Etiket arşivi: Zaman

Maneviyat büyüğü Maruf-u Kerhi’den ibretli örnekler…

Vefatından sonra da tasarrufu devam eden Bağdat’ın büyük velisi Maruf-u Kerhi, aslında İranlı Hıristiyan bir ailenin çocuğuydu. Hıristiyanların öğretmeye çalıştıkları üçlü Allah inancı aklına yatmayınca ailesini ve çevresini terk ederek Bağdat’a kaçan Maruf, imam Ali Rıza’nın medresesine sığınır. Ehli Beyt’in 8. imamı sahip çıktığı bu gence der ki:

-Büyük dedem Hazreti Resulüllah, İranlı Selman-ı Farisi’yi Ehli Beyt’inden sayarak sahip çıkmıştı, şimdi ben de İranlı Maruf’u Ehli Beyt’imden sayarak sahip çıkıyor, hane halkımdan biri gibi yetiştirmek istiyorum! Öğrenim devren bitinceye kadar yanımda kalabilirsin..

Böylece Hıristiyan ailesinden kaçan Maruf, din adına aradığı gerçeklerin İslam’da olduğunu Ehli Beyt imamından aldığı eğitimde anlar, kısa zamanda örnek bir Müslüman genci haline gelir.

Bu sıralarda Kufe mescidinde dinlediği büyük mutasavvıf İbnü’s-Semmak’ın şu cümlesi de Maruf’u çok etkiler:

“Hangi kul, Allah’a bütün varlığıyla yönelirse Allah da ona tüm ikram ve ihsanlarıyla karşılık verir, mahrum bırakmaz!..”

Bu hatırlatma da genç Mâruf’un bütün varlığıyla Yaratan’ına yönelmesine sebep olur.

Bu sıralarda Maruf’taki hızlı gelişmeyi gören mezhep sahibi Ahmed bin Hanbel’in değerlendirmesi de şöyle olur:

– Bir Müslüman’ı kurtaran, önce kuvvetli imanı, sonra ihlaslı amelidir. Maruf’ta ise bu iman ve ihlaslı amel imrenilecek dereceye ulaşmıştır!..

Medine’de yaşayan büyük veli Süfyan bin Uyeyne; ziyaretine gelen Bağdatlı Müslümanlara “Büyük veliniz nasıldır?” diye sorar. Onlar da “Kimdir bizim büyük velimiz?” deyince, “Hıristiyan ailesinden kaçıp gelen Mâruf’u kast ediyorum.” diyerek şöyle tembihte bulunur:

“Mâruf’u önemseyin. Siz Maruf’u önemsediğiniz takdirde Allah da sizi önemser, irşadından istifade etmeyi nasip eder.”

Bağdat’taki eğitim merkezlerinde kısa zamanda kendini yetiştiren Maruf, artık kendisi de öğrenci yetiştirmeye başlar, hayatını hizmete vakfeder. Seriyyüs’Sakati gibi maneviyat büyüklerini yetiştirdiğine bakılırsa nasıl bir hizmet içinde olduğu tahmin edilebilir. Şu sözler ona aittir:

-Hayatımızı İslamî hizmete öylesine vakfetmeliyiz ki bu sırada dünyamızı kaybetsek üzülmemeli, kazansak sevinmemeliyiz. Çünkü bu hayatın hedefi, dünyayı değil, ahireti kazanmaktır! Ahiretini kazanan ise hiçbir şeyini kaybetmemiş sayılır..

İslam’ı sadece sözle değil, halle de anlatmak gerektiğini ifade eden Maruf şöyle der:

-Bir kul hayra layık hale gelirse, Allah ona halle örnek olma kapısını açar, dilinden önce hali konuşur.

Hayatı boyunca maruz kaldığı zorlukları derin tevekkülüyle yenen Mâruf bu konuda da şöyle der:

-Hayatınızda Allah’a öylesine tevekkül edin ki, bütün sıkıntılarınızda dayanak ve desteğiniz yalnız Allah olsun, başka kimseden destek aramaya gerek duymaz hale gelin..

Bağdat’ta kendisini yetiştirip hidâyete erdikten sonra, dönüp Hıristiyan anne-babasını ziyarete giderek onların da hidâyetine sebep olan Maruf, anne-baba hakkını şöyle ifade eder

-Elinde hürmetle tuttuğun Kur’an-ı Kerim’e bakman nasıl ibadetse, anne-babana bakman da öyle ibadettir. İbadetin birini öne alıp ötekini geriye atman mümkün olmaz..

Bir adam Maruf’un İslamî hassasiyetlerini görünce merak ederek der ki:

– Senin böylesine hassas yaşayışın ahirette hesap verme korkundan mıdır? ‘Hayır!’ der. ‘Kabir azabı korkundan mıdır?’ Yine ‘Hayır!’ der. ‘Öyleyse cehennem azabı korkundandır.’ deyince Mâruf şu karşılığı verir:

-“Bu saydıkların nedir ki? Benim bütün hassasiyetim, bu saydıklarının tümünü de tasarrufunda tutan Rabb’imin rızasını kazanmak niyetimdendir. Zira O razı olduktan sonra bu saydıklarının hepsinden de korur ve kurtarır kulunu. Yeter ki kul, önce Rabb’inin rızasını kazanmış olsun.”

Bütün varlığıyla İslam’a hizmete yöneldiğinden dolayı dünya malı adına hiçbir şeye sahip olmayan Maruf, yetiştirdiği meşhur talebesi Seriyyüs’Sakati’ye vasiyetini şöyle yapar:

-Vefatımın vaki olduğu anda hemen gömleğimi çıkarıp bir yoksula verin, dünyaya nasıl geldi isem ahirete de öyle gitmek istiyorum, hesabını vermek zorunda kalacağım bir dünya malı kalmasın zimmetimde diye düşünüyorum.

Yarın: Maruf’tan olayları yorumlama örnekleri!..

Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi

Hz. Hüseyin, Sıffin Savaşı’nda küstüğü Abdullah ile nasıl barıştı?

Sıffin Savaşı’ndan sonra Hz. Hüseyin, meşhur kumandan Amr bin As’ın oğlu hadis alimi Abdullah ile konuşmuyordu. Yani küstü. Niçin küsmüştü, sonra nasıl barıştılar? Barışa en çok muhtaç olduğumuz günümüze de mesaj veren bu fevkalade değerli hatırayı gelin birlikte okuyalım Kütüb-ü Sitte’den özetleyerek:

Mescid-i Saadet’e gelen Hz. Hüseyin, selam verip bir köşeye çekilerek oturdu. Selamı alan Amr bin As’ın oğlu hadis alimi Abdullah ise yanındakilere eğilerek dedi ki:

– Şu zatı görüyorsunuz ya, melekler şu an yeryüzündeki insanların en hayırlısının bu olduğuna kânidirler. Ne yazık ki böyle en hayırlı insan benimle küs duruyor, konuşmuyor.. Abdullah sözünü şöyle bağladı:

– Sahralar dolusu koyunum olsa benimle konuşması için müjde olarak verirdim doğrusu..

Bu değerlendirmeyi dinleyen büyük sahabi Ebu Said el Hudri:

– Madem Hüseyin’in şu anki yeryüzü halkının en hayırlısı olduğuna inanıyorsun, öyle ise ben sizi barıştırırım.. diyerek araya girmeye karar verdi. Ertesi günü Abdullah’ı da yanına alıp Hz. Hüseyin’in evine gittiler. Kendisi önce girdi, Abdullah’ı da ısrardan sonra kabul ettirdi. Büyük bir saygı ile içeri girip kapıya yakın yere diz çökerek oturan Abdullah’a ilk soru şöyle geldi:

– Benim şu anki yeryüzü halkının en hayırlısı olduğumu söylemişsin, bu doğru mu?

– Evet, onda şüphem yoktur.

– Madem öyledir, Sıffin’de neden Muaviye tarafında yer alıp babama karşı savaştın? Halbuki babam benden de hayırlıydı?…

Böyle bir sorunun geleceğini düşünen Abdullah, iki dizi üzerine gelerek:

– Resulullah’ın aziz evladı, lütfen beni bir dinle, sonra kararını ver.. dedikten sonra Sıffin’de karşı tarafta yer alışına ait olayı ayrıntılarıyla anlatmaya başladı.

– Babam Amr bin As, dedi, vaktiyle benim elimden tutarak senin şanı yüce deden Resulullah’ın (sas) huzuruna götürüp şikâyet ederek şöyle demişti:

– Ya Resulallah, bu oğlum Abdullah, ibadette aşırıya gidiyor, bütün gece namaz kılıyor, bütün günlerde de oruç tutuyor. Bu kadar ileri gitme, diyorum bana itaat etmiyor, dinlemiyor.

Senin şanı yüce deden bana o gün buyurdu ki:

– Abdullah! Ben de gece namaz kılarım, ama uyurum da, ben de gündüz oruç tutarım ama yerim de. Sen de öyle yap, bu kadar aşırıya gitme!..

Bundan sonra da hiç unutamadığım şu ikazını yaptı bana:

– Abdullah, dedi, sakın babana itaatsizlik edip de sözünden çıkma!

İşte beni Sıffin’de size karşı getiren, aziz dedenin bu tembihidir. Ben babamla birçok savaşlarda birlikte oldum. Şam’ın, Filistin’in, Mısır’ın fethinde yanından ayrılmadım. Ama Sıffin’e gelince durdum, yanında yer almaktan kaçındım. Çünkü buradaki cephe, bundan öncekiler gibi yabancılardan oluşmuyordu. Karşımızda kardeşlerimiz vardı. Bunun üzerine babam bana ısrar etti, babaya itaat etmem gerektiğini Resulullah’ın söylediğini hatırlattı. Ben de o tembihe karşı gelmiş olmamak için Sıffin’de babamın yanında yer almak zorunda kaldım, dolayısıyla size karşı görünmüş oldum. Ancak şunu kesinlikle söyleyebilirim ki; asla ok atmadım, asla kırıcı bir söz söylemedim, yani savaşa iştirak etmedim.. Sadece babama itaatsizlik etmiş olmamak için orada bulundum.. Abdullah, sözlerine şunu da ekler:

– Buna rağmen keşke ben katıldığım önceki savaşlardan birinde ölseydim de bu olayda sizin karşınızda yer almış gibi görünmeseydim. Gece gündüz bunun pişmanlığını duymakta, tövbe istiğfarını yapmaktayım..

Bu sözlerden sonra Hz. Hüseyin’in yüzünde tebessüm işaretleri görülür.

– Allah herkesin niyetini ve kalbini bizden iyi bilir.. der. Bu sırada bir sessizlik olur. Ebu Said el Hudri’nin teklifi duyulur:

– Kucaklaşma zamanı gelmedi mi?

Abdullah oturduğu yerden saygı ile kalkarak Hz. Hüseyin’e doğru yürür, muhabbetle kucaklaşırlar, küs duran Müslümanlara böyle barış örneği vermiş olurlar.

Bilmem bu tarihî konuşma ve kucaklaşma bize de bir şeyler fısıldamış oluyor mu? Artık bizim de aynı şekilde birbirimizi dinleyip kucaklaşma günlerinde olduğumuzu hatırlatmış sayılıyor mu?


Ahmed Şahin  / Zaman

Sahabeler Arasındaki İhtilaflara Nasıl Bakıyoruz?

Kerbela’yı anma günlerinde çokça sorulan bir soru bu: Hazreti Resulullah’ın (sas) aziz torunu Hz. Hüseyin’in başında bulunduğu 72 Ehl-i Beyt’in, Kerbela’da gönülleri yakan şehadetlerini neden uzun müddet gündemde tutmuyorsunuz? Cemel ve Sıffin savaşlarını ayrıntılarıyla yazarak zalimlere karşı bedduanızı neden ısrarla sürdürmüyorsunuz? Sahabeler arasında geçmiş olan ihtilaf ve zulümleri tekrar etmekten alıkoyan gerekçeniz mi var yoksa sizin?..

Sıkça sorulan bu gibi sorulara verdiğimiz cevaplarımız hep aynı olmaktadır:

– Sahabeler arasında cereyan etmiş olan kimi içtihada dayanan, kimi de zalim siyasetin haksız gerekçesi gibi görünen gönül yakıcı, vicdan sızlatıcı ihtilafları, bugün yeni yaşanmış gibi tekrarlayarak kabuk bağlamış yaraları kaşıyıp kin ve nefretleri körüklemeyi, Ehl-i Sünnet alimleri faydalı bulmamış, zararlı görmüşlerdir.

Nitekim Müslümanların hep birlik beraberliğini savunan Bediüzzaman Hazretleri gibi maneviyat büyükleri, bu gibi hassas konularda uyarılarda bulunarak diyorlar ki:

– Ehl-i Sünnet imamları, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı yasaklamışlardır!

– Çünkü Cemel vak’asında Aşere-i Mübeşşere’den Zübeyir ve Talha ve Aişe-i Sıddika (ra) da bulunmasıyla Ehl-i Sünnet vel cemaat, o savaşı, içtihat neticesi deyip “Hazreti Ali (ra) haklı, ötekiler haksız; fakat içtihat neticesi olduğundan affedilmiştir.” diyerek konuyu kapatmışlar, kabuk bağlamış yarayı yeniden kaşıyarak cepheler oluşturmayı mahzurlu görmüşlerdir!

– Hatta, Haccac-ı zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere! ilm-i kelamın büyük allamesi Sadeddin-i Teftazani, “Yezid’e lanet caizdir.” demiş, fakat “Lanet vaciptir!” dememiş, “Hayır vardır, sevaplıdır.” diye bir teşvikte bulunmamıştır!. Çünkü hem Kur’an’ı, hem Peygamber’i, hem bütün sahabelerin kudsi sohbetlerini inkar eden bugün çok kimseler vardır! Onlardan söz etmeyip de geçmişin yaralarını yeniden deşeleyip kanatmakta, cepheleri harekete geçirmekte fayda yoktur!

– Kaldı ki, şer’an, bir adam lanetlikleri hiç hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yoktur!. Çünkü zem ve lanet, medih ve muhabbet gibi (sevap getiren faziletlerden) değildir. Onlar salih amele dahil de olamazlar.

– İşte bu gibi gerekçelerden dolayı başta dört imam ve Ehl-i Beyt’in on iki imamı olarak Ehl-i Sünnet, Müslümanlar içinde o eski zaman fitnelerinden söz açıp münakaşa etmeyi caiz görmemişler, faydasız, zararı var, demişlerdir.

– Hem o savaşlarda her nasılsa çok ehemmiyetli sahabeler iki tarafta da bulunmuşlar. O fitneleri bahsetmekte o hakiki sahabelere, Talha ve Zübeyir (ra) gibi Aşere-i Mübeşşere’ye dahi tarafgirane bir inkâr, bir itiraz kalbe gelir. Halbuki, hata varsa tövbe ihtimali kuvvetlidir. Bunları düşünmeden o büyük sahabelere karşı itiraz duygusuna girmek bir şey kazandırmaz, ama çok şey kaybettirebilir!.

– Bu gibi sebeplerle, geçmiş zamana gidip lüzumsuz, zararlı, din emretmeden o üzücü olayları yeniden kurcalamaktansa, şimdi bu zamanda bilfiil İslamiyet’e dehşetli darbeleri vuran, binler lanete, nefrete müstahak olanların verdikleri zararları önlemeye çalışmak görevimiz olmalıdır!. Mevcutların devam eden zararlarını düşünmeyip, geçmiştekilerin tarihin derinliklerinde kalan zararlarını tekrar gündeme taşımak, hep kucaklaşmayı savunan müdakkik müminlerin birlik beraberliğe hizmet anlayışlarına da muvafık düşmese gerektir.

Ömer bin Abdülaziz gibi birinci hicret asrının ilk müceddidi, bu konudaki uyarısında demiş ki:

“Allah bizim elimizi o hadiselerden temiz tuttu, biz de dilimizi temiz tutar, Müslümanlar arasında kin ve nefreti körükleyecek söz ve davranışlardan uzak durmaya gayret ederiz!.”

İşte bu gibi gerekçelerden dolayı Kerbela şehitlerimizi, camilerimizde hatimler indirip mevlitler okuyarak şanlarına layık şekilde anmayı görev biliriz.

Yarın: Hz. Hüseyin, savaşta küstüğü Abdullah ile nasıl barıştı?

Ahmed Şahin / Zaman

1433. hicri yılımızın hayırlara vesile olması dileğiyle…

Başında bulunduğumuz muharrem ayı ile başladığımız 1433. hicri yılımızın İslam alemine ve tüm insanlık dünyasına hayırlar getirmesini diliyor, tarihin en aziz hadisesi hicret ile hicretin tarih olarak tespitine ait olayları kısaca bir daha okuyarak hatırlama mutluluğu yaşamak istiyoruz.

Miladi tarih: 622

Efendimiz (sas) Hazretleri 53 yaşında, peygamberliğinin de 13. senesindedir. Mekke’de 13 senedir Müslümanlara yapılan zulüm ve baskı, sabır sınırlarını aşan boyutlara ulaştığından dolayı büyük bir heyecanla beklenen hicret izni nihayet gelmiştir..

Bu sebeple, muharrem ayının başında başlayan gizli hicretler, peşinden gelen safer ayında da devam eder, iki ay boyunca Mekke’yi gizli ve açık terk edenlerin sayısı 150 aileyi geçer.

İman etmiş mazlumları yola çıkarıp hayatlarını emniyet altına aldıktan sonra hicret sırasının kendisine geldiğini düşünen Efendimiz (sas) Hazretleri de artık hazırlığa başlar.

Muharrem ayını takip eden safer ayının 27’sinde Efendimiz (sas) Hazretleri de, evinde Hz. Ali’yi bırakarak gece karanlığında etrafı sarmış bulunan silahlı müşriklerin aralarından çıkıp yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir’le birlikte bir saatlik uzaklıktaki Sevr mağarasına ulaşıp saklanmaya muvaffak olurlar. Üç gün boyunca mağarada yol hazırlıklarını tamamladıktan sonra giren rebiul’evvel’in başında Medine’ye doğru dört kişilik bir kafile halinde yola çıkarlar. Yol boyunca kendilerine kılavuzluk yapacak olan Abdullah bin Ureykıt bir müşriktir! Ancak Hazret-i Resulullah onu, kılavuzluğundaki maharetine ve sözündeki sadakatine bakarak tercih etmiştir. Nitekim 15 günde ancak gidilecek 450 km’lik yolu en kısa yerlerden giderek 8 günde Medine’nin kenarındaki Guba köyüne ulaştırmayı başaran bu kılavuzuna, Efendimiz ücretini konuştuklarından da fazlasıyla ödeyerek memnuniyetini ayrıca ifade eder.

15 gün kaldığı Guba’da hemen bir mescit inşa eden Efendimiz (sas), bir cuma günü buradan Medine’ye doğru yola çıkar, gelen ayetle farz olan cuma namazını yolda kıldırdıktan sonra, büyük bir kafile ile nihayet hicret yolunun sonu olan Medine’ye ulaşır, bugünkü mescidin bulunduğu yerde çöken devesinin misafir olacağı evi de işaret ettiğini ifade ile en yakınındaki Halid bin Zeyd’in evine yönelerek yedi ay sürecek olan misafirliğini de burada başlatmış olur.

Böylece 53 yaşında, peygamberliğinin 13. senesinde rebiul-evvel’in başında günde 56 km yol alarak başladığı 450 km’lik hicret yolculuğunu, rebiul’evvel’in sonlarında Medine’de tamamlamış olur.

Medine’deki on senelik hayatı boyunca İslam’ın temelini atıp inanç binasını tam olarak inşa eden Efendimiz (sas) Hazretleri’nin vefatından sonra yerine halife seçilen Hz. Ebu Bekir’in iki senelik görevini takiben yerine Hz. Ömer seçilir. Devlet işlerinde hep yeniliklere imza atan Hz. Ömer, Medine’de meşveret meclisini toplar, Müslümanlara ait resmi bir tarih tespitine ihtiyaç olduğunu, hangi olayı tarih başlangıcı olmaya layık gördüklerini sorar.

Efendimiz’in doğumu, vefatı, gibi büyük olayları tarih başlangıcı olmaya layık görenler olursa da en ilgi çekici teklif Hazret-i Ali’den gelir:

-Müslümanların İslam’ı yaşamak ve yaymak için dünyalık adına her şeylerini Mekke’de bırakarak Medine’ye hicretlerini tarih başlangıcı olmaya layık en büyük hadise olarak görmekteyim, der. Bu teklife meşveret meclisinden tasvip sesleri yükselerek karar kesinleşir.

Meşveret meclisinin, hicretin 16. yılında (M.638 ) aldığı bu takvim tespiti kararını kapıda bekleyen Hz. Abdullah, Medine sokaklarında halka şöyle ilan eder:

-Ey Müslümanlar! Müjdeler olsun sizlere, artık sizin de bir tarihiniz vardır. İlk hicret kafilesinin yola çıktığı muharrem ayı birinci ay, bu ayla başlayan sene de birinci hicri sene olarak tespit edilmiştir. Muharrem ayı ile başlayan 16. hicret yılınız hayırlı, uğurlu olsun!

Hz. Abdullah’ın o günkü duasını bugün biz de tekrar ederek tüm Müslümanların 1433. hicri yılını tebrik ediyor, hayırlı uğurlu gelişmelere vesile olmasını Rabb’imizden niyaz ediyoruz.

Ahmed Şahin / Zaman

Yaşamak (Şiir)

Rüya gibi geldi geçti

Yıldırım hızıyla zaman

Bir var idim bir de yoktum

Yaşamış mıyım? Ne zaman?

 

Daha dündü çocukluğum

Nerde varlığım yokluğum

Ne açlığım ne tokluğum

Yaşamış mıyım? Ne zaman?

 

Bir de baktım saçlar beyaz

Dilerim Allah’tan niyaz

Rahmeti çok amelim az

Yaşamış mıyım? Ne zaman?

 

Kulluk içindir yaşamak

Yaratanına kul olmak

Şu geçen ömrüme bir bak

Yaşamış mıyım? Ne zaman?

 

İsterim Allah’tan rahmet

İnşallah görmeyiz zahmet

Soruyor Tanyeri Ahmet

Yaşamış mıyım? Ne zaman?

 

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org