Murat tarafından yazılmış tüm yazılar

Keramet Dersi

Bediüzzaman Said Nursi’yi Eskişehir hapishanesinde ziyaret eden stajyer avukat Kemal Taner anlatıyor:

“Hapishaneye yanına görüşmeye gitmiştim. Namazı yeni kılmış, tesbih çekiyordu. Elini öptükten sonra kendilerine dedim ki: ‘Efendim, size birçok keramet gösterir, diyorlar. Halbuki ben sizden herhangi bir harikal hal ve vezayit görmedim. Eğer böyle birşey gösteriyorsanız, bana da gösterin, meselâ şu elinizdeki tesbih kendi kendine yürüsün.

“Bediüzzaman tebessüm etti. Bana temsilî şu hikâyeyi anlattı:

“Bir adamın çok sevdiği, sevimli, sevgili bir tek oğlu varmış. Adam bu kıymetli yavrusuna, çok değerli bir hediye almak için, kuyumcu dükkânına götürmüş, Çok çeşitli elmas ve mücevherattan hangisini beğenir ve isterse oğluna alacakmış.

“Mücevherat dükkânında, kuyumcu adam, dükkânı süslemek için; tavana, çok çeşitli renklerde, kırmızı, yeşil, mavi, mor, pembe, sarı her renkte büyük balonlar asmış. Çocuk dükkâna girince mütemadiyen tavandaki balonlara bakarak, ‘Baba ben bu balonlardan isterim’ diye tutturmuş, başlamış ağlamaya. Adam, ‘Oğlum, ben sana çok pahalı ve kıymetli, elmas, mücevher alacağım’ diyormuş, Çocuk ise, ‘Ben balon isterim’ diye ağlayıp duruyormuş. Bu misali bana anlatan Bediüzzaman, sözlerine devamla:

“Ben Kur’ân’ın elmas ve mücevherat dükkânının bekçisiyim, dellalıyım. Ben baloncu değilim. Benim dükkânımda, benim pazarımda, Kur’ân’ın ebedi ve ölümsüz elmasları var. Ben bunlarla meşgulüm. Ben Kur’ân nurunu ilân ediyorum, balonculuk yapmıyorum’ dedi.

“Bediüzzaman’ın ne demek istediğini anlamıştım, yaptığım hareketten dolayı mahçup olmuştum.”

Necmeddin Şahiner – Son Şahitler

Kuran’ı Kerim’deki Kıssalar Bize Ne Anlatmak İstiyor?

“Onların kıssalarında akıl sahipleri için bir ibret vardır. Bu Kur’ân ise uydurulabilecek bir söz değildir. O kendisinden öncekileri doğrular ve herşeyi iyice açıklar; iman eden bir topluluk için de bir hidayet ve bir rahmettir.” (Yusuf Sûresi, 12:111)

Kıssalar, Kur’ân-ı Kerimin bahisleri içinde çok önemli bir yer tutar. Hattâ Kur’ân’ın ruhunun kıssalarda yattığını, adeta herbir kıssada Kur’ân’ın özünü bulmanın mümkün olduğunu da söyleyebiliriz.

Bunu anlamak için, herşeyden önce, Kur’ân kıssalarının tümüyle gerçek olduğunu ve içlerinde hiçbir hayale, hurafeye yer vermediğini dikkate almak gerekir. Yüce Kitabımızın geçmiş kavimlerden bize naklettiği hadiseler, yaşanan hayattan alınmış ibret levhalarıdır. Bunlar tarihin bir döneminde, belirli bir toplumda olup bitmiş vak’alar gibi görünse de, gerçekte, devam eden ve yaşanmakta olan bir hakikatin kesitleridir. O gün belirli bir toplumda, falan veya filan kahramanların oynadığı rolleri bugün burada biz oynarız, yarın başka yerde daha başkaları.

Şairin dediği gibi, “Vak’a hergün tebdil-i kıyafetle gelir.” Kıyafet ne kadar değişse de, yaşanan vak’alar, değişmez hakikatleri tekrar tekrar canlandırmaya devam eder.

Kur’ân’ın kıssalarından yararlanmak için gerekli olan şey, tıpkı Kur’ân’ın bütününe yönelirken olduğu gibi, onlara “ibret” gözüyle bakabilmektir. Nitekim Kur’ân da kıssaların bu özelliğini vurguluyor ve onlarda “akıl sahipleri için ibretler bulunduğunu” belirtiyor.

Kur’ân’ın bu vurgusu üzerinde ne kadar duracak olsak, onun önemini abartmış olmayız. Çünkü kıssaların merak çekici yönleri pek çoktur. Eğer insan ibret gözüyle bakmaz da onlarda neyi aradığını bilmeden kıssalara yaklaşırsa, kendisini asıl anlamdan çok uzak yerlerde bulabilir. Meraklar, gereksiz ayrıntılara saplanır; hurafelere kapı açılır; baştan sona hakikatten ibaret olan gerçek kıssalar, gönül eğlendirici efsanelere dönüşür. Nitekim Tevrat ve İncil’deki kıssaların başına gelen şey aynen bundan ibarettir.

Ne yazık ki, eski kitaplara karışan hayaller ve iftiralar, zamanla Müslümanların kültürüne de sızmış, onları Kur’ân kıssalarındaki ibretleri bulup çıkarmaktan alıkoymuştur. “Nuh’un gemisi hangi ağaçtan yapıldı? Hz. Musa’nın ayakkabısı hangi hayvanın derisinden idi? Hz. Süleyman’ın kıssasında konuşan karıncanın adı neydi?” gibi ipe sapa gelmez sorulara dikkatleri yönelten, “Zülkarneyn atını Ülker yıldızına bağlardı” gibi palavralarla kıssayı bütün ciddiyetinden soyutlayan hikâyeler, maalesef Kur’ân kıssalarının anlaşılması önünde büyük bir engel teşkil etmiştir.

Oysa Kur’ân kıssalarından herbiri, önümüze ibret levhaları koymakta, bizi önemli sorular karşısında bırakmakta ve son derece ciddî bir muhasebeye sevk etmektedir.

Kur’ân kıssaları, yerin dibine geçen veya bir sayha ile olduğu yerde çöküp kalan yahut bir taş yağmuru altında yok olan kavimlerden haber verir. Peki, bu kavimler niçin helâk olmuşlardı? Öğüt verenlere karşı onların tavırları ne olmuştu? Onlardaki bozulmalar ile bugün bizim toplumlarımızdaki bozulmalar arasında paralellikler var mı? O vak’aları zamanımıza taşıdığımızda kahramanların yerine kimleri koyabiliyoruz? Daha da önemlisi, kendimizi bu kahramanlardan hangisinin yerine koyabiliyoruz?

Kur’ân’daki kıssalardan hangisini önümüze alıp da bunlar gibi soruları peş peşe sıralayacak olsak, ondan çıkarılacak nice ibretler buluruz. Nitekim Kur’ân da dikkatimizi kıssaların bu özelliğine yöneltiyor ve “Onlarda ibretler var” diyor—tabii gerçekten “akıl sahipleri” isek!

Kur’ân’ın “O kendisinden öncekileri doğrular” ifadesi de dikkat çekicidir. Daha önceki kitaplarda yer alan bilgilerin sahih olan kısmı Kur’ân’da doğrulanmış, beşer elinden bu kıssalara bulaşmış olan asılsız hikâyeler ise ayıklanmıştır. Onun için, Kur’ân’da yer alan kıssaların ayrıntıları için eski kitaplara başvurmak ve Kur’ân’ın ayıkladığı şeyleri tekrar oradan bulup çıkarmak doğru değildir. Doğru olan şey, önceki kitapları Kur’ân’ın tasdikine sunmak ve ancak onun tarafından doğrulanmış olan şeye yönelmektir.

Yine Kur’ân’ın tanımlamaları arasında geçen “Bu uydurulabilecek bir söz değildir” ifadesi, bize bu konuda büyük bir özgüven aşılıyor. Önceki kitaplara karışan beşer eli, o kıssaların arasına, Allah’a noksan sıfatlar yakıştırmaya ve peygamberlere iftira atmaya kadar işi vardırmış ve onları okuyanları neye inanacaklarını bilemez hale getirmişti.

Kur’ân’da yer alan kıssalar ise baştan sona hakikatlerden ibarettir. Üstelik onlarda gerekli olan “herşeyin ayrıntısı” vardır. Gerek Kur’ân âyetlerinde, gerekse Kur’ân’ı açıklamakla görevli bulunan Peygamberimizden bize gelen sahih hadislerde bildirilen ayrıntılar, ibret almak isteyecek kimse için yeterli ayrıntılardır. Bundan ötesine göz dikmek akıl sahiplerine yaraşacak bir iş değildir.

Ümit ŞİMŞEK

nurdergi.com

Zengin

KÖYÜN AĞASI, adamlarını yanına çağırıp: “Dün sabah buraya bir adam gelmiş. Gelsin tabi ki ama, ‘Bu köyün ağasından da zenginim.’ der dururmuş. Şunu bulup getirin de, eni-boyu ne kadarmış görelim”, demiş.

Adamlar, dört bir yana dağılıp işe koyulmuş ve yaptıkları soruşturmaya göre, köye gelen kişinin ihtiyar bir balıkçı olduğunu, daha sonra sahildeki evine döndüğünü ağaya bildirmişler. Ağa, gururuna dokunan bu olayı çözmek niyetindeymiş. Atına atlayarak, o zengini aramaya koyulmuş. Bütün sahil şeridini boydan boya taramış, yolda birkaç kişiye sormuş ama, hiç kimse öyle bir adam tanımıyormuş.

Tek bir balıkçı yaşarmış o civarlarda, garip mi garip, zayıf mı zayıf… Ağa, aradığı kişiyi tanır ümidi ile, o yaşlı balıkçının yanına gitmiş. Selam verdikten sonra: “Ben ağayım!.” diye konuşmaya başlamış. Bizim köye bir balıkçı uğramış. Gevezenin tekiymiş anlaşılan. Benden zengin olduğunu söyleyen bir geveze. Onu tanıyor musun? Balıkçı, o sırada balık kızartıyormuş. Bütün çevreyi mis gibi kokutan, hem karabatakları, hem de aç martıları imrendiren.

Yaşlı adam, balıkları ters yüz ederken: “O kişi benim, diye gülümsemiş. Cuma namazı için köyünüze gelmiştim. Namazdan hemen sonra, birkaç arkadaşla sohbet ederken, sizden zengin olduğumu söyledim. Demek ki duymuşsunuz.” Ağa, durumu çözmekte zorlanıyormuş. Balıkçının aklından kuşkusu yokmuş ama, fakirliği açık seçik belliymiş. Üstündeki yamalı elbiseler, bir deri bir kemik kalmış sıskacık vücudundan, sanki her an kayacak gibi duruyormuş. Ayağına geçirdiği ayakkabılar ise, neredeyse parçalanma noktasındaymış, yaşadığı derme çatma kulübe gibi.

İhtiyara bir ders vermek amacı ile: “Zenginliğin ölçüsü, sahip olduğun tarlayla ölçülür, demiş. Sizleri bilmem ama, bizde böyledir. Namaz kıldığın köy bana aittir. On bin dönümden fazla. İstediğim tarlayı sürüp ekebilirim. Mahsul alabilirim. Onları, istediğim yere satabilirim. Kimse bana karışmaz. Oysa ki senin…” İhtiyar adam, ağanın sözlerini yarıda kesmiş. Önündeki uçsuz bucaksız denize bakarken: “Benim tarlam, en az yüz bin dönümdür, demiş. Belki çok daha fazla. Bazen birkaç oltayla, bazen de küçük bir ağla sürerim onu. Kimse bana karışmaz. Çok şükür ki Mevla’m da boş çevirmez.”

Ağa, şaşırıp kalmış bu cevap karşısında. En büyük zenginliği, mutluluğu fark etmiş ihtiyarın yüzünde. Yavaşça inmiş atının üstünden. Daha sonra balıklara doğru yanaşıp: “Muhterem ağam!. demiş. Sözlerinde gerçekten haklıymışsın. Şimdi bu aç ve zavallı yolcuya, tarlanın mahsullerinden yedirirsin değil mi?

Cüneyd Suavi – Zafer Dergisi

Kuran’ın Nuru

Kur’an’ı Kerim, insanlığa yol gösteren son ilahi kitaptır. İnsanlık ancak ve ancak onun gösterdiği yönde hareket ederse kurtuluşa ermiş olur. Onun gösterdiği yönde hareket etmeyen her toplum bataklığa düşüp, boğulmaya mahkûmdur.

Yüce kitabımızın bu özelliğini daha iyi anlamak için bir örnek verelim. Kapkaranlık bir çölde kaybolmuş iki insan düşünelim. Bulundukları alan, bataklık ve tuzakları çevrilidir. Eğer bunlar kısa zamanda kurtulamazlarsa vahşi hayvanlara tarafından parçalanacaklardır. İşte böyle korkunç bir durumda, bu iki insana yüce bir varlık tarafından bir el feneri gönderiliyor. Bu el fenerin özelliği ise tuzakları ve bataklıkları anında tespit edip, yok etmesidir. Vahşi hayvanlara karşı yaydığı sinyaller vasıtasıyla onları korkutup uzaklaştırmaktadır. Bunun doğru olup olmadığını denediler ve hakikaten doğru olduğunu anladılar.

Bu iki insan bunu öğrendikten sonra bir tanesi ahmaklık edip inkâr ediyor. Ben kendi kendime kurtulurum diyor ve oradan ayrılıyor. Daha birkaç adım atmadan tuzaklarından birine yakalanıyor ve vücudu vahşi hayvanlara tarafından parçalanıyor.

Aklı başında olanıysa buna inanıp, el fener ile yolunu bulup, oradan kurtuluyor. Yüce varlığın dediklerine inanıp onun rızasına mazhar olduğu için kendisine mükâfat olarak Cennet veriliyor. Orada sonsuz ve mutlu bir hayat yaşıyor.

İşte ey insan, bu dünya bir bataklık ve tuzaklarla dolu bir yerdir. Yüce Allah, kurtuluşa ermemiz için Kur’an’ı bize rehber olarak göndermiştir. Onu hayatımıza uygulamamız ve anlamamız içinse iki cihan güneşi hazreti Muhammed a.s.m’i uygulayıcı ve tanıtıcı olarak göndermiştir. Bu gerçekleri bildikten ve öğrendikten sonra bu yolu takip etmemek çok kötü bir durumdur ve bile bile cehenneme yönelmedir.

Ey insan, Kur’an’ın verdiği ışığı ve sünnet-i peygamberi (peygamber a.s.m’ın yaşayış yolunu) takip et ve kurtul. Dikkat et! Eğer bu yolu takip etmezsen ikinci adam gibi olursun. Hem dünyada hem ahrette sonsuz azap ve sıkıntı çekersin.

Yüce Rabbim Kur’an’ı ve yaşayan Kur’an olan Hazreti Muhammed a.s.m’in kıymetini anlamayı ve hayatını onlara göre yaşamayı nasip etsin inşallah. amin..

Bahattin

Şehrin Öte Yakasından Gelen Adam – Senai Demirci

 

ŞİMDİ BİR adam gelse şehre, uğrasa loş odalarına bir evin.
Bir çocuğun hayret bakışlarını indirse gözlerimize
Sönmeden ateşli hayretleri.
Yılmadan delici bakışları.
Bizi kendimize bin sürpriz diye tanıtsa.
Bebeğin çığlıkla başladığı başlamaların sırrını fısıldasa bize.
Dese ki:
“Dokunduğun her şey O’nun adına.
“Damağının suya değmesi, suyun damağına gelmesi O’nun rahmetiyle.
“Dudağının dudağına değmesi O’nun ismiyle…”
Halimiz bir inci sözün elçiliğinde “Bismillah” dese.
Başlamaların hepsine Allah adına bir devrim diye başlasak.
Bir dağda bir kardelenin çıkışını devrim bilsek.
Bir daldan bir yaprağın düşüşünü devrim görsek.
Bir dudağa bir hecenin tutunuşuna devrim desek.
Bir nefese bir sesin dolanışını devrim diye haykırsak.
Her şeyin her defasında hiçten yoktan sebepsiz başladığına tanık olsak.
Hep başlasak,hep başlasak…
Hep başlamalarda olduğumuzu bilsek.
Yeni baştan taşınsak “Bismillah”ın eşiğine.
Biz dahi başta ona başlasak…

Şimdi bir adam gelse şehre, yeniden baksa kutlu bakışlara susamış sokaklara.
Ölüler ağırlayan mezarlar.
Unutturduklarıyla utanan soğuk taşlar.
Ayaklar altında ezilmiş tohumlar.
Toz olmuş kemikler gibi ağaçlar…
Kuru dal uçlarına sürgün edilmiş ümitler…
Kara toprağa uzatılmış taze tenler.
Ayrılık uçurumlarına savrulup solmuş gül yüzlüler.
Yarım kalmış sevdalar.
Kırık dökük hecelerde saklı aşklar.
O adamın Sözler’iyle…
Bin diriliş türküsü oluverse, bir haşir sözüne dönüşüverse.
Dal uçlarında tomurcuklar gibi patlasa sonsuz özlemlerin.
Gelincikler gibi yüzü kanlansa paslı kederlerin.
Kan kırmızı mahcupluklar bulaşsa yüzüne ölü kızların.
Bir daha bir daha seyretsek İbrahim’in [as] kuşlarının yaprak yaprak geri dönüşünü.
Bir daha, bir daha dirilmeye bin bahar kadar emin olsak, İbrahim’ce mutmain olsa yaralı kalplerimiz.
Dal uçlarına çiçek çiçektebessüm asılıverse.
Baharı giyinen yeryüzü bir Duha ayetini seslendirse:
Rabbin seni terk etmedi, etmeyecek
Rabbin sana darılmadı, darılmayacak
Bundan sonra ne gelirse başına, bundan öncekilerden güzel olacak.

Şimdi bir adam gelse şehre, unutulmuş köşelerine uğrasa evlerin.
Mahzun ve asil bir kadın.
Anne.
Sınanmanın en zoru evladının ölümüyle.
Kan çanağı gözlerinden ateşli yaşlar düşürürken göğsüne.
Baldıran zehri çaresizliği yudumlarken kederler içinde.
Suskun duvarlardan, aldırışsız kahkahalardan, zoraki başsağlıklarından yüreği boş dönerken.
“vildanunmuhalledûn…” müjdesini fısıldasa adam.
Cennet saraylarından haber verse.
Bir teselli yağmuru iniverse ana yüreklerine…

Şimdi bir adam gelse şehre, tutsa ölüme yürüyen ihtiyarların elinden.
Gölgelerin gövdeleri aştığı ikindi hüzünlerinden parıltılı ümitler devşirse.
Yangın yeri ahir zaman akşamlarına sevinç pırıltıları düşürse.
Yakıp kavuran pişmanlıkların dudağına pınar suyu değdirse.
“Ah keşke…” lerle felç olmuş ümitleri yeniden yürütse.
Yüz üstü düşmüş özlemlere gülümsese.
Hayranlık umdukları gözlerden aşağılanmalar yaşlı kadınların yüreğine su serpse.
Cam kırığı sözler ağızlarda bekleşirken, sussan acıtır, konuşsan kanatır kederleri bir bir dile gelse.
“Halık-ı Rahîm” diye başlasa söze…
Hep Rahman hep Rahim Allah’ın adıyla…
Sonsuz rahmeti, bitimsiz merhameti ümit nehri gibi avuçlayıp serpse ihtiyarların yüreğine.
Rahmanî umutlar döşese kabre giden patika yollar üzerine

Şimdi bir adam gelse şehre, telaşlı koridorları adımlasa.
Teselli arayan çaresizler.
“Neden ben, neden ben!” diye hırçın sorular soran devasız gençler.
Nefesi daralmış, yüreği sıkışmış, güneşi unutmuş dertliler.
Huzuru her sabah yeniden kanayan, hüznü çıban gibi çoğalan.
Hastalar, hastalar, hastalar..
İlaçların kâr etmediği, yoğun bakımların göremediği, operasyonların onaramadığı yaraları varken hastaların.
Şehre bir adam gelse.
Bir tatlı kelam etse: “Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, derman… Ömrün bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hastalık ömrünün dal uçlarına ebedi meyveler takıyor.”
Sonra hastalığın hüznü sarı güller gibi pencerelerden sarksa…
Sonra bitkin tebessümleri dertlilerin serin pınarlar gibi aksa…

Bir adam gelse şehre, bizi Kitab’la tanıştırsa…
Terk ettiğimiz, uzak köşelere bıraktığımız, susturduğumuz.
Tedavülden kalkmış para muamelesi yaptığımız, miadı dolmuş ilaç yerine koyduğumuz,
Unuttuğumuz Kitab’ı ateşli bir haber gibi sokuverse gündemimize.
Sözlerin en sıcağına dokundursa dilimizi.
Yüreğimizi yatırsa vahyin ırmağına.
Sesten serinliklere daldırsa yüreğimizi.
Güneş karşısında nazenin yaprakları İbrahim tenini seyredercesine seyrettirse.
Ateşler içinde serin ve selamette olmanın mucizesine tanık etse dal uçlarını.
Taş kadar katı, taştan da katı kalplere bir Musa asâsı dokundursa.
İpek gibi kök ve damarların dokunuşuyla katılığını terk eden taşlardan utandırsa katı kalplerimizi.
Bir aşk hikayesi okusa taşların yüzünden; taşların da kalbini gösterse kalbimize.
Dese ki, güya bir âşık gibi taşlar; o lâtif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.
Yüzümüz kızarsa, anlamak için geç kaldığımıza yansak “Biz Uhud’u severiz, Uhud bizi sever” diye taşlara aşk yükleyen Peygamber sözünü.

Bir adam gelse şehre; bize bir Peygamber anlatsa…
Uzakta kalmış değil, şimdi burada aramızda bir peygamber.
Soğuk değil sıcak:
Taze peygamber nefhaları taşısa şehre.
Yunus’ça yakarışların denizine atsa kalbimizi hemen şimdi.
Eyyub’ca yaraların tenine taşısa yakarışlarımızı hemen şimdi.
İbrahim’ce kurtuluşların serinliğine fırlatsa yangınlarımızı hemen şimdi.
Musa ile Hızır’a yoldaş eylese itirazlarımızın hepsini hemen şimdi.
Yusuf’ça rüyaların müjdesine sarıverse terk edilmişliklerimizi.
İsa’ca bir merhametin yüreğinde eritse hoyratlıklarımızı hemen şimdi.

Gelse adam…
Gelse ve
Tutsa elimizden “asr-ı Saadet’e, ceziretülArab”a götürse bizi hemen.
Onu vazife başında görsek:
Görsek ki, O’nun bakışıyla matemler sustu, varlık şevke boğuldu.
Birbirine yabancı ve düşman görünen varlıklar O’nun nuruyla, dost ve kardeş oldu.
Suskun ve dilsiz taşlar pürneşe söz oldu.
Korkunç, dipsiz deniz gökler mavi tebessümlere durdu.
Yetimler gibi boynu bükük dağların yüzü güldü.
Sevildi, sevilir oldu, sevildiğini bilen oldu.
Yüzleri soluk, nefesi kesik hastalar gibi yıldızlar şiir olup iniverdi göğümüze.
Ve böyle böyle…
Böyle böyle…
Aramızda bilsek Allah’ın Elçisi’ni.
Aramızda…
Bir gül tebessümünce diri.
Bir yağmur damlasınca duru.
Reşha Reşha indirse Peygamberce bakışı şehre…
Can kulağımıza değdirse sözlerini…

Bir adam gelse şehre…
Öte yakasından şehrin..
Sarı çiçeklerle sohbet edecek kadar hisli…
Bir gülün soluşuna ağlayan.
Şefkatli.
Karıncalarla sofra arkadaşı.
Dağ başlarını, ağaç dallarını mekan tutmuş münzevi.
Üveyiklerin hatırını soran, sinek kanadı inceliğinden ders alan öğrenci.
Gelse şehrin bu yakasına…
Bir delikanlının tereddütlerini ağırlasa avuçlarında.
Bir genç kızın uçarı hayallerine eğilse bakışlarıyla.
Dese ki,
Ey kavmim “Uyun Elçilere…”
“Sizden ücret istemeyenlere…”
İlle bizden olacaksın demeden gerçeği anlatanlara..
Taşlanmayı göze alarak koşsa meydanlara…
Soğuk mapus duvarlarından sonsuz tefekkür göğünü kucaklayan meyvelerle çıkıp gelse…
Canına kastedenlere de ebedi canlar sunan tebessümüyle baksa gözlerimizin içine içine…
Şehrin öte yakasından bir adam gelse…

Şehrin öte yakasından gelen adam
Geldi çoktan.
Dudağında göklü sözlerin iksiriyle…
Yanında muhabbet kahramanlarının alın teriyle…
Yüreğinde Mevlana şiiriyle,
Aklında Geylanî hikmetiyle,
Şirazlı Sadi’nin Molla Cami’nin aşkıyla,
Meleklerin “bilmeyiz biz; Sen bilirsin” edebiyle…
Şehrimize bir adam geldi.
Şehrin öte yakasından…

Keşke kavmi bilseydi…

© 2010 karakalem.net, Senai Demirci 23/03/2011