İnsanlığı zirvelere taşımış terbiye yöntemi

Osmanlı Devletinin bir kum torbasının boşaldığı gibi bütün değerlerinin santim santim tarumar olduğu günlerde, yerlere saçılan altın tozlarından biri de göz kamaştırıcı bir tarihi geçmişi bulunan “pedagoji” bilimi idi.

Osmanlı’nın yıkılışı ile birlikte yüzyıllardır büyük bir özenle oluşturulan, en hasas ellerde damıtılarak berraklaştırılan “muhteşem insan” yetiştirme sanatı da göz göre göre yok olup gidiyordu, bir daha geri dönmemek üzere…

Ve bir zamanların Alparslanları, Fatih’leri, Yavuz’ları, Yunus’ları yetiştiren Taptuk Emre’ler bir hikâye kahramanı gibi çizgi hikâyeciklere dönüşmekte geç kalmamıştı.

Hâlbuki Anadolu toprakları göz kamaştırıcı güzellikte insanlar yetiştiren bir merkezdi… bu merkez daireye kim girerse girsin, hangi dinden olursa olsun, hangi etnik köken olduğu da fark etmez, insan olmanın zirvesinde kimliğe bürünüyordu…

Anadolu toprakları üzerindeki pedagojik yaklaşım öyle bir iksir sunuyordu ki üzerinde yaşayan kişilere, en kaba saba insan bile o iksiri içtiğinde, İstanbul Beyefendisi, İstanbul Hanımefendisi kimliği ile anılmaya başlıyordu…

Binlerce metrekarelik bu coğrafyada, hiçbir çocuk annesini dövmüyor, hiçbir öğrenci hocasını öldürmüyor, hiçbir abla erkek kardeşini öldürdükten sonra sandığa saklamıyor ve hiçbir erkek en yakınındaki kızı testere ile kesmiyordu…

Anadolu toprakları üzerinde doğal bir yaşam vardı… Anne babalar çocukları ile öylesine doğal iletişim içinde yaşıyorlardı ki, ne kimse anne baba olduğu için kendinde “azamet” ve güç var diye düşünüyor, ne de çocuklar böylesi saygın bir ortamda anormal davranışlar sergiliyorlardı… Anne babalar, çocuklarına evlerindeki aziz bir misafir gibi davranıyor, çok defa çocuklarının başında dua ederken, “Acaba, tarihin o büyük ismi bizim evde mi misafir” diyerek çocuklarına saygıda kusur etmiyorlardı…

Çocuk yetiştirmek Anadolu’da bu günkü gibi tek annelerin üzerine atılmamıştı. Çocuğun yetişmesinden herkes sorumlu idi, ama bu sorumluluk çocukların yanlış yaptıklarında kulakları yukarı doğru çekilerek ve zavallılaştırılarak değil, çocuklara hedefler vererek onları geleceğe hazırlamaklar şeklinde oluyordu. Çocuk bazen bir komşunun yanında, bazen bir yolcunun yanında, bazen bir mürebbinin yanında hayal dünyasının büyüklüğüne göre dolup dolup taşıyordu…

Herkes herkesin çocuğunun yetişmesinde rol oynuyordu. Ondandır ki, Osmanlı’nın kurucusu Osman Gazi’ye bir cihan devleti kurması konusunda fikir hocalığı yapan kişi ne annesidir, ne de babasıdır… Osman Gazi’yi gece yatamaz hale getiren kişi Şeyh Edebalı’dır… Çünkü çocuk terbiyesi öyle tek başına annelerin sorumluluğuna bırakılmayacak kadar ciddi bir sorumluluktur… ne geleceğin o dev ismini tek başına yetiştirecek güç ve kudrettedir ne de çocuk bir kişiden dolabilecek kadar basit bir varlıklardır…

Sadece Osmanlı değil. Osmanlı’dan önceki dönemlere de bakıldığında bu milletin ortak karakterinin “İnsan yetiştirmek” olduğunu görmekteyiz… İşte insan yetiştirmekte uzmanlaşmış olan bir milletin elindeki bütün usul ve yöntemleri terk ederek, çocuk yetiştirme konusunda her şeye yeniden başlaması, oldukça acınacak bir haldir.

Psikoloji Reform, Pedagoji Form için vardır

Psikoloji’nin kelime anlamı, “ruh bilimi” dir. İnsan ruhuna mercek tutar ve onun ruh dünyasında neler yaşıyor, yaşadığı olaylar davranışlarına nasıl aksediyor onun üzerinde araştırmalar yapar. İnsanda bozulmuş olan ruh dünyasını yeniden inşa etmeye çalışır.

Pedagoji ise çocuk bilimi demektir. Ve henüz bozulmamış, tertemiz bir vaziyette anne babanın elinde bulunan çocukların dünyasını yakından inceleyerek anne babaya, eğiticiye çocukların ruhunu bozmadan nasıl yetiştirilmesi gerektiği konusunda tavsiyelerde bulunur.

Bu açıdan bakıldığında, psikoloji yıkılmış ruhların, duyguların yeniden düzene sokulması ile uğraşırken, pedagoji ise insanın daha çocukluk yıllarında ruhunu bozulmaması için tedbirler alır. Yani psikoloji yeniden inşa olan “reform” ile uğraşırken, pedagoji sıfırdan inşa etmek olan “form” ile uğraşır.

Bir şeyin bozulmuş halini yeniden eski haline getirmek, o şeyi sıfırdan yapmaktan zordur. Yıkılmak üzere olan bir binayı tamir ve tadilatla ayakta tutmak oldukça zordur ama o binayı ta başlangıçta yıkılmayacak vaziyette planlamak ve inşa etmek daha kolaydır.

İşte bu sebepledir ki, Anadolu topraklarında “pedagoji” oldukça yayın olduğu halde, psikoloji bilimi çok kabul görmemiştir. Özellikle Osmanlı “mürebbi” (pedagog) ve “mürebbiye” (bayan pedagog) ler ile her aileye çocuklarını yetiştirmede destek olduğu halde, her aileye bir psikolog gereklidir diye düşünmemiştir.

Anadolu pedagojisinde insanın bozulmuş olan ruh dünyasının tamiri için daha çok tasavvuf ehli gönül dostları rol oynamışlardır. Zira Anadolu Pedagojisinde bir kişiye tavsiyede bulunacak olan kişinin tavsiye ettiği konuyu kendisinin dört dörtlük yaşıyor olması şartı vardır. Hal böyle olunca, bir psikolog otomatik olarak gönül dostu hüviyetini kazanmış olması gerekir.

Batı çocuğu buldu, doğu çocuğu yok etti

Göz kamaştırıcı bir hassasiyet ile çocuk yetiştiren Anadolu insanını gören Batılı bilim adamları, çocuğa bakış açısını değiştirdi. Bir zamanlar içinde günah ve şeytan ile dünyaya geldiği konusunda şüphe duyulmayan ve onun için daha doğduğu günden itibaren vaftiz edilerek günahlarından arındırılan çocuk, bir süre sonra Avrupa Çocuk Hakları Sözleşmesi ile insan olmanın hak ettiği değere yükseliyordu. Bu yükseliş öyle bir yükselişti ki, ondokuzuncu yüzyılda hiçbir bilim dalı pedagoji gibi hızlı bir yükseliş yaşamamıştı. Pedagoji daha 19 uncu yüzyılın başında Psikoloji bilimi içinde yer alırken, bu tarihten sonra ayrı bir bilim dalı haline gelmiş, bu da yetmez gibi hızlı bir şekilde alt branşlar oluşmaya başlamıştı.

Örneğin, çocukların medyadan etkileşiminin nasıl olduğunu incelemek üzere “medya pedagojisi”, farklı kültürden çocukların birbiri ile etkileşimini gözlemlemek üzere “transkültürel pedagoji”, davranış bozukluğu olan çocukların davranışlarla ilgilenmek üzere “ortopedagoji”, çocukların nasıl öğreneceğini mercek altına almak üzere “eğitim pedagojisi” gibi onlarca alt branşlar oluşmuş ve oluşan bu branşlar her biri kendi sahasında yeni bir bilim dalı olabilecek kadar büyümüştür sadece bir yüz yıl kadar geçen sürede.

Avrupa, Anadolu insanının bin yıldır uyguladığı usulleri keşfetmenin ve bunlara birer bilimsel nitelik kazandırmanın keyfini yaşarken, yıkılan Osmanlı’nın altında kalan Anadolu insanı da, sanki bir okus pokus ile Avrupa’nın Ortaçağ döneminde çocuk terbiyesindeki bilinçsizliğine adım adım düşmeye başladı.

Bir zamanlar, evlerinde aziz birer misafir olarak kabul ettikleri, onlara cihan devleti kurmaları için ufuk verdikleri çocuklar, maalesef artık evlerde tekme ve tokatlarla dövülür, yakalarından tutulup duvarlara atılır, henüz aklı ermez denilerek küçük düşürülür hale getirildi.

Böylesi bir yok oluş süreci sadece halk arasında değil, aynı zamanda bilim dünyasında da yerini aldı. Avrupa’nın binbir özen ile bulup geliştirdiği “pedadgoji” bilimi bir süre sonra Türkiye üniversitelerinden kaldırıldı. Bin yıllık bir birikimin kökleri böylece ortadan tamamen kaldırılmış oldu.

Halbuki bir zamanlar Anadolu topraklarında hedef olarak konulan insanlık noktasında mükemmel olma hedefi bu gün Avrupa tarafından ele alınmakta, bu konuda bilimsel çalışmalar yapılmakta, ancak bin yıllık bir süreçle ve ince ince tecrübeler ile oluşmuş olan Anadolu Pedagojisi henüz Avrupa’da meyvelerini vermedi.

Adem Güneş

Rızkın Belirsizliği ve Rızk/Risk İkilemi

Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez” der Kur’ân. Beş bilinmeyenlerden birisi de bu.

Diğer dördü de kıyametin kopma vakti, yağmurun ne zaman yağacağı, ana rahmindeki çocuğun durumu, bir de kişinin nerede öleceği

Bu dördünü ilk anda anlamak mümkün de yarınki kazancımızı bilmemek ne anlama geliyor?

Kazanç deyince iyi kötü, hayır şer, sevap günah gibi şeyler söz konusu olsa da daha çok “kâr, kazanç” getiren maddi gelirler, para pul gibi şeyler düşünülür.

Bunun da dinî ve Kur’ân’ı ifadesi “rızk“tır. Batılı dillerde “risk.” Endülüs Müslümanlarından sonra İspanyolca’ya, oradan da bütün dillere “rızk/rızık” “risk”e dönüşerek geçmiş.

(Biz “rızk”la Allah’ı düşünürken, Avrupalı rızk/risk ikilisinde kalmış.)

Hiç kimse rızkını kolay kazanmıyor. Her istediğinde rızkını temin edemiyor. Gönlünde yatan, hayalini kurduğu rızka her zaman ulaşamıyor.

O kadar istemesine rağmen zengin olamıyor, zengin olsa bile bütün isteklerine kavuşamıyor. Ulaşamama, kaybetme ve koruyamama riskini sürekli taşıyor.

***

Allah Rezzak’tır, bütün rızıklar Allah’tan geliyor, gerçek rızık sahibi O’dur. Âyetin anlatımıyla “Gökler ve yerin mülkü Allah’a aittir.”

Kur’ân bize Allah’ı Ganî/zengin, Cevad/cömert, Kerim/ikram eden olarak anlatıyor. Öyleyse Allah kullarının bütün isteklerini, istediklerini niçin ve her zaman bolca vermiyor, kısarak veriyor?

Birinci hikmeti şu: Beş gayb bilgisinde yer aldığı gibi, rızık, ecelle ile birlikte sıralanmış. Hiç kimse ecelini/ne zaman öleceğini bilemediği gibi, eline geçecek rızkı/nimeti bilemiyor.

İtikadi söylemiyle rızık perde-i gaybda ve müphem ve gayrimuayyen ve zahiren tesadüfe bağlı gibi görünüyor. (Şuâlar, 15. Şua)

Şöyle açalım cümleyi: Rızık gayb perdesinde saklı, kapalı/gizlenmiş durumda, çok açık ve belli değil görünüşte tesadüfe bağlı gibi…

Rızık niçin açık ve ortada değil herkes her zaman her istediğine ulaşamıyor? Çoğuna, çok kere ulaşmaya ulaşıyor da -yoksa zaten rızıksızlık olurdu- rızık şükrün ve hamdin/hamdetmenin membaı, kaynağı, duanın ve ibadetin madeni, temeli ve vesilesidir de onun için…

***

Kendisini bize Rezzak olarak tanıtan kerem ve ihsan sahibi Yüce Allah rızık isteme kapısı olan duayı, yalvarıp yakarmayı açık bırakmış ki bizler sürekli o kapıda duralım, ayrılmayalım. Muhtaç oldukça dilimizle, fiilimizle dua edelim, nimetler geldikçe şükrümüzü artıralım, kul olmanın verdiği zevkten mahrum kalmayalım.

Yoksa herkesin rızkı belli olsaydı, ne yiyip içeceği bilinseydi, eline neyin, ne kadar geçeceği bir plana göre işleseydi, o zaman minnet ve şükür kapıları kapanacak, dua ve niyaz yolları tıkanacak, kulluk ve ibadet vesileleri ortadan kalkacaktı.

İkinci hikmeti de Kur’ân’ın verdiği şöyle bir bilgiyle anlatır:

Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde taşkınlık ederlerdi. Onun için, Allah rızkı kendi dilediği bir ölçüde indirir. Şüphesiz ki O kullarından haberdardır ve onların her halini görmektedir.” (Şûrâ, 42:27)

Öyle değil mi?

(1) Çoğu aşırı zenginler ellerinin altında bulunan nimetleri ve imkânları Allah’tan bilmemekle manevi bir taşkınlık yapıyor.

(2) Onları muhtaç olanlarla paylaşmamakla ikinci bir taşkınlığa giriyor.

(3) Bir başka taşkınlığı da israfa girerek, gurura kapılarak, nefsini şımartarak, haramı helali gözetmeyerek o nimetleri aleyhine geçiriyor.

Dünyada sınırsız bir keyif ve aşırı bir zevk içinde yaşarken ebedi hayatını kaybetme riskine giriyor.

Mehmet Paksu / Bugün

Hür Adam (Son yazı)

Bu, Hür Adam filmiyle ilgili kaleme aldığım 5. yazı. İkisi Zaman’da, biri Aksiyon’da, biri de Zafer dergisinde yayımlanan bu yazılarda içerikten estetiğe, eleştiriden övgüye kadar her şey vardı neredeyse.

Esasen film hakkında söylenmedik hiçbir şey kalmadığını düşünüyorum. Ne ki filmin gişe rakamlarını son kontrol ettiğimde -şahsen- üzücü bulduğum bir rakamla karşılaştım. Vizyona girişinin 7. haftasında 950 bin civarında izleyici rakamına ulaşmış Hür Adam.

Bazı hayal kırıklıkları, beklentinin yüksekliği ile doğru orantılı oluyor. Belki de bu nedenle hiç de fena olmayan bu rakam beni üzdü. Gelin görün ki, bu durum hakkında son bir tahlil yapma zarureti de doğurdu. Hür Adam filmi yapımcısından senaristlerine, seyircisinden biz yazar-çizer takımına kadar birçok kesime bir şeyler de anlatmış olmalı.

Sanırım daha önce de belirttim, çok riskli bir alanda önemli bir sanat eseri vermeye çalışmış Mehmet Tanrısever. Cesareti ve fedakârlığından dolayı tebrik edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Tanrısever’i yakından tanıyan biri olarak, samimiyetinin boyutunu bildiğim için mevcut tablonun en çok da onu üzdüğünü tahmin edebiliyorum.

Ne var ki birtakım hakikatleri de hatırlatmak boynumuzun borcudur…

Böylesi zor bir konuda (hem biyografi, hem mühim bir din alimi hakkında) film çekmek eleştirilere baştan hazırlıklı olmak anlamına gelmeli. Ki filmin vizyonundan önce başlayan tartışmalar da bunu gösterdi zaten. Öyle enteresan bir durum ortaya çıktı ki, bazen film bırakılıp kahramanını eleştirmek adına eser yerden yere vuruldu. Bazen, kahramanından dolayı film göklere çıkarıldı. Filmi eleştirenler, sanki Bediüzzaman’ı eleştiriyormuş gibi kınandığı da oldu, Bediüzzaman’dan dolayı objektif kriterleri çöpe atıp, ‘bu filmi nasıl eleştirirsin’ diyenler de çıktı…

Şimdi, biraz daha sakin kafayla değerlendirmek mümkün sanırım… Hemen alt alta sıralayalım:

Mehmet Tanrısever, böylesi bir dönemde, büyük paralar harcayarak böylesi bir filme imza attığı için tebrik edilmeli. Tencere üretmek yerine sanat üretme çabası takdire şayandır.

Bir film değerlendirirken, dışarıya atıf yapılmaz, filmin içindeki argümanlar ile yaklaşılır esere. Dolayısıyla yönetmenin tavır ve davranışları, filmin değerini düşürüp yükseltmemeliydi.

Ancak filmin değerine etki etmeyen bu hal ve tavırlar, ne yazık ki filmin gişesine etki edebilir ve kanaatimce Hür Adam filminin 2 milyon izleyiciye ulaşmamasının nedenlerinden biri yönetmeninin medyadaki tavırlarıydı.

Öte yandan bir filmi değerlendirirken biraz insaf ölçülerine ve çekildiği ülkenin kriterlerine de dikkat etmek gerekir, diye düşünmekteyim. Kutsal Damacana, Recep İvedik gibi filmlerin rağbet gördüğü bir ülkede Hür Adam, ödüllük bir filmdir. Ancak böylesi iddialı bir filmi yaparken de azami dikkat ve samimiyet gerekir. ‘Ben çektim, izleyin kardeşim’ tavrı hoş olmadığı gibi, biyografik bir filmde kahramanınızla gerçek kimliğinizle karşılaşmayı bir sahne olarak koymanız doğru değildir.

Vaktiyle TGRT’nin çektirdiği ‘evliya’ filmleriyle kıyasladığımızda Hür Adam, bir başyapıttır. Ancak 3 saate yakın süresi, derli toplu bir öykü anlatmaması, kolaj gibi duran eklektik yapısı da filmin az izlenmesinin başlıca nedenlerindendir.

“Çektim, izleyin kardeşim” tavrı ne kadar yanlışsa, insaf ölçülerini bir kenara bırakıp filmi baştan mahkûm etmek de o kadar yanlıştır bence. Doğrusu ve yanlışlarıyla, iyi ve kötü yönleriyle bir sinema eseridir nihayetinde Hür Adam. Başka bir yürekli insan çıkıp daha iyisini çekene kadar da ‘en iyisidir’.

Keşke bu tür filmler onlarca çekilse de, biz karşılaştırma imkânı bulsak. Umarım bu Hür Adam, yeni bir dönemin başlangıcı olur.

M. Nedim HAZAR / Zaman Gazetesi

Panama’dan davet

EsSelamun Aleykum,

Öncelikle affınıza sığınarak belirteyim ki, Türkçe bilmiyorum. Birkaç gün önce, Nur Cemaatinden bir kardeşin gönüllü olarak hizmet etmek maksadıyla Latin Amerika’ya gelmeyi düşündüğünü duydum. Bu kardeşin kim olduğunu bilmiyorum fakat kim olursa olsun, kendisini ülkem olan Panama’ya davet etmekten memnuniyet duyarım.

Panama, Dünyanın köprüsü, kainatın kalbi olarak da adlandırılır, Orta Amerika ile Güney Amerika arasında olan küçük bir ülkedir. Yerel dilde Panama, balık ve kelebek bolluğu anlamına gelir. Panamaya ilk müslümanların gelişinin, İspanyol Koloniel dönemine rastladığı söylenir. İşte bu ilk müslümanlar, Mandinka adı verilen ve müslüman olan bir Afrika kabilesi mensuplarıymış. Geçen yüzyılın ilk dönemlerinde de Hindistan, Lübnan ve Pakistan’dan gelen müslüman gruplar Panama’nın birçok şehrine yerleşmişler. Öyle ki, hemen her şehirde en azından bir cami bulunmaktadır.

Bir vakıf kardeşin buraya gelmesi buradaki tüm kardeşler için son derece faydalı olacaktır. Bu hususla ilgili David şehrinde bulunan kardeşlere çok yakında bir mesaj yolladım. Bu kardeşlerin, Panama Dava Projesi isminde bir yapılanmaları var ve bu hususta bize yardımcı olmakta istekliler. Buraya gelecek olan vakıf kardeş hangi şehri seçecek olursa olsun, emin olsun ki son derece iyi ağırlanacaktır. Allah’a emanet olun, selam ve dua ile,

Cynthia

Yazının orjinali :

As salamu alleykum wa rahmatullahi wa barakatuh, dear brothers and sister from the Risale i Nur community. First of all, pardon, Türkçe bilmiyorum!! Few days ago, I found out that a Risale i Nur community member intends to participate as a missionary in Latin America.

I don’t know who is he/she, but whoever is, I would like to invite him/her to my country, Panama. Panama, “the bridge of the world, heart of the universe”, is a little country placed between Central America and South America. In native language, “Panama” means “abundance of fishes and butterflies”.

The arrival of the first muslims to Panama is said that it was during the Spanish colonial era, as slaves. They were from an African tribe named “Mandinka”, known as muslims.

In the early last century, other groups of muslims from India, Lebanon and Paquistan stablished in many cities of Panama. Currently, in almost every capital of each province there is at least one mosque.

The coming of an emissary of Risale i Nur would be highly beneficial for my brothers here. I already sent a message to my brothers in David city. They have an organization named “Panamá Dawah Project” and they
are interested in helping with this issue.

Wherever the place he/she chooses, for sure will be well received.

“May Allah enlighten you, makes you stronger along the way and make that your mission will open the doors of bliss”.

Allah emanet ol, salam and warm regards,

Cynthia

Good News From America

Esselamu Aleykum ve Rahmetullahu ve Berekatuhu,

Many greetings from Washington D.C., U.S.A. ,

Islam spreads every day all over the world , The Qur’an too. As an example of this situation, Risale-i Nur truths are being read at our Washington Risale-i Nur Dersane (medresseh).

We would like to talk about our Risale-i Nur services here in Washington; Our Nur Dersane was opened  1 year ago and  it is 20 minutes away from central Washington. Five people; some of them university students, some of them language college students, live in the Dersane. Risale-i Nur lessons in English are given on every Sunday evenings.  Dersane students are making lessons after every nightfall prayer. I hope this always goes on so. Amin( Amen ).

Our Risale-i Nur lessons that started in March of 2010 with our 2 classmates , went on every week. Now, it is going on with 20 people. We would like to share some experiences related to these lessons:

We have a brother who is not a muslim. Although he is not a muslim, he comes to our Risale-i Nur Dersane. We had a nice experiment last week: He explained the 23rd word by using 1st word. And he said:” Bediuzzaman is an extraordinary writer. He tells the Islam perfectly.

Some of our lesson brothers do not give back the Risale-i Nur books after finishing lesson. They say:” We are going to read these books again at home.”  Even a Christian man said the same things!

A man whose name is David said us after his first lesson he came: ”I was extremely impressed by these Risale-i Nur lessons. Although you are young, you are talking about Allah. I am 71 years old. Unfortunately, I was not like you  when I was a young. I was interested in philosophy in my 40’s. Then I became pious. I found the answers of the questions ”Who am I?  Where am I going to” by the help of religion. As you know, the Christians believe 3 Gods. I believe just One Allah( God). The Jesus is a prophet and slave of Allah(God). He is not son of Allah(God).” I hope Allah lets this real Christian man to understand all the truths of Islam.

One of our brothers who live in Nur Dersane meets people who search Islam on internet. He tells them Qur’an and Risale-i Nur. He sends them Qur’an and Risale-i Nur. He invited one of these people to our  Nur Dersane. Then, that person came and stayed with us during 5 days.

One of our friends named Cody said that he was a Christian, searched Islam, Christian beliefs were insufficient, believed the Prophet Mohammed(s.a.v), had some questions. He stayed at Nur Dersane during 5 days.We had a chat related his questions.  He even prayed! He become a muslim a few months later. Now, his name is Bilal!

Christian people  are looking on us. So we have to be very careful in daily life. American people have many Islamic behaviours in their daily lives. Bediuzzaman has many good news about U.S.A. We hope these good news come true.

Best Wishes,
Washington DC Risale-i Nur Students,

yazının orjinali için tıklayın : www.nurnet.org/amerika-dan-hizmet-mektubu-var

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version