir varlığı kabul edemeyecek bir hal alır. Beşer âleminde görülen her seviyedeki istibdad örnekleri, böylelikle meydanı boş bulmuş ben’lerin eseridir. Bedendeki tek bir kanser hücresi gibi, benliğin zerresi de insanın bütün varlığını kaplayacak bir istidat taşıdığı için, sürekli olarak izlenmesi gerekir.

Ümit Şimşek

http://www.yazarumitsimsek.com/

Osman Yüksel Serdengeçti Kimdir? (1917-1983) Rahmetle Anıyoruz

 Osman Yüksel Serdengeçti (Kısaca Hayatı)

1917 yılında Antalya’nın Akseki ilçesinde doğdu. Asıl adı Osman Zeki Yüksel’dır. Serdengeçti dergisinde bu imzayla çıkan yazılarından dolayı bu soyadla tanındı. Aralarında Ahmet Hamdi Akseki, eski müftülerden Hacı Salih Efendi’nin de bulunduğu alimler yetiştirmiş bir aileye mensuptur. İlkokulu Akseki’de, ortaokulu yatılı olarak Antalya’da okudu. Ankara’da Atatürk Lisesi’ni bitirdi. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde 2. sınıf öğrencisiyken 3 Mayıs 1944’te meydana gelen olaylara karıştığı için öğrenimi yarıda kaldı. Nihal Atsız ve Alpaslan Türkeş’le birlikte bir süre tutuklu kaldı. Serbest bırakılınca fakülteye başvurarak öğrenimine devam etmek istedi ancak kendisine izin verilmedi. Bunun üzerine dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e hitaben “Yüksek makamın alçak vekiline” sözleriyle başlayan bir dilekçe yazdı. Dilekçe’yi bakana verme cesaretini kimse bulamadı. Osman Yüksel yeniden hapishaneye gönderildi. 

Hapisten çıkınca ünlü ‘Serdengeçti’ dergisini çıkarmaya başladı. Pek çok sayısı toplatılan bu dergide çıkan yazıları nedeniyle hakkında çok sayıda dava açıldı ve sık sık tutuklanıp serbest bırakıldı. Başlığının altında “Allah, Vatan, Millet Yolunda” cümlesi sürekli yer alan dergideki yazılarında sık sık kullandığı “Açın kapıları Osman geliyor” sözü yeni tutuklanmalara hazır olduğunu bildiriyordu. Kendisine Serdengeçti unvanını kazandıran bu dergi, sık sık kapanması ve çıkan yazılarından dolayı çok sayıda mahkumiyet kararı çıkması nedeniyle 33 sayı çıkabilmişti. (1947-Şubat 1962) 

1952 yılında Bağrı Yanık adlı bir mizah gazetesi çıkardı. Başlığı altında “Hak yolunda bağrı yanık yolcular” sözü yer alan bu yayında inancının mücadelesini zengin esprilerle sürdürdü. 

Bir ara politikaya girdi. Adalet Partisi listesinden Antalya milletvekili seçildi (1965-1969). Batılılaşmayı protesto için meclise kravatsız giren milletvekili olarak ün kazandı. Partisinin politikası ve parti ileri gelenlerine yönelttiği eleştiriler yüzünden AP’den ihraç edildi. 

Sonraki yıllarda mücadelesine yine yayınladığı yazı ve kitaplarla devam etti. Son olarak Yeni İstanbul gazetesinde “Selam” başlığı altında günlük yazılar yazdı.

10 Kasım 1983 tarihinde İstanbul’da vefat etti.

ESERLERİ: 
Mabetsiz Şehir, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Bu Millet Neden Ağlar, Gülünç Hakikatlar, Ayasofya Davası, Türklüğün Perişan Hali, Mevlana ve Mehmet Akif, Kara Kitap, Radyo Konuşmaları, Müslüman Çocuğun Şiir Kitabı.

biyografi.net

Hekimoğlu İsmail’in Osman Yüksel Serdengeçti’yi anlatn “Toros Yüzlü Adam” eseri hakkında şunları der;

“Osman Yüksel 1983’e kadar tarihimizi, medeniyetimizi, dinimizi imanımızı yazdı söyledi. Bu uğurda çekmediği çile görmediği cefa kalmadı. Nezaretler, hapishaneler onun içindi. “Allah” demenin yasak olduğu devirlerde yaşamak ne demekti? Bir zamanlar gözyaşı döktüğümüz bir şahsı unutmak… Bir kahramanı, bir fedaiyi unutmak… Bizi biz yapan bir insanı mazide bırakmak… Bu hal beni çok üzüyordu. Rasih Yılmaz, Serdengeçti hakkında uzun süren araştırmalar yapmış, onunla ilgili belgeler toplamış. Nihayet eser önüme gelince anladım ki bugüne kadar yazılanlardan çok daha başarılı. Osman Yüksel’i doğumundan almış; çocukluğu, tahsili ve nihayet 3 Mayıs 1944 hareketi… Kitap, yazılımayan tarihe ışık tutuyor. Devlet adamlarından; idealistlere kadar, rejimleri sistemleri anlatıyor. Müdellel bir eser. Yazardan çok belgeler konuşuyor. Köy Enstitüleri, Sosyalistler, Turancılar, hapishaneden Meclis’e… Bu eserdeki resimleri, mektupları, röportajları başkasında bulmak imkansız. Mehaz bir eser.”

Osman Yüksel Serdengeçti’nin Risale-i Nur talebeleri için yazdığı ve Risale-i Nur’larda geçen meşhur yazısı;

Said Nur ve Talebeleri

osmanyükselAynen soyadının tasvir ettiği gibi bir büyük dâvâ adamı olan Osman Yüksel Serdengeçti’yi 31 sene önce bugün kaybetmiştik. Kendisini rahmetle anıyoruz. Onun Tarihçe-i Hayat’a alınmış bir yazısını Fatiha’lara vesile olması niyetiyle buraya alıyoruz.

 

“Said Nur ve Talebeleri”

Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı… Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok! Hepsi bir şeye inanmış… Allah’a!.. Âlemlerin Rabbı olan Allah’a… Onun ulu Peygamberine.. Onun büyük kitabına.. Kur’an henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdeta Asr-ı Saadet’te hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur… Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz bir şeye bağlanmak; her yerde hazır, nâzır olana, âlemlerin yaratıcısına bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak… Evet!.. Ne büyük saadet!

Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış! Yalnız bir adam var. O ayakta… Şark yaylalarından, Güneş’in doğduğu yerden İstanbul’a kadar gelen bir adam. İmanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş. Allah demiş, Peygamber demiş, başka bir şey dememiş. Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş… Kayalar gibi çetin, müdhiş bir irade… Şimşekler gibi bir zekâ… İşte Said Nur!.. Divan-ı Harbler, mahkemeler, ihtilaller, inkılablar… Onun için kurulan i’dam sehpaları… Sürgünler… Bu müdhiş adamı, bu maneviyat adamını yolundan çevirememiş! O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş. Kur’an-ı Kerim’de “İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz” (Âl-i İmran suresi âyet 139) buyuruluyor. Bu Allah kelâmı, sanki Said Nur’da tecelli etmiş!

Mahkemelerdeki müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar bir nefs müdafaası değildir; büyük bir davanın müdafaasıdır. Celadet, cesaret, zekâ eseri, şaheseri…

Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakir gördüğü için değil mi? Said Nur en az bir Sokrat’tır; fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürteci, bir softa diye takdim olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebi olmak gerek. O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bile hükmediyordu.

O hapishanelerden hapishanelere atıldı. Hapishaneler, zindanlar onun sayesinde Medrese-i Yusufiye oldu. Said Nur zindanları nur, gönülleri nur eyledi. Nice azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu iman abidesinin karşısında eridiler; sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halîm selim mü’minler haline, hayırlı vatandaşlar haline geldiler… Sizin hangi mekteperiniz, hangi terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir?

Onu diyar diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse, nereye sürülse, etrafı saf, temiz mü’minler tarafından sarılıyordu. Kanunlar, yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishane duvarları, onu mü’min kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına yığılan bu maddî kesafetler; din, aşk, iman sayesinde letafetler haline geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdid ve tehdidleri, ruh âleminin ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından başlayarak, yer yer her tarafı sardı; üniversitelerin kapılarına kadar dayandı.

Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, imana susayanlar; onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstad’ın Nur risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan bir şey aldı, onun nuruyla nurlandı. Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur risaleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi.

Gözlerinin nuru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harabeye dönmüş olan körler; bu nurdan, bu ışıktan korktular. Bu aziz adamı, dillerden hiç eksik etmedikleri “İnkılaba-lâikliğe aykırı hareket ediyor” diye, tekrar tekrar mahkemeye verdiler; tekrar tekrar hapishanelere attılar. Kaç kerre zehirlemek istediler. Ona zehirler, panzehir oldu. Zindanlar dershane… Onun nuru, Kur’anın nuru, Allah’ın nuru vatan sınırlarını da aştı. Bütün Âlem-i İslâmı dolaştı. Şimdi Türkiye’de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve Talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırtısı, nutku, alayişi, nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir davaya vermişlerin şuurlu, imanlı, inanlı kalabalığıdır.

http://www.yazarumitsimsek.com/

Bilmemiş olmak kurtuluş değildir.. Bilmediğin şeyin peşine takılma!

Cehalet insanları sorumluluktan kurtarmıyor. Ahirette bilenlerden hesap sorulacakta, bilmeyenler doğrudan cennete gidecek sanıyorsanız aldanıyorsunuz..

Bilmediğin şeyin peşine takılma. (İsrâ Sûresi 17/36)”

Bilmiyorsanız ilim ehline sorun. (Nahl Sûresi 16/43-Enbiyâ Sûresi 21/7)”

İlmin yerini tutacak hiçbir şey yoktur. Kur’ân’ın pek çok âyeti gibi, buraya aldığımız âyetler de bu gerçeği çeşitli açılardan dile getirmektedir.

Bu âyetlerin birincisinde, ilim, otorite kaynağı olarak belirtilmiş ve ardından gidilmeye lâyık yegâne şeyin ilim olduğu bildirilmiştir.

Bilmediğin şeyin peşine takılma” sözü, son derece yalın ve net bir ifadedir. Bu ifade ile her türlü taklit ve keyfîliğin kapısı kesin bir şekilde kapatılmaktadır. Bu da hak dinin doğasında olan birşeydir. Çünkü her zamanın ve her zeminin revaçta olan modaları, cereyanları, sapıklıkları, bâtıl fikirleri vardır. İnsan bazan esen rüzgârların etkisinde kalır, bazan bir inada kapılır, bazan bir his ve heyecanla yahut adımlarını izlediği birisinin sözüyle kendisini haktan uzak bir yerde bulabilir. Onun için, âyet son derece açık bir ifade ile “Bilmediğin şeyin peşine takılma” buyurarak her türlü yanılma ihtimalini daha işin başında bertaraf etmiştir.

Bu cümle, bir yasak ifadesi olmakla birlikte, bir emri de dile getirmektedir. “Bilmediğin şeyin peşine takılma” demek, “Peşine takılacağın şey hakkında bilgi sahibi ol” demektir. Bu ise, insanı, her hareketinde bilgili ve bilinçli davranmaya sevk eden, hattâ bundan sorumlu tutan bir buyruktur.

Nitekim konumuz olan âyetlerin ikincisi de aynı anlamı vurguluyor. Birinci âyet ilmi otorite kaynağı olarak gösterirken, ikinci âyet de ilmin adresini veriyor:

Bilmiyorsanız ilim ehline sorun.”

İki âyeti bir arada düşündüğümüzde, “Ben birşey bilmiyorum; bilmediğim şeyin peşine de takılmıyorum” şeklinde bir mazeretin ardına sığınarak görev ve sorumluluklardan kaçmanın mümkün olmadığını anlarız. Bilmiyorsanız öğrenirsiniz; işte âyet bunu bize ders veriyor. Eğer öğrenmek için bir zahmete katlanmanız gerekiyorsa katlanın, bir külfetin altına girmek gerekiyorsa girin. Yoksa sadece bir cehalet itirafı sizi kurtarmaz.

Gerek Nahl, gerekse Enbiyâ Sûresinin aynı emri tekrarlayan âyetlerinin özel anlamında bu konuya dair bir vurgu vardır. Âyetin ilk cümlesinde “Senden önce gönderdiklerimiz de kendilerine vahyettiğimiz adamlardan başka birşey değildi” buyurulmuştur. Böylece, daha önceki peygamberlere ve onların mazhar olduğu vahye işaret edilmekte ve sonra da “Bilmiyorsanız ilim ehline sorun” cümlesiyle, Kitap Ehlinin bilginlerine gönderme yapılmaktadır. Oysa her iki âyet de Mekke döneminde inmiştir. O dönemde ise, Kur’ân’ın muhatapları olan Mekke sakinlerinin arasında, bilgilerine başvurabilecekleri Kitap Ehli bilginleri yoktu. Onları bulup birşeyler sormak için ya belirli dönemlerde onların Mekke’ye gelmesini beklemek veya onların olduğu yere gitmek gerekecekti. Sonuç olarak, “ilim ehline sormak,” ciddî bir zahmet isteyen bir işti.

Âyetin özel anlamının içerdiği bu incelik, genel anlamı itibarıyla şöyle bir vurgu yapıyor:

Bilgisizlik bir mazeret değildir; ilmin fiyatını ödemek ve ona ulaşmak gerekir.

Âyetten alınabilecek ibretlerden biri de, soruyu ilmin anahtarı olarak göstermesidir. “Bilmiyorsanız sorun” emri, açıkça, insanı sormaya, sorgulamaya, araştırmaya yöneltmektedir. Bilinmiyorsa öğrenilecektir; ama bunun yolu sormaktır. Daha genel anlamıyla, soran bir zihne sahip olmaktır. İlmin kapısı ancak bu anahtarla açılır. Bu kapının açılması ise, her türlü taklidin ve önyargının kapısının kapanması demektir.

Şurası da bir gerçek ki, sorular bir kere sorulmaya başladıktan sonra, ardı arkası kesilmeyecektir. İlimle meşgul olan herkesin gayet iyi bildiği gibi, bir sorunun cevabı başka soruları tetikler; başka sorular yeni bilgilerin kapısını açar; o kapıdan içeride ilim talibini yeni sorular bekler; böylece sorular ve cevaplar biteviye birbirini izler. Bu bakımdan, Kur’ân’ın “Sorun” emrine kulak vererek ilmin yolunu tutan bir kimse, sonsuza kadar sürüp gitme potansiyeli olan bir gelişim yoluna adımını atmış sayılır.

Bilmiyorsanız ilim ehline sorun” âyetinden alınması gereken bir önemli ders daha var ki, ona da daha sonra temas edilecektir.

Ümit ŞİMŞEK

Doğru yola ulaşmak! Kim istemez ki?

Allah uğrunda çaba harcamak demek, herşeyden önce, imanını ciddî bir çaba sonucu elde etmek, korumak ve geliştirmek demektir. Şu veya bu kimse söylediği için değil!

Uğrumuzda çaba harcayanlara Biz yollarımızı göstereceğiz. Zira Allah iyilik yapan ve iyi kulluk edenlerle beraberdir. (Ankebut Sûresi, 29:69)

Yüce Allah bu âyetinde kesin bir vaadde bulunuyor, bir garanti veriyor.

Biz yollarımızı göstereceğiz” buyuruyor. Bunu, mutlaka gerçekleşecek bir sonuç olarak bildiriyor.

Yalnız, bu vaade hak kazanmak için bir şart var:

Onun uğrunda çaba harcamak. Âyetteki orijinal tabiriyle, cehd etmek, cihad etmek.

Tabii, burada kastedilen şey, “cihad” kelimesinin zaman içinde ağırlık kazanan anlamı olan savaştan ibaret değildir. Gerçi zaman ve zemin gerektirdiğinde elbette o anlam da bu âyetin kapsamına girer. Fakat Allah uğrunda çaba göstermek, Onun uğrunda savaşmaktan çok daha geniş bir kapsama alanına sahiptir. Zaten bu âyet de Mekke döneminde, savaşın meşru kılınmasından senelerce önce inmiş bir âyettir.

Allah uğrunda çaba harcamak demek, herşeyden önce, imanını ciddî bir çaba sonucu elde etmek, korumak ve geliştirmek demektir. Şu veya bu kimse söylediği için yahut moda öyle olduğu için değil, bir tahkik sonucu iman eden, bunun için delil araştıran, gerçeği bulmak için çaba harcayan, yanlış bir yola sapmamak için gayret gösteren, Allah rızasına erişmek için ter döken kimsenin, bu âyetten ümitlenmesi için yeterli sebep var demektir.

Âyetteki vaadi düşünürken, bunun muhalif şıkkını da gözden uzak tutmamak gerekir:

Allah uğrunda çaba harcayanlara doğru yol vaad edilmiş olduğuna göre, bu uğurda ciddî çaba harcamayan kimse için böyle bir taahhüdün olmaması doğaldır. Çabalayan doğru yolu bulur; çabalamayan kimse için ise şaşma ihtimali her zaman var demektir. Evet, hidayet, başka âyetlerde de açıkça bildirildiği gibi, Allah’tandır; ancak Allah bunu taahhüt etmek için kulun göstereceği çabayı şart koşmuştur.

Dikkati çeken bir başka nokta daha var:

Âyet tek bir yolu göstermekten değil, “yolları” göstermekten söz ediyor. Gerçi bu, dinin birden fazla olabileceği anlamına gelmez; çünkü “Allah katında din İslâmdır” ( Âl-i İmrân Sûresi, 3:19.) âyeti böyle bir yoruma engeldir. Ancak, bu ifadede İslâmın genişliği açıkça görülmektedir. Gerçekten de, bu hak dinin içinde, onun esaslarından hiç sapmaksızın Allah’ın rızasına ulaştıracak pek çok yol vardır. Kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün zamanlar, bütün toplumlar, bütün bireyler, kendi hayat şartlarına ve özelliklerine göre, bu geniş ve yüce din içinde kendilerini Rablerinin rızasına ulaştıracak bir yolu mutlaka bulabilirler.

Bu âyet-i kerime, dinin genişliğinden başka, âkıbet hakkında verdiği taahhütle de gönülleri rahatlatıyor. Böyle bir taahhüdü aldıktan sonra, artık Allah uğrunda çaba harcayacak bir kimsenin “Acaba yolda kaybolur muyum? Yanlış yapar mıyım? Fazla derine dalarsam boğulur muyum? Doğru yol diye sapıklıkların içine düşer miyim?” şeklinde endişeler taşımaması gerekir. Hakikati araştıranlar için bunda büyük bir rahatlık vardır. Ancak, çabanın yanı sıra, “niyet” şartını da unutmamak gerekir. Çaba “Onun uğrunda” olmalıdır. Eğer Onun rızasından başka bir amaç güdülmezse, bir de Onun rızasına lâyık çaba esirgenmezse, Allah da kulundan doğru yolu esirgemez. Böylece, âyet “niyet + çaba = doğru yol” şeklinde özetleyebileceğimiz bir formül ile bize kurtuluşun çaresini gösteriyor.

Âyetin (ve bu âyeti barındıran sûrenin) son cümlesinde de bu anlamı vurgulayan bir İlâhî yasaya gönderme yapılmıştır:

Allah muhsinlerle beraberdir.”

Gerçi bu konu üzerinde daha başka bir bölümde ayrıca durulacaktır; ancak burada şu kadarını belirtelim ki, yukarıda anlatılan “niyet + çaba” formülü, yani, “sağlam niyet ve ona lâyık çaba” bu cümledeki “ihsan” kavramına açıklık getirmektedir.

Muhsin, ihsan sahibi demektir. İhsan ise iyiliktir. İyilik yapmak, yaptığını en güzel şekilde yapmak, iyi kul olmak, kulluk görevlerini en iyi şekilde yerine getirmek demektir.

Başka bir deyişle, “Onun uğrunda çaba harcamaktır.”

İşte bunu yapan kimse ile Allah beraber olur. Allah’ın beraber olduğu kimse de doğru yolu bulmuş demektir.

Ümit ŞİMŞEK