Ashab-ı Kehf mucizesi

Kur’an-ı  Kerim’in on sekizinci suresinde sözü edilen Ashab-ı Kehf kıssası ile ölümden sonra dirilişin bir misali olarak uzun süre mağarada uyuyup yeniden uyanan gençlerin hikayesi anlatılmıştır. Müşrik bir kavmin içinde Allah’ın varlığına ve birliğine inanan  birkaç genç mü’min bu inançlarını açıkça dile getirip putperestliğe karşı çıkmış, taşlanarak öldürülmekten veya zorla din değiştirmekten kurtulmak için dağda bir mağaraya sığınmışlardır. Yanlarındaki köpekleriyle birlikte orada derin bir  uykuya dalan gençlerin kaç yıl sonra uyandıkları hususu Kur’an’da;  “Onlar mağaralarında 300 yıl kaldılar, dokuz da ilâve ettiler” şeklinde belirtilmektedir.

Buradaki 300 yıl şemsî (güneş) takvimine göre süredir. Kamerî (ay) takvimine çevrilecek olursa tam tamına 9 yıl eklenmesi gerekmektedir ki Kur’an bu farka işaret etmekte, iki ayrı takvime göre de kalma süresini bildirmektedir. 15 asır önceden gelen bu bilginin ancak ilahî kelâm olabileceği bellidir.

Kehf Suresinin günümüze seslenen mucizeleri bununla bitmemektedir. Surenin 17. ayetinde, “Ve (yıllarca) güneşin, doğarken onların mağarasını sağ yandan yalayıp geçtiğini, batarken de onlara dokunmadan sol yandan geçip gittiğini ve onların, mağaranın  genişçe bir odasında bulunduğunu görürdün: Rabbinin alametlerinden biriydi bu” buyrulmaktadır.

Gerçekten güneş ışınının insan cildine devamlı temas etmesi halinde; güneş yanığı başta olmak üzere deride kırışıklıklara, cilt kanserlerine, fotosensitivite denilen alerjik deri reaksiyonlarına, ürtiker gibi çok çeşitli kalıcı rahatsızlıklara sebep olacağı muhakkaktır. Ancak mü’min gençlere  güneş ışığı direkt olarak değmemiş, dokunmadan yalayıp geçmiş ve uyuyan gençler bu şekilde korunmuşlardır.

Tersine yetersiz güneş ışınlarına maruz kalınırsa bu defa D vitamini eksikliğine zemin hazırlanmakta; eksiklik ise kemik mineralizasyonunu bozmakta ve osteomalasi ile osteoporoz denilen kemik zayıflığını ortaya çıkarmaktadır. Mağarada uyuyan gençleri yalayıp giden güneş ışınları bu rahatsızlıkların ortaya çıkmasını engellemektedir.

Surenin bir başka mucizevi yönü ise; 18. ayetindeki “Biz onları bir sağa çeviriyorduk, bir sola” ifadesidir. Yatağa bağlı hastalar devamlı aynı posizyonda bırakıldıklarında dekübitis ülserleri denilen vücut yaraları ortaya çıkmaktadır. Giderek bu yaralar derinleşmekte, genişlemekte; geri dönülemeyecek ve düzelmesi imkânsız hale bürünmektedir. Korunmada en önemli tedbir ise yatan kişinin pozisyonunun sık değiştirilmesidir. Kur’an-ı Kerim’de bu koruyucu unsura dikkat çekilmesi ve uyuyan gençlerin Rabbimizce sağa sola döndürüldüğünün bildirilmesi ise bugünkü bilgilerimize göre gerçekten başlı başına ayrı bir mucizedir.

Sadece Kehf Suresine bakıp da, “inandım ya Rab, inandım ki 15 asır önce inen Kur’an Senin kelâmındır” diye haykırmamak elde değildir.

KAYNAKLAR

1- Kur’an Mesajı. Muhammed Esed. İşaret Yayınları,

2- The Merck Manual. Tanı Tedavi El Kitabı.  Yüce Yayın

Prof. Dr. Sefa Saygılı / Zafer Dergisi

İslam ve insan

Herkesin bildiği bir hadis: “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Sonra ebeveyni onu Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir.” (Buhari, Cenaiz, 92)

Hadis bize şunu ilam etmektedir: Başka dinler sonradan edinilirler, birer manevi/kutsal kimlik olarak benimsenirler veya insanlar anne-babaları tarafından bir dine mensup kılınırlar. Buradaki “ebeveyn”i biraz daha genişletip sosyalleşmeyi sağlayan, yakın çevre, sokak, okul, meslek ve toplumsal hayat şeklinde düşünebiliriz. Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusilik (ve elbette diğer dinler Budizm, Taoizm, Shintoizm, Animizm vd.) ile sosyo-politik ve ideolojik sistemler ya bireysel tercih veya belirleyici çevre faktörü tarafından edinilirler.

İslamiyet de tabii ki bu iki yolla edinilir. Kişi akil ve baliğ olduktan sonra başka dinden ise iradi olarak İslamiyet’i seçip ihtida edebilir. Ya da, zaten gözünü Müslüman bir ailede açmışsa, bundan sonraki hayatını da Müslüman olarak sürdürür.

Bu böyle olmakla beraber Müslüman olmanın, diğer dinlerden farklı bir mahiyeti var ki, yukarıdaki hadise göre, “insanın dünyaya gelirken gözünü Müslüman olarak açması”dır. Hangi dini, kültürel, etnik veya bölgesel çevreye mensup olursa olsun, yeryüzünün bütün anneleri çocuklarını Müslüman olarak doğururlar.

Burada anahtar terim durumundaki “fıtrat”ın ne anlama geldiğine bakmak lazım. Fıtrat, Allah’ın insanı üzerinde yarattığı ahlaki düzeneklerin bütünüdür. Yaratılışın İlahi mahiyeti; arı duru tabiat; yüksek ahlaki erdemlerin kendisinde içkin olduğu zemin; temiz, lekesiz, saf yaratılış; kemale ayna olan manevi ve estetik potansiyeller.

Fıtratın karşılığı “din”dir: “Sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır.” (30/Rum, 30) Bu ayette sözü edilen “din”, herhangi bir din değil, “Ed Din (li’ddin)”dir. Yani hem Adem’den Son Peygamber (sas)’e kadar tebliğ edilen bütün vahyleri, sahih dini öğretileri, dini tebliğleri ihtiva eden -Kur’an, kendisinden önceki kitapları tasdik eder, sonradan ve dışarıdan karışmış beşeri-yabancı unsurları ayıklar ve tamamlar- hem de insanın temiz fıtratına karşılık olan din. Ed Din olan İslamiyet, aynı zamanda insanların üzerinde yaratılmış bulunduğu fıtrattır, fıtri düzen ve ahlaki yoldur.

Pekiyi, “önce insan mıyız?”, yoksa “önce Müslüman mıyız?” Kesin olan şu ki, diğer dinler ve doktrinler söz konusu olduğunda “önce insanız”. Ama Müslümanlık söz konusu olduğunda öncesi ve sonrasıyla “Müslüman insanız”! Çünkü beşeriyet olarak hepimiz “İslam fıtratı üzere”, yani Müslüman olarak doğarız. Bu ergenlik çağına kadar sürer, bu yüzden bütün çocuklar masumdur, temizdir ve insanlığın ilk saflık hallerini temsil ederler.

Buradan baktığımızda, “insani değerler”le “İslami değerler” arasında bir problem gözüküyor. “İnsani değerler” her zaman ve her beşeri durumda “iyi, doğru ve güzel” değildir. Eğer salt insana ilişkin tutum ve davranışların yönlendirici ilkesi manasında değeri ele alırsak, katil, hırsız ve zorbaların da tutum ve davranışları “insani değerler”dir. İyi insan olduğu gibi kötü insan da vardır. Ama İslami değerlerin tümü iyi, güzel, doğru ve hayırlıdır, çünkü değerlerin kaynağı Allah’ın vahyleridir. Bizim fıtratımız icabı öne çıkardığımız değerler, yine din’den/fıtrattan neş’et eden değerlerdir. Zaten İslam, “iyi insan (insan-ı kamil)” olmanın yolu ve öğretisidir. İslam’ın yöneldiği yegane hedef, insanı yüksek ahlaki formlara sahip varlık haline getirmek, “güzel ahlakı tamamlamak”tır.

Özetle, iyi dediğimiz “insani veya evrensel değerler” eğer gerçekten “iyi” iseler, İslam’a aittirler. Bunların sahiden “iyi değerler” olup olmadıklarını test etmemizin yolu onları Kur’an ve Sünnet’le kritik etmekten geçer. Zulüm, sömürü ve haksızlıkların sürdüğü bir dünyada, insanı yüksek ahlaki, hayat, özgürlük ve adalete çağırdığımızda, aslında onu kendi fıtratına, temiz özüne çağırıyoruz demektir. İslam’ın çağrısına cevap verenler, kendi temiz fıtratlarına dönmüş oluyorlar.

Ali Bulaç / Zaman

Mehmet Akif ve Bediüzzaman

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ VE MEHMED AKİF ERSOY

Bediüzzaman ve M.Akif iki güzel insan. Bu gönüldaşlar,  âlem-i İslam da gördükleri hastalıkları bedenlerinde hissetmiş ve tedavi çarelerini düşünmüş iki Lokman hekim…

Şan, şöhret ve makamdan kaçmış mütevazi ve alçak gönüllülükte hüsn-ü misal olmuş, hakikatı haykırmada hiç kimseden korkmamış iki  büyük kahraman…

Milletimize fikir ve manevi sahada öncülük etmiş değerleri hayattayken anlaşılamamış, fakat onlar doğruluğuna inandıkları her konuda taviz vermeden hayatlarını geçirmiş milletimizin en zor anlarında ümit kaynağı olmuş kıymetli simalaramızdandır.

İnsan gerek Risale-i Nur’ları gerekse Safahat’ı okurken aynı duyguları hissediyor ve aynı mesajları alıyor. En azından ben bu hissiyata sahip oluyorum. Aşağıda yazacağımız örneklerde sizlerinde aynı şekilde düşüneceğiniz kanaatindeyim. Çünkü bu iki değer, yaşadıkları devirde dine ve manevi değerlere olan lakaytlığa şahit olmuş bundan son derece endişe duyarak Kur’an’a müracaat etmişlerdir. M.Akif bunu;

Kur’an’dan alarak ilhamı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı

beytini kaleme almasına sebep olurken, sanki bu çağrıyı duyan Bediüzzaman da külliyatındaki bütün hakikatleri Kur’an’dan alarak Kur’an’ı;

“Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-i tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi.. ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri… Ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlahiyenin mânevî Hazînelerinin keşşâfı.. ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikın miftahı.. ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi.. ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası… ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubûdiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci’ olacak çok kitabları tâzammun eden tek, câmi’ bir KİTAB-I MUKADDES.” olduğunu muazzam bir tarifle ifade etmiştir.

Bizim en ciddi meselelerimizden olan milliyetçilik konusunda Bediüzzaman müstakil bir risale kaleme almıştır. O yazdığı risalede milliyet fikrini müsbet ve menfi olmak üzere ikiye ayırarak ayet ve hadislerin kesin bir şekilde, menfi milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmediğini, müsbet ve mukaddes İslamiyet milliyetinin, ona ihtiyaç bırakmadığını ifade etmiştir. “ Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın? Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle, Emevîler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.” diyen Bediüzzaman İslam dünyasında Emevileri ve Avrupa’da da Fransız ve Almanları tarihte örnek göstererek bu fikrin geçmişte çok ağır ve elim neticeler verdiğini müşahhas örneklerle ortaya koymuştur.

Aynı şekilde M.Akif Safahat’ta sanki  Bediüzzaman’ın nesir olarak ifade ettiklerini manzum olarak bakın nasıl terennüm etmiştir.

Hani milliyetin İslam idi… Kavmiyyet ne!

Sarılıp sımsıkı dursaydı a milliyetine.

“Arnavutluk” ne demek? Var mı şeriatte  yeri?

Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!

Arap’ın Türk’e; Laz’ın Çerkez’e, yahut Kürt’e

Acem’in Çinli’ye rüçhanı mı varmış? Nerde!

Müslümanlıkta “anâsır”mı  olurmuş? Ne gezer!

Fikr-i milliyeti tel’in ediyor Peygamber

En büyük düşmanıdır rȗh-ı Nebi tefrikanın;

Adı batsın onu İslama sokan kaltabanın!

Şu senin akıbetin bin bu kadar yıl evvel.

Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?

diyerek menfi milliyetin  zararlarını adeta ruhunda hissederek mezkȗr beyitleri kaleme almıştır.

Bunun yanında Bediüzzaman bizim en büyük düşmanımızın cehalet, zaruret ve üçüncü olarakta ihtilaf’ı saymıştır.

Fikirlerini hiç kimseden çekinmeden anlatan bu iki mümtaz şahsiyet  dinlenilmediği vakit veya anlaşılamadığı zamanlarda da aynı duyguları paylaşmıştır. Mesela Bediüzzaman şarktaki aşiret reisleriyle olan muhavere ve münazaralarında o yüksek fikirleri idrak edilmediği vakit ;

Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sureten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye dâvet ediyorum.

İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin! derken

M.Akif’te benzer şekilde sözleri anlaşılmadığında;

-Siz, ey heyakil-i bȋ-ruhu devr-i mazinin

Dikilmeyin yoluna kârbân-ı âtinin

Nedir tarȋkını kesmekte böyle isti’cal?

Durun, ilerlesin Allah için şu istikbal

Yani; Ey mazi devrinin ruhsuz heykelleri

Gelecek kervanın yoluna dikilmeyin

Yolunu kesmekte acele etmek nedir?

Allah için durun şu istikbal ilerlesin demiştir.

Hülasa edecek olursak Bedizzaman Said Nursi ve Mehmet Akif Ersoy soysal hayatta gördükleri eksiklerin temel sebebini İslami esaslardan ayrılmaktan kaynaklandığını düşünürler. Zira Bediüzzaman ve Akif milletin hastalığının kaynağını za’f-ı diyanete(dini hassasiyetlerde zayıflamaya) bağlarlar. Bu duygu ve düşünceyle halka güven verip harekete geçirmek için bazı ayet ve hadisleri Bediüzzaman nesir olarak Akif’te manzum olarak asrın idrakine uygun şekilde yorumlaya çalışmışlardır. Yukarda mezkur olunan misaller bu ortak düşüncenin bir-iki örnekleri nevindendir.

Hamiyet sahibi bu iki kahraman simanın eserleri okunduğunda hep aynı dertle dertlendiklerine şahit olacaksınız…

Ahmet Gözütok

www.nurnet.org

Macaristan’dan bir hizmet haberi

Esselamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berekatuhu

Macaristanın başkenti Budapeşte’de Kuran-ı Kerim Mealinin Macarcaya çevirilmesi hizmetine muvaffak olan ve yaklaşık 1,5 yıldır irtibatta olduğumuz Ahmet Barışçıl ve Halima Zsuzsanna’nın davetlisi olarak 07 ocak- 14 ocak tarihleri arasında Budapeşte’ye hizmet maksatlı bir seyehat yapmak nasip oldu. Bu meal projesinde 3 yıldır birçok zorluğa ve kısıtlı imkanlara rağmen sebatla gayretlerini eksiltmeyen bu kardeşlerimiz, Macaristan’da bulunan tüm müslümanların bu meal üzerinde ittifak etmesi ve Türkiye Diyanetinin Avrupa temsilcilikleri eliyle mütalaa edilip umumi kabul görmesi üzerine 08 Ocak Cumartesi günü saat 15:00’te Danubius Astoria Otel’in konferans salonunda bir tanıtım toplantısı organize ettiler. Bizim de Cemaat olarak davet edildiğimiz programa Türkiye’den, Macaristan’dan ve Avrupanın dört bir yanından müslim-gayrimüslim 300’e yakın davetli katıldı.

Türkiye’den bizimle birlikte Fatih Camii imamı Hafız Osman Şahin Hoca, TRT Haber ekibi, TRT Tasavvuf Musikisi Korosu ve İHH temsilcisinin de davetli olduğu programa Macaristan’dan Fas, Tunus, Mısır, Irak, Katar, Malezya Büyükelçileri, Macar Jobbik partisi milletvekili Gyöngyösi Marton, kutsal metinler hususunda Macaristan’da çok önemli bir yere sahip olan ve Arap diline mükemmel derecede hakim olan Protestan kilisesi rahibi Nemet Pal, Viyana’dan Büyükelçilik Din Hizmetleri müşaviri Seyfi Bozkuş’ta katıldılar.

Program Osman Hocamızın muhteşem Kur’an tilaveti ile başladı. Seyfi Bozkuş, Irak’ın Macaristan büyükelçisi Dr. Kasim Asker Hasan, Gyöngyösi Marton, Nemet Pal memnuniyetlerini, takdirlerini ve bu çalışmada emeği geçen herkese teşekkürlerini ifade eden birer konuşma yaptılar. Meal çalışmasında çok yoğun emeği bulunan ve yaklaşık 8 yıl önce hidayetle şereflenen Macar asıllı Halima Zsuzanna’ da mealin çeviri sürecinden bahsederek misafirlere teşekkür etti.

Milletvekili Gyöngyösi Marton program vesilesiyle gecede bulunmaktan mutluluk duyduğunu söyleyerek Macar toplumunun yüzünü artık batıdan doğuya çevirmesi gerektiği, müslümanlarla ilişkilerin Macaristan için ne kadar önemli olduğun konularından bahsetti. Akşam namazı için kısa bir ara verilirken Fatih Camii imamı Hafız Osman Şahin hocamızın okuduğu ezan-ı Muhammedî salonun da ötesinden adeta Budapeşte sokaklarında yankılandı ve Akşam namazı gruplar halinde sahnede kılındı. TRT Tasavvuf Musikisi Korosunun sunduğu kısa ilahi dinletisi özellikle Macar misafirlerin adeta gönüllerini mestetti.

Programı medyadan TRT, Anadolu Ajansı ve Macar Hirlap gazetesinden yetkililer takip etti. Türkiye’de de aşağıda linklerini verdiğimiz medyada geniş yer buldu ve 08 ocak akşamı TRT Ana haberde yayınlandı.

Programın bizim açımızdan çok hizmete medar olduğunu ifade etmeliyiz. Davetlilerin birçoğuyla tanışma, Risale-i Nurları tanıtma ve Türkçe, Macarca, İngilizce ve Arapça Risale-i Nur’lardan hediye edebilme fırsatımız oldu. Macar Jobbik partisi milletvekili Gyöngyösi Marton ile tanıştık ve Türkçe olarak telif edilen, yaklaşık 50 dile çevirilen, tüm dünyada kalabalık bir okuyucu kitlesine sahip olan, tamamının Macarcaya çevirilmesi için çalışmaların devam ettiği ve Kuran-ı Kerimin manevi yüksek bir tefsiri manalarını nazara vererek Risale-i Nurlardan bahsettik.

Kendisi de Macarların Türk asıllı olduklarını ve Avrupalıların İslamiyete gerçek manada muhtaç olduğunu her ortamda ifade ettiğini söyledi. Bahsettiğimiz eser ile Macaristan’da özellikle Macar müslümanlara İslami  noktada hizmet etmeyi arzu ettiğimizi ve bu maksatla Samsun Araştırma ve Kültür Eğitim Vakfımızın Budapeşte’de bir temsilciliğini açmayı istediğimizi ve kendisinden bu hususta yardım talep ettiğimizi izah ettik. Mr. Marton bunu memnuniyetle karşıladı, elinden gelen yardımı yapacağını söyledi ve bize “Selamun Aleyküm” diyerek ayrıldı.

Programdan sonra davetlilerden oluşan yaklaşık 60 kişilik bir grup ile bir Türk lokantasında akşam yemeği yedik ve burada da semeredar tanışmalar ve sohbetler devam etti.

Ahmet Barışçıl ve Macar asıllı müslüman arkadaşları tarafından bir buluşma mekanı, ders verme, namaz kılma ve Cuma günleri de camii olarak kullandıkları kiralık dairede, bu vesilelerle tanıştığımız otuzdan fazla Macar müslüman kardeşlerimiz ile sonraki bir hafta boyunca birlikte olma imkanı bulduk. Bazılarının çileli, bazılarının ibretli, bazılarının kerametvari, bazılarının ise hüzünlü ama hepsinin çok farklı hidayet hikayelerini dinledik. Bu hamiyetli insanlar İslamiyet nurunu bulduktan sonra etraflarına bu nuru neşretmek için çok zor şartlarda hizmet etmeye çalıştıklarını sevinçle müşahede ettik. Bizim de inşallah yakın zamanda Risale-i Nur yolu ile Budapeşte’de kendi hizmetlerini tekmil etmeyi niyet ettiğimizi duyduklarında çok sevindiklerini ve bize kucak açtıklarını gördük. Bizim ziyaretine giderek birebir dinlediğimiz bu hidayet öykülerinden bir tanesini misal olarak anlatmak istiyoruz.

Bahsedeceğimiz Katolik Macar asıllı Müslüman amcamızın ismi Taha ve şimdi 58 yaşında. Taha amca Mastırını vergi-maliye alanında yapmış bir Avukat, aynı zaman da şair ve yazar. İslamiyetle şereflenmediği dönemde büyük kısmının yahudilerden oluştuğu finans patronlarına, banka sahiplerine, birçok işadamına danışmanlık yapıyormuş. Bundan yaklaşık 15 yıl önce oğlu Riki (şimdiki ismi Yasin) ile birlikte Hristiyanlığın hak din olmadığını gerçek manada görmüşler ve dinleri araştırmaya karar vermişler. Taha amca Yahudiliği araştırmak için bir yıldan uzun bir süre İsrailde kalmış ve İbraniceyi de öğrenmiş. Ancak bir dinin tek bir ırka saadet vermek için gelmiş olamayacağı, insanlığa zulmetmeye cevaz veremeyeceği, tahrif edilmiş Tevratta gördüğü ırkçılık ve buna benzer birçok butlan sebebiyle Yahudiliğin de hak din olmadını oğluyla birlikte kabul etmişler.

Daha sonra Taha amca oğlu Yasin’i doğu dinlerini araştırması için Nepal’e göndermiş. Bir müddet Nepal’de tapınaklarda kalan Yasin, Budizm, Hinduizm vb. dinlerin toplum hayatına bir nur, bir hidayet ve bir reçete sunmadığını, bu dini yaşamak isterlese herkesten uzak bir tapınakta rahip olmaları gerekeceğini babasına anlatmış. En sonunda ingilizce Kuran-ı Kerim meali ve bazı tefsirler alıp islamiyeti araştırmaya başlamışlar.

Yasin’in ifadesi ile “diğer dinlerde hakikatin bazı parçalarının bulunduğunu ancak hakikatin kendisi olmadığını, hakikatin bir bütün olarak İslamiyette bulunduğunu” müşahede edip birlikte hidayete ermişler. Taha amcanın İslamiyeti seçmesinin ardından bütün işverenleri ile tek tek bağları kopmuş, bazı iş başvurularını da bu eski patronlar engellemişler. Taha amca elinde kalan parası ile Budapeşte’nin yaklaşık 150 km. kuzeyinde Slovakya sınırında ve tabiri caizse dağ başında bir ev satın almış. Arabayla üç saatte ancak varabildiğimiz bu köy benzeri yerde yeniden evlenmiş ve hayatını İslamiyete göre yeniden dizayn etmiş. Şimdi yeni eşinden Habil, Meryem ve İlyas isimlerinde üç çocuğu var. Eşi de iki yıl önce müslüman olmuş ve bu dağ başında maddi noktada kıt kanaat ama manevi açıdan mutlu ve huzurlu bir hayat geçiriyorlar.

Taha amca birkaç yıldır bir kitap üzerinde çalışıyor. Yazdığı bu kitap üç bölümden oluşuyor ve ilk bölümde Avrupalının mantığı ile neden İslamiyetin hak din olduğunu, bu mantıkla neden kendisinin İslamiyeti seçtiğini ve neden Avrupalıların da İslamiyeti seçmek zorunda olduklarını anlatıyor. İkinci bölümde Avrupalının tarihten beri yaptığı en büyük hatalardan biri olan din ile bilimi ayrı görme hatasını delillerle yıkıp, bilimin insanı dine ulaştırdığını anlatmaya çalışıyor. Üçüncü bölümü ise yazdığı şiirlere ayırmış.

Risale-i Nurlardan ve Üstad Bediüzzaman’dan da uzun uzun sohbet ettiğimiz Taha amca Risale-i Nurları okuduğunu, istifade ettiğini söylüyor. Biz de Taha amcanın Risale-i Nurlardan daha çok istifade ederek bu yolla çevresinde İslamiyeti anlatmaya çalıştığı insanlara bu noktada daha faydalı olabilmesi duasıyla kendisini Samsun’a davet ettik. İnşallah ortanca oğlu Habil ile birlikte bu yaz bir müddet misafirimiz olacaklar.

Bir haftalık yoğun ve akıcı bu ziyaretlerin ardından bir kez daha müşahede ettik ki: “Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak.” Cenab-ı Hak bu manaya hizmette gayretimizi, şevkimizi ve hamiyetimizi ziyadeleştirsin. Bu hizmetlerde bizi ve bütün Nur talebelerini muvaffak eylesin. Bütün ağabeylerimizden de bu meyanda dular taleb ediyoruz.

Samsun Yurtdışı Hizmet Heyeti

Bağcılar Salı Dersi

İstanbul-Bağcılar Nur Dersanesinde Salı akşamları dersler devam ediyor. Derse katılanlara baktığımızda 7’den 70’e her yaşta insan görmek mümkün. Risale-i Nur, adeta Kuran güneşinden aldığı parıltıları dinleyenlerin kalp ve gönüllerine nakş ediyor. Saat 20:00’de başlayan sıralı kitap okumalı (dönerli) derste herkese aynı kitap dağıtılıyor ve güzel okuyanlar bir parça sırayla okuyor. Ardından çay veriliyor ve neşeli muhabbetlerden sonra açıklamalı ders başlıyor. Yaklaşık 40 dakika süren dersten sonra ise tekrar bir ara veriliyor ve meyve dağıtılıyor. Ardında kısa bir lahika mektubu okunarak ders tamamlanıyor.

Mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş: Semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.

Görünen âlemlerle görünmeyen âlemlerin gündemleri birbirinden çok farklıdır. Birinde manşetlere çıkan haber, diğerinde hiç işitilmeyebilir. İman ilimlerinin açtığı kapıdan âlemlerin her ikisine birden bakanlar ise, kâinatın asıl gündemini yakalamakta gecikmezler.

Baharın yaklaştığı günlerden birinde karları tebessümüyle eriten bir kardelen, kozasından çıkmış bir kelebek, bu âlemdeki pek çok insanın dönüp de bakmayacağı, baksa da görmeyeceği, görse de o akşamki bir televizyon programının tek bir sahnesi kadar bir değer vermeyeceği işlerdendir.

Fakat nakış nakış İlâhî isimlerin dokunduğu hiçbir hadise, gözden kaçırılacak kadar önemsiz olamaz bu kâinatta. Ve bir Risale-i Nur talebesi bunu bilir. Onun keskinleşmiş duyuları, manevî âlemlerde haber teşkil edeni, manşetlere çıkanı, izleyici toplayanı kaçırmaz. Bir ibretli bakış, bir tefekkür, bir zikir, dünyanın kalabalığı arasında kaybolup gidecek bir küçük hadise değildir; bunu bilir Risale-i Nur talebesi. Her an, nice “sıradan” insanların zikir ve fikirleri rengârenk çiçekler halinde açar ve bu gezegenin manevî simasını bir bahar sahnesine çevirir. Açan çiçeklere onların müştakları doluşur. Görünen âlemlerin yasaları, bir başka biçimde, görünmeyen âlemlerde işler. Biri kelebekleri çağırır çiçeklerin, diğeri melekleri. İman ilimlerinin talebesi, dünya ve içindekilerden daha hayırlısını bulmuş, onlardan daha kalabalık bir dost topluluğu edinmiştir.

http://www.feyyaz.org/icerik/bulundugunuz-bolgedeki-risale-i-nur-derslerine-katilmak-ister-misiniz

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version