Murat tarafından yazılmış tüm yazılar

Sermaye Harcama Yarışı

Bütün insanların ortak bir özelliği varsa, o da sermayeleridir. Kim ne yapacak olsa veya neye sahip olmak istese, o sermayeden harcar. Onu harcamayıp bir köşede biriktirmek de kimsenin elinden gelmez. Fark eden, bu sermayenin ne kadarını nereye harcadığımızdır. Lâkin çoğu zaman onu nereye harcadığımızın değil, harcamakta olduğumuzun bile farkına varmadan tüketiveririz.

Bu sermayemiz, ömrümüzden başka birşey değildir. Kulağa pek hoş gelmeyebilir; ama acı gerçek şu ki, yaşamak için vazgeçilmez derecedeki temel ihtiyaçlarımızı bir yana bırakırsak, biz ömrümüzün çoğunu eşya için harcarız. Çünkü eşya için verdiğimiz parayı kazanmak için ömrümüzün saatlerini, günlerini, aylarını, hattâ yıllarını bozdurmuşuzdur. Elimize kalemi ve kâğıdı alıp da bunun hesabını yapmaya kalksak, ürkütücü sonuçlarla karşılaşabiliriz. Meselâ:

Aylık 1000 YTL gelire sahip bir kişi 1500 lira verip de bir koltuk takımı aldığı zaman, bunun insan ömrüne yansıması, bir buçuk aylık çalışmaya denk gelen zamandır. Bir başka deyişle, o kimse, bir buçuk aylık ömrünü koltuk takımı için yaşamış yahut harcamış demektir. Araba, ev gibi alışverişlerde bu maliyet yıllara kadar yükselir. Nihayet sahip olduğumuz ve olmaya çalıştığımız her türlü eşyanın maliyetini üst üste koyduğumuzda, sermayeyi peşin olarak tüketmiş bulunduğumuzu bile fark edebiliriz.

Bu durum, ilk bakışta, gelir düzeyi yüksek olanların lehine görünebilir. Eğer onlar dar gelirlilerin sahip olabildiği eşya ile yetinselerdi, hiç şüphesiz, bu tahmin doğru çıkardı. Çünkü onlar aynı miktarda parayı kazanmak için ömürlerinin daha az kısmını bozdurmak zorundadırlar. Gelin görün ki, harcama eğilimindeki artış, hiçbir zaman gelir düzeyindeki artışın gerisinde kalmaz. Ve kişinin geliri arttıkça, hattâ artma ihtimali ufukta görünür görünmez, aldığı eşyaların da hem fiyatı, hem sayısı, üçer beşer katlanmaya başlar.

Zira çağdaş hayatın standartları içinde insanın değer kazanması için gösterişli şeylere sahip olması ve gösterişli harcamalar yapması gerekir. Çünkü çağdaş hayat modeli bizim kendimizde bir değer bulmaz; onun için, bize güya değer kazandıracak şeyleri satmaya çalışır. Fakat bu satışların sonu bir türlü gelmez. Ne kadar çok eşya alırsak, o kadar çok deniz suyu içmiş gibi, tüketim hararetimiz daha da artar. Zira hayalimizdeki elbiseyi, mobilyayı, arabayı, evi alınca huzur ve mutluluğu yakalayacağımıza inandırılmışızdır. Oysa bize mutluluğu getirecek olan şeye henüz yaklaşmışken, aradığımız şey bizden daha uzaktaki başka birşeyin ardına gizlenir.

Fakat ömür tükenmeden ümit tükenmez. Biz her seferinde bir köşe daha dönünce huzura kavuşacağımızı hayal ederek bize pazarlanan şeylerin peşinde koşarız. Böylece, yolumuzun üzerindeki eşyaları toplaya toplaya birgün gerçekten “huzura” kavuşuveririz! Sade hayat akımının savunucularından Joe Dominguez ile Vicki Robin, bu durumu oyuncak toplama yarışına benzetiyor ve oyunun kuralını “Kim daha fazla oyuncakla ölürse o kazanır” şeklinde özetliyor. Bu gerçeğin Kur’ân’daki ifadesi ise pek keskindir:

Şunu bilin ki, dünya hayatı bir oyundan, bir eğlenceden, bir şatafattan, aranızda bir övünmeden, mal ve evlât yarışından ibarettir. O bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ekin çiftçilerin hoşuna gider; sonra kuruyuverir de onu sapsarı görürsün. Sonra saman olur gider. Âhirette de çetin bir azap, bir de Allah’tan bağışlanma ve hoşnutluk vardır. Dünya hayatı ise aldatıcı bir menfaatten başka birşey değildir. (Hadîd Sûresi, 57:20.)

Ömrümüzden iki ay kaldığını bilseydik, hiçbirimiz bunu bir koltuk takımıyla değiştirmeye razı olmazdık. Çünkü biz ömrümüzün son kısmı hakkında o kadar cömert davranmayız. Bugünkü hovardalığımızın sebebi, kendimizi ömrümüzün başlarında hayal etmemizdir. Yirmisinde de olsak, yetmişinde de olsak, bu özelliğimiz değişmez. Nasıl olsa şu eşyayı alınca mutluluğu yakalayacak, ondan sonra da sonsuza kadar yaşayacak değil miyiz?

Gökdelenin tepesinden atlayan kişi on sekizinci katın hizasından geçerken, pencere kenarında duranlar, “Şu âna kadar herşey yolunda” dediğini işitmişler. Yirmi otuz sene daha yaşamayı umanlara, bu birkaç saniyelik iyimserlik pek gülünç geliyor. Ya ebediyet tarafından bakanlar için bizim dünya hayatı hakkındaki iyimserliğimiz nasıl görünüyor acaba?

Ümit ŞİMŞEK

nurdergi.com

Asya Pasifik Meşvereti Endonezya’da Yapıldı

Bismihi Subhanehu

Esselamualeyküm ve Rahmetullahi ve Berakatuhu

Bütün zîhayatlar hayatlarının lisân-ı hâlleriyle Hâlıklarına takdim ettikleri mânevî hediyelerini ve lisân-ı hâlle hamd ve şükürlerini, o Zât-ı Vacibü’l-Vücuda biz de takdim ediyoruz ki, demiş:Rahmet-i İlâhiyeden ümidinizi kesmeyiniz.”

Hem hadsiz salât ve selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa Aleyhissalâtü Vesselâm üzerine olsun ki, demiş: “Benim insanlara Cenâb-ı Hak tarafından bi’setim ve gelmemin ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve güzel hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır.”

Asya Pasifik meşveretinin ikincisi 16.Şubat.2011 tarihinde Endonezya’da olması münasebetiyle Ankara’dan Şemseddin abi, Bursa’dan Güven abi ve Habib kardeş, Gebze’den Semih abi, Tarsus’tan Mustafa abi ve Yozgat’tan Yakup abi olmak üzere 6 kişi 14 Şubat 2011 pazartesi saat 12:30 ‘da İstanbul’dan uçakla Katar’a oradan da Jakarta’ya hareket etmek üzere yola çıktık.

Uçakta Şemseddin abi görevlilere Arapça ve İngilizce risaleler verdi. Öğle ve ikindi namazlarını cemaatle uçakta kıldık, görevlilerden birisi Şemseddin abiye ben hıristiyanım, sizin bu namaz hususundaki samimiyetiniz beni çok etkiledi, sizi tebrik ediyorum” dedi. Yaklaşık 3.5 saat sonra Katar’a vardık. Aktarmanın uzun sürmesi ve o gecenin mevlid kandiline tevafuk etmesi mübarek geceyi orada hizb-ul hakaik dağıtarak, mesciddeki insanlarla tanışıp kitap ve broşür dağıtarak (yani bir nevi ihya oldu) geçirdik elhamdülillah.

15 şubat Salı günü Endonezya saati ile 15:15 ‘de Jakarta’ya indik. Allah razı olsun Ceyhun kardeşimiz bizi karşıladı ve Jakarta’daki Dersaneye  götürdü. Orada, Kayseri’den gelen abiler bizleri güler yüzle karşıladılar. Oradan Dersaneye yakın olan Syahida Inn denilen otele getirdiler. Ertesi gün yani 16 şubat sabah saat 08:45 ‘de otelin salonunda Kur’an tilavetiyle meşveret başladı. Geçen sene Japonya’da olan meşveret kararları tekrar müzakere ile arkasından Şemseddin abi yurtdışı hizmetleriyle ilgili çok güzel bir sunum yaptı ve ardından pasifik ülkelerden gelen ehli hizmet kardeşlerden hizmetler dinlendi. 17 şubat perşembe günü yeni gündemle ilgili akşama kadar hizmet konularıyla alakalı mütalaa ile geçti elhamdülillah. Allah razı olsun hasbi kardeşimiz hakikaten fedakarene ilgilendi, gece gündüz adeta seferber oldu.

Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir.

“Onların işleri aralarında şûra iledir.” âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor.

Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr unvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.

Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb ı şer’iye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır.

18 Şubat’ta programda olan gezi ziyaretleri oldu, akşamında nurlara müştak olan Nabile ablamızın evinde kapıda hürmetle karşılanarak misafirperverliğin zirvesinde güler yüzle karşılayıp ağırlaması bizleri hakikaten çok etkiledi, Allah onlardan razı olsun. 19 Şubat cumartesi günü kalan bir kısmımız Endonezya’nın en meşhur ve en büyük cami olan İstiklal camiini ziyaret ederek, öğle namazını orda eda ettik. Camide birkaç imam sohbet veriyordu, sohbetten sonra tanışıp Türkiye’den geldiğimizi söyleyince yüzlerinde bir tebessüm belirdi, tanışıp Arapça ve Endonezya dilinden kitaplar verdik, Hasbi kardeş de adresini verdi. Camideki diğer insanlarla da tanışılıp kitaplar verildi.

Oradan gelirken Fethullah hoca efendinin kültür merkezine uğrayıp  tanışıldı, ikindi namazı orada kılındı. Muhabbetle oradan ayrılarak Dersanemize döndük. Bizler 20 Şubat’ta sabah erkenden Malezya’ya hareket ettik. Malezya’ya gelince bizi Emre abiler hava alanında  karşıladılar ve mülk Dersanemize getirdiler. O akşam da Ankara’dan gelen Fevzi Yağar abiler ve Japonya’dan gelen ehli hizmet abilerle dersler oldu.

21 Şubat Pazartesi günü Şemseddin abinin tanıdığı kişi ve kurumlara gidildi. Onlardan biri olan Muslih denilen bir vakfın yöneticisi bizi kapıda güler yüzle karşıladı, 35 tane ilköğretim ve ortaöğretim okullarının olduğunu söyledi. Hoş bir tanışma ve sohbetten sonra Şemseddin abi vasıtasıyla bir soru sorduk; ‘’Türkiye’de bizim hazırladığımız ilk ve ortaöğretim müfredatına uygun kitaplardan getirsek İslam dersi olarak okullarınızda okutur musunuz?’’ dedik. O da ‘’hay hay siz böyle bir şey getirseniz bizlerde bakar okuturuz, güzel olur’’ dedi.

Oradan muhabbetle ayrılıp Malezya’nın hatta uzak doğunun İslam teşkilatı olarak çok geniş ve kapsamlı ABIM denilen kuruluşa gittik. Orada da yetkili olan biri karşıladı, onunla da hoş bir sohbetten sonra Şemseddin abi nurların tercümesi olarak o yetkiliye sordu, o da şunu anlattı ‘’Malezya’nın Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde tüm dünyadaki İslam alimlerinin kitaplarını Malay diline tercüme eden bir heyet var, ben onlarla kontak kurayım Risale-i Nur külliyatını da Malaycaya tercüme ettirelim’’ dedi.

Şemseddin abi ertesi sabah Malezya’dan Türkiye’ye döndü. Bizimle Endonezya’ya gelen 3 kişi Filipinler’e gitmişti, 24 Şubat’ta Malezya’ya geldiler. Güven abi ve Semih abilerle akşamları derslere, İslam üniversitesindeki standa hafta sonu abilerle olan mütalaalı derslere iştirak edildi. Ayrıca İkbal hocanın ev dersine iştirak edildi. İslam üniversitesinde okuyan Yasin ve A.hakim kardeşlerin odalarında arkadaşlarıyla olan derslere iştirak edilip  tanışıldı.

Hülasa hizmetler dolu dolu ve şevke medar oldu elhamdülillah. Malezya’dan vizelerin kalkması da bu hizmetlerin bir ikramı olarak telakki edildi. Ayrıca Bangi’de oturan tercüman olan İbnur Azli ve Enver Fakrı hocalarla Dersanede dersler oldu, evlerinde çay içirdiler. Zaten İbnur Azli hoca yaklaşık 5 senedir evinde Kur’an kulübü adında resmi olarak ukm’deki hocalarla ve talebelerle Malayca ders yapıyor. İkindiden sonra akşama kadar malayca tercüme edilen Küçük Sözler tashih edildi ve tashih için haftada 2 gün biraraya gelerek tashihe devam kararı alındı.

Akşam İslam üniversitesinde hukuk fakültesinde doçent olan İkbal hocanın evine derse gidildi, orada yatsı namazını kıldıktan sonra malayca münacattan İkbal hoca ders okudu. Zaten İkbal hocanın evinde de malayca dersler oluyor. Dersten sonra hoş bir muhabbetle evinden ayrıldık.

Bangi Dersanesine gittik, bu Dersanede de malay talebeler kalıyor. Malay talebelerden Hayrul Enver isimli kardeş üniversiteden yaklaşık 10 malay arkadaş getirmiş, biz gelene kadar dersler yapmışlar. Biz de Prof. Adem abi ve Prof. Ramazan abilerle o malay talebelere malayca kitaptan dersler okuduk ve muhabbet ettik. Haftalık derse geleceklerine söz verdiler, zaten onların bir kısmı devamlı geliyormuş.

Bütün bunlar ile beraber 2011 yılının Ekim ayında Malezya İslam üniversitesinde yapılması kararlaştırılan Sempozyuma Prof. Dr. Ahmet Akgündüz abinin kendisine yazdığımız mektuba cevap olarak sempozyuma konuşmacı olarak katılmak istediğini ve ayrıca en az bir hafta kalıp üniversite ve benzeri kurumlarda konferanslar vermek istediğini söyledi. Son olarak Pidato Bahasa Malayu isimli Malay dili yarışmasında 61 ülkenin  katıldığı ve Malezya başbakanı Nejib Bin Rezzak’ın da katıldığı 10.000 den fazla kişinin hem salonda hem de televizyondan canlı olarak izlediği  programda Dershanede kalan İslam üniversitesinde okuyan İbrahim Dağlı kardeşimiz Dünya birincisi oldu. Bundan daha önemlisi, yaptığı konuşmasında konusu gereği Üstadın ismini vererek temel ahlakın anne ve babadan başladığını söyledi. Ve onunla yapılan röportajlarda “malaycayı nasıl öğrendin?” sorusuna cevap olarak Risale-i Nurların Tercümesi vesilesiyle öğrendiğini söyledi.

(Halil İbrahim Dağlı kardeşimiz Siirtli olup, Malezya İslam üniversitesi İlahiyat fakültesinde okuyor. Aynı zamanda İslam üniversitesi Talebe birliği başkanlığı yapıyor ve İslam ünv. Camii müezzini olarak seçildi.)

Bütün abi ve kardeşlerin selamlarını iletir dualarınızı bekleriz.

Malezya Nur Cemaati

20.02.2011

www.NurNet.org

Prof. Dr. Thomas Michell: Bediüzzaman’dan Çok Şey Öğrendim

Vatikan Temsilcisi Prof. Dr. Thomas Michell, Bediüzzaman’dan çok şey öğrendiğini ifade etti. Vatikan Temsilcisi Prof. Dr. Thomas Michell, Bedüzzaman Said Nursi’nin Müslümanlar ile Hristiyanların birbiriyle çatışması yerine işbirliği yaparak, ortak düşmanı cehalet ve ihtilafa karşı mücadele etmeleri gerektiğini insanlığa öğrettiğini belirtti. Bediüzzaman’dan çok şey öğrendiğini ifade eden Mıchell, bu düşüncelerin dünyaya yayılması için çalışacağını kaydetti.

Bursa Bediüzzaman’ı Anma ve Anlama Platformu tarafından düzenlenen Bediüzzaman Said Nursi’yi anma etkinlikleri sürüyor. Merinos Kongre ve Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen panelde Bediüzzaman’ın insanlığın iki dünyada da mutluluğuna ışık tuttuğu zerinde duruldu.

Oturum başkanlığını Mustafa Tuncel’in yaptığı panele konuşmacı olarak katılan Vatikan Temsilcisi Prof. Dr. Thomas Michell, ‘Bir gayri müslim Risale-i Nurdan neler öğrenmelidir?‘ perspektifinde sunum yaptı. Prof. Dr. Michell, Bedüzzaman Said Nursi’nin henüz 20. asırda Müslümanlar ile Hıristiyanların birbiri ile çatışması yerine işbirliği yaparak ortak düşmanlarına karşı mücadele etmeleri gerektiğine dikkat çektiğini anlattı. Said Nursi’nin ‘Geçmiş Peygamberler’de dahil hepsi ile birlikte beraber toplumu tahlil edelim ve problemlerini giderecek çözüm yolları üretelim.‘ dediğine dikkat çeken Prof. Dr. Mıchell, şu görüşleri dile getirdi: “O Kuran ve vahyin dışında akla dayalı felsefe ile toplumun problemlerine çözüm üretmeye çalışanların topluma çok faydası olmadığını görüyor. Buna karşın vahye dayalı bir takım çözümler üretmeye çalışıyor. 25. Sözü okuduğunuz zaman felsefe hikmeti ile Kuran hikmetinin topluma sunduklarını arasında uçurum kadar fark olduğunu görüyorsunuz. Felsefede dayanak noktası kuvvettir. Kuvvetli olan haklıdır. Bunu ailede, mahallede, siyasette her alanda geçerli olduğunu düşünün toplumun ne hale geleceğini tahmin edersiniz. Said Nursi, Kuran ve vahiyde ise kuvvetin hak, hakkın esas olduğunu ve haklının kuvvetli olduğunu söyler.” Ayrıca haklı olanın hakkı diğerlerine güzellikle anlatmasını tavsiye ettiğine değinen Michell, “Said Nursi, toplumda hak ve hakikate dayalı çözümler üretirseniz bütün dinler orada birleşir. Çünkü hak her yerde aynıdır. Bu nedenle hak bizi birliğe götürür. Felsefede kişi menfaati önemlidir. Herkesin kendi menfaatini gözettiğini düşünün toplum ne hale gelir. Bu felsefenin esasıdır.” ifadesini kullandı. Said Nursi’nin, ‘Biz her şeyi Allah rızası için yaparız, şahsi menfaatlerimiz için yapmayız.‘ Sözlerini hatırlatan Prof. Dr. Thomas Mıchell, şöyle devam etti: “Bunu hem Kuran, hem de daha önceki vahiyler söylemektedir. Bizim herkesin kendi menfaatini düşünmekten kaynaklanan dağınıklığın önüne geçmek için herkesin Allah rızasını düşünmesi halinde bir birlik ve huzur olacaktır.

“60 YIL ÖNCE VATİKAN’A RİSALE GÖNDERMİŞ”

Bediüzzaman’ın 60 yıl önce Vatikan’a yazdığı risalelerden gönderdiğini anlatan Prof. Dr. Thomas Michell, şunları kaydetti: “Bugün birlikten bahsetmek kolay ama, Said-i Nursi bundan 60 sene önce bir eserini o zamanki Vatikan’daki bir papaza gönderdi. Bu o eseri göndererek birlik ve beraberliğe vurgu yapmıştır. Üstadın o mektubunun ikinci Vatikan konsülü ile ilişkisi vardı. Bu eserden sonra ikinci konsül toplanarak Müslüman ve kendilerinin düşmanının ortak olduğunu ve bunun da ihtilafı ortadan kaldırıp, ahlaksızlıkla mücadele etmek ve insan hürriyetini sağlamak olduğu görüşüne varıyor.

“BEN ONDAN HER ŞEYİ ÖĞRENDİM”

Prof. Dr. Thomas Michell, Bediüzzaman’dan çok şey öğrendiğini belirterek, söylerini şöyle tamamladı: “Onun düşüncelerini dünyanın neresinde olursa olsun yaygınlaşmasını sağlamak için öğreteceğim. Ben ondan Allah’ın birliğini ve güzel ahlakı nasıl anlatacağımızı öğrendim. Ben ondan çok şey öğrendim.

Cihan

Said Nursi Hristiyanlığı Övmüş Müdür?

Bediüzzaman mevcut Hristayanlığı değil belki Gerçek İsevilik olarak adlandırdığı, tevhid dinine inanacak ahirzamandaki bir takım İsevilerden bahseder ki; Nursiye göre bunlar, İslamiyet ile omur omuza vererek dinsizliğe karşı mücadele edeceklerdir.

Hz. İsa’nın yeryüzüne ilk gelişinde tebliğ etmiş olduğu hak din, özünden uzaklaşmış ve tahrif edilmiştir. Kuran’da bildirildiği gibi, Hz. İsa’nın ardından üçleme ve Hz. İsa’nın ilahlaştırılması (Allah’ı tenzih ederiz) gibi çeşitli sapkın inanışlar Hıristiyanlığa dahil edilmiştir. Nursiye göre, Hz. İsa yeryüzüne geldiğinde öncelikle, Hıristiyanlığı bu sapkın inanışlardan arındıracaktır.

İki bin yıldan bu yana özünden uzaklaşma süreci yaşamış olan Hıristiyanlığı özüne döndürebilecek olan tek kişi Hz. İsa’dır. Kendisini bekleyen Hıristiyan dünyasına gerçek din ahlakını yani Kuran’da bildirilen İslam ahlakını anlatacak, Hıristiyan dünyası hak dine yönelecektir. Hz. İsa’ya tabi olanlar da gerçek İseviler olacaklardır. Nursi’nin ifadelerini incelediğimizde gerçek İsevilerin; Kuran ahlakına ve sünnete uyan, Hz. İsa’ya itaat eden kimseler olacağı anlaşılmaktadır.

Bu dönemde dinlerinin içine karışmış olan hurafelerden ve batıl inanışlardan yüz çevirerek gerçek İslam ahlakına yönelecek olan Hıristiyanlar ve samimi Müslümanlar, gerçek İseviler olacaklardır. Müslümanlar ve batıl inanışlarından kurtulan Hıristiyanlar, Hz. İsa vesilesiyle büyük bir ittifak kuracaklardır. Gerçek İsevilerin ittifakı yeryüzündeki din ahlakına karşı olan her türlü sistem ve uygulamanın tamamen ortadan kaldırılmasını sağlayacaktır. (Mektubat, Onbeşinci Mektub)

Üstad Bediüzzaman’ın konuyla ilgili bazı açıklamaları şu şekildedir:

Ahir zamanda Hazret-i İsa (as) gelecek, Şeriat-ı Muhammediye ile amel edecek” mealindeki hadisin sırrı şudur ki: Ahir zamanda felsefe-i tabiiyenin (tabiat felsefesi) verdiği cereyan-ı küfriye (inkarcı hareket) ve inkar-ı uluhiyete (Allah’ı inkar) karşı İsevilik dini tasaffi ederek (arınarak) ve hurafattan tecerrüd edip (hurafelerden temizlenip) İslamiyete inkılab edeceği bir sırada, nasıl ki İsevilik şahs-ı manevisi, vahy-i semavi kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevisini öldürür; öyle de Hazreti İsa, İsevilik şahs-ı manevisini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevisini temsil eden Deccal’ı öldürür. Yani inkar-ı uluhiyet fikrini öldürecek. (Mektubat, Birinci Mektub)

“… felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfriye ve inkar-ı uluhiyete (Allah’ı inkar) karşı …” Bediüzzaman; Hz. İsa’nın, maddeciliğin ve sefahatin meydana getirdiği inkarcı harekete ve Allah’ın varlığını inkar edenlere karşı büyük bir mücadele yürüteceğini belirtmektedir.

“İsevilik dini tasaffi ederek (arınarak) ve hurafattan tecerrüd edip İslamiyete inkılab edeceği …” Bediüzzaman bu hikmetli açıklamasında Hz. İsa’nın ahir zamanda tekrar dünyaya geldiğinde, İslam dininin gereklerine göre hareket edeceği yönündeki hadisi tefsir etmektedir. Hz. İsa’nın mücadelesi çeşitli hurafeler ve geleneklerle özünden uzaklaşan Hıristiyanlığın özüne dönmesi ile başlayacaktır. Hz. İsa Hıristiyanlığı tüm batıl inanışlardan temizleyecek ve ona tabi olduklarını söyleyen tüm Hıristiyanlar gerçek din ahlakına yani İslamiyet’e döneceklerdir.

Ve Kuran’a iktida (uymak, tabi olmak) ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi; ve İslamiyet, metbu (tabi olunan) makamında kalacak. Din-i Hak, bu iltihak neticesinde azim bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevilik ve İslamiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; alem-i semavatta cism-i beşerisiyle bulunan şahs-ı İsa (as), o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık (Hz. Muhammed sav), bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey va’detmiş, elbette yapacaktır. (Mektubat, Onbeşinci Mektub)

“… Kuran’a iktida (uymak, tabi olmak) ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi; ve İslamiyet, metbu makamında kalacak.” Hıristiyanlığın Hz. İsa ile başlayacak olan hak dine dönüşümü, son kitap olan ve herkesin uymakla mükellef olduğu Kuran’a tabi olmakla neticelenecektir. Hz. İsa’nın şahsı ve ona tabi olan Hıristiyanlar İslam’a tabi olacaktır.

“Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevilik ve İslamiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak.” Hz. İsa öncülüğündeki Hıristiyanlık Kuran’a tabi olduğunda çok büyük bir güç oluşacaktır. Çünkü günümüzde dünya nüfusunun çoğunluğuna sahip iki din olan Hıristiyanlık ve Müslümanlık hem siyasi, hem ekonomik hem de manevi yönden çok büyük iki kuvvettirler.

Bu nedenle de dinsiz ideolojiler karşısında birleştiklerinde çok büyük bir güç kazanarak dinsizlik akımlarını fikren mağlup edip, dağıtacaklardır. İnsanları hayatlarının gerçek amacından uzaklaştıran bencil, sevgisiz, çatışmacı bir hayata iten maddeci felsefe ve dinsizliğin dünya üzerindeki etkileri, iki dinin birleşmesiyle ortadan kalkacaktır.

“Cism-i beşerisiyle bulunan şahs-ı İsa (as), o din-i hak cereyanının başına geçeceğini…“: İki dinin ittifakı ve Hıristiyanların Kuran’a tabi olması ile dünyada nüfus çoğunluğuna sahip olacak iki din, tek bir ses ve tek bir vücut gibi hareket edecek, bu hak dinin başına ise Hz. İsa geçecektir. Bediüzzaman bu sözünde Hz. İsa’nın yeryüzüne gelip, samimi olarak iman edenlerin başına geçeceğini Peygamberimiz (sav)’in hadislerinde haber verdiğini hatırlatmış ve bu nedenle de bu haberin mutlak gerçekleşecek olan hak bilgi olduğunu söylemiştir.

Yukarıdaki ifadelerden de rahatlıkla anlaşılabileceği gibi, Bediüzzaman İseviliğin mevcut halini değil, belki ahirzamanda Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne inmesiyle başına geçeceği, hurafelerden arındırılmış ve tevhid dini olan hakiki bir İsevilikten bahsetmektedir.

www.bediuzzamansaidnursi.org

Japonya’da Hakikatı Arayanlar

Son Japonya depremi bizlere Risâle-i Nûr’daki Japonlarla ilgili bahisleri derhatır ettirdi. Risâle-i Nûr eserlerinde Japonlarla ilgili mevzûlar vardır. Bunlardan biri Nokta Risâlesi’ndeki “Müstemî (dinleyen), müteharrî-i hakikat (hakikati araştıran) bir Japondur”1 ifâdesidir.

Bu Risâlede Bedîüzzamân Japonları dinleme makâmında, hakîkati araştıran olarak ta’rîf eder. Hakîkaten Japonlar bu sıfata lâyıktırlar. Hatta Bedîüzzamân “Kesb-i medeniyette Japonlara iktidâ bize lâzımdır.2 demekte ve hakîkatleri, doğruları ve gerçekleri araştırmada Japonlara uymamızı tavsiye etmektedir. Çünkü Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti (medeniyetin güzelliklerini) almakla berâber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhâfaza ettiler.”3 diyerek Japonların, medeniyetin güzelliklerini alırken kendi âdetlerini ve kültürlerini muhâfaza ettiklerini belirtir.

Yine Risâle-i Nûr satırları arasında görüyoruz ki, bir Japon Başkomutanı İstanbul ulemâsına bazı suâller soruyor ve bu suâllere Bedîüzzamân cevaplar veriyor ve bu cevaplar Beşinci Şuâ’nın te’lîfine mukaddeme oluyor. Şöyle ki; “Bundan kırk sene evvel ve Hürriyetten bir sene evvel İstanbul’a geldim. O zaman Japonya’nın Başkumandanı, İslâm ulemâsından dinî bazı suâller sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münâsebetle suâl ettiler.4

Hatta Muhâkemât’ta Japonlar’ın sordukları soruların ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. “Onlardan bir suâl: ‘Bizi, kendisine îmân etmeye çağırdığınız Allah’ın varlığına delâlet eden açık delil nedir? Mahlûkat neden yaratılmıştır? Yoktan mı? Maddeden mi? Yoksa onun zâtından mı? Ve diğer şüpheli sorular…’” gibi sorulan sorulara Bedîüzzamân, ilgili eserinde cevaplar vermiştir. Bu sorulardan da anlaşılıyor ki, Japonlar hakîkaten müteharrî-i hakîkat konumundadırlar. Bu sebepledir ki Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti aldılar ve terakkî ettiler. Dünyanın en ileri teknolojisine ve terakkîsine ulaştılar. Ancak noksan olan bir şeyler var ki, İlâhî ihtâr ile mânevî cihete sevk olunuyorlar. Muhâkemât’ta Allah’ın varlığına dair açık delilleri soruyorlar. Ancak ekser olarak, Allah’ın kâinattaki tevhid delillerine gerekli yönelmeyi yapamamış olacaklar ki İlâhî musîbetlerle, o cihete sevk olunuyorlar. Belki de, bu musîbetlerle Yüce Allah onlara aczlerini ve fakrlarını yakînen hissettirerek kalb ve rûhlarını ihtizâza getirip yüzlerini ve özlerini şu fânî dünyadan kendisine çevirmeyi irade etmektedir.

Japonlar teknoloji ve terakkîde dünya devletlerinin ilk sırasında yer alıyorlar. Ancak burada çok önemli ve tehlikeli bir durum olduğunu fark ediyoruz. On Dördüncü Söz’ün Hâtimesi’nde çok önemli ve ilginç bir açıklama dikkatimizi çekiyor. Şöyle ki: “Nasıl ki bir gün gelecek, şu musahhar zemin, yüzünün ziyneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp çirkin bulur. Hâlık’ın emriyle, büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler.”5 Burada geçen Allah’ın emri altında ve O’nun emrine âmâde olan zemin, beşerin sapıtmış, şirke bulaşmış, Cenâb-ı Hakk’ın dışında olanlardan yardım, medet umar hale gelmiş konumu ve teknolojik eserleri ile şükürsüz bir hâle düçâr olmuştur. Bu hâl o kadar ileri gitmiştir ki, yaptıkları eserler ile gurûra giriyor ve yapılan yolların, köprülerin en şiddetli depremlere bile dayanabileceği iddiâsında bulunabiliyorlar.

Kobe depremi öncesinde “Bu köprüleri ve üst geçitleri on iki şiddetinde deprem bile yıkamaz” iddiâ ve gururlarını Allah yerle bir ederek onlara ihtâr edip göstermişti. Hem “Zelzele gibi vâkı’alar olan şu hâdisat-ı kevniye, tesâdüf oyuncağı değiller”6dir. Belki “küre-i arzın, benî Âdemden, bahusus ehl-i îmândan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i mânevîyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi mevtâlûd hâdisat-ı hayatiyesini, bir mülhidin neşrettiği gibi gâyesiz, tesadüfî zannederek, bütün musîbetzedelerin elîm zâyi’âtını bedelsiz, hebâen mensûr gösterip müthiş bir ye’se atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler. Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm’in emriyle, ehl-i îmânın fâni malını sadaka hükmüne çevirip ibkâ etmektir ve küfrân-ı nimetten gelen günâhlara kefarettir.” 7

Belki de en önemli noktalardan bir tanesi şu olabilir: Artık yaşlı zeminimiz kıyamet öncesi, ölümün keşif kolları nev’înden ön ihtârlarla Allah’ın emri ile beşerin bütün bütün yoldan çıkmaması, maddî ve mânevî bir kıyametin arzın ecel-i fıtrîsinden evvel başına gelmemesi için son ikazlar yapılmaktadır. Yüce Allah, bütün insanlığa şöyle bir ders veriyor olmalıdır: Ey nev-i beşer, aklınızı başınıza alınız! Sizin enâniyetiniz ve gurûrunuz olan şirk-âlûd ve şükürsüz âsâr-ı beşeriyeniz sizi kurtaramaz. Siz onlara güvenmeyiniz ve onları güçlü görmeyiniz. Esâs güç ve kudret sahibi Benim. Sizin güçlü ve kuvvetli gördüğünüz ve çokça güvendiğiniz esbâb olan âsâr-ı beşeriyenizi silip süpürürüm. Benim kudretimin önünde onlar dayanamaz ve onları yıkar yok ederim.

Depremden sonra oluşan tsunami dalgalarının her yeri sürükleyip götürdüğü görüntülerini görünce, yüce Rabbimizin güç ve kudretinin sonsuzluğu gözler önüne serilmiş oluyor. Böylece musîbet nev-i beşere hakîkî bir nâsih ve uyarıcı vazîfesini yapmaya devam ediyor.

Japonlar soğukkanlı ve müteharrî-i hakîkat konumunda insanlardır. Dinlemeyi, öğrenmeyi, araştırmayı ve güzel şeyleri almayı severler. Öyleyse kâinatta en büyük hakîkat îmân olduğuna göre, Japonlar bu en büyük hakikate öncelikle Allah’a îmân cihetiyle kavuşmalıdır. Belki de fıtratlarındaki müteharrî-i hakîkat meylini bu yönde istimâl ettirmek için Rabbimiz onlara musîbet veriyor. Zira “hayat musîbetlerle, hastalıklarla tasaffî eder, kemâl bulur, kuvvet bulur, terakkî eder, netice verir, tekemmül eder, vazîfe-i hayatiyeyi yapar.” 8 “Öyle de, çok zâhirî musîbetler var ki, İlâhî birer ihtâr, birer îkazdır.” 9 “Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevî huzur vermektir.”10

Elhâsıl: “Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir. Hem hadsiz nukûş-u esmâsını göstermek için insanı öyle bir sûrette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış. Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Adeta insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umûmiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezâiz gibi nâfi emirler nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazîfelerine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olur. Öyle de, musîbetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalarla, o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyiç eder. Mâhiyet-i insaniyede münderiç olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisânla değil, belki herbir âzânın lisânıyla bir ilticâ’, bir istimdâd vaziyetini verir. Güya insan o ârızalarla, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur, sahife-i hayatında veyahut levh-i misalîde mukadderât-ı hayatını yazar, esmâ-i İlâhiyeye bir ilânnâme yapar ve bir kasîde-i manzûme-i Sübhâniye hükmüne geçip, vazîfe-i fıtratını ifâ eder.” 11

Baki ÇİMİÇ / Yeni Asya

Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 384.
2- Eski Said Eserleri, 2009, s: 175.
3- Eski Said Eserleri, 2009, s: 175.
4- Şuâlar, 2005, s: 562.
5- Sözler, 2004, s: 227.
6- Sözler, 2004, s: 227.
7- Sözler, 2004, s: 227.
8- Lem’alar, 2005, s: 23.
9- Lem’alar, 2005, s: 27.
10- Lem’alar, 2005, s: 27.
11- Lem’alar, 2005, s: 30-31