Etiket arşivi: Zafer Karlı

Bediüzzaman Hazretlerinin Zikir Hayatı Nasıldı? Hangi Duaları, Nasıl ve Ne Zaman Okurdu?

Bazı kardeşlerimizin Bediüzzaman Hazretlerinin evrad ve zikir hayatını öğrenmek için “Üstad hangi duaları okurdu?, Ne zaman okurdu?, Nasıl Okurdu?” gibi sorular yönelttiğini görmekteyiz. Oysaki Bediüzzaman Hazretleri gibi muazzam bir evliyanın fikir, kalp ve ruh dünyasındaki zikir hakikatini anlamak için yaptığı münacatların isimlerini veya münacat saatlerini öğrenmek yeterli değildir. Üstad Hazretlerinin hizmet tarzını bilmek, telif ettiği eserleri incelemekle onun evrad hayatındaki derinlik bir derece anlaşılabilir. Biz de Bediüzzaman Hazretlerinin evrad ve zikir hayatının hakikatinin anlaşılmasına katkı olması amacıyla bu perspektifte bir yazı hazırlamaya çalıştık.

Bediüzzaman Hazretlerinin mesleği / manevi hizmetlerdeki hizmet esası:

Risale-i Nur’da Bediüzzaman Hazretleri hakiki medeniyete erişmenin temel şartının “Ahlâk-ı Ahmediye” olarak ifade ettiği Peygamber Efendimizin (asm) yaşantı tarzını ve tabiatını hem şahsi hem de toplumsal olarak kazanmamız ile mümkün olacağını beyan eder ve şöyle der : “Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Peygamberîyi ihyâ etmektir.”(1) Peygamberimizin ahlakı ile ahlaklanmak ve sünnet-i Peygamberîyi ihyâ etmek en büyük hedefimiz olduğundan Efendimiz’in (asm) konumuzla alakalı olan, zikir, evrad ve ubudiyet hayatından ders almak için şu kesitlere bakalım:

Peygamberimizin (asm) en yakınlarında bulunan sahabeler Kudsî Nebîyi birçok günlerde ve gecelerde dilinden Kur’ân âyetleri dökülür halde kâinatı tefekkür ederken bulmuşlardır. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın cihad için sefere çıktığı bir vakitte Kudsî Nebî’nin geceyi nasıl geçirdiğini gözlemleyen bir sahabi ise, gördüklerini şöyle anlatır: “Dedim ki: Resûlullah’ın nasıl namaz kıldığına bakıp dikkat edeceğim. [Yatsı namazını kıldıktan sonra] Resûlullah uyudu. Sonra uyanıp başını kaldırdı ve göğün ufkuna baktı. Âl-i İmran sûresinin sonlarından dört âyet okudu: ‘Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini kovalamasında akıl sahipleri için âyetler vardır.” Bu âyetten başlayarak dört âyet okudu. Sonra elini su kabına doğru uzatıp misvak aldı ve iyice bir misvaklandı. Sonra abdest alıp namaz kıldı. Yattı, sonra uyandı. İlk defa yaptığı gibi yaptı. Sonra göğe baktı, Kur’ân’dan okuduğu kadar okudu…” Başka bir gece, yine Abdullah b. Abbas, onu uyandığında ilk önce üç kere “Sübhâne’l-Meliki’l-Kuddûs” diyerek Rabbini zikrederken işitir. Sonra avluya çıkan kudsî nebî yine gökyüzünü seyre koyulur ve yine aynı âyetleri okur; sonra yine gece namazını kılıp yeniden yatağına döner ve uyur. Yalnızca bu gece tabloları bile, Peygamberin bir gününde iki ilâhî kitabın, kâinat kitabı ile Kur’ân’ın nasıl buluştuğunun açık bir şahididir. Peygamberin her günü, kâinat kitabıyla Kur’ân’ın buluştuğu bir tefekkür ve ubudiyet zemininde geçmektedir. (2)

İşte bunun için Bediüzzaman Hazretleri imana dair meseleleri tekvini ve teşrii ayetler olan Kur’an ve kâinat kitabını birlikte mütalaa eden bir yaklaşımla ders vermiştir. Bu ders ile Kelam-ı İlahi olan Kur’an-ı Kerim’in verdiği ölçü ile kudret kitabı olan kâinatı mütalaa ederek hakikat yolunu açmıştır. Bu sebeple kâinat kitabı kavramı ve onun tefekkür ile okunması Risale-i Nur’un merkezinde ve Bediüzzaman’ın açtığı “hakikate giden yol”un kalbinde yer alır. (3) Risale-i Nur’larda iman ve Kur’an hakikatleri böyle bir metotla ders verilmiş, bunun sebebini de Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah etmiştir:

“Kâinat terkiplerindeki intizam, cereyan-ı ahvaldeki nizam, suretlerdeki garabet, nakışlarındaki ziynet, yüksek hikmetler, eşyadaki muhalefet ve mümaselet, câmidattaki muavenet, birbirinden uzak olan şeylerdeki tesanüd, hikmet-i âmme, inayet-i tâmme, rahmet-i vâsia, rızk-ı âmm, hayatlar, tasarruf, tahvil, tağyir, tanzim, imkân, hudus, ihtiyaç, zaaf, mevt, cehil, ibadet, tesbihat, daavat ve hâkezâ, pek çok sıfatlar lisanlarıyla Hâlık-ı Kadîm-i Kadîrin vücub ve vücuduna ve evsaf-ı kemaliyesine şehadet ettikleri gibi; Esmâ-i Hüsnâyı tilâvet ederek, Cenab-ı Hakka tesbih ve Kur’ân-ı Hakîmi tefsir ve Resul-i Ekremin (a.s.m.) ihbaratını tasdik ediyorlar.” (4)   Bu pasajdan anlaşılıyor ki; Kâinatın parçaları arasındaki nizam ve intizam, her parçanın kendi vazifesine mahsus bir hareket tarzı, varlıkların hepsinde söz konusu olan harika şekiller, süslü nakışlar, yüksek hikmetler, tüm varlıkların bir yandan benzerliği, bir yandan farklılığın olması, ezelî olmadığı gibi, var olmaları zorunlu olmamasına rağmen yani imkân ve hudus dairesinde olmalarına rağmen varlığa çıkmaları gösteriyor ki; bu işler arkasında sonsuz bir ilim ve kudret sahibi olan Allah’ın varlığına şehadet edip, Kur’ân-ı Hakîmi tefsir ve Resul-i Ekremin (a.s.m.) ihbaratını tasdik ediyorlar.

Hazret-i Bediüzzaman ve Zikir

Bediüzzaman Hazretleri, geceleri, Kur’an-ı Kerîm’den vird edindiği sûreleri ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın münacat-ı meşhûresi olan “Cevşenü’l-Kebîr” namındaki münacatını ve Şah-ı Geylanî ve Şah-ı Nakşibend gibi eazım-ı evliyanın münacat ve hizblerini ve salâvat-ı Nuriyeleri ve bilhassa Risale-i Nur’un menbaı olan “Hizbü’n-Nuriye”yi ve ayat-ı Kur’aniyenin lemeatı olan ve bir silsile-i tefekkür bulunan ve Yirmi Dokuzuncu Lem’ada cem edilen hizb ve münacatları okur, bunları tamam edince de yine Risale-i Nur’la meşgul olurdu.” (5) Görüldüğü gibi, bilinen evrad ve zikirlerden başka Risale-i Nur’un esası ve kaynağı olan ayet ve kelimat-ı mübareke ile de ayrıca meşgul olurdu. Böylelikle Risale-i Nur, tasavvuftaki murakabe dairesini Kur’an-ı Kerîm yolu ile genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilave etmiştir. (6) Bu noktayı biraz daha açacak olursak: Kalbi işletmek için lisanen yapılan zikr-i ilahi ile Bediüzzaman Hazretlerinin açtığı hakikat yolunun zikri arasındaki fark şudur: Zikrederken, hem kâinatın bir bütün olarak hem de onun bütün parçaları ve parçacıklarının Vücub ve Vücud-u İlahi ve Vahdaniyet-i İlahiye şahadet ettiği elli beş lisan ile Cenab-ı Hakk’ın esma ve sıfatlarını tefekkür ve tefeyyüz edebilmektir.(7) Bu yüksek hakikati yaşayan büyük zatların zikir derinliği Risale-i Nur’da şöyle anlatılır:

“Kur’ân, kendi şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrâtını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin ellerine verir, “Evradlarınızı bununla okuyunuz” der. İşte, Kur’ân’ın tilmizlerinden Şah-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî (r.a.) gibi şakirtleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerrâtı, katarat adetlerini, mahlûkatın aded-i enfâsını tutmuşlar, onunla evradlarını okuyorlar, Cenâb-ı Hakkı zikir ve tesbih ediyorlar.” (8)

Aynen o büyük zatlar gibi hatta biraz daha farklı bir tarzda evrad ve zikir derinliğine sahip olan Bediüzzaman Hazretleri zikir anında akıl, kalp, ruh ve hayal dünyasındaki cereyan eden hadisat hakkında şunları söyler:

“Evet, ben, Hülasatü l-Hülasa’yı okuduğum zaman, koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor. Fakat her nevin lisanı çok geniş olmasından, fikir yoluyla sıfat ve esma-i İlahiyeyi ilmelyakin ile iz’an etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür. Hakikat-ı insaniyeye baktığı vakit, o cami mikyasta, o küçük haritacıkta, o doğru numunecikte, o hassas mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat’i ve şuhudi ve iz’ani bir vicdan, bir itminan, bir imân ile o sıfat ve esmayı tasdik eder. Hem çok kolay, hem hazır yanındaki aynasında hiç uzun bir seyahat-ı fikriyeye muhtaç olmadan iman-ı tahkikiyi kazanır.

Evet, nasıl ki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsi ve afakî ile marifet-i İlahiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüside, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar. Aynen öyle de, yüksek ehl-i hakikat dahi, marifet ve tasavvur değil, belki ondan çok âli ve kıymetli olan imân ve tasdikte, iki cadde ile hareket etmişler.

Biri   : Kitab-ı kâinatı mütalaa ile Ayetü’l-Kübrâ ve Hizbün-Nuriye ve Hülasatü’l-Hülasa gibi afaka bakmaktır.

Diğeri : En kuvvetli ve hakkalyakin derecesinde vicdani ve hissi, bir derece şuhudi olan hakikat-i insaniye haritasını ve enaniyet-i beşeriye fihristesini ve mahiyet-i nefsiyesini mütalaa ile imanın şüphesiz ve vesvesesiz mertebesine çıkmaktır ki, sırr-ı akrebiyete ve veraset-i Nübüvvete bakar. Ve enfüsi tefekkür-ü imani hakikatinin bir parçası, Otuzuncu Sözün ve “ene” ve “enaniyet”te ve Otuz Üçüncü Mektubun Hayat Penceresinde ve İnsan Penceresinde ve bazı parçaları da sair ecza-yı Nuriyede bir derece beyan edilmiş.” (9)

Bu şekilde beyanda bulunan Bediüzzaman Hazretleri yaptığı her zikrin nasıl birer marifet kaynağı ve kapısı olduğunu ve eriştiği marifet ile telif ettiği eserlerin hakikatine işaret etmiştir. Te’lif ettiği eserlerdeki birçok imanî meselenin namaz tesbihatından sonra kalp dünyasında inkişaf ettiğini (10) bildiren Üstad Hazretlerinin namazdan sonra tesbihatta yaşadığı anlam ve maneviyat derinliği ise şöyledir:

“Nasıl zikir dairesinde bir mecliste veyahut hatme-i Nakşiyede bir mescidde birbiriyle alâkadar heyet-i mecmuada nuranî bir vaziyet hissediliyor… Kalbi hüşyar bir zat namazdan sonra sübhânallah, sübhânallah deyip tesbihi çekerken, o daire-i zikrin reisi olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselamın müvacehesinde yüz milyon tesbih edenler, tesbih elinde çektiklerini manen hisseder. O azamet ve ulviyetle sübhânallah, sübhânallah der. Sonra o serzâkirin emr-i manevisiyle, ona ittibaen elhamdülillâh, elhamdülillâh dediği vakit, o halka-i zikrin ve o çok geniş dâiresi bulunan hatme-i Ahmediyenin (aleyhissalâtü vesselam) dairesinde yüz milyon müridlerin elhamdülillâh, elhamdülillâh’larından tezahür eden azametli bir hamdi düşünüp içinde elhamdülillâh ile iştirak eder ve hâkezâ Allahu ekber, Allahu ekber ve duadan sonra lâ ilâhe illâllah, lâ ilâhe illâllah otuz üç defa o tarikat-ı Ahmediyenin Aleyhissalâtü Vesselam halka-i zikrinde ve hatme-i kübrasında o sabık manayla o ihvan-ı tarikatı nazara alıp o halkanın serzâkiri olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselama müteveccih olup “Milyon kere salât ile milyon kere selam Senin üzerine olsun ey Allah’ın Resûlü ” der, diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm.” (11)

Namazdan sonra Yüce Peygamberimizin (asm) öncülüğünde tüm ehl-i imanla birlikte tesbihat yapmak gibi mana derinliğine sahip olan Bediüzzaman Hazretleri kâinattaki tüm varlıkların da kendine has bir lisan ile Allah’ı zikrettiğini şöyle bildirir:

“ Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı kübrâda, bir tesbihât-ı uzmâda, her taife kendine mahsus salâvat ve tesbihatla meşgul bir cemaat içindeyim. “Vezâif-i eşya” tabir edilen hidemât-ı meşhude (görülen vazifeler, işler), onların ubudiyetlerinin ünvanlarıdır. O hâlde “Allahu Ekber” deyip hayretten başımı eğdim, nefsime baktım…” (12)

Sonuç:

Risale-i Nurları okuduktan sonra Bediüzzaman Hazretlerinin evrad u ezkar hayatını merak eden Fas’ın en büyük mütefekkirlerinden biri olan Taha Abdurrahman Bediüzzaman Hazretlerinin okuduğu evrad kitabı Hizb-ül Hakaik-i Nuriye’deki münacatları ve zikirleri görünce şunları söyler:

“İşte bu, Muazzam Külliyat’ın menbaı… Bu derecede kalblerde ve ruhlarda tesir eden böyle bir eserin arkasında, böyle kuvvetli ve kesif bir ibadet olduğunu tahmin ediyordum. Onun için ısrarla Bediüzzaman’ın evradını soruyordum. Kalb etrafında günlük meşgalelerden, günahlardan biriken perdeler, muhatabın kalbinde ve ruhunda tesir edecek bir cümlenin kalbin ta derinliğinden gelip çıkmasına mani olurlar. Bu sebebden, bu Nurlar’da mademki, külli bir tesir var, bu, o derslerin, kalbin tam umkundan ve derinliğinden geldiğine en büyük delildir. Bu derinliğin arkasında da böyle kuvvetli bir evrad vardır.” (13) Böyle kuvvetli bir evrad hayatı olan Üstad Hazretleri okumuş olduğu başta Kur’an ayetleri olmak üzere tüm kudsi kelimelerin fikir ve kalp dünyasında hangi mana boyutları açtığını şu cümleler ile işaret etmektedir:

“ “Allah göklerin ve yerlerin nurudur.” ayetinin beyanında, seyahat-ı kalbiyeyle, herbir ism-i İlahi bu kâinattaki bir âlemi nurlandırdığını ve zulümatı dağıttığını gördüğüm gibi; aynen ve daha başka bir şekilde, Cevşenü’l-Kebîr ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî dahi kâinatı baştanbaşa nurlandırıyor, zulümat karanlıklarını dağıtıyor, gafletleri, tabiatları parça parça ediyor; ehl-i gaflet ve ehl-i dalâletin altında saklanmak istedikleri perdeleri yırtıyor gördüm, kâinatı envâıyla pamuk gibi hallaç ediyor, taraklarla tarıyor müşahede ettim. Ehl-i dalâletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında envâr-ı tevhidi gösteriyor.” (14)

Allah, bizi, muazzam bir evliya ve bir mürşid-i kâmil olan bu zatın şefaatine mazhar, talebeliğine layık etsin. Âmin.

Zafer KARLI

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

1- Divan-ı Harb-i Örfî; Yaşasın Şeriat-ı Âhmedî (a.s.m ) s:63,

2- Peygamberin bir günü; Metin Karabaşoğlu isimli kitaptan faydalanılmıştır.

3- Şükran Vahide: Kâinat Kitabı, Bediüzzaman’ın Düşüncesinde Yeri Ve Gelişimi

4- Mesnevi-i Nuriye; Katre s. 48

5- Tarihçe-i Hayat; İkinci Kısım: Barla Hayatı s.150

6- Tarihçe-i Hayat; Önsöz s. 20

7- Mesnevi-i Nuriye; Katre s. 48

8- Mesnevi-i Nuriye; Zühre s.132

9- Emirdağ Lâhikası: Dâhiliye Vekili İle Bir Hasb-i Halden Bir Parçadır s.127- 128

10-Emirdağ Lâhikası | Yirmi Yedinci Mektubun Lahikası | 82

11- Sikke-i Tasdik-i Gaybi: Risale-i Nurdan Parlak Fıkralar ve Bir Kısım Güzel Mektuplar s.152

12- Mektubat: Yirmi Dokuzuncu Mektup s.383

13- Fas-Tetvan Sempozyumu Notlarından.

14- Kastamonu Lâhikası; Tahlil s. 179

Cevşenin Dinimizdeki Yeri, Önemi ve Kaynağı Nedir? Sorularla Cevşen-ül Kebir

Bu yazımızda, Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’den süzülmüş bir marifet dersi olan ve cevşen olarak bilinen münacat hakkında soruların cevaplarını vermeye çalışacağız.

—Neden Cevşenü’l-Kebîr duasına bu kadar önem verilmektedir?

Yüce Peygamberimiz (asm) ism-i azamla yapılan duaların kabul olunacağını hadislerinde bildirmiştir. (1) Nitekim Rabbimiz de Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayette bize kendi isimleri ile dua etmemizi emretmiştir. (2) Cevşenü’l-Kebîr duası tamamıyla Allah’ın isimlerinden oluşmakta olduğu gibi bu isimler harika bir tefekküri seyahat içinde kâinatı konuşturmaktadır. Allah’ın isimleri ile örgülenmiş bir marifetullah dersi olan Cevşenü’l-Kebîr bu sebepten önem arz etmektedir.

—Bundan önceki asırlarda Cevşenü’l-Kebîr duası neden meşhur olmamıştır?

Cevşenü’l-Kebîr duası Sünni kaynaklardan değil Şia kaynaklı dua kitaplarından nakledilmiştir. Bu nedenle itibar edilmemiştir. Fakat bir bilginin şia kaynaklı olması onun mutlaka hatalı veya yanlış olduğu anlamına gelmez. Buhârî ve Müslim’in rivayet ettiği pek çok hadis var ki, aynı hadisler çok küçük farklarla, hatta bazen aynı şekliyle (şia kaynaklarından) Küleynî’nin el-Kâfî’sinde yer almaktadır. Ne var ki Ehl-i Sünnet âlimleri Küleynî’den tek bir nakilde dahi bulunmamışlardır. Hâlbuki onda yer alan hadisler, Buhârî ve Müslim’de de yer aldıklarına göre hem senet hem de lafız itibarıyla cerhi söz konusu olmayan hadislerdir. Ancak, el-Kâfî’de yer alan hadisleri daha çok Şiî imamlar nakletmişler ve bu sebeple de Sünnîlerce, o hadisler daha işin başında endişeyle karşılanmışlardır. (3)

Cevşenü’l-Kebîr konusunda da Sünni âlimler temkinli yaklaşmış, kendi kaynaklarına alma ihtiyacı duymamışlardır.

— Bu asırda Cevşenü’l-Kebîr duasını kim meşhur etmiştir?  

Said Nursi Hazretleri meşhur etmiştir.

— Said Nursi Hazretleri nasıl bir ehliyete sahiptir ve Cevşenü’l-Kebîr’i hangi kaynaktan nakletmiştir?

Said Nursi Hazretlerine Osmanlı Devleti zamanında devrin en yüksek ilmî payesi ile “Mahrec” unvanı verilmiştir. Bu unvanın verildiği irade-i seniyye de Ceride-i İlmiyye’nin 38. sayısının 1145. sayfasında yayımlanmıştır. (4) “Mahrec” Kibar-ı Müderrisîne verilen en büyük payelerden birisidir. (5) Osmanlı Devletinin son dönem büyük âlimlerinden olan Said Nursi Hazretleri bu asrımızda da 6000 sayfalık Risale-i Nur Külliyat’ı ile milyonların imanını kurtarmaya vesile olmuştur.

Meselelere çok uzak ve muhakemesiz insanlar sanki Cevşenü’l-Kebîr’i Said Nursi Hazretleri icat etmişçesine onu tenkit etmektedirler. Oysaki Said Nursi Hazretleri Cevşenü’l-Kebîr’i Mecmuatül Ahzab adlı eserden nakletmiştir. Mecmuatül Ahzab’ın müellifi Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri büyük velîlerdendir. Küçük yaşta ilim tahsîline başlamış, beş yaşında Kur’ân-ı Kerîmi hatmetmiştir. Sekiz yaşında Delâil-i Hayrât, Hızb-i A’zam ve Kasâid’i okuyup bitirmiş, Şeyh Sâlim, Şeyh Ömer el-Bağdâdî, Şeyh Ali el-Vefâî ve Şeyh Ali gibi âlimlerden ders almıştır. Mahmûd Paşa Medresesinden icâzet aldıktan sonra Bâyezîd Medresesinde müderrislik yapmış âlim bir zattır. (6) Cevşenü’l-Kebîr’i tenkit etmek Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerini ve tüm Osmanlı ulemasını tenkit etmektir. Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî Hazretlerinin uydurma ve yalan-yanlış bilgileri neşredip buna bütün Osmanlı âlimlerinin ses çıkarmaması beklenemez. Çünkü Padişah dahi dinin asliyetine aykırı iş yaptığı takdirde ulema ikaz etmektedir. (7) Kaldı ki Peygambere (asm) nisbet edilen bir münacatın asılsız ve uydurma olması veya şüpheli görünmesi halinde neşrine izin verilmiş olması mümkün değildir.

Cevşenü’l-Kebîr ve Kur’an’ın bazı surelerinden, âyetlerinden oluşan bir münacat olan “Kenz-ül Arş” duası gibi birçok mühim dua ve münacatların kaynağından şüphe edenler vardır. Bu kişilere hangi prensibi bildirmek lazımdır?

İmam-ı Suyutî Hazretleri “Sened-ü Musafaha” Risalesi Mukaddemesinde, mukarrer bir hadîs kaidesi olarak yazdığı şu düstur göz önünde bulundurulmalıdır:

“Senedi bulunmayan hadîsler görülürse, eğer o hadîs, usûl-u İslâmiyeye zıd, akla münafi ve ayrıca da sair sahih hadîslere muhalif ise, o zaman mevzuluğuna hükmedilebilir. Eğer bu şartlar yoksa o hadîs bir tarafa bırakılır ve ilişilmez.” İşte, bu hadîs kaidesine göre, Cevşen-ül Kebiri ölçtüğümüz zaman, kaidedeki menfi üç kaziyeden hiçbirisinin Cevşenü’l-Kebîr’de bulunmadığını görmekteyiz. Kaideye muhalefet şöyle dursun, baştan sona kadar Kur’an âyetlerini, Esma-i Hüsna’yı ve hakiki hâlis tevhidi terennüm etmektedir. (8)

—Başka büyük zatların eserlerinde de kaynaklarda rastlanmayan hadisler var mıdır?

Nakşibendiye Tarîkatı’nın esasının hafi zikir tarzında Peygamberimiz (a.s.m.) tarafından Hazret-i Ebubekir-i Sıddık’a (r.a.) mağara içinde hususî bir tarzda talim edildiği başta İmam-ı Rabbanî (r.a.)“Mektubat’ında”, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri “Marifetname’sinde”, daha birçok tasavvuf kitaplarında önemle kayıtlı olduğu halde, meşhur hiçbir hadîs kitabında yer almamaktadır. (9) Bu durumda hepsi âlim ve kâmil olan bu zatların görüşlerini ve telâkkilerini asılsız bir hurafe olarak mı kabul edeceğiz?

Cevşenü’l-Kebîr’in metinlerinden bir örnek alarak İslamiyet’in ruhuna uygunluğunu gösterir misiniz?

Cevşenü’l-Kebîr’in tamamı İslam’ın ruhuna, esasına uygundur. Bir örnek olması açısından mademki Cevşenü’l-Kebîri Said Nursi Hazretleri nur risaleleri ile meşhur etmiş öyleyse biz de Cevşenü’l-Kebîr’deki  “nur” babı olarak bilinen kırk yedinci babın tahlilini yapalım:

“Ey nurların nuru, Ey nurları nurlandıran, Ey nurlara suret ve şekil veren,  Ey nurları yaratan,  Ey nurları takdir eden, Ey nurları idare eden, Ey bütün nurlardan evvel olan Nur, Ey bütün nurlardan sonra da var olan nur, Ey bütün nurların üstünde olan nur,  Ey hiçbir nurun kendisine benzemediği nur.”

Görüldüğü gibi kırk yedinci babta Allah; Nur’un kaynağı, şekillendireni, yaratanı, ölçeklendireni, idare edeni olarak anlatıldığı gibi insanların “Nur” olarak bildiği her şeyin Allah’ın Nur’u yanında oldukça kesif ve karanlık kaldığı, ezelden ebede kadar baki olan Nur’un Allah’a ait olduğu da beyan edilmiştir. Nitekim Peygamberimiz (sav)de Allah’ı Nur olarak nitelemiştir. (10) Evet, Allah göklerin ve yerin nûrudur. (11) Allah birine nûr vermezse artık onun hiçbir nûru olamaz. (12) Çünkü Allah, var olan her şeye varlığını armağan eden, her birini kendi yaratılışındaki hikmete uygun niteliklerle donatan, hedefini ve yolunu göstererek onları dâimâ iyiye, güzele yönlendiren; gönderdiği mesajlarla gönülleri aydınlatan, duygu ve düşünceleri arındıran ve böylece, tüm kâinâta nuruyla tecellî edip varlığa anlam ve değer kazandıran mutlak hakikattir, yâni göklerin ve yerin nurudur. (13)

— Cevşenü’l-Kebîr nüshalarında ufak tefek farklılıklar vardır. Bunu nasıl izah edersiniz?

Peygamberimizin (asm) çok hadislerini bizlere ulaştıran kaynaklarda da nüsha farklılığı vardır. Bu gayet doğaldır. Zaten birçok büyük zatın tertiplediği evradların başka nüshalarına baktığımızda da ufak tefek farklılıklar ile yazıldığı bilinen bir gerçektir.

—Peygamberimizin (asm) söylediği her söz umumca bilinmekte midir? Yoksa özel ve sırlı bilgileri bazı kimselere vermiş midir?

Bu mevzua Hazret-i Ebu Hüreyre’nin (r.a.) ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) söyledikleri ve dikkat çektikleri sözleri kat’î delildir. Başka sahabelerin aynı mevzuda ayrı sözleri de vardır. İşte Hazret-i Ebu Hüreyre (r.a.) bu hususta şöyle der: “Ben Resulullah’tan (asm) iki kab ilim hıfzedip aldım. Bunlardan birisini neşrettim, amma ikincisini ise eğer neşretsem şu boyun (kendi boynunu göstererek) kesilir”. (14) Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) ise der ki: “Ben Ebü-l Kasım’ın (Resulullah’ın) ağzından her işittiğimi size söyler, ifşa edersem, sizler benim yanımdan ayrıldığınızda “Ali yalancıların yalancısı, fâsıkların fâsıkıdır diyeceksiniz.” (15) Demek ki sırlı, mahrem ve hususi rivayetler, dualar ve işler vardır ki, bunların meşhur ve umuma açık hadîs kitaplarına geçmemeleri ile asıllarının gayr-ı mevcutluğuna hiçbir delil olamaz. (16) Cevşenü’l-Kebîr duasının da böyle sırlı bir münacat olduğunu bu sebeple umumca bilinmediğini düşünüyoruz.

Sonuç:

Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: “Nev-i insanın medâr-ı fahrı ve elhak en hakiki insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşenü’l-Kebîr nâmındaki münâcâtında bin bir ismiyle duâ ediyor, ateşten istiâze ediyor. Hem binler dua ve münâcâtlarından Cevşenü’l-Kebîr ile öyle bir marifet-i Rabbâniye ile öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-u efkârla beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur.”

Zafer KARLI

www.NurNet.Org

Dipnotlar:

1-İbni Mace, Dua:9

2-Taha,8-Haşir,24-İsra,110

3- fgulen.com

4-Dr. Muhsin Toprak, Bediüzzaman’ın Darü’l-Hikmet günleri

5-M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İst–1993, 2:385

6-http://www.biriz.biz/evliyalar/ea1502.htm

7-Cemil Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, s. 347-348; Hüseyin Çelik, Türkiye’de Değişim ve Aydınlar Türkiye Günlüğü, S. 62, Ank., 2000, s. 13. 

8-A. Badıllı Cevşen hakkındaki sorulara cevaplar

9-age

10-Müslim, İman 291

11-Kur’an, 24/35

12-Kur’an, 24/40

13-Mahmut Kısa, Kısa tefsirli Meali 24/35

14-Buhari cilt 2.sahife 185

15-Ruh-ul Beyan, Bursevi, cilt 4. sahife 270

16-A. Badıllı Cevşen hakkındaki sorulara cevaplar

Not: BÜYÜK CEVŞEN MEALİ İÇİN TIKLAYINIZ

Muhakemat’ın BÜYÜK CÜMLELERİ

Asrın imamı ve mürşidi olan Bediüzzaman Hazretleri Muhakemat isimli eserinde “Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur. Hakikati tanımayan, hayalâta sapar. Sırat-ı müstakîmi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer. Muvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır.”der. (1) Bu, öz ama hakikat ve hikmet yüklü beyanı bir nebze olsun açmaya çalışacağız.

1“Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur.”

Dinin esası, özü imandır. İman ise imanın şartları olarak bilinen altı esasın insanın akıl, kalp, ruh dünyasında kök salması ve bunun neticesi olan amelin hayattaki tezahürüdür. İmanın pratik hayata dökülmüş hali olan amelin kuvveti iman ilmine ve hakikate erişme seviyesine bağlıdır.

Nitekim Yüce Peygamberimiz “Allah’ım ilmimi artır!” (2) Faydalı olmayan ilimden, korkmayan kalpten,  doymayan nefisten, kabul olmayan duadan sana sığınırım.” (3) şeklinde dualar etmiştir.

Peygamberimiz (sav) burada İman ve Yakîn ilminin artırılmasını istemiştir. Zira bu ilmin tamamı faydalı ilimdir. Amel edilsin edilmesin kişiye faydası vardır. Öyleyse, asıl olan, hakikate erişmek için “iman ilmini” tahsile odaklanmaktır.

Bu konunun izahını Bediüzzaman Hazretleri şöyle yapmıştır: “Bilirsin ki, ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faydasız, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faydalı, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenab-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin.” (4) İmanı kuvvetlendirmekle meşgul olmak, marifetullah yolunda çaba sarf etmek bu zamanda en elzem vazifedir. Hakikate eriştiren en kısa yol ise Risale-i Nur’dur.

2-“Hakikati tanımayan, hayalâta sapar.”

Evet, kişi hak ve hakikati tanımaz ise kendi dünyasında canlandırdığı hayallerin peşinden gider. Mesela; kendini dindar olarak görür ama dindarlık ile alakası yoktur. Nur talebesiyim der ama risalelerde geçen Nur Talebesi modeli ile hiç alakası yoktur. Kısacası kendi çalar kendi oynar! Hakikat aynasına bakıp kendimize çeki düzen vermeden güzelleşmek mümkün değil…

3-“Sırat-ı müstakîmi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer.”

Gidilecek yol Kuran ve Sünnet ile sabittir. İstikamet belli iken keşfedilmiş Amerika Kıtasını keşfetmek cinsinden kendine ayrı bir yol çizmeye çalışmanın bir anlamı yoktur. Şu kısa tarîkın evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmaktır. (5)

Formül bu kadar kısa ve özdür. Bu cümleyi tüm nur talebeleri bilir ama acaba kaç nur talebesi her namazdan sonra tesbihatını yapıyor ve namazı tadil-i erkâna göre kılmayı esas edinmiştir. Bildiklerimizin 1/5’ini hayata gerçek anlamda tatbik etsek salih / saliha kullardan oluruz.

4-“Muvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır.”

Kuran ve Sünnet Işığında telif edilmiş Nur Risaleleri gibi bir ölçü, mizan varken kendi hayalimizi esas alır; okunanı anlamaz veya anlamak istediğimiz gibi anlayınca çok aldanır ve farkına varmadan aldatan durumuna düşeriz.

ZAFER KARLI

www.NurNet.Org

Kaynaklar :

1- Muhakemat, s.43

2- Tirmizi ,5, 540/ 3599

3- Tirmizi, Müslim, Ebu Davud , Nesei, Tac Tercümesi,410

4- Barla Lâhikası, Yirmi Yedinci Mektubun Üçüncü Zeyli s: 57

5-Sözler; 26. Sözün Hatimesini Zeyli

İncil’deki Müjde; “Son Peygamber!”

Mevcut İncillerden Matta -7 (15-20)’ye göre Hz. İsa (as) öğrencilerini yalancı peygamberlerden sakınmaları için uyarmış, gerçek ile sahteyi ayırt edebilmeleri için nasihatte bulunmuştur. Eğer kendisi son peygamber olsaydı böyle bir diyaloga gerek duymaz, kendinden sonra bir peygamber gelmeyeceğini açıkça ifade ederdi. “Ben Âkıb’ım (benden sonra peygamber yoktur).” (1) diyerek kendinden sonra peygamber gelmeyeceğini söyleyen tek peygamber Hz. Muhammed (asm)’dir.

Yüce Peygamberimiz (asm) peygamberliğinin kendinden önceki peygamber olan Hz. İsa (as) tarafından haber verildiğini “Ben İsa’nın müjdesiyim” (2) diyerek ifade etmiştir. Barnaba İncili Hz. İsa (as)’dan sonra bir başka peygamber daha geleceğini ama O’nun son peygamber olacağını şu cümlelerle bildirir: “Bana gelince, ben şimdi, dünyaya selâmet getirecek olan Allah’ın Elçisi’nin yolunu hazırlamak için dünyaya gelmiş bulunuyorum.” (Barnabas, Bölüm 72) “Kâhin karşılık verdi: “Allah’ın Elçisi geldikten sonra, başka Peygamberler gelecek mi?” İsa cevap verdi: “O’ndan sonra Allah tarafından gönderilen gerçek Peygamberler gelmeyecek ama pek çok yalancı peygamber gelecek.” (Barnabas, Bölüm 97)

Yuhanna İncili 14/16 cümlesi, Hz. Îsâ’nın: “Ben de Baba’dan dileyeceğim ve O size başka bir Períklytos verecek!” sözünü nakleder. İncil’in bu haberine istinaden ilk dönem Hıristiyanlarından kendisini Hz. İsa (as)’ın müjdelediği Períklytos ilan eden çok sayıda kişi türemiştir. Örneğin M.S. 177 yılında Methoş isimli bir Hıristiyan “Ben, İsa’nın geleceğini haber verdiği Períklytos’um diyerek peygamberliğini ilan etmiş ve çok sayıda insanı da peşinden sürüklemiştir. Bu kişi hristiyan dünyasınca zındık sayılmıştır. (3)

Períklytos sözcüğü Yuhanna İncili’nin 14:16, 14:26, 15:26 ve 16:7’inci ayetleri ile Yuhanna’nın Birinci Mektubu’nun 2:1 no’lu ayetinde geçmektedir. Períklytos gerek etimolojik, gerekse lugat anlamı itibariyle ‘şanı yüce, övülmeye layık olan’ demektir.(4)  Yeni Ahit mensupları, Períklytos kavramının “beklenen ve gelecek olan bir kişiye”  değil, Kutsal Ruh’a işaret olduğunu iddia etmektedirler. Oysaki Yuhanna İncil’de Períklytos için Gerçeğin Ruhu şeklinde tercüme edilen kısımlardaki Gerçeğin Ruhuna işaret eden zamirlerin hepsi erildir. Oysa Ruh eril değildir. Nitekim Yunancada kullanılan zamirler eril, dişil, cansız ve cinsiyetsizdir. Bu durumda burada işaret edilen Kutsal Ruh olsaydı cinsiyetsiz zamirin kullanılması gerekirdi. Eril zamirin kullanılması O’nun eril bir şahsa işaret etmesi demektir.(5) 

Ayrıca Yuhanna İncil’inde geçen Períklytos’un Kutsal Ruh diye açıklanmaya çalışılmasını eleştiren Prof. Dr. Maurice Bucaille, bu anlayışı reddederek Períklytos Hz. İsa’dan sonra gelecek, Hz. İsa (as) gibi bir Peygamber olduğunu Yunan dili etimolojisine dayanarak şöyle açıklar: “Burada öne sürülen insanlara bildirme işi hiçbir surette Kutsal Ruh’un işlerinden olan bir ilhamdan ibaret değildir. Aksine kendisini belirleyen Yunanca kelimedeki yayma kavramı sebebiyle, onun açıkça maddi bir niteliği vardır. Şu halde Yunanca ‘Akouo’ ve ‘Laleo’ fiilleri bir takım maddi işleri ifade ederler ve bu fiiller ancak işitme ve konuşma organlarına sahip bir varlıkla ilgili olabilirler. Dolayısıyla bu fiilleri Kutsal Ruh’a uygulamak mümkün değildir.(6)

İbn Hişam, İbn İshak’ın Yuhanna İncili’nin 15/26-27. âyetlerini şöyle tercüme ettiğini bildirmiştir : “Babanın size göndereceği Münhamanna, Baba’dan çıkan hakikat ruhu geldiği zaman, benim için şahitlik edecektir. Siz de şahitlik edeceksiniz; çünkü başlangıçtan beri benimle berabersiniz. Bunu size, yanlışa sapmayasınız diye söylüyorum.” Münhamanna, Süryanice’de Muhammed karşılığındadır. Yunanca’sı Períklytos’tur. (7) Hıristiyanlar İncilin asıl nüshasında Períklytos kelimesinin geçmediğini geçen kelimenin Paráklêtos olduğunu iddia ederler. Bu iki kelimenin fonetik olarak birbirlerine yakınlığı karşısında, çevirmenlerin -yahut daha büyük bir ihtimalle sonraki tarihlerdeki yazıcıların- bu iki ifadeyi nasıl karıştırdıklarını anlamak kolaylaşır. (8)

Olaya tarih açısından bakacak olursak, Filistinli Hıristiyanların ana dilinin dokuzuncu asra kadar Süryanice olduğunu görürüz. Bu bölge, yedinci yüzyılın ilk yarısında Müslüman topraklarına katılmıştı. İbn İshak 768’de ve İbn Hişam 828 yılında vefat etmişti. Demek ki, her iki yazar ve âlimin zamanında Filistinli Hıristiyanlar Süryanice konuşuyor ve yazıyorlardı. Her ikisi için kendi memleketlerinin Hıristiyan tebaasıyla temas kurmaları hiçte zor değildi. Ayrıca, o devirde Yunanca konuşan yüzbinlerce Hıristiyan, Müslüman topraklarında yaşıyorlardı. Bu nedenle, kendileri, Süryanice’nin hangi sözcüğünün Yunanca’nın hangi sözcüğüne eş anlamda olduğunu gayet iyi bilebiliyorlardı. Şimdi İbn İshak’ın naklettiği tercümede Süryanice kelime, “Munhamanna” geçmişse ve İbn İshak veya İbn Hişam bunun Arapça “Muhammed” kelimesi ya da Yunanca Períklytos sözcüğüne eş anlamda kullanıldığını açıklamışsa, Hz. İsa’nın Hz. Peygamber’in (s.a.) mübarek ismini vererek kendisinden sonra dünyaya geleceğini müjdelemiş olmasında hiçbir şüphe kalmıyor. Burada şu noktaya da dikkat edilmelidir ki, İncil’in dördü de, Hz. İsa’dan sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Helence konuşanlar tarafından kaleme alınmıştı. Bu yazar ve kâtiplere Hz. İsa’nın söz ve hareketleriyle ilgili ifadeler, herhangi bir yazılı metinden değil Süryanice konuşan kişilerin şifahi rivayetleri şeklinde geçmişti. Bu ifade ve rivayetler daha sonra Süryanice’den Helence’ye çevrilmişti.

İncillerin hiçbiri Miladi 70’ten önce kaleme alınmamıştı. Bu İncillerin hiçbir Helence nüshası muhafaza edilememiştir. Hâlbuki İncillerin ilki Helence yazılmıştı. Matbaanın bulunuşundan önce kaleme alınan ve müsveddeler halinde toplanan Helence İncillerin ilk nüshaları 4. asırdan öteye gitmiyor. Bu bakımdan, Hz. İsa’dan (as) sonra aradan geçen 300 senede bu kitaplarda ne gibi değişiklikler yapıldığını tam kestirmek hemen hemen imkânsızdır.(9)

Yüce Peygamberimize (asm) vahiy geldiğinde peygamberimizin yaşadığı durumu anlamak için Hz. Hatice Varaka bin Nevfel’e götürmüştür. Varaka bin Nevfel Hz. Hatice (r.a.)’ın akrabası, Mekke’nin rahibi ve vaiziydi. Tevrat ve İncil’i biliyordu ve bunları Arapçaya tercüme etmişti. Varaka bin Nevfel durumu dinledikten sonra Hz. Muhammed’e (asm) peygamberlik verildiğini müjdelemiştir. (10)

Hıristiyan bir âlim olan Varaka bin Nevfel’in bu şehadeti de Kitab-ı Mukaddeste Hz. İsa’dan sonra bir başka peygamberin geleceğine bir delildir.

ZAFER KARLI

www.NurNet.Org

Kaynakça:

1-Buhârî, Menâkıb,18

2-Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127; V, 262

3-Davud, Abdülahad, Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed, s.291; ayrıca bkz: el-Hindî, Rahmetullah, İzhâru’l-Hakk Tercümesi, s.677; el-Cisr, Hüseyin, Risâle-i Hamîdiyye, s.60.

4-Davud, Abdulahad; Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed, s. 276

5-Çanakkale Onsekiz mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2012/1, Cilt 1, Sayı 1 (Sayfa 11-25)

6-Tevrat, İnciller Kur’an-ı Kerim ve Bilim – Maurice Bucaille

7-İbn Hişam, es-Sîratü’n-Nebeviyye, I, 187-188, Riyad, 1413/1992

8- Muhammed Esed, Meal-Tefsir, 61/6 dipnot

9-Mevdudi, Tefhimul Kur’an, 61/6

10-İbn-i Hişâm, Sîre: 1/254; İbn-i Kesîr, Sîre: 1/404

Hz. Mehdi ve Askerleri’nin Özellikleri Nelerdir?

Hakim’in Müstedrek’inde Hz. Ali’den gelen bir rivayette Hz. Mehdi ve askerlerinin faziletleriyle ilgili olarak şöyle denilir:Selef onları geçemediği gibi halef de onlara ulaşamaz. (Müstedrek, Mukaddime: 52, Fasıl, s.319

Hz. Mehdi’nin ordusu zaman zaman darbeler yiyecek, zaman zaman o çetin görevi üstlenememek, rahatlık meyli, can, mal, mevki korkusu gibi çeşitli sebeplerle kendisinden ayrılanlar olacaktır. Ama “onlar buna aldırmayacak.” (Ramuzü’l Ehadis, s. 476 (İbni Mace’den)

Çok karanlıklı ve şiddetli bir kısım fitneler gelir. Derken fitneler birbirlerini takip eder. O kadar ki bu Ehl-i Beytimden Mehdî denilen bir zât çıkıncıya kadar devam eder. Sen ona ulaştığında tabi ol ki hidayette olanlardan olasın.  (Süyûtî, el-Havî, 2:67–68; el-Burhan, v. 87a.)

Sizden kim o güne yetişirse karlar üzerinde emekleyerek de olsa ona katılsın. (İbni Mâce, Kitabü’l-Fiten: 36 (H. 4082, 4084); Müstedrek, 4:465.; İbni Kesir, Kitabü’n-Nihaye, 1:28-29.)

Dalâlete dâvet edilecek. İşte sen o gün bir halife gördüğünde ağacın kökünü ısırarak da olsa ölünceye kadar ona koş.  (Ebû Avane, Müsned, 4:476.)

“Deccal çıkınca, ona karşı müminlerden bir adam (Mehdi) yönelir. Derken o mümin kimseye birçok silahlılar, Deccal’ın merkezlerde gözetleme yapan silahlıları karşı çıkarlar.” (Mehdilik ve İmamiye, s. 37, Sahih-i Müslim, c. 11/s. 393’den nakil)

Dünyada ismi geçecek bir halife kalmayıncaya kadar çıkmayacaktır.” (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, sf. 54)

Hz. Mehdi’nin bayrağında “Biat Allah içindir” yazılıdır.”
(Ali Bin Hüsameddin El Muttaki, Celaleddin Suyuti’nin Tasnifinden Hadisler Ahir Zaman Mehdisinin Alametleri, Kahraman Neşriyat, sf. 65)

İmam-ı Rabbani (r.a.) Mektubat’ında diyor ki;

Öyle makamlar da vardır ki, cezbe ve sülûk oraya yanaşamaz. Bu son makamlar çok yüksek, pek kıymetlidir.

Bu makam Ashab-ı Kiramdan sonra Hz. Mehdi de görünecektir. Tasavvuf büyüklerinden pek az kimse, bu makamdan haber vermiştir.

Bu makamın ilimlerinden, ma’rifetlerinden söyleyen ise, yok gibidir.

Bu makam, Allah-ü Teâlânın, öyle büyük bir nimetidir ki, dilediği, seçtiği bahtiyarlara nasip olur.

Ashâb-ı Kirâm (aleyhimürrıdvân) bu pek yüksek mertebeye, daha ilk sohbette ayak basardı ve zamanla bu mertebelerde yükselirlerdi. (1.cilt 32.Mektup)

Peygamberimizin (s.a.v.) haber verdiği Hz. Mehdi, velayetin en yüksek derecesinde olacağına göre, o da bu yoldan yetişmiş ve bu yolu  tamamlamış ve düzeltmiş olacaktır. (1.cilt 251.Mektup)

Geleceği haber verilmiş olan Hz. Mehdi’nin Rabbi’de (terbiye edicisi de) ilim sıfatıdır. (1.cilt 251.Mektup)

ZAFER KARLI

www.NurNet.Org