Kategori arşivi: Yazılar

Ya Resulellah

Sensiz geçen bunca ömrüm
Hebadır ya Resulellah
Olmadığın bir cihanda
Cefadır ya Resulellah

Günahım çok, perişanım
Günahlarımdan pişmanım
Izdırap dolu her anım
Şefaat ya Resulellah

Hani mal-mülk sahipleri
Kalmadı hiç eserleri
Dünyadaki ziynetleri
Beladır ya Resulellah

İsterim ki sana gelem
Dağları taşları delem
Engeller veriyor elem
Dua et ya Resulellah

Niyetim sana gelmektir
Kapınızda sürünmektir
Eşiğine yüz sürmektir
Kısmetse ya Resulellah

Ceddim sensin ya Muhammed
Kıtmirin, Tanyeri Ahmet
Allah’tan bizlere rahmet
İstesen ya Resulellah

Ahmet Tanyeri – Diyarbakır
www.NurNet.org

Günümüz Sorunlarına Çözümler : Milliyetçilik

İslam tarihinde bilindiği gibi ilk milleyitçilik hareketi Emeviler döneminde başlamış ve çok acı neticeler verdirmiştir. Fakat; asıl meselemizi ilgilendiren milleyetçilik ise, 1719 Fransız ihtilali ile başlamıştır. Ve Avrupa’da dalga dalga yayılıp, Avrupa devletlerinde uzun süre savaşlara neden olup 1. dünya savaşı gibi umumi bir felakete sebep olmuştur. Hoşgörü ve adaletin hakim olduğu Osmanlı Devleti 30 civarında milleti 6 asır bünyesinde barındırmış ve idare etmiştir. Avrupa’nın dessas zalimleri dışardan bir türlü yıkamadıkları Osmanlı Devleti’ni ırkçılık taunuyla zamanla yıkmayı başarmışlardır.

İlim ve irfan abidesi olan Bediüzzüman bütün ömrü boyunca asrımızdaki iman hastalığının tedavisi için çalıştığı gibi bu milliyetçilik illetinin de çaresi için müminler arasında uhuvvet ve muhabbetin tesisine bütün ruh-u canıyla çalışmış ve birliğimizi bozan milliyetçilik fikrinin Avrupa’dan geldiğini şöyle ifade eder:

“Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan Avrupa dessas zalimleri bunu İslamlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar. Ta ki parçalayıp onları yutsunlar.” (Mektubat 298)

Ve demiş ki: “Ben, ‘El islamiyetu cebetil asabiyetel cahiliyete’ ferman-ı kat’isiyle, eski zamandan beri menfi milliyet ve unsuriyet perverliğe, Avrupa’nın bir nevi Frenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazariyle bakmışım. Ve Avrupa o Frenk illitini İslam içine atmış; ta tefrika versin, parçalansın, yutmasına hazır olsun.” (Mektubat 59).

Kısacası, ırkçılık bütün güzel hasletleri yıkar, muzır hasletlerin türemesine sebep olur. Bediüzzaman, tüm milliyetçilik hareketlerine karşı sergilediği temel ilke, İslam toplumunun birliği, beraberliği ve rahatıdır. Ve hayatı boyunca müsbet hareket tarzıyla buna çalışmıştır. Yanlış olarak gördüğü idarecileri de ikaz etmiştir. Dahilde silahla mücadele yolunu kapatıp anarşiye sebebiyet verecek her türlü yolu engelleyip asayişi muhafazaya çalışmıştır.

Hatta bir gün on kadar aşiret reisi Bediüzzaman’a gelerek Şeyh Said’in yanında olduklarını ve ona iştirak etmek istediklerini söylediklerinde, Bediüzzaman onlara şiddetle karşı çıkmıştır. Dinimizde Müslümanların birlik ve beraberliğini bozacak ve harici düşmanlara karşı kuvvetlerini kıracak hiçbir dahili isyana yer olmadığını izah etmiştir. Ve bu tür girişimlerin arkasında ecnebi parmağının olabileceğini hatırlatmıştır. Aşiret reislerini ikna edip vazgeçirmiştir.

Yine Bediüzzaman uhuvvet risalesi adlı kitabında, mümine karşı kin ve düşmanlık yapmanın çok büyük bir zulüm olduğunu şöyle ifade eder: “Ey insafsız adam, şimdi bak ki, mümin kardeşine kin ve adavet ne kadar zulümdür. Çünkü nasıl ki sen adi küçük taşları Kabeden daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhuttan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öylede; Kabe hürmetinde olan iman ve Cebeli Uhut azametinde olan İslamiyet gibi çok evsaf-ı islamiyeye muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mümine karşı adavete sebebiyet veren ve adi taşlar hükmünde olan bazı kusuratı iman ve İslamiyete tercih etmek o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük zulüm olduğunu aklın varsı anlarsın.” (Mektubat 65)

Evet, birlik ve beraberliğimizi iktiza eden sebepler yüzlerdir, ayrılığımıza ise birdir. Mesala, Allah’ımız bir, dinimiz bir, kıblemiz bir, peygamberimiz bir, binlerce bir bir birliğimizi gerektirdiği halde, sırf unsuriyetperverlik fikriyle ona karşı cephe almak, düşman nazırıyla bakmak ne derece büyük bir zulüm olduğunu aklı olan, vicdanı sönmeyen herkes anlar.

Mehmet Naci Sonmez

www.NurNet.org

 

Namaz Hakkında Hadis-i Şerifler

İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu; “Namazın dindeki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir.” (Mecmâü’l-Evsat, 3:154, (2313.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir)

Ebu’d-Derda (r.a) şöyle dedi: “Dostum Muhammed (s.a.v) bana şöyle tavsiyede bulundu. Parça parça kesilsende, yakılsanda Allah ‘a ortak koşma ve farz olan namazı bilerek terk etme. Kim ki farz olan namazı bilerek terk ederse Allah ‘ın koruması ondan uzaklaşmıştır.” (Müsned:5/238, El-Bani Sahihi ibn Mace:3529, Beyhaki)

Abdullah bin Kurt radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu;  “Kıyamet günü kul, ilk önce namazdan hesaba çeki­lecektir. Namaz düzgün ise diğer ameller de düzgün olacaktır. Eğer namaz bo­zuk ise diğer ameller de bozuk olacaktır.” Taberâni, Terğib

Hz. Nevfel bin Muaviye radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; “Kim, bir namazı kazaya bırakırsa, sanki onun çoluk çocuğu ve malı mülkü elinden alınmış gibidir.” İbni Hibban

Abdul­lah b. Ömer (r.a.)’dan nakledilen bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular: “İkindi namazını kaçıran kimse sanki ailesi ve malı helak edilmiş kimse gibidir.” (Camiu’l Ehadis)

Hz. Ebû Ûmâme radıyallahu anh’dan rivayet edilen başka bir hadis-i şerifte Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu;  “Allahu Teâlâ’nın bir kula iki rek’at namaz kılması için tevfik vermesinden daha üstün bir şey yoktur. Kul namazla meşgul olduğu sürece başı üzerine iyilikler ve hayırlar saçılır.” (Müsned)

Cabir  İbn-i Abdullah (r.a.)’dan nakledilmiştir, Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Cennetin anahtarı namazdır, namazın anahtarı da abdesttir.” (Müsned)

Hz. Ömer radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; “Namaz dinin direğidir.” Hilyetûl Evliya, Cami’ûs Sağir

Hz. Ebû Katâde radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem bir hadisi kudside Allahu Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu naklediyor; “Ben ümmetine beş vakit namazı farz kıldım. Ve kendi kendime söz verdim ki, kim (benim yanıma) beş vakit namazı vaktinde kılmaya özen  göstererek gelirse, onu Cennet’e koyacağım. Kim de namazlara dikkat göstermezse Benim onun için bir sözüm yoktur” ( Ebû Dâvûd)

Ebû Hûreyre radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem bir kabrin yanından geçerken, “Bu kimin kabridir?” buyurdu. Sahâbe-i Kiram radıyallahu anhum, “Falancanın kabridir” dediler. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; “Bu kabirdeki kimseye göre iki rek’at namaz kılmak, sizin diğer bütün dünyalıklarınızdan daha sevimlidir.” Taberâni, Mecma’uz zevâid

Hz. Ebû Zerr radıyallahu anh diyor ki: Bir defasında Peygamber sallallahu aleyhi vesellem kış mevsiminde dışarı çıktı. Ağaçlardan yapraklar dökülüyordu. Bir ağacın dalından tutunca ağacın yaprakları daha çok dökülmeye başladı. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, “Ey Ebû Zerr” dedi. Ben, “Buyur yâ Rasûlallah!” dedim. Efendimiz  sallallahu aleyhi vesellem, “Müslüman bir kul, Allah’ı razı etmek için namaz kılarsa, onun günahları şu yaprakların, bu ağaçtan döküldüğü gibi dökülür.” Müsned’i Ahmed

Hz. Aişe radıyallahu anhadan rivayet edilmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi vesellem sabah namazının iki rek’at sünneti hakkında şöyle buyurdu; “Şüphesiz iki rek’at bana bütün dünyadan daha sevgilidir.” Müslim

Ebu Hureyre (ra)’den rivayet edilmiştir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: “Adem oğlu secde ayetini okuyup secde ettiği zaman şeytan ağlayarak uzaklaşır ve şöyle der: Helak oldum. Adem oğlu secde etmekle emrolundu da secde etti ve cennet onun oldu. Halbuki ben de secde ile emrolunmuştum fakat ben secde etmekten yüz çevirdim. Artık ateş benim içindir.” (Sahih-i Müslim: 81 rivayet edilmiştir)

Hz. Ebû Fâtıma radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Diyor ki; Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem bana, “Ey Ebû Fâtıma! Sen eğer (ahirette) benimle bu­luşmak istiyorsan secdeleri çoğalt (yani bol bol namaz kıl.)” Müsned’i Ahmed

ilmedavet.com

Bediüzzaman’ın gözüyle Hz.Muhammed (s.a.v)

Üstad Nursî’nin gözüyle Hz. Muhammed (s.a.v) efendimiz

Üstad Bediüzzaman her neyi ele almışsa onu en güzel ve en mükemmel bir şekilde izah etmiştir. Onu okuyup da hayran olmamak mümkün değil. Onun, Allah’ı, ruh ve melekleri, kitapları, özellikle Kur’an’ı, kaderi, öldükten sonra dirilişi, nübüvvet meselesini, özellikle Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizi anlatmasına doyamazsınız.

Yaklaşık 1184-1272 yılları arasında yaşayan Şeyh Sadi-i Şirazî çok iddialı bir söz söylemiş ve demiştir ki: “Mâna gülistanı açıldı açılalı hiçbir bülbül Sadî kadar güzel terennüm etmemiştir.” (1)

Bu sözün sahibi Sadî’nin doğru ve haklı olduğuna inanırım. Ama inandığım bir şey daha var. O da şudur: Eğer Sadî kendisinden 9 küsür asır sonra gelen Bediüzzaman Said Nursi’yi görse ve eserlerini okusaydı eminim aynı sözü Bediüzzaman için söyleyecek ve şöyle diyecekti: Osmanlı’dan sonra hiçbir bülbül Bedüzzaman gibi şakımadı, onun kadar hiç kimse gür sedalı olamadı, Hiç kimse kâinatı onun kadar güzel okuyamadı. Peygamber ve Kur’an hakkında onun kadar hiç kimse güzel söz söyleyemedi.

Bediüzzaman, Peygamberimizin hayatını bir siyerin, bir İslam tarihinin anlattığı gibi anlatmaz. Fakat O, peygamberimizle ilgili öyle tahliller (ve analizler) ortaya koyar ki o analizlerde kullandığı kelimelerden Peygamber’in yaşadığı tarihi, hayat seyrini, verdiği mücadeleyi, takvasını, ahlakını, şemailini, ruhî ve fizikî gerilimini, Hak’la ve halkla ilişkilerdeki mükemmelliğini, çevre anlayışını ve çevreye getirdiği muhteşem düzenlemeleri çok rahat görmeniz mümkündür.

Bediüzzaman, Hz. Peygamberi anlatırken kullandığı her bir kelimesine adetâ İslam tarihini ve Peygamber’in hayatını yükler. Onun her bir kelimesi bir ekran ve bir penceredir. Oradan asr-ı saadeti âdeta görür ve seyredersiniz.

Onun her bir kelimesi, bir çekirdek gibidir. Açarsanız içinden meyvelerle yüklü bir ağaç çıkar. Veya filaş bellek gibidir. Bilgisayara takarsanız, onda bir çok kitabın yüklenmiş olduğuna şahit olursunuz.

Misal mi istersiniz? Buyurun:

19. sözün birinci reşhasında Peygamberimizi, kâinat kitabının Allah’ı anlatan “en büyük ayeti” (2) İlan eder. Bu ilanıyla Bediüzzaman şunu demek ister:

Kitap ve içindeki her bir cümle yazarını anlattığı gibi; kâinat kitabı ve onun içindeki her bir varlık da yazarını ve yaratanını anlatmaktadır. Tabii bunların içinde bir varlık, yani bir âyet var ki Onun gibi Allah’ı anlatan yok. O da, Hz. Muhammed (s.a.v) efendimizdir. Peygamberimiz, Allah Tealâ’yı sadece diliyle değil, haliyle ve ahlakıyla anlatmıştır. Peygamberimiz, Allah ahlakının bir yer yüzünde tezahürüdür. Yüce kitabımız Kur’an’ın da bir ayet-i kübrası=en büyük ayeti vardır. O da âyetü’l-kürsidir. Neden âyetü’l-Kürsî, âyetü’l-kübra olmuştur? Çünkü ayetü’l-kürsî, diğer ayetlere göre Allah’ı daha güzel, daha kapsamlı anlatmakta, birkaç satırla bütün özellik ve güzelliklerini ortaya koymaktadır.

Gelip geçen varlıklar içinde Allah’ı en iyi Peygamberimiz anladığından ve anlattığından dolayı o da kâinat kitabının ayetü’l-kübrası yani en büyük ayeti olmuştur.

Gördünüz mü efendim, Üstad’ın, “kitab-ı kebirin ayet-i kübrası” ifadesinden neler çıktı?

Aynı yerde Üstad, yer yüzünü, Peygamberimizin manevi şahsiyetine bir mescid, Mekke’yi bir mihrab, Medine’yi bir minber, Peygamberimizi, bütün müminlerin imamı ve bütün insanların hatibi, peygamberlerin reisi, evliyanın seyyidi gösterir. Medine minberinde irad ettiği hutbenin adı: “Hutbe-i Ezeliye” dir ki o da Kur’andır. Bu hutbenin müellifi Allah, müfessiri de Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Kur’an, ezelîdir, çünkü Ezel’den gelmiştir; ebedîdir, çünkü ebede gidecektir.

İkinci reşhada, yine içinden kitaplar çıkacak ve üzerinde saatlerce konuşabileceğimiz kelimeler görüyoruz. Üstad Bediüzzaman’a göre Sevgili Peygamberimiz, “Nurânî bürhanî tevhid” (3) yani Allah’ın birliğinin nurlu delilidir. Allah’ı inkâr etmek için bu delili karartmanız gerekmektedir. Bu delili karartamayacağınıza göre öyleyse Allah’ı inkâr etmek de mümkün olmayacaktır. Varlık âleminde hiçbir şey olmasa sadece Hz. Muhammed (s.a.v) kalsa, Allah’ın varlığına, birliğine, güzelliğine, mükemmelliğine delil olarak yeter. Güneş inkâr edilemediğine göre, güneşin sahibi ve sanatkârı hiç inkâr edilemez.

Güneş, Süleyman Çelebî’nin de dediği gibi Peygamber’in çevresinde dönen sadece bir pervane olabilir. Güneş bir lambadır. Yüce Allah da Peygamberini bir lamba olarak tanımlamıştır.(4) Güneşi gökte, Hz.Peygamber’i yerde aşkıyla tutuşturan Allah’tır. Yüce Allah kendisini yerdeki ve gökteki güneşlerle tanıtmak istiyor. Bu şahitleri susturmak ve bu lambaları söndürmek mümkün olabilir mi ki Allah da inkâr edilebilsin?

İşte Üstad Bediüzzaman’ın ifadeleri böylesine yüklü. Gördünüz mü efendim onun “Nûrânî bürha-ı tevhid” terkibinden neler çıktı?

Üstad Bediüzzaman diyor ki:

Onun Şeriatını:

1-Nebiler ve veliler,

2-Tevrat ve İncil gibi semavî kitaplar,

3-Dünyaya geldiği gün meydana gelen harikulade olaylar (irhasat),

4-Görünmeyen varlıkların, (hatiflerin) ve kâhinlerin ihbarları,

5-Ayın ikiye bölünmesi gibi mucizeleri tasdik etmektedir.

6-Gayet kemaldeki övülmüş ahlakı, (şefkati, merhameti, vefakârlığı, fedakârlığı, Hilmi, sabrı, affı, tevazuu, adaleti, şecaati vs.),

7-Tam güveni ve tam güvenilirliği,

8-Fevkalade takvası,

9-Fevkalade kulluğu ve ibadeti,

10-Fevkalade ciddiyeti,

11-Fevkalade metaneti (Allah’tan başka hiçbir şeyden ve hiçbir kimseden korkmaması)… gibi yüksek seciyeleri de onun davasında son derece doğru olduğunu göstermektedir.

Yine 3. Reşhada: “Hüsn-ü sîret ve cemal-i sûret ile mümtaz bir Zât’ı görüyoruz.” (5) diyor. Yani içi güzel, dışı güzel Muhammed (s.a.v) demektir. Ben Peygamberimizin iç güzelliği ve dış güzelliğine misaller vermeye kalkarsam bir kitap, iki kitap, üç kitap meydana gelir.

Bunun açılımından şemail, ahlak ve siyer kitapları çıkmıştır. Veya onca kitap bu cümlenin izahıdır, diyebiliriz.

Bediüzzaman 4. Reşhada da nefis bir yoruma yer veriyor ve diyor ki:

Hz.Peygamber gelmeden önce kâinat bir matemhane idi. Varlıklar birbirinin düşmanı, cansız varlıklar birer cenaze, canlılar yokluk ve ayrılık sillesiyle ağlayan yetimlerdi. Peygamberimizin verdiği dersle matemhane olan kâinat, şevkli ve cezbeli bir zikirhaneye döndü. Varlıklar, hepsi bir Allah’ın eseri olduğu için birbirinin dostu ve kardeşi oldu. O sessiz, cansız varlıklar birer itaatkâr memur, o ölüm ve ayrılık korkusuyla ağlar görünen yetimler, birer zikreden zakir veya vazife paydosundan şükreden şâkir suretine dönüştü.

Üstad Bediüzzaman’a göre Peygamberimiz,

1-Ebedi saadetin müjdecisi,

2-Bir rahmeti sonsuzun kâşifi, göstericisi,

3-Allah’ın güzelliklerinin dellalı, seyircisi,

4-İlahî isimlerin hazinelerinin keşşafı ve ilancısıdır. (Bu maddelerin her biri bir makale konusudur.)

Kulluğu açısından ona bakıldığı zaman o, bir muhabbet misali, rahmet timsalidir. (Yani sevgi örneği, rahmet ve merhamet sembolüdür.) Peygamberliği açısından bakıldığında Hakk’ın delili, hakikat lambası, hidayet güneşi ve saadet vesilesidir. (6)

(Bu cümlelerde de koca bir İslam tarihi ve peygamber şemaili yatmaktadır.)

Yine der ki Üstad Bediüzzaman: “Hz. Muhammed (s.a.v), güneş gibidir; Zât’ını, Zât’iyle ışıklandırarak gösterir.” (7)

Bu cümle lafzı itibariyle çok kısadır, ama manası itibariyle çok uzundur. İddiası ve isbatı içinde olan cümlelerden biridir. Cümle bedi’dir. Çünkü onu Bediüzzaman söylemiştir. Ve demek istemiştir ki: Güneşin güzelliğini göstermek için hiç başka ışığa ihtiyaç duyulur mu? Güneşin ışığı, kendisini göstermeye yeter.

Yukardaki sözü manası itibariyle destekleyen Bediüzzaman’ın bir bedi sözü de şudur: “Mucize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammed’dir. (s.a.v)” (8)

Bu söz, Peygamber’den hak olduğuna dair mucize isteyen zavallılara bir cevap mahiyetinde söylenmiş bir sözdür. Bu cümle ile denilmek istenmiştir ki: Peygamberden mucize istemeye ne gerek vardı? Mucize karşınızda duruyor: Muhammed. (s.a.v)

Adı güzel, tadı güzel, yadı güzel Muhammed. (s.a.v)

Eli güzel, yolu güzel, dili güzel Muhammed. (s.a.v)

Sireti güzel, sûreti güzel, kalbi güzel, kalıbı güzel Muhammed. (s.a.v)

Halkı güzel, hulku güzel. Ahkâmı güzel, ahlakı güzel Muhammed. (s.a.v)

Şeriatı güzel, medeniyeti güzel Muhammed.(s.a.v)

Üstad Nursî’nin, bir makalenin boyutlarına sığmayacak derinlikte ve güzellikte bir cümlesi bu günkü yazımızın hitam-ı miski olsun. Buyurmuşlar ki:

Evet,evet,evet !…Eğer kainattan Risalet-i Muhammediye’nin (ASM) nuru çıksa, gitse kainat vefat edecek !!! Eğer Kur’an gitse, kainat divane olacak ve küre-i arz, kafasını, aklını kaybedecek. Belki,şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak,bir kıyameti koparacak.!” (9)

Aman herkes dikkat etsin ve çok çalışsın. Kâinatımızdan Peygamberimizin nuru, dünyamızdan da Kur’an çekilip çıkmasın.

(Devam edecek)

DİPNOTLAR:

1-Şirâzî, Sâdî, Bostan ve Gülistan, terc. Rifat Bilge, 2

2-Nursî, Said, Sözler (19.söz)

3-Aynı yer

4-Bkz Ahzab, 33 / 46

5-Nursî, aynı yer

6-Nursî, Said, Sözler, 19. Söz, 6. reşha

7-Nursî, M.Nuriye, (Rşhalar, 3.reşha), 23

8-Nursî, Şuaat-ı Marifetü’n-Nebi (6.şua, zeyl )üç noktaya cevap 2

9-Nursî, Sözler, (10.söz, 2. Zeyl) 107

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Günümüz Sorunlarına Çözümler : Siyaset

Bediüzzaman’ın hayatı boyunca Kur’an ahlakındaki sevgi, barış ve huzur dolu bir hayatın tüm insanlara yayılması için çalıştığı ve bunun sağlanması için de bizzat devlet yönetimindeki insanlara başta olmak üzere her halk tabakasına dersler vermiştir. Aşiretleri teker teker dolaşarak sorunlarını dinleyerek müspet Kur’an anlayışına göre dersler vermiştir. Hayatı boyunca Kur’an’ı kendisine rehber tutarak ve onun çizgisinden zerre kadar sapmadan hizmetini devam ettirmiştir.

Siyasete gelince; bilindiği gibi siyasetin kelime anlamı ülke idare etme sanatı, devlet idaresini düzenleme, devletin yönetim bilimi gibi anlamlara gelir. İşte Bediüzzaman her şeyde olduğu gibi siyasetin de usulünün nasıl olması gerektiğini ve Kur’an’ın meşru gördüğü tarzı bize göstermiştir. Ve kendisi de az da olsa bizzat dine hizmet etmek için siyasetin içinde bulunmuştur.

Fakat asıl amacı siyasesti dine alet ve hizmetkar yapmaktı. Bazı siyasiler gibi dini siyasete alet etmek değildi. Ve 1922’de Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara’ya davet edilip, resmi törenle karşılanır ve birinci millet meclisinde hizmetini sürdürmeye çalışır. Bir gün bakar ki bin seneden beri İslamiyet’e bayraktarlık yapan bir milletin vekillerinin çoğu namaz kılmıyor, bunun üzerine on maddelik bir beyanname neşreder(1923) ve mecliste 60 kişi daha namaza başlar. Fakat Bediüzzaman umduğunu bulamayınca ve ahir zaman fitnesinin haber verdiği hadisin mealine göre “o zamana yetiştiğinizde siyaset ile onlarla galebe edilmez.” Ve edilemeyeceğini anlar. Kendisine verilen bütün teklifleri redderek Van’a döner, hatta o zamandaki çok büyük siyasi yanlışlıkları gördükten sonra “Euzübillahiminneşeytani ve siyaseti” diyerek talebelerine de bunu tavsiye eder.

Aslında Bediüzzaman’ın burada kastettiği siyaset menfi siyasettir. Yani şahsi menfaatlerin esas alınması, din ve mukaddesatın bu uğurda feda edilmesidir. Ve bu gibi siyasetçiler hırs ile kendi fikirlerini hak, başkalarının fikirlerini batıl telakki ederek böylece akıllarından ziyade his ve heveslerine kapılıp kendi ihtiraslarının tatmini için haysiyetini ve şerefini hatta mukaddesatını bile feda ederler. İşte muzır siyaset olarak nitelendirdiği budur.

Yoksa siyaset, eğer mükemmel anlamda vatan ve millete hizmet etmek ve huzur, emniyeti tesis ile fert ve cemiyetin maddi ve manevi terakkileri için yapılırsa, muhakkak ki çok kutsal bir vazife ve büyük bir hizmettir. İşte Bediüzzaman da Eski Said olarak tabir ettiği, Kur’an tefsiri olan Risalei-Nur’u telif etmeden önce sırf dine hizmet etmek için biraz siyasette bulunmuş; fakat siyasetin menfi tarafgirliğini ve şahsi menfaatlerinin ön planda tutulduğunu görünce Kuran’a ve imana bu yolla hizmet edilmez deyip siyaseti tamamen bırakmış ve şöyle buyurmuştur:

“Bir zaman bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki; mütedeyyin (dindar) bir ehl-i ilim, fikr-i siyasisine muhalif bir âlim-i salihi tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı hürmetkârane methetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm ve e ‘Euzübillahi minneşeytani ve siyaseti’ dedim.O zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.” (Mektubat 247)

Evet, burada Üstadımız siyaset ölçüsünün de Kur’an ve iman muvacehesi dışında olmasının ne kadar tehlikeli olduğunu da bize ders veriyor. Demek siyaset yaparken ölçümüz Kur’an ve iman olacak. Hatta bir oy kullanırken bile bu ölçü esas olmalı yoksa zalime taraftarlık ile onun zulmüne şerik edebilir.

“Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi, o geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder; hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur. Veya noksan bıraktırır; hem herhalde bir tarafgirlik meyli verir, zalimin zulmünü hoş görür şerik olur.” (Emirdağ lahikası)

Bediüzzaman’ın bu tür siyesetten çekilmesinin diğer bir nedeni de bölücülüğe yol açması ve İslam kerdeşliğini bozmasındandır. “Sakın sakın dünya cereyanları, hususen siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihat etmiş dalalet fırkalarına karşı sizi perişan etmesin. ‘Elhubbu fillah velbuğzu fillah’ Düstur-u Rahmani yerine, el-iyazubillah- ‘elhubbu fissiyaseti velbuğzu fissiyaseti’ düstur-u şeytani hükmedip melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve elhannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine şerik eylemesin.” (Kastamunu Lakikası 34)

Burada Bediüzzaman’ın asıl olarak üzerinde durduğu diğer bir husus, asrın hastalığı olan iman eksikliğidir. Ve bütün problemin ana kaynağı bu olduğunu ve her şeyden önce merak ve gayretimizi buna sarfetmemiz gerektiğini bildiriyor.

Bir gün 1.Dünya Savaşı döneminde talebeleri tarafından soruluyor: ‘Neden tüm dünyayı ilgilendiren bir savaşı merak edip sormuyorsunuz? Halbuki cami cemaati ve dindarlar, cemaati bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan büyük bir mesele mi var veya bununla meşgul olmanın zararı mı var. Cevap olarak demiş:

“Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hakimiyet-i amme davasından daha ehemmiyetli bir dava herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilatereddüt sarfedecek.” Hatta maddiyunluk taunuyla cokları o davayı kaybediyor.”

Cayı hayret! Başımıza dava acılmış haberimiz yok ! Hem de nasıl bir dava ebedi bir hayatı kazanmak veya kaybetmek ? Bir de bizi yokluktan varlığa çıkaran Allah; her iki hayatımızın da saadetini; ebedi hayatımızı düşünüp ve ona göre çalışmakla mümkün olduğunu bildiriyor. işte Bediüzzaman bu büyük eksikliğimizi hissetmiş, ve hayatı boyunca bu ali değerlerin tekrar dirilmesi için çalışıp Risalei-Nur gibi eserleri bize bahşetmiştir. Toplum ve millet olarak da bu tarzda çalışmalarımızı tavsiye edip, birlik ve beraberliğin sağlanması için hayatı boyunca gayret sarf etmiştir.

“Evet şimalden gelen küfr-ü mutlak cereyanını durduracak yalnız Risale-i Nur’dur. Siyaset, diplomatlık bu vazifeyi göremez, onun için vatanperver ve milliyetçi ve siyasetçilerin nurlara sarılma mecburiyeti var.” (Emirdağ Lahikası 217)

Kısacası günümüz gündemini oluşturan bu siyaset karmaşasının her bir müslümanın İslamiyet çerçevesinde akıl ve vicdan müvacehesinde değerlendirip ve asıl vasifesini unutmadan öyle hareket etmesi gerekmektedir. Yoksa maddi manevi çok büyük hasaretlere neden olabilir.

Mehmet Naci Sonmez

www.NurNet.org