25. Söz 2.Cüz – Abdulhamid Hoca (Video)

Sohbete geçmeden önce yakın zamanda ciddi bir ameliyata giren Abdulhamid hocayla yapılan görüşmemizi ekleyelim dedik.

A.Hamit Hoca’mız sağlık durumunun dualar sayesinde çok iyiye gittiğini ifade etti.

Çok değerli Hocamızı evinde ziyaret ettiğimizde bu kadar hızlı bir şekilde iyileştiğini görünce bizlerde çok sevinip Allah’a (c.c) şükrettik. Hocamız hızlı iyileşmesinde cemaatin duasının çok büyük yeri olduğunu söyledi. O da cemaatimize hayır dualar ediyor ve dualarının devamını beklediğini söyledi. Bizlere de cemaatin ve Risale-i Nur’ların önemi konusunda kısa nasihatlarda bulundu. Allah bizleri Nurlardan ayırmasın.

A.Hamit Hocamız kısmet olursa salı günü memur dersine katılacak. Dersleri çok özlediğini, inşallah eski hizmetlerine tekrar başlama gayreti içinde  olduğunu ifade etti. Allah’a sonsuz hamd ve şükürlerini sunarak   bütün cemaate saygı ve selamlarını gönderiyor. Allah herkesten razı olsun.

Video: 25. Söz’den yapılan sohbette Kur’an’dan bahsedilmeye devam ediyor.

Çarpıcı örnekler ve güzel üslubuyla “Rab, Mucize, Acz” gibi bazı kelimelerin derinlemesine anlatıldığı Kırklarelinde yapılan ev sohbetlerinden birisi. Zamanla diğer sohbetleri de eklenecektir.

Kur’ân Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için, On İkinci Sözde beyan ve ispat edildiği gibi,

Kur’ân,

  • bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır;
  • hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır;
  • hem bütün semâvat ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır;
  • hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir;
  • hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir;
  • hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir;
  • hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır;
  • hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir.

Ve şu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur’ân’a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur’ân’dan sonra sair enbiyanın kütüp ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimât-ı İlâhiyenin ise, bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz’î bir ünvanla, hususî bir tecelliyle, cüz’î bir isimle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan ilhamat suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvânâtın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.

İşte O Sohbet:

Bernard Shaw ve İslamiyet

1950 senesinde ölen Bernard Shaw, ölümünden bir müddet evvel, bir dünya seyahatihe çıkmıştı. Bombay’dan geçerken “THE LIGHT” gazetesi “İslâmlaşmak” tabiriyle ne kastettiğini bizzat kendisinden öğrenmek üzere, meşhur yazardan bir röportaj talep etti. Bu husustaki görüşlerini Bernard Shaw The Light muhabirine, şu şekilde izah etti:

“– Hayret verici bir canlılığa sahip olduğu için, Muhammed’in (a.s.m.) dinine karşı öteden beri yüksek bir hürmet beslerim. Bana öyle geliyor ki, daima değişmekte olan hayatın değişik safhalarında ve her devre uyacak bir görüntüsü olan yegâne dindir. Benim gibi, oldukça şöhret kazanmış kimselerin gelecek hakkındaki kanaatlarına önem vermek gerekir. Ben İslâmiyet için, yarınki Avrupa tarafından kabûl edileceğini söyledim. Nitekim bugünkü Avrupa, İslâmiyeti böyle görmeye başlamıştır. Ortaçağda kilise, tabilerine, taassub veya cehalet yüzünden İslâmiyeti karanlık renklerle tasvir etmişti. Onlar Muhammed’den (a.s.m.) de, dininden de nefret etmek üzere yetiştiriliyorlardı. Onların nazarında Muhammed (a.s.m.) “Ante-Christ” (İsa aleyhtarı iblis) idi.

Bu harikulâde adamın (Muhammed’in (a.s.m.)) hayatını inceledim. O İsa aleyhtarı değil, bütün insanlığın kurtarıcısı olarak bilinmelidir. Onun gibi bir adam, bugün dünyanın idaresini eline alsa, eminimki dünyayı, hasretini çektiğimiz barış ve saadete kavuşturur.

Sırasıyla söyleyelim. Ondokuzuncu yüzyılda Charlyle, Goethe, Gibbon gibi namuslu düşünürler, Muhammed’in (a.s.m.) dininde hakiki bir kıymet gördüler ve bu sayede Avrupa İslâmiyete karşı daha müsait bir vaziyet almaya başladı. Bugünkü Avrupa bu yolda daha ileri gitti. Muhammed’in (a.s.m.) dinine aşık olmaya başlıyor. Gelecek yüzyılda daha da ileri gidecek. Avrupa içine düştüğü zorluklardan kurtulmak için, bu dinin ne kadar kıymetli bir vasıta olduğunu takdir edecektir. Benim iddiamı bu yolda anlamalısınız. Halihazırda bile vatandaşlarımdan ve diğer Avrupalılardan bir çok kimseler, Muhammed’in (a.s.m.) dinini kabul etmişlerdir.

Es’ad Fuad Tugay / Zafer Dergisi

….

Bernard Shaw Hakkında ;

George Bernard Shaw (d. 26 Temmuz 1856, Dublin, İrlanda – 2 Kasım 1950, Hertfordshire, İngiltere), İrlandalı yazar. Oyun yazarı olarak ünlenen yazar, altmıştan fazla oyuna imza atmıştır. Hem 1925’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü hem de 1938’de Pygmalion için Oscar’ı alarak, bu iki ödülü de alabilen ilk ve tek insan olmuştur. Sosyalizm ve kadın haklarının koyu bir savunucusu olmuştur. Shaw, vejeteryan olmasının yanında ayrıca içki ve sigaradan da hayatı boyunca kaçınmıştır. Ayrıca resmi eğitime de karşı çıkmıştır. Shaw, 94 yaşına geldiği 1950’de, ağaç budarken merdivenden düştükten sonra oluşan yaralarının iyileşmemesi sonucunda olaydan birkaç gün sonra ölmüştür.

Sözleri ;

Tarihten hiçbir şey öğrenilemeyeceğini, tarihten öğreniriz. Hukukumuzu yargıçlara, dinimizi rahiplere bırakırsanız, kısa sürede hem hukuksuz, hem de dinsiz kalırsınız. Hatalarla dolu bir hayat, bomboş geçirilmiş bir hayattan çok daha faydalı ve onurludur.

”Hareket halindeki cehaletten daha korkunç bir şey yoktur.”

”İstediğinizi elde edemezseniz, elde ettiğinizi istemek zorunda kalırsınız. ” George Bernard Shaw (İnsan ve Üstün İnsan)

”Sağduyulu kişi, kendini dünyaya uydurur; sağduyusuz kişi, dünyayı kendine uydurmaya çalışır. Tüm ilerlemeler o nedenle sağduyusuz kişilere dayanır. ”

”Sözünüz senediniz kadar sağlam olamaz; çünkü,belleğiniz hiçbir zaman onurunuz kadar güvenilir olamaz…”

”Yaşlanmadan akıllanmayı çok isterdim… ”

”Neden zevk alındığını anlamaya çalışmak, zevki kaçırır. ” George Bernard Shaw ‘ ‘Dertli olmanın sırrı, dertli olup olmadığımızı düşünecek kadar boş vakte sahip olmamızdır.”

”Kızın iyi bir evlilik yaparsa,bir oğul kazanırsın,yoksa kızını kaybedersin.”

”Bir insanın zekası, bilgisine göre değil, bilgi edinme kabiliyetine göre ölçülür. ”

”Akıllı adam, aklını kullanır. Daha akıllı adam, başkalarının aklını da kullanır. ”

Mutluluk istemiyorum artık, yaşamak mutluluktan da asildir.

”İnsan hayatında iki feci olay vardır: Biri insanın çok istediği şeyi elde edememesi, diğeri de etmesidir.”

”TECRÜBELERİMİZLE BİLİYORUZ Kİ KİMSE TECRÜBELERDEN DERS ALMIYOR. ” (GEORGE BERNARD SHAW)

http://tr.wikipedia.org/wiki/George_Bernard_Shaw

Ertelenen Hayatlar

Büyük şehirlerin kenar mahallelerinde iki-üç katlı, kabası bitmiş, sıvasız, alt katında oturulan, üst katların pencere ve kapıları takılmamış evler görürsünüz. Bitmemiş, belki de hiç bitmeyecek olan bu evlerde oturan insanlar ellerindeki mevcut imkânlarla bir kat evi bitirip tam yerleşmek ve rahat etmek varken, neden yarım kalmış iki üç katlı evlerde eğreti bir hayat yaşarlar? Çünkü daha fazlasına sahip olduklarında rahat edeceklerini ve mutlu olacaklarını hayal ederler. Daha fazlasına sahip olma hırsı ve buna bağlı mutluluk hayali, dünyanın insanoğluna hazırladığı acı bir tuzaktır.

Önemli olan sahip olduklarımız değil, bunları nasıl kullandığımızdır. İnsanların çoğu  ellerindekiyle yetinmeyip daha fazlasını istedikleri için, durmadan çalışır, kendilerine ve sevdiklerine vakit ayıramazlar. Sahip olduklarının sefasını süremeden, arkalarından yarım kalmış işler, yarım kalmış hayaller ve yarım kalmış bir hayat bırakarak bu dünyadan göçüp giderler.

Erteleme Sendromu

Kiralık evde oturan, üç-dört senelik evli çiftler düğün ve eşya borçlarını bitirdikten sonra tam rahat edecekleri zaman banka kredisiyle araba alır, tekrar borç altına girer, her ay taksit ödemek zorunda kalırlar. Bu arada çocuk sahibi olmuş, masrafları daha da artmıştır. Taksitleri ve faturaları ödedikten sonra maaştan artan az bir parayla ay sonunu getirmeye çalışırlar. Taksitler bitinceye kadar arabanın sefasını süremez, seyahate çıkamaz, dışarıda yemek yiyemez, sosyal ve kültürel etkinliklere katılamazlar. Erteleme ile teselli bulurlar: “Şu arabanın borcu bir bitsin, bak nasıl rahat edeceğiz.”

Arabanın borcu biter, ama hayaller bitmez. Sırada ev sahibi olma hayali vardır. Bir-iki sene para biriktirir, biriken parayı peşinat yapıp yine banka kredisiyle taksitleri kimbilir kaç sene sürecek bir borcun altına girerek daire sahibi olurlar. Erteleme devam eder: “Şu evin borcu bitsin, bak nasıl rahat edeceğiz.” Yıllar sonra dairenin borcu biter; ama çocuklar büyümüş, üniversiteye başlamış; masrafları artmıştır. Memur ve işçi maaşıyla üniversitede çocuk okutmak kolay değil: “Şu çocuk/çocuklar üniversiteyi bitirsin, iş sahibi olsun, bak nasıl rahat edeceğiz…”

Çocukların üniversite bitirmesi iş sahibi olmayı garanti etmiyor. Yüksek lisans yapacaklar, yabancı dil öğrenecekler, erkekler askerlik yapacak. Askerlik dönüşü iş arayacaklar. Anne baba erteleme ile teselli bulur: “Şu çocuk/çocuklar, hayırlısıyla bir iş bulsa rahata kavuşacağız.” Çocuk/çocuklar, iş bulduğu gün ailede büyük sevinç yaşanır. İş sahibi olan genç, ilk maaşıyla anne babaya ve aile büyüklerine hediyeler alır. Senesi dolmadan iş sahibi olan gencin/gençlerin evlenme hazırlıkları başlar. Nişan, nikâh, düğün masrafları, ev eşyası az parayla olmaz. Modern hayat, beş kalem olan zaruri ihtiyaçları beş katına çıkarmış. Genç daha yeni işe girmiş. Anne baba desteği olmadan masrafların altından kalkamaz. Gençleri evlendirmek de anne babanın görevi… Anne baba olmak ne zor şeymiş.

Adam, eşini teselli eder: “Şu çocuğu/çocukları hayırlısıyla evlendirsek; sırtımızdan büyük bir yük kalkmış olacak. Ondan sonra emeklilik dilekçemi verir, emekli olurum. Küçük bir sahil kasabasına yerleşir, emekli maaşımla gül gibi geçiniriz.”

Bir gün emeklilik hayalleri kuran yaşlı babanın iş yerinden acı haber gelir: “Kalp krizi geçirdi, hastaneye kaldırıldı, bütün müdahalelere rağmen kurtarılamayarak hayata gözlerini yumdu.” Eşi, duyduğuna inanamaz. “Yıllar ne çabuk da geçiyormuş…” der içinden. “Oldu mu bey? Hani emekli olacaktın, bir sahil kasabasına yerleşip emekliliğin tadını çıkaracaktık.”

Misafir, Misafirliğini Bilmeli

Bir yolcu üç beş günlüğüne misafir olarak kalacağı otel odasına valizler dolusu elbise ve eşyayla gitse; beş günün sonunda her şeyini otel odasında bırakıp evine dönse akıllıca bir iş yapmış olur mu? İnsan bu dünyada misafirdir. Er veya geç, istesek de istemesek de, ölüm kapımızı çalacak, gerçek vatanımız olan ahiret yurduna göç edeceğiz. Geçmişi geri çeviremeyiz. Gelecek de elimizde olmadığı için ne getireceğini bilemeyiz. Gerçek hayat yaşadığımız andır. Yaşadığımız ânı en iyi şekilde, kimseye muhtaç olmadan, kimseye yük olmadan, sevdiklerimizle birlikte, dürüst ve onurlu bir şekilde değerlendirmeli; hırs ve hayale kapılıp ertelemelerle yaşadığımız ânı ziyan etmemeliyiz.

Üstün Dökmen Hoca, “Küçük Şeyler-3” kitabında Tolstoy’dan bir hikâye naklediyor. Hikâye kısaca şöyle: Yakut Türklerinden uyanık bir emlakçi arazi satışında çok ilginç bir yöntem uyguluyormuş. “Noter huzurunda, az parayla istediğin büyüklükte arazi sahibi olabilirsin” ilanını duyan saf müşteri yed-i emine elindeki parayı yatırıyor; erkesi gün, güneş doğmadan, noter eşliğinde satılık araziye gidiliyormuş. Emlakçi, noter ve müşteri ile birlikte üzerinde küçük bir mezarlık bulunan tepenin üzerine çıkıyor, arazi satın alacak müşterinin eline dört küçük kazıkla bir çekiç veriyor, aşağıdaki uçsuz bucaksız ovayı gösterip şöyle diyormuş: “Gün doğumundan gün batımına kadar vaktin var. Bu dört kazığı koşarak istediğin büyüklükte bir kare oluşturacak şekilde çakabilirsin. Gün batmadan kazıkları çaktıktan ve kareyi tamamlamak için ilk kazığa elini değdirdikten sonra üzerinde dikildiğimiz bu tepeye gelip çekici bana teslim ettiğin an arazi senin olacak. Gün batmadan yetişip çekici teslim edemezsen yatırdığın parayı alamazsın, para benim olur.”

Müşteri duyduklarına inanamaz, emlakçiye, noter huzurunda bir kere daha tekrar ettirirmiş. Güneş doğar doğmaz, müşteri aşağıya koşup ilk kazığı çakıyor; ikinci kazığı çakmak üzere koşabildiği kadar uzağa koşuyor, ikinci kazığı çakıyormuş. Kare oluşturmak için ikinci kenara dik ve eşit mesafe oluşturacak şekilde koşmaya devam ediyormuş. İnsan hırsı bu ya, daha çok araziye sahip olmak için gün batımına az kala ancak üçüncü kazığı çakabiliyormuş. Çoğu müşteri birinci kazığa elini değdirip kareyi tamamlayamadan ve çekici teslim edemeden gün batar, parası yanarmış. Bazıları da yetişme hırsıyla canını dişine takıp koştuğu için nefesleri tıkanır, kalp krizinden ölürmüş. Tepenin başındaki mezarlık bu ölen müşterilere aitmiş. Hiçbir müşterinin aklına o mezarların kime ait olduğunu sormak gelmezmiş.

Eğer akıl edip baksalarmış, mezar taşlarında şöyle yazılı olduğunu göreceklermiş: “Daha çok araziye sahip olmak için bir gün boyunca koştu, ancak gün batımında payına düşen, iki metre kare yer oldu.”

Ali Çankırılı / Zafer Dergisi

Bediüzzaman ve Siyaset (4)

Siyaset birlik ve beraberliğe zarar veriyor:

Üstadı bugünkü siyasî cereyanlara soğuk baktıran diğer bir sebep ise, siyasî tarafgirliğin milletimizin birlik ve beraberlik ruhuna verdiği büyük zarardır. Bu noktanın da yine insanın kalb âlemiyle yakın ilgisi var. İslâm’da Allah için sevmek ve yine Allah için düşmanlık beslemek esastır.

Bir risalede, bir insana zatı için değil, sıfatı için muhabbet edildiğini ifade buyurur. Bu kaide düşmanlık için de geçerli. İnsanların ne etine, ne kemiğine değil, ruhlarında taşıdıkları kötü sıfatlara düşmanlık beslenir. İyinin ve kötünün ölçüsü ise, İlâhî ferman olan Kur’an-ı Kerim’de ve onun tefsiri olan hâdis-i şeriflerde beyan buyrulmuştur. O halde Allah’ın beğenmediği, kerih gördüğü, yasakladığı sıfatlar kimde olursa olsun kötü; O’nun razı olduğu iyi ve güzel sıfatlar ise yine kimde olursa olsun güzeldir. Ama siyasette bu ölçü kaybolur. Kendi siyasî görüşünde olmayanlar her yönden kötü, kendi partilerine mensup olanlar ise her cihetle berrak ve sâfi telâkki edilir. Üstad bu yanlışın insanın kalp ve ruh âleminde yaptığı büyük zararı şu ifadeleriyle güzelce ortaya koyar:

“Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin! ‘Elhubbu fillahi velbuğzu fillahi’ düstur-u Rahmanî yerine, el-iyâzü billah ‘El hubbu fissiyaseti velbuğzu lissiyaseti’ düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve el-hannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine mânen şerik eylemesin.” Kastamonu Lâhikası

Bir başka eserinden:

“Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, “Eûzü billâhi mineşşeytani vessiyaseti” dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasîyeden çekildim.” Mektûbat

Şefkat, vicdan ve hakikat siyasetten men ediyor:

Üstat Bediüzzaman hazretleri, kendisini siyasetten men eden bir başka ciheti ise şöyle dile getirir:

“Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlara müteallik yedi-sekiz masum, bîçare, çoluk-çocuk, zaif, hasta, ihtiyar var. Belâ ve musibet gelse o sekiz masumlar o belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için siyaset yoluyla, idare ve asayişi ihlâl tarzında, neticenin husulü de meşkuk olduğu halde girmek, Risale-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak şakirtlerini men etmiş.”

Bu ifadelerden hemen anlaşılacağı gibi, siyaseti dinsizliğe âlet eden onda iki gibi az bir grup. Gerek bunlara tâbi olanlar, gerekse bunların siyasetle alâkası olmayan çoluk çocukları, hastalar, ihtiyarlar ise onda sekiz. Bu azınlık gruba karşı aktif siyasetle meydana çıkılsa ve şer güçlerin engellemesiyle karşılaşıldığında daha da ileri gidilip “idare ve asayiş ihlâl” edilse, yani Kur’an’a ihlâs ile hizmet eden insanlar yönetimle karşı karşıya getirilse, o zaman iç kavgaya yol açılır. Ve böyle bir çalkantıda o dinsizler, büyük bir ihtimâlle, bir yolunu bulup kendilerini kurtarırlar, ama o masumlara büyük zarar olur.

İşte o masumların hukukunu düşünme inceliği, feraseti, himmeti ve şefkatidir ki, Risale-i Nur talebelerini siyasetten men etmiştir. Zaten vicdan ve hakikat da, masumların cezalandırılmasına cevaz vermez.

Halbuki, ikaz ve irşad yolu, ilim ve tebliğ yolu böyle zararlardan temizdir. Bu yol ile o zâlimler ıslah olmasalar bile, onlara aldananlar, hatta onların çoluk-çocukları imanla, İslâm’la müşerref olabilirler. İşte büyük Üstadı siyasete girmekten ve idareye karışmaktan men eden bu engin şefkat, himmet ve hikmettir.

İşte, asrının mânevî öncüsü olma şerefine mazhar bu büyük insan, böyle bir neticeye şahsî düşüncesiyle değil Kur’an’dan aldığı dersle ulaştığını, “Kur’an bizi siyasetten şiddetle men etmiş” ifadesiyle açıkça ortaya koyuyor. “En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmaktır.” Emirdağ Lâhikası.

Kökü dışarıda olan cereyanlar:

Üstadın siyaset noktasında üzerinde önemle durduğu bir başka nokta da, siyasete girenlerin kökü dışarıda olan menfî cereyanlara bilmeyerek de olsa âlet olmaları tehlikesidir. “Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak.” Şualar.

Eski Said döneminde dile getirilen bu gerçekler maalesef hâlâ belli bir ölçüde de olsa geçerliğini koruyor. Hâlâ siyasetimizin istiklâline tam kavuştuğunu söyleyemiyoruz. Kanaatimce, bunun en büyük sebebi iktisadî yönden dışa büyük ölçüde bağımlı olmamız. Üstadın, “i’layı kelimatullahın bu zamanda en büyük sebebi” olarak “maddeten terakki”yi görmesi bir yönüyle bu meselemize de bakıyor.

Oy kullanmak siyaset mi?

Son olarak oy kullanma ve mebus olma meselesi üzerinde de biraz durmak isterim. Üstad, Nur hizmetini hiçbir partinin menfaat odağı haline getirmemekle birlikte, seçimlerde kendisi oy kullandığı gibi talebelerine de kullandırmıştır. Bu noktada siyasetten beklediği tek şey, “def-i şer” hizmeti, yani başta Komünizm olmak üzere zararlı cereyanlardan memleketimizi muhafaza etmeleri.

İnsanları irşat ve ıslah görevi ise, ilim adamlarına ve mürşitlere ait. Bu noktada siyasetten bir şey beklemenin bir mânâsı yok.

Üstad, Demokrat Parti’ye rey verdiğini Halk Partisi’ne vermediğini açıkca beyan etmiş ve sebebini de şöyle izah etmiştir.

“Halk Partisi iktidara gelecek olursa, Komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat’iyyen Komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaîye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum.” Emirdağ Lâhikası.

Üstad, Demokrat Partiyi desteklemesi yanında onlardan bir fayda beklemediğini de açıkça beyan etmiş:

“Biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’an menfaatına kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil; belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muârız oldukları için; onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebeb oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz.” Emirdağ Lâhikası.

Mektupta, sözü edilen iki cereyandan birincisinin, “komünist, dinsizlik cereyanı,” ikincisinin ise, “ifsad komitesi namında bir komite,” olduğu ifade edilir ve bu komitenin hedefi de “müstemlekâtların, Türklerle alâkalarını kesmek için, Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek” şeklinde ortaya konulur.

Aynı mânâyı destekleyen bir başka ifadeleri:

“Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; “ehvenüşşer” olarak bakınız. Daha a’zamüşşerden kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.” Emirdağ Lâhikası.

Bugün artık Komünizm yıkılmış, ülkemizdeki politik kamplaşmalar ideolojik merkezli olmaktan belli bir ölçüde kurtulmuşlar, zıt görüşlü partiler birbirleriyle koalisyonlar kurma noktasına gelmişler ve devletçilikten her geçen gün biraz daha uzaklaşılması ve özel teşebbüse ağırlık verilmesiyle de siyaset eski önemini kaybetmiş.

Üstad, Halk Partiye oy vermenin Komünizm tehlikesini gündeme getireceği o dehşetli dönemde bile, suçu Halk Partisinin yüzde beşine vermiş, partiyi desteklemediği halde partililere düşmanca bir tavır takınmamış ve takındırmamış. Siyasî görüşüne bakmaksızın, iman hizmetini her insana ulaştırmak onun her zaman birinci gayesi olmuş.

Bütün bunlar Nur’un siyaset hakkındaki fevkalade isabetli düsturlarından bir demet. Bunları bilen insan, bu hizmeti hiçbir dünyevî ve siyasî cereyana âlet edemez. Ama, bazı Nur talebeleri siyasete atılmak isteyebilirler. Üstad onlara da bir engel çıkarmamış ama önemli kayıtlar ve şartlar getirmiş:

“Siyaset hesabına değil; belki Nurların intişarı ve maslahatı hesabına bazı kardeşler; Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir.” Emirdağ Lâhikası.

Demek ki, siyasete menfaat ve ikbal gibi süflî gayeler için girilmeyecektir. Önemli bir nokta: “Nurların maslahatı namına” siyasete girmek başka, “Nurlar namına” girmek daha başkadır. Birincisi bir niyet meselesidir. İkincisinde ise, siyasete giren şahıs Nur Talebelerinin desteğini arkasında görmek ister. Nurların “her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması”, Nur talebelerini bir siyasî partinin yan kuruluşu gibi çalışmaktan men eder.

Bu nokta dikkate alınmadığında, kırgınlıklar, nazlanmalar, ihtilâflar çıkabilir. Bunun Nur hizmetine vereceği zarar mutlak, siyasetin getireceği menfaat ise tahminî ve hayalîdir. Bu sebeple, şahıslar siyasete ancak kendi namlarına girebilirler, ama Nur talebelerinden kayıtsız şartsız destek bekleme gibi bir ruh haletine girmekten de şiddetle kaçınırlar.

www.SorularlaRisale.com

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version