Murat tarafından yazılmış tüm yazılar

Said Nursi Şeyh Midir? Mesleği Tarikat Mıdır?

“Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsız Cennete giden pek çok, fakat imansız Cennete giden yoktur”

“Efendiler, ben şeyh değilim. Ben hocayım. Buna delil: Dört senedir buradayım. Birtek adama tarîkat verseydim, şüpheye hakkınız olurdu. Belki yanıma gelen herkese demişim: “İman lâzım, İslâmiyet lâzım. Tarîkat zamanı değil.”

Bediüzzaman hem eserlerinde, hem de hayattayken yanında bulunanların şehadetiyle; sürekli olarak kendisinin şeyh olmadığını ve yaptığı iman hizmetinin bir tarikat ve tasavvuf mesleği olmadığını vurgulamıştır.

Her hal-ü kârda kendisinin asıl vazifesinin imanı kurtarmak olduğunu defalarca belirtmiş ve hayatı ile de bilfiil bunu ispat etmiştir. 6000 sayfayı aşan eserlerinin yarısından çoğu iman hakikatlerini mantıki izahlarla anlatırken, eserlerinin geriye kalan kısımları ise, bu asırdaki hizmet metodunun nasıl olacağı konusunu derinlemesine işlemiştir.

Fakat bu ifadeler, Bediüzzaman’ın tarikatı beğenmediği anlamına gelmemektedir. Eserleri içersinde Telvihât-ı Tis’a adını verdiği risalesinde velâyet ve tarikatler hakkında derinlemesine ve çok harika bir tarzda bilgiler vermekle beraber; tarikattan maksat olan evrad ve zikirleri, kendi hizmet metodu içerisine serpiştirmiş, namazlardan sonra yapılan tesbihatlar ile tüm tarikat virdlerini tabiri caizse özetleyip talebelerine miras bırakmıştır.

bediuzzamansaidnursi.org 

Kırklarelinde Nur Derslerine Olan Sadakat ve Sebat Örneği

Bir süredir hastanede tedavi gören Bekir amcamız hakkın rahmetine kavuşmuştur. Cenab-ı Hak gani gani rahmet etsin. Bu münasebetle daha önce 3 şubat’ta sitemizde yayınlanan haberini tekrar anasayfamıza taşıyoruz. Cenazesi yarın öğle namazını müteakip Kırklareli’nde kılınacak namazdan sonra defnedilecektir.

Büyük ağabeylerimizle, hocalarımızla, sohbetlerimiz de onlardan dinlediğimiz hatıralar ve anılar bizleri şevke ve gayrete getiriyor. Özellikle hizmetin zor zamanlarını görmüş ve sıkıntılarını yaşamış olan ağabeylerimiz bizim gayrete gelmemize vesile oluyor.

Bu ağabeylerimizden biri olan kıymetli değerli büyüğümüz  Bekir ağabeyin hatıralarını dinlerken sanki o zamanları yaşıyormuş gibi içimizde derin duygular oluştu. Kendisini bu örnek yaşantısından ve davranışlarından dolayı takdir ediyor ve kendimize onu örnek alıyoruz. Ona hayır dualar ediyoruz.

Kendisiyle sohbet esnasında 60 yıllık nur hizmetindeki hatıralarını anlatmaya başladı. 1960 yıllarında Risale-i Nur hizmetini tanıdığını ve bu hizmeti tanımasına vesile olan değerli  Abdülhamit Hocamızın olduğunu söylüyor.

Abdülhamit hocamız 1959 yılında Kırklareli Merkez Hızır Bey camisine atandıktan sonra Risale-i Nur hizmetinin Kırklareli’nde öncüsü olmuştur. Bu sırada  Bekir ağabeyin terzi dükkânı varmış, her fırsatta Bekir ağabeyin dükkânında Risale-i Nur dersleri yapıyorlarmış. Ayrıca Helvacı Salih ağabeyin evinde  30 kişinin iştirakiyle Nur Dersleri yapılırmış.

Bu süre zarfında Risale-i nur hizmeti inkişaf etmiş. Evlerde dükkânlarda Risale-i Nur dersleri okunmuş. 1965 yılında Demirköy müftüsünün müdafaası için Bekir Berk ağabey Kırklareli’ne gelmiş. Bu esnada Bekir ağabey ile de tanışmış ve sohbet etmiş. Bekir Berk ağabey dua temennisiyle ahirette üstadımızla ve kardeşlerimizle beraber olacağını ifade ettiğini söyledi.

Bekir Ağabeyimizin sadıkane, sebatkarane ve fedakarane sohbetlere iştiraki bütün talebelere çok güzel bir örnek teşkil etmektedir. Yaşı 89 olmasına rağmen 5 vakit namazını cemaatle cami de kılması Risale-i Nurların feyz ve bereketinden kaynaklandığını söyledi. Kırklareli’nde pazartesi ve cuma günü yapılan derslere herkesten önce hava şartları ne olursa olsun hiç aksatmadan gelmektedir.

Bir defasında kışın derse gelirken yolda düşüp ayağını kırdı yinede kırık ayağıyla derslere iştirak etmeye çalıştı. Bekir ağabeyimizin bu gayretini Risale-i Nur’lardan aldığını dile getirdi. Allah Bekir ağabeyimizden razı olsun. Allah onun gayretini cümlemize nasip etsin.

www.nurnet.org

Cenazeden kesitler:


Kuran’da Başörtüsü Emri Yok Mu?

Bazı ilahiyatçılarlar, ‘Kur’an’da başörtüsü hükmü yoktur’ veya ‘Devir değişti, İslam hukuku artık uygulanmaz’ diyorlar. Dayandıkları bir nas var mı?

Bu konuda yıllardır yazıyoruz; ama hâlâ konuşulduğunu, tartışıldığını, sorulduğunu görünce yazmaya devam etme ihtiyacı ortaya çıkıyor.

“İslâm’da başörtüsü vardır” diyecek yerde “Kur’ân’da vardır” dememizin sebebi, “Kur’ân’da olmayan İslâm’da da yoktur” diyenlere itiraz payı/fırsatı bırakmamaktır.

Doğrusu ise “Kur’ân’da, Sünnet’te, ictihadda ve ictihadların birleşmesi ile meydana gelen icmâda var olanın İslâm’da da varolduğu” hükmü ve kaidesidir.

Cehaletten cesaret alanlarla bilgisini “nefsânî arzularına, menfaatine, taassubuna, peşin hükmüne” kurban edenler, Müslüman halkımızın kafasını karıştırıyorlar.

Ortaya attıkları yeni iddia -daha doğrusu yeniden ısıtıp sofraya getirdikleri temcit pilavı- “başörtüsünün Kur’ân’da bulunmadığı, başın ve saçın açılmasında dinî bir sakınca olmadığı” hükmüdür.

Halbuki biraz Arapça bilenler, Nur sûresinin ilgili ayetinde (24/29) geçen “hımâr” (çoğulu humur) kelimesinin “başörtüsü ve baş dahil vücudun üst kısmını kapatan örtü” mânasına geldiğini bilirler.

Bu âyet gelmeden önce başlarındaki örtünün öndeki iki ucunu omuzlarından arkaya atan, boyunlarını ve gerdanlarını açıkta bırakan kadınlara “böyle yapmayın, bu iki ucu göğsünüzün (elbisenizin yakasının, gerdanınızın) üzerinden bağlayın” emrinin verildiğini de bilirler.

Hadis okuyanlar, bu âyet gelince mescitte bulunan Ensar kadınlarının -ilâhî emri geciktirmeden yerine getirmek üzere- etekliklerini yırtarak başlarını, boyun ve gerdanlarını bununla bağladıklarını; keza Hz. Peygamber’in (s.a.) “Ergenlik çağına gelmiş bir kadın başörtüsü giymedikçe Allah onun namazını kabul etmez” buyurduğunu da bilirler.

Bunları bilmeyenlerin fetva verme hakları yoktur. Bilip de bilmezden gelenlerin, güneşi nefsânî balçıklarıyla sıvamaya kalkışanların ise hesap günü gelip çatmadan akıllarını başlarına almaları gerekir.

Bu vesile ile konuyu bir daha özetlemekte fayda görüyoruz:

Nur sûresindeki âyetlerde kadınların avret (örtmeleri gereken) yerleri açıklanmış, hadisler de bu açıklamayı tamamlamıştır. Örtme, kapatma emri ve yabancıya (nâmahreme) gösterme yasağının, kadın başını ve saçını da içine alıp almadığı bütün devirlerde konuşulmuş, sorulmuş ve başın ve saçın avret olduğu, kapatılması gerektiğinde ittifak edilmiştir (icmâ meydana gelmiştir).

Bizim tesbitimize göre sahâbeden günümüze kadar her asırda yapılan ve kısmen yazılan tefsirlerde hür, Müslüman kadınların el, yüz ve ayakları hariç, bütün vücutlarının avret olduğu, örtülmesi gerektiği konusunda sözbirliği ve görüş beraberliği vardır. Baş dahil avret yerlerinin örtülmesinin farz, açılmasının haram olması hükmü, açıklayıcı hadisler yanında bilhassa Nur sûresindeki âyete ve bu âyetin şu üslûp özelliğine dayandırılmıştır:

a) Erkeklerin gözlerini haramdan korumaları, iffetlerine sahip olmaları istenmiş; ancak bu davranışın onları ruhen temiz kılacağı bildirilmiştir.

b) Kadınların da gözlerini haramdan (cinsi arzuyu uyandıracak yerlere bakmaktan) sakınmaları, iffetlerini korumaları emredilmiş; hemen bunun arkasından zaruri olarak açıkta kalan yerler (eller, ayaklar ve yüz) müstesna bütün vücutlarını kapatmaları, güzel ve çekici yerlerini nâmahreme göstermemeleri istenmiştir.

c) Başörtülerini (hımâr-humur) boyun ve göğüslerini örtecek şekilde bağlamaları açıkça ve özellikle emredilmiştir.

d) Örtülecek ve açılacak yerler yanında kimlere karşı ne kadar açılabilecekleri de hükme bağlanmıştır.

e) İlgili ayetlerin sonunda “Ey iman edenler! Hep birden Allah’a tövbe ediniz ki kurtulasınız” buyurulmuş, örtünmenin bir tavsiye değil, bağlayıcı emir olduğu hükmüne bir işaret göndermesi de bununla yapılmış, daha önceki ve bundan sonraki itaatsizlikler için tövbe edilmesi gerektiği vurgulanmıştır.

Bu emir gelince Müslüman kadınlar derhal itaat etmişler, gerektiği gibi kapanmışlar, uygulama Hz. Peygamber (s.a.) tarafından titizlikle takip edilmiş ve asırlar boyunca da bu şekilde devam etmiştir.

Bütün bu açıklama, karîne, delil ve işaretler konumuz olan, sınırları belirlenmiş örtünme emrinin -tavsiye değil- bağlayıcı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Prof.Dr. Hayreddin Karaman

sorularlaislamiyet.com

Sermaye Harcama Yarışı

Bütün insanların ortak bir özelliği varsa, o da sermayeleridir. Kim ne yapacak olsa veya neye sahip olmak istese, o sermayeden harcar. Onu harcamayıp bir köşede biriktirmek de kimsenin elinden gelmez. Fark eden, bu sermayenin ne kadarını nereye harcadığımızdır. Lâkin çoğu zaman onu nereye harcadığımızın değil, harcamakta olduğumuzun bile farkına varmadan tüketiveririz.

Bu sermayemiz, ömrümüzden başka birşey değildir. Kulağa pek hoş gelmeyebilir; ama acı gerçek şu ki, yaşamak için vazgeçilmez derecedeki temel ihtiyaçlarımızı bir yana bırakırsak, biz ömrümüzün çoğunu eşya için harcarız. Çünkü eşya için verdiğimiz parayı kazanmak için ömrümüzün saatlerini, günlerini, aylarını, hattâ yıllarını bozdurmuşuzdur. Elimize kalemi ve kâğıdı alıp da bunun hesabını yapmaya kalksak, ürkütücü sonuçlarla karşılaşabiliriz. Meselâ:

Aylık 1000 YTL gelire sahip bir kişi 1500 lira verip de bir koltuk takımı aldığı zaman, bunun insan ömrüne yansıması, bir buçuk aylık çalışmaya denk gelen zamandır. Bir başka deyişle, o kimse, bir buçuk aylık ömrünü koltuk takımı için yaşamış yahut harcamış demektir. Araba, ev gibi alışverişlerde bu maliyet yıllara kadar yükselir. Nihayet sahip olduğumuz ve olmaya çalıştığımız her türlü eşyanın maliyetini üst üste koyduğumuzda, sermayeyi peşin olarak tüketmiş bulunduğumuzu bile fark edebiliriz.

Bu durum, ilk bakışta, gelir düzeyi yüksek olanların lehine görünebilir. Eğer onlar dar gelirlilerin sahip olabildiği eşya ile yetinselerdi, hiç şüphesiz, bu tahmin doğru çıkardı. Çünkü onlar aynı miktarda parayı kazanmak için ömürlerinin daha az kısmını bozdurmak zorundadırlar. Gelin görün ki, harcama eğilimindeki artış, hiçbir zaman gelir düzeyindeki artışın gerisinde kalmaz. Ve kişinin geliri arttıkça, hattâ artma ihtimali ufukta görünür görünmez, aldığı eşyaların da hem fiyatı, hem sayısı, üçer beşer katlanmaya başlar.

Zira çağdaş hayatın standartları içinde insanın değer kazanması için gösterişli şeylere sahip olması ve gösterişli harcamalar yapması gerekir. Çünkü çağdaş hayat modeli bizim kendimizde bir değer bulmaz; onun için, bize güya değer kazandıracak şeyleri satmaya çalışır. Fakat bu satışların sonu bir türlü gelmez. Ne kadar çok eşya alırsak, o kadar çok deniz suyu içmiş gibi, tüketim hararetimiz daha da artar. Zira hayalimizdeki elbiseyi, mobilyayı, arabayı, evi alınca huzur ve mutluluğu yakalayacağımıza inandırılmışızdır. Oysa bize mutluluğu getirecek olan şeye henüz yaklaşmışken, aradığımız şey bizden daha uzaktaki başka birşeyin ardına gizlenir.

Fakat ömür tükenmeden ümit tükenmez. Biz her seferinde bir köşe daha dönünce huzura kavuşacağımızı hayal ederek bize pazarlanan şeylerin peşinde koşarız. Böylece, yolumuzun üzerindeki eşyaları toplaya toplaya birgün gerçekten “huzura” kavuşuveririz! Sade hayat akımının savunucularından Joe Dominguez ile Vicki Robin, bu durumu oyuncak toplama yarışına benzetiyor ve oyunun kuralını “Kim daha fazla oyuncakla ölürse o kazanır” şeklinde özetliyor. Bu gerçeğin Kur’ân’daki ifadesi ise pek keskindir:

Şunu bilin ki, dünya hayatı bir oyundan, bir eğlenceden, bir şatafattan, aranızda bir övünmeden, mal ve evlât yarışından ibarettir. O bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ekin çiftçilerin hoşuna gider; sonra kuruyuverir de onu sapsarı görürsün. Sonra saman olur gider. Âhirette de çetin bir azap, bir de Allah’tan bağışlanma ve hoşnutluk vardır. Dünya hayatı ise aldatıcı bir menfaatten başka birşey değildir. (Hadîd Sûresi, 57:20.)

Ömrümüzden iki ay kaldığını bilseydik, hiçbirimiz bunu bir koltuk takımıyla değiştirmeye razı olmazdık. Çünkü biz ömrümüzün son kısmı hakkında o kadar cömert davranmayız. Bugünkü hovardalığımızın sebebi, kendimizi ömrümüzün başlarında hayal etmemizdir. Yirmisinde de olsak, yetmişinde de olsak, bu özelliğimiz değişmez. Nasıl olsa şu eşyayı alınca mutluluğu yakalayacak, ondan sonra da sonsuza kadar yaşayacak değil miyiz?

Gökdelenin tepesinden atlayan kişi on sekizinci katın hizasından geçerken, pencere kenarında duranlar, “Şu âna kadar herşey yolunda” dediğini işitmişler. Yirmi otuz sene daha yaşamayı umanlara, bu birkaç saniyelik iyimserlik pek gülünç geliyor. Ya ebediyet tarafından bakanlar için bizim dünya hayatı hakkındaki iyimserliğimiz nasıl görünüyor acaba?

Ümit ŞİMŞEK

nurdergi.com

Asya Pasifik Meşvereti Endonezya’da Yapıldı

Bismihi Subhanehu

Esselamualeyküm ve Rahmetullahi ve Berakatuhu

Bütün zîhayatlar hayatlarının lisân-ı hâlleriyle Hâlıklarına takdim ettikleri mânevî hediyelerini ve lisân-ı hâlle hamd ve şükürlerini, o Zât-ı Vacibü’l-Vücuda biz de takdim ediyoruz ki, demiş:Rahmet-i İlâhiyeden ümidinizi kesmeyiniz.”

Hem hadsiz salât ve selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa Aleyhissalâtü Vesselâm üzerine olsun ki, demiş: “Benim insanlara Cenâb-ı Hak tarafından bi’setim ve gelmemin ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve güzel hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır.”

Asya Pasifik meşveretinin ikincisi 16.Şubat.2011 tarihinde Endonezya’da olması münasebetiyle Ankara’dan Şemseddin abi, Bursa’dan Güven abi ve Habib kardeş, Gebze’den Semih abi, Tarsus’tan Mustafa abi ve Yozgat’tan Yakup abi olmak üzere 6 kişi 14 Şubat 2011 pazartesi saat 12:30 ‘da İstanbul’dan uçakla Katar’a oradan da Jakarta’ya hareket etmek üzere yola çıktık.

Uçakta Şemseddin abi görevlilere Arapça ve İngilizce risaleler verdi. Öğle ve ikindi namazlarını cemaatle uçakta kıldık, görevlilerden birisi Şemseddin abiye ben hıristiyanım, sizin bu namaz hususundaki samimiyetiniz beni çok etkiledi, sizi tebrik ediyorum” dedi. Yaklaşık 3.5 saat sonra Katar’a vardık. Aktarmanın uzun sürmesi ve o gecenin mevlid kandiline tevafuk etmesi mübarek geceyi orada hizb-ul hakaik dağıtarak, mesciddeki insanlarla tanışıp kitap ve broşür dağıtarak (yani bir nevi ihya oldu) geçirdik elhamdülillah.

15 şubat Salı günü Endonezya saati ile 15:15 ‘de Jakarta’ya indik. Allah razı olsun Ceyhun kardeşimiz bizi karşıladı ve Jakarta’daki Dersaneye  götürdü. Orada, Kayseri’den gelen abiler bizleri güler yüzle karşıladılar. Oradan Dersaneye yakın olan Syahida Inn denilen otele getirdiler. Ertesi gün yani 16 şubat sabah saat 08:45 ‘de otelin salonunda Kur’an tilavetiyle meşveret başladı. Geçen sene Japonya’da olan meşveret kararları tekrar müzakere ile arkasından Şemseddin abi yurtdışı hizmetleriyle ilgili çok güzel bir sunum yaptı ve ardından pasifik ülkelerden gelen ehli hizmet kardeşlerden hizmetler dinlendi. 17 şubat perşembe günü yeni gündemle ilgili akşama kadar hizmet konularıyla alakalı mütalaa ile geçti elhamdülillah. Allah razı olsun hasbi kardeşimiz hakikaten fedakarene ilgilendi, gece gündüz adeta seferber oldu.

Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir.

“Onların işleri aralarında şûra iledir.” âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor.

Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr unvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.

Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb ı şer’iye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır.

18 Şubat’ta programda olan gezi ziyaretleri oldu, akşamında nurlara müştak olan Nabile ablamızın evinde kapıda hürmetle karşılanarak misafirperverliğin zirvesinde güler yüzle karşılayıp ağırlaması bizleri hakikaten çok etkiledi, Allah onlardan razı olsun. 19 Şubat cumartesi günü kalan bir kısmımız Endonezya’nın en meşhur ve en büyük cami olan İstiklal camiini ziyaret ederek, öğle namazını orda eda ettik. Camide birkaç imam sohbet veriyordu, sohbetten sonra tanışıp Türkiye’den geldiğimizi söyleyince yüzlerinde bir tebessüm belirdi, tanışıp Arapça ve Endonezya dilinden kitaplar verdik, Hasbi kardeş de adresini verdi. Camideki diğer insanlarla da tanışılıp kitaplar verildi.

Oradan gelirken Fethullah hoca efendinin kültür merkezine uğrayıp  tanışıldı, ikindi namazı orada kılındı. Muhabbetle oradan ayrılarak Dersanemize döndük. Bizler 20 Şubat’ta sabah erkenden Malezya’ya hareket ettik. Malezya’ya gelince bizi Emre abiler hava alanında  karşıladılar ve mülk Dersanemize getirdiler. O akşam da Ankara’dan gelen Fevzi Yağar abiler ve Japonya’dan gelen ehli hizmet abilerle dersler oldu.

21 Şubat Pazartesi günü Şemseddin abinin tanıdığı kişi ve kurumlara gidildi. Onlardan biri olan Muslih denilen bir vakfın yöneticisi bizi kapıda güler yüzle karşıladı, 35 tane ilköğretim ve ortaöğretim okullarının olduğunu söyledi. Hoş bir tanışma ve sohbetten sonra Şemseddin abi vasıtasıyla bir soru sorduk; ‘’Türkiye’de bizim hazırladığımız ilk ve ortaöğretim müfredatına uygun kitaplardan getirsek İslam dersi olarak okullarınızda okutur musunuz?’’ dedik. O da ‘’hay hay siz böyle bir şey getirseniz bizlerde bakar okuturuz, güzel olur’’ dedi.

Oradan muhabbetle ayrılıp Malezya’nın hatta uzak doğunun İslam teşkilatı olarak çok geniş ve kapsamlı ABIM denilen kuruluşa gittik. Orada da yetkili olan biri karşıladı, onunla da hoş bir sohbetten sonra Şemseddin abi nurların tercümesi olarak o yetkiliye sordu, o da şunu anlattı ‘’Malezya’nın Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde tüm dünyadaki İslam alimlerinin kitaplarını Malay diline tercüme eden bir heyet var, ben onlarla kontak kurayım Risale-i Nur külliyatını da Malaycaya tercüme ettirelim’’ dedi.

Şemseddin abi ertesi sabah Malezya’dan Türkiye’ye döndü. Bizimle Endonezya’ya gelen 3 kişi Filipinler’e gitmişti, 24 Şubat’ta Malezya’ya geldiler. Güven abi ve Semih abilerle akşamları derslere, İslam üniversitesindeki standa hafta sonu abilerle olan mütalaalı derslere iştirak edildi. Ayrıca İkbal hocanın ev dersine iştirak edildi. İslam üniversitesinde okuyan Yasin ve A.hakim kardeşlerin odalarında arkadaşlarıyla olan derslere iştirak edilip  tanışıldı.

Hülasa hizmetler dolu dolu ve şevke medar oldu elhamdülillah. Malezya’dan vizelerin kalkması da bu hizmetlerin bir ikramı olarak telakki edildi. Ayrıca Bangi’de oturan tercüman olan İbnur Azli ve Enver Fakrı hocalarla Dersanede dersler oldu, evlerinde çay içirdiler. Zaten İbnur Azli hoca yaklaşık 5 senedir evinde Kur’an kulübü adında resmi olarak ukm’deki hocalarla ve talebelerle Malayca ders yapıyor. İkindiden sonra akşama kadar malayca tercüme edilen Küçük Sözler tashih edildi ve tashih için haftada 2 gün biraraya gelerek tashihe devam kararı alındı.

Akşam İslam üniversitesinde hukuk fakültesinde doçent olan İkbal hocanın evine derse gidildi, orada yatsı namazını kıldıktan sonra malayca münacattan İkbal hoca ders okudu. Zaten İkbal hocanın evinde de malayca dersler oluyor. Dersten sonra hoş bir muhabbetle evinden ayrıldık.

Bangi Dersanesine gittik, bu Dersanede de malay talebeler kalıyor. Malay talebelerden Hayrul Enver isimli kardeş üniversiteden yaklaşık 10 malay arkadaş getirmiş, biz gelene kadar dersler yapmışlar. Biz de Prof. Adem abi ve Prof. Ramazan abilerle o malay talebelere malayca kitaptan dersler okuduk ve muhabbet ettik. Haftalık derse geleceklerine söz verdiler, zaten onların bir kısmı devamlı geliyormuş.

Bütün bunlar ile beraber 2011 yılının Ekim ayında Malezya İslam üniversitesinde yapılması kararlaştırılan Sempozyuma Prof. Dr. Ahmet Akgündüz abinin kendisine yazdığımız mektuba cevap olarak sempozyuma konuşmacı olarak katılmak istediğini ve ayrıca en az bir hafta kalıp üniversite ve benzeri kurumlarda konferanslar vermek istediğini söyledi. Son olarak Pidato Bahasa Malayu isimli Malay dili yarışmasında 61 ülkenin  katıldığı ve Malezya başbakanı Nejib Bin Rezzak’ın da katıldığı 10.000 den fazla kişinin hem salonda hem de televizyondan canlı olarak izlediği  programda Dershanede kalan İslam üniversitesinde okuyan İbrahim Dağlı kardeşimiz Dünya birincisi oldu. Bundan daha önemlisi, yaptığı konuşmasında konusu gereği Üstadın ismini vererek temel ahlakın anne ve babadan başladığını söyledi. Ve onunla yapılan röportajlarda “malaycayı nasıl öğrendin?” sorusuna cevap olarak Risale-i Nurların Tercümesi vesilesiyle öğrendiğini söyledi.

(Halil İbrahim Dağlı kardeşimiz Siirtli olup, Malezya İslam üniversitesi İlahiyat fakültesinde okuyor. Aynı zamanda İslam üniversitesi Talebe birliği başkanlığı yapıyor ve İslam ünv. Camii müezzini olarak seçildi.)

Bütün abi ve kardeşlerin selamlarını iletir dualarınızı bekleriz.

Malezya Nur Cemaati

20.02.2011

www.NurNet.org