Filipinler’de Risale-i Nur Okuma Programı başladı

Filipinler Risale-i Nur Enstitüsü’nin düzenlediği Risale-i Nur okuma programı başladı.

Dünya telaşı bitmek bilmiyor. İçte ve dışta siyasi, ekonomik, sosyal hadiseler birbiri ardına gelişirken dünyanın bir ucunda, Filipinler’den güzel haberler geliyor. Filipinler Risale-i Nur Enstitüsü’nin düzenlediği Risale-i Nur okuma programı başladı.

İşte Filipinler’den Mustafa Samur’un mektubu.

Bismihi Subhanehu

Yaz günleri çiçekleriyle bilinir tüm dünyada. Renk renk çeşit çeşit desen desen çiçekler savrulur dört bir yanına zemin yüzünün. O çiçeklerle alırlar arılar ballarını, onlarla güler yerler, yerdekiler. İlhamlarını renklerin cümbüşünden alır şairler, yazarlar ve ressamlar. Biz de şevke susamış, ilhama gözlerimizi dikmiş çiçeklerimizi bekleriz yaz gelince.

Ve yaz gelir, biz de bayram sevinciyle süsleriz, şevke bürürüz, baştan tırnağa coşmuş ruhlarımızı. Yaz gelir ve bedenlerimizde çiçekler açar mis gibi kokan. Ve yaz gelir, yazılanları okumaya gideriz hep birlikte. Yaz sayfasını yeniden yazmaya gideriz.

Evet bütün dünyada oldugu gibi Filipinler’de de okuma programlarına gidilir yaz sezonunda, onlarca Rabbini tanıyacaklarla. Bize Halıkımızı tanıttır, öğretmenlerimiz bize O’ndan bahsetmiyor diye yananlarla ışıklar bulmaya nurlanmaya, parlatmaya gideriz çehrelerimizi.

Farklı birçok kabilenin farklı dilleri konuşan gençleriyle aynı dili konuşmaya, anlamaya gideriz ülkenin bir ucundan bir ucuna. Kimi zaman bir ada parçasında geçer bu cennet asâ günler, kimi zaman ormanlıklar içinde çadır kurularak, kimi zaman da şehrin diğer ucuna taşınır valizler.

Günler günleri kovalar, saatler saatleri ama dakikalar geçsin istenmez bu program zarfında. Çünkü cenneti yaşarlar katılanlar. Kokladıklari taze aşmış adn gülleridir.

Gördükleri laleler Naim cennetinin, meyveler ise firdevs’den gelmiştir adeta. Vakit dursun istenir. Dualar kurumuş toprağın suya hasreti gibi birer yakarıştır. Güller açar gülen yüzlerde. Program Bayram olur. Filipinler’de bir Bayram olur program.

Risale Haber

Erkek evde ne yapar?

Aile bir sevgi yuvasıdır. Bu yuvanın iki mimarı vardır:

Nikâh bağı ile bir araya gelmiş, bir erkekle, bir kadın… Nikahın kerametiyle, gerekleri gerçekleşir. Nikahı emreden Yüce Yaratıcı, bir erkekle bir kadını, iki yabancı olmaktan çıkarır; aralarına koyduğu eş  sevgisiyle onları öyle bir kaynaştırır ki, bir ömür doyamazlar, birlikte olmaya ve paylaşmaya…

Vefat bile ayıramaz onları, vefa devam eder… Zira yılların demlendirdiği aşkla öyle BİR olurlar ki, ikilik ebediyen kalkar aralarından, SEN-BEN olmaktan çıkıp tam manasıyla BİZ olurlar.

Öylesine çift bedende tek ruhlaşırlar ki, zamanla şeklen de benzeşirler. Nikâhın kerameti ölümle de son bulmaz. Onlar öteki dünyada da paylaşma arzularını ortaya koyarlar. En önemli dualarından biridir; Cennet’te de ebedî birlikte olmak… Bu dileğin en etkileyici bir dilekçesi, bir mezarlıkta gerçekleşmişti:

Onlar da çoğu aşık karı kocalar gibi, peşpeşe ölmüşler. Vasiyetleri üzere yanyana gömülmüşler.Yine vasiyetleri üzere, iki mezara tek taş dikilmiş. İki mezarın ortasındaki bu tek taşa da, isteklerine uygun olarak şu cümle yazılmış:

“Burada, birbirini seven bir karı koca yatıyor; ikisine bir Fatiha yetiyor.”

Böylesine birleşmiş, çift olmaktan çıkıp tekleşmiş bir karı-koca, acaba hayatlarında nasıl derin bir mutluluk yaşadılar tahmin edebilir miyiz?

Acaba, bu olması gereken güzellikte babanın rolü nedir? Evi böyle bir sevgi yuvası haline getirmekte babaya düşen nedir?

Sahi baba evde ne yapar? Ya da baba evde ne işe yarar?

Baba, harici işlerin hariçte kalan kahramanı mıdır?

Çoğu zaman, evlilik hayatında baba, ev dışında düşünülür. Çünkü o para kazanan, evin maddeten geçimini sağlayan bir güç odağıdır. Biraz daha ötesi otorite ve disiplin demektir.

Baba deyince anlaşılan bu özellikler, eve, eşe ve çocuklara nasıl yansır?

Bu özellikler, “Ben babayım, ben ne dersem o olur!” zihniyetini oluşturuyorsa, tabii ki çok zararlıdır. Ama toplumda paranın, maddenin, gücün önemsendiği ve öncelendiği bir anlayış hakimse, bu yanlış doğru sanılır ve benimsenir.

Ancak, maneviyatın, muhabbetin ve gönlün hakim olduğu bir dünyada, babaya izafe edilen özellikler, onu tek adam haline getirmez. Çünkü, en az madde kadar önemli, para kadar gerekli, güç kadar lâzım bir şefkat temsilcisine de ihtiyaç vardır.

Bu sebeple anne, ailenin olmazsa olmaz birinci unsurudur. Çünkü, “Yuvayı yapan dişi kuştur” o… Onun bu özelliğini farketmeyen baba, hem eşini, hem de çocuklarını sevgisiz bırakır. Zira, sevgiden öte bir duygu olan şefkatin kahramanıdır anne… Fedakârlığın, vericiliğin, feragatin kaynağı olan şefkate, baba da muhtaçtır. Zira babanın kabalığı, katılığı, duygu yufkalığı; annenin zarafeti, şefkati ve duygu derinliğiyle dengelenir, yontulur, rafine hale gelir.

Annenin baba tarafından önemsenmediği, küçümsendiği, daha kötüsü aşağılandığı aile ortamı, çocukların duygu dünyasını olumsuz etkiler; onların sevgisiz, şefkatsiz ve merhametsiz olmalarına sebep olur.

Bu tür ben merkezli babalar, enaniyetlerinin atından hiç inemez, herkese olduğu gibi eşlerine de tepeden bakmayı tercih ederler. Evde her şey onlara göre ayarlanmak; bütün düzen onların zevklerine uygun hale getirilmek zorundadır. Çünkü onlar, en önemli ya da tek önemli şahsiyet olarak, her şartta mutlaka rahat etmelidir. Daha sonra ve imkân varsa diğerleri…

Bu yanlışın temelinde, asla İslâmiyet yoktur. Çünkü babaların en güzeli, en üstünü, Allah’ın terbiyesinden geçmiş olanı, en zor zamanlarında, meselâ yoluna kuyu kazıldığı, üzerine pislik atıldığı ve can korkusuyla yaşadığı zamanlarda dahi, tebessümün sadaka olduğunu söyledi. Söylemekle kalmadı; Güzeller Güzeli, evine hep güler yüzüyle, gülen yüzüyle geldi. Aslında sadece yüzü gülmezdi; bütün varlığı gülerdi. Böyle olduğu için de, bir sevgi cennetine çevirdiği evine gelince, Hanımefendiler Hanımefendisi Hz. Hatice annemize aşkla sorardı:

“Ya Hatice, yardıma ihtiyacın var mı?”

Aşkın  öteki zirvesi Annemiz de, kendisine yakışan şu cevabı verirdi:

“Yâ Resulallah! Bana en güzel yardımınız, sizin şöyle bir uzanıp, dinlendiğinizi, uyuyup rahat ettiğinizi görmemdir.”

Buna rağmen, o Güzeller Güzeli, Annemizi yoğun ve yorgun görürse, içeceği sütü keçiden kendisi sağar, elbisesini kendisi yamar, ayakkabısını kendisi tamir ederdi.

Bu üstün özellikleri sebebiyle, “Erkek evde ne yapar?” sorusunun en doğru cevabı Efendimiz’dedir.

Erkek evde dinlenir, yenilenir, güç tazeler.

Bunu öncelikle, evin kadını sağlar. Onlar imandan kaynaklanan doyumsuz bir şefkatle çoğalmışlardır. Erdem Bayazıt’ça söylersek:

“Kadınlar bilirim ülkeme ait

Yürekleri Akdeniz gibi geniş, soluğu Afrika gibi sıcak

Göğüsleri Çukurova gibi münbit

Dağ gibi otururlar evlerinde

Limanlar gemileri nasıl beklerse

Öyle beklerler erkeklerini

Yaslandın mı çınar gibidir onlar sardın mı umut gibi…”

Böylesine bir sevgi devleti olabilen anne, babayı ne bir para makinesi olarak, ne de bir korkuluk olarak görür. Baba, o kuşatan şefkat sayesinde kendini bırakmaz, hele de sevgiden emekli olmaz. Tabii ki, PTT formülünü de hiç uygulamaz. PTT formülünü, Kalp Sevmekten Yorulmaz isimli kitabımdan ödünç alıyorum:

“Adam verimsiz bir iş gününü tamamlayıp eve gelir ve hemen PTT formülünü uygular. Nedir bu PTT formülü?

Pijama, terlik, televizyon…

Pijamanı giy, terliklerini tak ayağına ve kurul televizyonun karşısına…

Ne düşün, ne konuş, ne de işe yarar bir şey yap… Yani yaşamıyor gibi yaşa… Dünyada varlığın belli olmasın… Gözün ne çoluk görsün, ne de çocuk… Sanki yokmuşsun gibi… Yaşarken ölmüş gibi, kendini varlık dünyasından sil… Yokluk numarası yap…

Yazık değil mi insanlığımıza?

Ayıp olmaz mı sahip olduğumuz özelliklerimize?

Günah işlemiş olmaz mıyız, eşimize ve evladımıza karşı…”

Bu ayıbın vebalini taşımak istemeyen erkek, Efendimiz’i (s.a.) örnek alır ve ne kadar yorgun gelirse gelsin, eşine “Yardıma ihtiyacın var mı?” diye sorar. Sakın ola “İşimiz çok, yorgunluğumuz ağır!” demeyin. Çünkü böyle diyen beylere ben şöyle söylüyorum:

“Affedersiniz, işiniz, derdiniz Efendimiz’den (s.a.) daha mı ağır? O Güzeller Güzeli, sırtında dünyanın yükünü taşırdı da, yine eve sevgisini hiç eksiltmeden gelirdi.”

“Kazak erkek,” “Taş fırın erkeği” gibi bazı anlayışların arkasına sığınarak, eve sadece beden olarak ya da patlamaya hazır bir bomba olarak girenler, müthiş bir yanılgı içindedirler.

Bu tür babalar, eşini ve evladını sadece bedenden, hatta mideden ibaret görürler. Dolayısıyla da, haklarındaki şikâyeti hemen şöyle karşılarlar:

“Karnı tok, sırtı pek, daha ne yapabilirim ki!”

Bu kabalığın altında, babanın kafa ve kalp midesini bilmediğini gösterir. İçine bir ölçek de sevgi katamadığınız yemek, yaramaz eşe, çocuğa… Muhabbetinizi ekleyemediğiniz elbise, ısıtmaz evladı…

Yemeği ve elbiseyi sevgisiz bulan dört yaşındaki çocukların, “Baban eve gelince ne yapar?” sorumuza verdikleri cevaplara bakınız:

“Annemin canını sıkar!”

“Bağırır, çağırır; hepimizi korkutur.”

“Gazete okur, televizyon seyreder.”

“Yemeği beğenmez, kavga çıkarır.”

Çocuklarımızın Mevlana yürekli, Akif karakterli olması için, onların babası gibi baba olmak mecburiyetindeyiz.

O babalar, hem baba, hem hoca olmuşlar, evlada, sadece keselerini değil, yüreklerini de açmışlardı. “Canım kızım, canım oğlum” demeyi, sarılıp öpmeyi bilmişlerdi. Dolayısıyla, özlenen, gözlenen, beklenen, örnek olarak benimsenen babalardı.

“Akşam olsun da, ben babana ne diyeceğimi biliyorum!” diye tehdit unsuru olmazdı o gerçek babalar. Çünkü baba, evin korkuluğu değildir.

Mevlana’ya göre baba, gücünü ancak hayırda kullanır; bu sebeple de asla diktatör olmaz. Bir hadis-i şerife dayandırarak şöyle der Hazret:

“Akil ve arif erkekler, hanımlarına mağlup olurlar; kaba, katı ve cahiller de hep galip gelirler.”

Ne mutlu bu zarif adamlara, gücünü hakim olmakta değil, düzeni sevgiyle korumaya çalışanlara… Eve kaba kuvvetle hakim olmaya çalışan erkekler, oradaki yürekleri daima kaybederler.

Bu bakımdan, evde erkek için de tek mesele, BİR GÖNÜLE GİRMEKTİR… Bu bakımdan baba eve girerken, evdekilerin gönlüne de girmelidir. Bu niyetle eve yönelen adam, oraya işini değil, sevgisini, merhametini ve aşkını getirir. Bu baba evde özlenir, yolu gözlenir ve asla bir fazlalık gibi görülmez. Dolayısıyla da, “Erkek evde ne yapar, ne işe yarar?” gibi bir soru hiç akla gelmez…

Vehbi Vakkasoğlu / Zafer Dergisi

http://vehbivakkasoglu.com/

Bediüzzaman ve Siyaset (2)

İman hizmeti ve siyaset:

“Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok“ Mektûbat

Üstadın gayesi insanların imanlarının kurtulmasına Nurlarla vesile olmak. Mutlak rakibi ise imansızlık… O halde, Üstadın siyasete bakışı da bu ölçüye göre olacaktır. İnsanları güç ve kuvvetle imana getirmek mümkün değil; zaten dinde zorlama da yasak kılınmış. Karşımızdaki insana birşeyler anlatabilmemiz için falan partinin iktidarda olması diye bir şart da yok. Üstadın siyasîlerden bu noktada beklediği fazla bir şey de olmamış.

“Bütün mücedditler de iman cereyanında oldukları halde Üstad bunu özellikle niçin ifade ediyor?” diye bir soru akla geliyor. Ve maziye baktığımızda, diğer mücedditlerin daha çok, İslâm’a sokulmaya çalışılan fitnelerle, hurafelerle, bidatlarla çarpıştıklarını, Müslümanları mânevî tekâmüle erdirecek yollar, vasıtalar üzerinde durduklarını görürüz.

Tâ asr-ı saadete kadar, dahilde, doğrudan doğruya imansızlıkla mücadele edilen bir asır göremiyoruz. Şirkin ve putperestliğin dünyayı sardığı o asr-ı cahiliyetten sonra, imansızlığın yeniden canlandırılmaya çalışıldığı, Ateizm, Materyalizm ve Darwinizm için dünya çapında büyük bir seferberliğe girildiği bir başka devir görmüyoruz. İşte Üstad, “ben imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık cereyanı var” demekle davasının ulviyetiyle birlikte yükünün ağırlığını ve düşmanının dehşetini de nazara veriyor. Bir başka risalesinde “iki elimiz var, yüz elimiz de olsa ancak nura kâfi gelir” buyurarak, aynı mânâyı kuvvetlendiriyor.

“Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.” Lem’alar

Üstad, büyük bir ruh hekimi, kalp tabibidir. Zengini, fakiri, âmiri, memuru, oy vereni ve alanı hep onun ilgi alanı içindedirler. Ve Onun gayesi hepsine tahkiki iman dersi vermek, hepsinin imanlarını tehlikeden muhafaza etmektir.

Siyaset kalp ve ruha zarar veriyor:

Üstad, siyaseti, “gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi” (Emirdağ Lâhikası) olarak değerlendirir. İnsanın dar dairedeki gerçek vazifesini bırakıp, geniş dairelerdeki siyasî ve içtimaî hadiselerle gereksiz olarak ilgilenmesini zararlı bulur ve şöyle buyurur: “Hem iman ve hakikat noktasında bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünki gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise, siyaset dairesidir. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor.” Emirdağ Lâhikası

Evet bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azab içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-ı ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.” Kastamonu Lâhikası

“Siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir.” Sözler

Siyaset onuncu derecede:

Üstadın siyasete bakışında bir başka nokta, siyasî ve içtimaî yollarla İslâm’a hizmet etmeyi, iman hizmeti yanında ancak onuncu derecede görmesidir. Kastamonu Lâhikasındaki bir mektubunda, “Ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dâir hizmeti, kâinatta en büyük mes’ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden…” diyerek hem kendisine cephe alanların gafletini sergiler, hem de Nur Talebelerine, sanki şu ince mesajı verir: Eğer sizler de siyasî ve içtimaî hadiselere iman hizmetinden daha fazla ilgi duyar, onlarla daha çok meşgûl olursanız ve sohbetlerinizde o gibi hadiseler iman hizmetinden daha fazla yer tutarsa siyasîlere benzemiş olursunuz.

Nur Talebeleri bu mesajı çok iyi aldıklarından bütün himmetlerini, imansızlık ateşinde yanan, tereddüt ve şüpheler içinde bocalayan ve sefahat çamuruna düşen insanların kurtuluşlarına hasrederler.

www.SorularlaRisale.com

Bediüzzaman ve Siyaset (1)

Siyaset, oldukça genel bir ifade.. Devletin ekonomik politikasından, bir şirket müdürünün yönetim biçimine, mürşitlerin ve peygamberlerin (a.s.) irşat metotlarına kadar uzanan çok geniş bir sahayı içine alıyor. Ama gel gör ki, günümüz insanı kısır politik çekişmeleri bir boks maçı gibi seyrede ede, siyaset denilince onun hatırına hemen parti propagandaları ve hükümet programları gelir.

Politikayla bu derece şartlanmış insanlara Üstad Bediüzzaman’ın siyaset anlayışını anlatmak oldukça zor.

Din ve dünya hakkındaki her türlü problemini ancak politikacıların çözeceğine ve ne kadar emelleri, hedefleri varsa hepsinin siyasîlerce yerine getirileceğine inanan ve kendisini siyasete endeksleyen bir insana, Bediüzzaman’ın siyasete bakışını anlatmak ve kavratmak oldukça zor. Yapılabilecek tek şey, Üstadın siyaset hakkındaki beyanlarını bir çiçek buketi gibi takdim etmek ve sadece bir renge takılıp kalmamasını ve tümünü birden seyretmesi gerektiğini söyleyerek onu Nur Külliyatıyla baş başa bırakmaktır.

Bir noktaya kısaca değinmek isterim. Umarım, bizim için bir hareket noktası olur. Üstad, “her risalenin kendi makamında rüçhaniyeti” olduğunu ifade ederek Nur talebelerini bütün külliyatı dikkatle okumaya teşvik etmekle birlikte, iki risale hakkında özel notlar düşer. Bunlardan birincisi, “İhlâs Risalesi”. Bu risale hakkında, “lâakal” yani en azından, “her on beş günde bir defa okunmalı” tavsiyesinde bulunur.

Diğeri ise, “Meyvenin Dördüncü Meselesi”. Bu risale için de “çokça okuyunuz” kaydını düşer.

Bu iki risale üzerinde biraz durmak isterim. İhlâs risalesi sık sık okunmalı, çünkü çirkef içindeki bir içtimaî yapının tesirinde kalınarak ondaki düsturlardan sapma gösterme tehlikesi her zaman söz konusu. Örnek olarak, risaledeki ilk iki düsturu hatırlayalım.

Birinci düstur, “amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.” İnsan çevresine baka baka, kalbine ve aklına rağmen, toplumun yanlış değer hükümlerine uymaya kendini mecbur hissedebiliyor. Ayıplanma endişesi, menfaat kaygısı, takdir kazanma ve alkış toplama arzusu gibi geçici ve mânâsız hislere kapılıp İlâhî rıza istikametinden sapabiliyor. Üstadın tabiriyle “nâsı, Rabb-ı nâsa şerik” yaparcasına, rızadan uzaklaşıp riyaya sapabiliyor. İşte bu risaleyi hiç olmazsa on beş günde bir okuyan bir Nur Talebesi niyetini tashih eder ve bu vartadan kurtulur.

İkinci düstur, “Bu hizmette bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek.” Çoğu zaman, hizmete zarar veriyor gerekçesiyle, bizim görüşümüze uymayan kardeşlerimizi tenkit yoluna girebiliyoruz. Bu düsturu da sık sık okuyup birlik ve beraberliğimizi, sevgi ve saygımızı yenilemek durumundayız.

“Meyvenin Dördüncü Meselesi”ne gelince, bu risalede insanın, kalp ve mide dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden tâ dünya dairesine kadar iç içe nice dairelerle kuşatılmış olduğu nazara veriliyor. Ve sonunda büyük mesaj geliyor: “Küçük dairede büyük ve daimî vazife var. Büyük dairede ise küçük, ara sıra vazife bulunabilir.”

Bu risalede insanın, içtimaî ve siyasî hadiseler içinde boğulmaması, kalabalıklar içinde kendini kaybetmemesi, kalbini ve ruhunu her zaman ön planda tutması vurgulanıyor. Böyle yapmadığı takdirde ebedî bir Cenneti kaybedeceği ve hüsranının sonsuz olacağı çok güzel bir şekilde işleniyor.

Siyaset konusuna, bu iki risalenin ışığında nazar edersek Üstadı çok daha iyi anlarız.

www.sorularlarisale.com

Din kardeşine gelen bir dert ve kötülükten dolayı sakın sevinme!

Din kardeşine gelen bir dert ve kötülükten dolayı sakın sevinme. Sonra Allah, onu rahmetiyle kuşatır da, seni imtihan eder (aynı derdi senin başına verir).
Hadis (Tirmizi).

Dünyada yaşanan dert ve sıkıntılar (musibetler) yüzlerin karardığı kıyamet gününde, sahibinin yüzünü ak ederler…
Hadis-i Şerif (Taberani).

Kötü arkadaştan sakın! Onunla tanınacağından şüphen olmasın.
Hadis (İbn-i Asakir).

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version