Etiket arşivi: yavuz sultan selim

Mimar Sinan Kimdir (1490-1588)?

Mimar Sinan (1490-1588)

Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğdu. Yavuz Sultan Selim zamanında devşirme olarak İstanbul’a getirildi. Zeki, genç ve dinamik olduğu için seçilenler arasındaydı. Sinan, At Meydanı’ndaki saraya verilen çocuklar içinde mimarlığa özendi, vatanın bağlarında ve bahçelerinde su yolları yapmak, kemerler meydana getirmek istedi. Devrinin mahir ustaları mahiyetinde han, çeşme ve türbe inşaatında çalıştı. 1514’te Çaldıran, 1517’de Mısır seferlerine katıldı. Kanunî Sultan Süleyman zamanında yeniçeri oldu ve 1521’de Belgrad, 1522’de Rodos seferinde bulunarak atlı sekban oldu. 1526’da katıldığı Mohaç Meydan Muharebesinden sonra sırası ile acemi oğlanlar yayabaşılığı, kapı yayabaşılığı ve zenberekçibaşılığa yükseldi.

1532’de Alman, 1534’de Tebriz ve Bağdat seferlerinden dönüşte “Haseki” rütbesi aldı. Bağdat seferinde Van Kalesi Muhasarasında, göl üzerinde nakliyat yapan kalyonlara top yerleştirdi.

Korfu, Pulya (1537) ve Moldovya (1538) seferlerine katılan Mimar Sinan, Moldovya (Kara Buğdan) seferinde Prut nehri üzerine onüç günde kurduğu köprü ile Kanunî Sultan Süleyman’ın takdirini kazandı. Aynı sene başmimarlığa yükseldi.

Mimar Sinan, katıldığı seferlerde Suriye, Mısır, Irak, İran, Balkanlar, Viyana’ya kadar Güney Avrupa’yı görüp mimari eserleri inceledi ve kendisi de birçok eser verdi. İstanbul’da devrin en meşhur mimarları ile Bayezid Camii’nin ustası Mimar Hayreddin ile tanıştı.

BAZI ESERLERİ

Sinan’ın mimarbaşılığa getirilmeden evvel yaptığı üç eser dikkat çekicidir. Bunlar Halep’de Hüsreviye Külliyesi, Gebze’de Çoban Mustafa Paşa Külliyesi ve İstanbul’da Hürrem Sultan için yapılan Haseki Külliyesi’dir.

Mimarbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük eser, O’nun sanatının gelişmesini gösteren basamaklar gibidir. Bunların ilki, Şehzadebaşı Camii ve Külliyesidir. Külliyede ayrıca imaret, tabhane (mutfak), kervansaray ve bir sokak ile ayrılmış medrese bulunmaktadır.

Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki en muhteşem eseridir. Yirmiyedi metre çapındaki büyük kubbe, zeminden itibaren tedricen yükselen binanın üzerine gayet nisbetli ve ahenkli bir şekilde oturtulmuştur. Sükûnet ve asaleti ifade eden bu sade ve ahenkli görünüşü ile Süleymaniye Camii, olgunlaşmış bir mimariyi temsil etmektedir. Sekiz ayrı binadan meydana gelen Süleymaniye Camii ve Külliyesi, Fatih’ten sonra şehrin ikinci üniversitesi olmuştur.

Mimar Sinan’ın en güzel eseri, seksen yaşında yaptığı Edirne Selimiye Camii’dir. Selimiye’nin kubbesi, Ayasofya kubbesinden daha yüksek ve derindir. 31,50 metre çapındaki kubbe, sekizgen şeklindeki gövde üzerine oturmuştur. Üç şerefeli ince minarelerine üç kişi aynı anda birbirini görmeden çıkabilmektedir. Sinan bu camiin ustalık eseri olduğunu ve bütün sanatını Selimiye’de gösterdiğini belirtmektedir.

Mimar Sinan, gördüğü bütün eserleri büyük bir dikkatle incelemiş, fakat hiçbirini aynen taklid etmeyip, sanatını devamlı geliştirmiş ve yenilemiştir. Eserlerindeki sütunlar, duvarlar ve diğer kısımlar taşıdıkları yüke mukavemet edebilecek miktardan daha kalın değildir. Kullandığı bütün mimari unsurlarda bu hesap dikkati çeker.

Mimar Sinan aynı zamanda bir şehircilik uzmanıdır. Yapacağı eserin, önce çevresini tanzim ederdi. Yer seçiminde de büyük başarı göstermiş ve eserlerini, çevresine en uygun tarzda yerleştirmiştir.

Bilinen eserleri: 84 camii, 53 mescid, 57 medrese, 7 darülkurra, 22 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa, 5 su yolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 saray, 8 mahzen, 48 hamam olmak üzere 364 adettir.

DEPREME DAYANIKLI

Mimarın çok sayıdaki eserini inceleyenler, Sinan’ın depreme karşı bilinen ve gereken tüm tedbirleri aldığını söylemekteler. Bu tedbirlerden biri, temelde kullanılan taban harcıdır. Sadece Sinan’ın eserlerinde gördüğümüz bu harç sayesinde, deprem dalgaları emilir, etkisiz hale gelir. Yine yapıların yer seçimi de ilginç. Zeminin sağlamlaşması için kazıklarla toprağı sıkıştırmış dayanak duvarları inşa ettirmiş. Mesela Süleymaniye’nin temelini 6 yıl bekletmesi, temelin zemine tam olarak oturmasını sağlamak içindir.

Mimar Sinan, yapılarında ayrıca drenaj adı verilen bir kanalizasyon sistemi de kurmuştur. Drenaj sistemiyle yapının temellerinin sulardan ve nemden korunarak dayanıklı kalması öngörülmüştür. Ayrıca yapının içindeki rutubet ve nemi dışarı atarak soğuk ve sıcak hava dengelerini sağlayan hava kanalları kullanmış. Bunların dışında yazın suyun ve toprağın ısınmasından dolayı oluşan buharın, yapının temellerine ve içine girmemesi için tahliye kanalları kullanmıştır. Buhar tahliye ve rutubet kanalları drenaj kanallarına bağlı olarak uygulamaya konulmuştur.

İşte Sinan’ın eserlerini inceleyen ve birçoğunu da restore eden Mimar Abdülkadir Akpınar’ın söyledikleri:

“Karşılaştığım bir özellikten dolayı gözlerime inanamadım. Sinan’ın eserlerinde en ufak bir çıktı ve desen dahi tesadüf değil. Renklere bile bir fonksiyon yüklenmiş. Çünkü yapıyı herşeyi ile bir bütün olarak ele almış. Bütün ölçülerini ebced hesabına göre yapmış ve bir ana temayı temel almış.

Ölçülerini asal sayıya göre yapmış ve onun katlarını baz almış. İlmini din ile bütünleştirip mükemmel eserler ortaya koymuş.

Örneğin Sinan, Kur’an-ı Kerim’de geçen “Biz dağları yeryüzüne çivi gibi gömdük…” ayetinden etkilenerek yapılarının yer altındaki kısmını ona göre inşa etmiş. Yapıları hislerine göre değil, matematiksel olarak oluşturmuş. Bugünün teknolojisi bile Sinan’ın yapmış olduğu bazı uygulamaları çözemiyor. Küresel ve piramidal uygulamalarının bir başka benzeri daha yok. Ama bunların hepsi estetik sağladığı gibi yapının sağlamlığını da pekiştirmiştir.

MİMAR SİNAN TÜRBESİ

Süleymaniye Camii ‘nin eski ağalar kapısının karşı köşesinde, yol ayrımında üçgen bir alandadır. Önde som mermerden yapılmış bir sebil görülmektedir. Sebilin arkasındaki ufak mezerlıkta 6 sütunlu, üstü örtülü ve etrafı açık türbede Mimar Sinan’ın mezarı bulunmaktadır. Türbesini ölümünden az önce kendisi yapmıştır. 1933 yılında Mimar Vasfi Egeli tarafından restore edilmiştir. Sandukanın uçları ile üzerindeki burma kavuk, mermerdendir. Sokağa bakan demir parmaklıklı bir pencereden türbe görünür.

Doç. Dr. Sefa SAYGILI

Yavuz Sultân Selim ve Alevî Katliamı İddiaları

Osmanlı Padişahları Müslümandırlar ve kendi idare ettikleri devlette de İslâm Hukukunu tatbik etmişlerdir. İslâm Hukukunda ise, kâfirlerle yapılan savaşlarda dahi katliam yani soykırım yapmak haramdır. Zira Hz. Peygamber, savaş halinde dahi, çocuklar, kadınlar, din adamları ve yaşlılar gibi yedi grup insanı katletmenin caiz olmadığını bütün komutanlarına tâlimat olarak vermiştir. Mü’eyyed min indillah denecek kadar maneviyâtı yüksek olan Yavuz’un dinin yasakladığı katliamı ve hem de Müslümanım diyen bir gruba karşı yapmış olması mümkün değildir. Ancak tarihî olayları doğru olarak öğrenmek şarttır. Şöyle ki;

Daha önce de açıkladığımız gibi, Erdebil Şeyhlerinden Şeyh Cüneyd şeyhliğine şahlık katmak istemiş ve ancak muvaffak olamayarak 1460 yılında katl edilmiştir. Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi devam ettirmiş ve Anadolu’yu Şî’alaştırmak metodunu kullanarak şahlığını pekiştirmek istemiştir. Kucaklarında büyüdüğü Akkoyunlu Devletine de hıyânet edince, Yakub Bey tarafından 1488 yılında o da öldürülmüştür. Yerine geçen Şah İsmail ise, Erdebil Sofuları veya Halifelerini Anadolu’ya göndererek, hem Anadolu’yu Şî’alaştırmayı ve hem de böylece Anadolu’yu hâkimiyeti altına almayı hayatının gayesi edinmiştir. Nitekim temkinli davranmayan Akkoyunlu Devleti, torunları olan Şah İsmail tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Akkoyunlu Devletini ortadan kaldıran ve hem şeyhliği ve hem de şahlığıyla Anadolu üzerine yürüyen Şah İsmail, halifeleri vasıtasıyla Anadolu’yu tam bir anarşiye sürüklemekte maalesef muvaffak olmuştur. 1507 yılında üzerine yürüdüğü Alâüddevle Bey’in mağlubiyeti üzerine Elbistan, Harput ve Diyarbekir’i yakmış ve yıkmıştır. Bu arada Erdebil Sofuları da Anadolu’da anarşi çıkarmaya başlamışlardır. Şah İsmail’in taraftarları olan askerler, kırmızı çuhadan taclar giydiklerinden dolayı onun taraftarı olan herkese Sürhser yani Kızılbaş denmiştir. Şah İsmail’in halifelerinden olan Rumiyeli Nur Ali Halife başkanlığındaki Erdebil sofu ve müritleri, Tokat’a saldırmışlar ve yüzlerce insanı kılıçtan geçirmişlerdir. Maalesef Şehzâde Ahmed üzerlerine ordu göndermişse de muvaffak olamamıştır.

Bu arada Antalyalı Hasan Halife ve oğlu Şahkulu veya Osmanlı tarihçilerinin ifadesiyle Şeytan Kulu (Şahkulu Baba Tekeli veya Karabıyıkoğlu da denmektedir) eliyle Anadolu’daki Alevîleri Osmanlı Devleti aleyhinde teşkilâtlandırmaya başlamıştır. Antalya’dan Manisa’ya dönen Şehzâde Korkut’un hazinesini vuran Şahkulu, bununla da yetinmeyerek Antalya’yı basmış, baş kâdî ile birlikte çok sayıda insanı katletmiştir. Bundan sonra sırasıyla Kızılcakaya, İstanos, Elmalı, Burdur ve Keçiborlu kasabalarını yakıp yıkan Şahkulu Kütahya’ya kadar gelmiştir. Anadolu beylerbeyisi Karagöz Ahmed Paşa da öldürülenler arasındadır. Amasya’da bir araya gelen 20 bin Erdebil Sofuları çevreye dehşet saçmaya başlamışlardır. Bunların yaptığı katliamla Erzurum ve Erzincan 20-30 yıl harâbe olarak kalmıştır. Çubukova’da 1511 yılında Şahkulu’nun bir okla öldürülmesinden sonra da Şiî’lerin Anadolu’daki tahribatları devam etmiştir. Bunların Müslümanları nasıl kırıp geçirdiklerini, Diyarbekir ve çevresindeki Kürt beylerinin mektuplarından da anlıyoruz. Şu cümleler bunlardan sadece biridir:

“Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultânı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız”

İşte 918/1512 yılında Anadolu’yu Şi’a tehlikesinden kurtarmak üzere Padişah olan Yavuz, Şah İsmail’in üzerine gitmeden evvel, yukarıdan beri vesikalar ışığında anlattığımız olayları biliyordu ve Anadolu’daki Şi’î Türkmenlerin binlerce insanı katlettiklerinin de farkındaydı. Bu yaraya parmak basmak için, meseleyi müzâkere etmek gayesiyle bir Divan toplantısı yapmış ve başta İbn-i Kemal olmak üzere büyük âlimlerin de katıldığı bu toplantıda Kızılbaşlarla ilgili neler yapılmasını kararlaştırmıştır. İbn-i Kemal gibi bir âlimden de gerekli fetvâyı aldıktan sonra, Anadolu’yu kasıp kavuran ve Kızılbaş adı altında her yerde Osmanlı Devleti’ne karşı kıyam eden bu insanların teftiş ve tahkik olunarak, uslanmayanlarının katl edilmelerini ve uslanması muhtemel olanlarının ise haps edilmelerini emr etmiştir. Bunların sayıları bazı tarihçilere göre yaklaşık 40.000 kişidir ve bunlardan ne kadarının öldürüldüğü de kesin belli değildir. Ancak bu isyancı grupların bastırılmaması halinde, Şah İsmail’in üzerine gitmenin tamamen yararsız olduğu da gün gibi ortadadır. Olayı inceleyen Uzunçarşılı, Kızılbaşların ne kadar insan öldürdüğüne dair binleri bulan rakamlar verdikten sonra, Yavuz’un başka çaresi yoktu demektedir.

Şunu da belirtmeliyiz ki, Osmanlı Devleti, herkesi zorla Sünnî yapmak için zorlamamıştır. Ancak dinî inançlar kullanılarak devletin arkadan vurulması tehlikesi karşısında tedbirler almıştır. Hem Şi’îler ve hem de Sünnîler için, idarecilerinin yaptıkları hata ve zulümleri tamim etmek çok yanlıştır[1].

Yavuz Sultan Selim ve Siyasî Müceddidliği

Bilindiği gibi, Hz. Peygamber, “Şüphesiz ki, Allah, her yüz yılın başında kendi dinini tecdid edecek birisini gönderir” buyurmaktadır. İslâm âlimleri, İslâma hizmet edecek olan bu müceddidlerin maneviyât alanında ve ilim sahasında olduğu kadar, siyâset alanında da olabileceğini ifade etmektedirler. Âsafnâme müellifi ve Kanuni’nin sadrazamı olan Lütfi Paşa’nın naklettiğine göre, İslâm âlimleri siyâset alanındaki müceddidleri şöyle sıralamaktadırlar:

Hicrî tarih esas alınmak üzere, II. Yüzyılın başında Ömer bin Abdülaziz; III. Yüzyılın başında Abbasî Halifesi Mu’tasım; IV. Yüzyılın başında Abbasî Halifesi Kâdir billah Ahmed bin Emir İshak; V. yüzyılın başında Selçuklu Sultânı Sultân Muhammed bin Melikşah; VI. Yüzyılın başında İlhanlı Sultânı Gazan Hân; VII. Yüzyılın başında Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Gâzi; VIII. Yüzyılın başında Çelebi Mehmed ve IX. Yüzyılın başındaki müceddid ise Yavuz Sultân Selim’dir.

Osmanlı tarihçileri, Osmanlı padişahlarından iki kişinin mü’eyyed min indillah yani Allah katından teyid edilmiş Padişahlar olduklarını ifade etmektedirler. Bunlardan birincisi, İstanbul’u fethederek Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olan Fâtih’tir. İkincisi ise, Yavuz Sultân Selim’dir. Bazı mana adamları, Yavuz’un Hz. Ali tarafından müjdelendiğini dahi ifade etmektedirler. Hz. Ali’ye ait bir kasidede “Mutlaka Âl-i Osman’dan Selim isimli birisi, Rum, Acem ve Arab memleketlerine hâkim olacaktır” ifadesinin geçtiği nakl olunmaktadır. Hatta İbn-i Kemal dahi, Mısır’ın Yavuz tarafından fethedileceğini, bazı âyetlere dayanarak çıkarmıştır ve bu konuda hususi bir Risâlesi vardır.

Yavuz’a müceddidlik vasfını kazandıran, onun müslümanlara yaptığı iki hizmettir: Birincisi, babaları Bâyezid-i Veli’nin yaratılışındaki tevazudan yararlanarak Anadolu’yu hâkimiyeti altına almak isteyen Şah İsmail liderliğindeki Şi’a seline karşı, ciddi bir ehl-i sünnet bendini teşkil etmesidir. Çaldıran zaferi bu fitneyi önlemiştir. İkincisi, Şah İsmail’in hem mürşidlik ve hem de Şahlık ünvanları ile tahrik ettiği Anadolu’daki isyanları bastırarak Anadolu birliğini ve Memlüklüleri ortadan kaldırarak İslâm birliğini temin etmesidir. Memlüklüler üzerine giderken de, Şah İsmail üzerine giderken de, İbn-i Kemal ve Zenbilli Ali Efendi gibi büyük İslâm hukukçularından fetvâ alarak hareket etmiştir.

“İhtilâf u tefrika endişesi,

Kûşe-i kabrimde dahi bî-karar eyler beni;

İttihâdken savlet-i a’dâyı def’a çaremiz,

İttihâd etmezse millet, dağıdâr eyler beni…”

şuuruyla hareket eden Yavuz, İslâm tarihinde ittihâd-ı İslâma önem veren nadir devlet adamlarından biridir. Tarihçi Âli ve Lütfü Paşa, Yavuz’un müceddid olduğunu yaptığı hizmetleri ve ilgili hadisi zikrederek kaydetmektedir[2].

 Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Osmanlı Araştırmaları Vakfı Başkanı


[1] Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 6522, 6636, 5321, 5035, 3062, 5812; Solakzâde, 359 vd; Âli, Künh’ül-Ahbâr, Es’ad Efendi, nr. 2162, vrk. 233/a vd.; Hoca Sa’deddin Efendi, Tâc’üt-Tevârîh, c. II, sh. 245 vd.; Koca Müverrih, Bedâyi‘, c. II, vrk. 452/a-b; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. II, sh. 225-231, 253-270.

[2] Lütfi Paşa, Tevârîh-i Âl-i Osman, sh. 7-16; Âli, Künh’ül-Ahbâr, Süleymaniye kütp. Es’ad Efendi, nr. 2162, vrk. 232/b-233/a; 234/a (Müceddidlik meselesi burada işlenmektedir), 259/a-260/a; 263/a-b; Matbu nüsha, c. V, sh. 25; Solakzâde, sh. 350-431; Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, c. II, sh. 40-53; Münâvî, Muhammed Abdürraûf, Feyz’ül-Kadîr Şarh’ul-Câmi’-is-Sağîr, Mısır 1938, c. II, sh. 281-282.

Yavuz Selim’in Alevi katliamı kuyruklu yalandır!

Tarihçi yazar Yavuz Bahadıroğlu, Yavuz Sultan Selim döneminde Alevi katliamı iddialarının kuyruklu bir yalan olduğunu söyledi. Bahadıroğlu, “Yerli ve yabancı hiçbir kaynakta böyle bir belge yoktur. Bu iddiaların çoğu İran Safevi Devleti kaynaklıdır. Bir de İdris-i Bitlisi, Yavuz Sultan Selim’e biat etmiş ve ondan sonra ideal birliği sağlanmıştır.” dedi.

Moral FM’de Fethi Çağıl’ın sunduğu Radyobüs programına katılan tarihçi yazar Yavuz Bahadıroğlu, İstanbul’a yapılacak 3. köprünün isminin Yavuz Sultan Selim verilmesi üzerine bazı yazar ve yayın organlarının ‘Yavuz 40 bin Alevi’yi idam etti’ iddialarını değerlendirdi. Bahadıroğlu, Yavuz Sultan Selim’in 40 bin Alevi’yi katlettiği iddialarının bir zan ve fikirden öteye gitmediğini belirterek “Bunu yapanlar kendilerini muhalefet yapmakla yükümlü sayan bir gruptur. Sosyal medya ya da tweet diye tarihte bir kaynak yok. Bunlar ciddi meseleler. Burada uzmanlık gerektirir.’’ diye konuştu.

Bahadıroğlu, bu iddiaların gerçek olabilmesi o dönemin şehir ve toplum yapısının çok iyi bir şekilde araştırılarak şu bilgileri verdi: O dönemin şehirleri 3-5 bin kişiliktir. En büyük şehirler 10 bin kişilik falan. O dönemin köyleri ise 40 kişilik guruplar halinde. Şimdi 40 bin Alevinin kesilmesi 15 tane şehrin yok edilmesi anlamına geliyor.  Peki, o dönemden bugüne kadar o bölgelerde kaç tane yol ve inşaat yapıldı. Bu öldürüldüğü iddia edilenlerin  kemiklerine ulaşılabildi mi? O kadar kemik nereye gitti? Yavuz Sultan Selim’le ilgili bu iddialar zan. Zaten Türkiye’yi batıran da zandır. Bilimin olduğu yerde senin fikrinin ve zannının bir anlamı yok ki! Bilim konuştuğunda senin susman gerekir. Ciddi kaynaklarımızda ve tarihçilerin belge saydığı hiçbir kaynak böyle bir şeyi doğrulamıyor. 40 bin kişinin 10 bin kişinin öldürüldüğü bir belge yok. Ama iddia var. Vergi gelirlerinin düşmesi ve toplu mezarlarının bulunması var.”

Bahadıroğlu, “Kendilerini muhalefet yapmakla yükümlü sayan bir gruptur. Sosyal medya ya da twet diye bir kaynak yok.” ifadesini kullanarak tarihi kaynaklarla değil de zan ve fikirler üzerine yorumlayanlara “Bunlar ciddi meseleler. Uzmanlık gerektirir. Bilip bilmeden herkesin yorum yapması doğru değil. Tarihi de tarihçiler belgelerle tartışmalı.” diyerek sert çıktı.

Bahadıroğlu, Yavuz Sultan Selim’in çok idealist bir padişah olduğunu belirterek “Sırf Anadolu elden gidiyor, diye babasına iç darbe yapmıştır. O dönemde Şah İsmail Anadolu’da çok fazla hakim olmaya başlayınca devletin elden gideceğini düşünmüştür. Sırf ittihadı İslam yüzünden bunları yapmıştır. Ayrıca Büyük İskender’in geçemediği çölü 13 günde geçmiştir. 8 senelik padişahlık hayatına 80 seneyi sığdırmıştır. Padişahlığı ateşten bir gömlek olarak giymiştir.” diye konuştu. “Sürekli Yavuz Sultan Selim’i konuşanlar neden Şah İsmail hakkında bir şeyler söylemiyor?” sorusunu soran Bahadıroğlu, açıklamalarına şöyle cevap verdi: “Şah İsmail’in öldürdüğü on binlerce Sünni’den kimse neden söz etmez? Annesini öldüğüne dair çok ciddi iddialar var. Kafatasından şarap iddiası var. O dönemde Şah İsmail mezhepçilik yapıyor. Hem şeyh hem de hükümdar. Neymiş çok güzel Türkçe şiir yazmış. Ama o dönemde Şah İsmail’in aklı fikri Anadolu’da. Bir de Şah İsmail’in Müslümanlığı bizim bildiğimiz gibi bir Müslümanlık değil. Allah kavaramı da bizim bildiğimiz gibi değil. Şah İsmail kendisini O’nun yanına koymuş. Niye Osmanlı uleması İbn-i Kemal ve Hamze Bey gibi çok ciddi bir âlem ‘Bunlar kâfirdir’ emri verdi. Bunun yanında ‘Osmanlılar kâfirdir’ hükmünü kendisi veren Şah İsmail’de Anadolu’ya gelmiştir. Kendisinin getirdiği bir din var. O kadar ordunun içine girmiş ki Çaldıran yolunda Yavuz Sultan Selim’in çadırına kurşun yağdırdılar. Eğer Yavuz Sultan Selim, gözü kara bir padişah olmasa ve askerin içine atını sürmese farklı olabilirdi.”

Moralhaber.Net

Osmanlı Sultanlarında Peygamber Sevgisi Nasıldı?

Sultan İkinci Murad’ın vasiyeti, hamdele ve salvaleden sonra şöyle deniyordu: “Saruhan vilâyetinde bulunan malımın üçte birini -3.500 altını Mekke fukarasına, 3.500 altını Medine fukarasına- olmak üzere dağıtınız. 500’ü Mekke ahalîsinden Kâbe ve hatim arasında toplanarak 70.000 kere ‘lailahe illallah’ kelime-i tevhidini zikredip defalarca Kur’ân okuyup sevabını vasiyet sahibine ita edenlere harcansın. 2.500’ü Mescid-i Aksa’da Sadre kubbesinde 70.000 kere ‘lailahe illallah’ kelime-i tevhidini zikredenlere ve defalarca Kur’ân okuyanlara harcansın.”

Ve yıl 1453… Genç bir serdar, Efendiler Efendisi’nin (sallallahü aleyhi ve sellem) medhine nail olabilmek için İstanbul surlarının önünde otağını kurmuş… Fetihten sonra, Allah Resulü’nü hicretten sonra evinde misafir eden “Mihmandâr-ı Resûl”un kabrini Akşemseddin Hazretleri’ne sorar ve kabrinin bulunması hakkındaki arzularını belirtir. Onlar sadece Allah Resulü’ne (sallallahü aleyhi ve sellem) değil O’nun köyünün kokusunu taşıyanlara da büyük bir sevgi beslemişlerdir.

İkinci Bayezid Han çok iyi dostu olan Hak âşığı Baba Yusuf’u Hacca uğurlamak için ayağına kadar gider, ona bir miktar altın teslim eder ve “Bu, elimle çalışarak kazandığım helâl kazançtır. Bu altınları Ravza-i Tahira’nın kandilleri için ayırdım. Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna varınca: Ey Allah’ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem), günahkâr kul Bayezid’in selâmı var… Bu altınları türbenin kandillerine yağ alınması için gönderdi. Kabul buyurunuz…” diye söylemesini tembih eder.

Yahya Kemal, Yavuz Sultan Selim’e atfen şu mısraları kaleme almıştır:

“Seyr eylesün felek kaderin şehsuvarını

Fethetti bir seferde nebiler diyarını

Sahrayı Mercidabık’a nakş etmiş kader

İslâm fikr-i vahdetinin kâr u zârını…”

 

Yavuz Cennetmekan, kendisi için hutbelerde “Hâkimü’l-Harameyn” kullanılması üzerine, bu ibareyi “Hâdimü’l-Harameyn” olarak değiştirmiştir.

Osmanlı padişahları içinde Efendimiz’i (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında görüp O’ndan aldığı emir ve işaretle fetihler yapanlar da olmuştur. Kanunî Sultan Süleyman‘ın gördüğü rüya buna misâl olarak nakledilmiştir. Rüyasında Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): “Belgrad, Rodos ve Bağdat kalelerini fethedesin sonra da benim şehrimi imar edesin!” diye emir buyurur. Bu emir üzerine, Kanunî hemen Harameyn’i imar ve iskân projelerine başlar. Hattâ vasiyetinde şahsî servetinden hacılar için su getirecek bir vakıf kurulmasını ister. Kızı Mihrimah Sultan da babasının bu vasiyetini yerine getirir ve Arafat’taki Ayn-ı Zübeyde Suyu’nu Mekke’ye ulaştırır. Cihanın önünde el pençe divan durduğu bu büyük kumandan, Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) huzurunda O’na şöyle yalvarır:

“Nûr-ı Âlemsin bugün hem dahi Mahbub-u Hüda

Eyleme âşıkların bir lâhza kapından cüda

Gitmesin nâm-ı şerefin bu dilimden dem-be-dem

Dertli gönlüme devadır can bulur ondan safa.”

 

Sultan İkinci Ahmed, Bir gece, kimseye görünmeden Topkapı Sarayı’ndaki Mukaddes Emanetler Dairesi’ne gider. Burada Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) nalınını eline alır ve şu beyitleri söyler:

“N’ola tacım gibi başımda götürsem dâim

Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Resulün

Gül-i Gülzâr-ı Nübüvvet o kadem sahibidir

Bahtiya, durma yüzün sür kademine ol Gül’ün”

O günden sonra Efendimiz’in ayak izinin resmini sarığındaki sorgucun içinde taşımaya başlar. Başka bir yerde de gönlünün yangını, alev alev peygamber aşkıyla yanarak şu mısraları döker:

“İftirakınla Efendim bende takat kalmadı

Yekpare oldu bu dil, aşkta muhabbet kalmadı

Şol kadar ağlattı ben bîçarei hükm-i kaza

Giryeden hiç Hazreti Yakub’a nevbet kalmadı”

 

Sultan Abdülaziz bir gün hasta yatağında yattığı sırada Medine’den bir dilekçe gelir. Yanındakilere “Beni ayağa kaldırınız. Mukaddes beldeden gelen dilekçeyi yatarak dinleyemem.” der. Dilekçeyi titreyen ayaklarına rağmen el pençe divan durarak dinler ve hemen gereğinin yapılmasını emreder. Âdeti oluğu üzere Medine’den gelen hiçbir postayı abdestini tazelemeden eline almaz. Çünkü bunlarda Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) köyünün tozu ve kokusu vardır. Öper, alnına koyar, koklar ve öyle açar.

İkinci Abdulhamid Han, Hicaz demiryolu projesini hayata geçirmiştir. O mukaddes beldeleri korumak ve hacıların emniyetli bir yolculuk yapabilmesini sağlamak için, İstanbul’dan Medine’ye kadar demiryolu hattı döşetir. Harem hudutlarına yaklaşılınca da, rayların döşenmesinde sadece Müslüman işçilerin çalışmasına müsaade edilir. 31 Ağustos 1908 tarihinde Medine’ye ulaşan hattın son 30 km’lik kısmına bizzat padişahın emriyle keçe döşenir. Lokomotif şehre yaklaştığında hızını keser, yavaşça perona yanaşır. Keçe döşenen raylar, günün belli saatlerinde gülsuyuyla yıkanır.

Osmanlı padişahlarının neden Hacc’a gitmediği sorusu akla gelebilir. Üç ay civarında süren yolculuğu, sürekli korunmalarının çok kolay olmayabileceği ve İstanbul’dan bu kadar uzun bir süre ayrı kalacak olmalarının yol açabileceği idare boşlukları ve muhtemel fitneler..vb. hususlar bunda etkili olmuştur. Kaldı ki, yerlerine birkaç defa vekil gönderdikleri de bir gerçek..

Hira dergisi, 18. Sayı (Ocak-şubat-Mart 2010)

www.herkul.org