Etiket arşivi: ahmet ay

Herkesin cennete bir gitmişliği vardır

Zerre Risalesi hakkındaki bazı düşüncelerimi (veya Zerre Risalesi’nin tetiklediği bazı düşünceleri) karaladığım “Ya hepimiz dönüşüyorsak?” başlıklı yazımda şunu anlatmaya çalışmıştım: Belki de hepimiz, ‘her an cennete ve cehenneme dönüşen’ bir âlemin içinde, ‘dönüştürücüler’ olarak istihdam ediliyoruz. Varlığımızın bir hikmeti de bu: Dönüştürmek.

Ciğerlerimizin oksijen alıp karbondioksit vermesi gibi, biz de nesneleri alıp, tadıp, yaşayıp, hissedip, duyup, koklayıp, görüp, düşünüp, kullanıp ahirete dönüştürüyoruz. “Zulmette, karanlıkta, anlamsızlıkta, saçmalıkta, hiçlikte, fanilikte, amaçsızlıkta bıraktıklarımız, bizi, dönüştürdüğümüz o kötü halleriyle cehennemimizde bulacak. İmanla aydınlattıklarımız ise, sonsuza kadar bizimle olmak ve bizi mutlu etmek üzere, cennetimize dönüşecek. Bugünümüzün yarınımızı her ânıyla böyle meyve verecek..” gibi bir hal halimizden okunuyor. Çünkü yaşadıklarımızla ilişkimiz kopmuyor. Bir giden hep gidiyor. Bir yaralayan hep yaralıyor. Bir sevindiren hep sevindiriyor. Hatırladıkça, düşündükçe, deştikçe zamanı aşkın bağlar kuruyor bizimle.

Böyle birşeyler anlamıştım, kendimce, Zerre Risalesi’nde mürşidimin söylediklerinden. Şimdi, onun bir adım ötesinde, ama yine onunla ilgili birşeyi 6. Söz’de farkediyorum. Görüyorum ki: Bediüzzaman ayet-i kerimede geçen ‘cennet’ ifadesini sadece ‘gelecekte yaratılacak bir âlem’ veya ‘daha sonra bağışlanacak olan bir mükafat’ gibi yorumlamıyor. Adeta her an ve her defasında bir alışverişimiz oluyor Hak Teala ile bizim. Her an canlarımızı/mallarımızı satıyoruz. Allah da karşılığında bize her an bir başka cennet bağışlıyor. Ahiretin cenneti kadar hakikat bir “an’ların cenneti.”

6. Söz’de tefsir edilen ayetin kısa bir mealini alıntılayalım başlarken:Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara cennet vermek sûretiyle satın almıştır. Tevbe sûresinin 111. ayeti olan bu müjde bir kesinliğin altını çiziyor. Yani: “Müminler bu alışverişi yapmışlardır ve cennetlerini de almışlardır.” Sanki ardımızda kalmış bir alışveriş gibi. Çoktan bitmiş. Fakat bu hakikati sınırlarımız itibariyle anlamak güçleşiyor.

Zamanın içinde olduğumuz ve ahiret âlemi geleceğin ucunda, henüz varamadığımız/erişemediğimiz bir mesafede göründüğü için, Allah’ın böylesi bir alışverişin bittiğini ve cennetin verildiğini söylemesi ‘zor anlaşılır’ gelebilir. O nedenle biz bu ayeti biraz daha şuna yakın anlamayı tercih ederiz: “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek sûretiyle satın ‘alacak’tır.” Yani; daha ileriye, geleceğe, olacaklara dair bir ümit gibi. Öyle ya! Cennet bizler için henüz dokunulabilir birşey değildir. Biz bu karşılığı henüz alabilmiş veya alabilir değiliz. O halde kullukla yaptığımız alışverişe bitmiş gözüyle nasıl bakabiliriz?

Fakat Cenab-ı Hak, bizim mahkûmu ve mecburu olduğumuz kayıtlardan müberra ve münezzeh olduğu için, yani Ezelî ve Ebedî olduğu için (buna bir tür zaman-dışı’lık veya zaman-üstü’lük de diyebiliriz) gelecekte olacak birşeyin onun nazarında şu an olandan farkı yoktur. Bu nedenle bize göre gelecekte olacak birşeyin, Kur’an’da, olmuş veya şu an oluyor gibi buyrulmasında yadırganacak birşey olamaz.

Bu perspektiften güzel bir cevap aldık. Elhamdülillah. Fakat hemen pes etmeyelim. Bu balı kaşıklamaya devam edelim. Birkaç sual daha soralım hemen mesela: “Acaba bu ayette ‘alacağım’ diyemez miydi? Neden dememiş? Neden böyle bir ifade yolunu seçmiş? Neden salt geleceği değil de yaşadığımız hazır zamanı da içine alacak şekilde buyurmuş?”

6. Söz’ü okurken, Bediüzzaman’ın, bu tarz sorulara da bir cevap verdiğini farkettim kendimce. Mürşidimin, o ayetten ‘sadece ahiretteki cenneti’ anlamadığını, cennetlerin sayısını İşte, beş mertebe, kâr içinde kâr… ifadesinde olduğu gibi ‘beş çeşit’ şeklinde tefsir ettiğini gördüm. Hatta bu noktada ‘satın almıştır’ ifadesini de böylesi bir ‘beş mertebe cennet’ içinde tevil edebildiğini farkettim. Zira burada ifade buyrulan cennet, yalnız ahirette kavuşulacak bir cennetten ibaret değilse, yani dünyadaki hazır karşılıkları da içine alıyorsa, o halde ‘satın almıştır’ ifadesini geçmiş ve şimdiki zaman için kullanabilmek çokça hikmetliydi. Hemen 6. Söz’deki kâr tariflerine sığınayım burada:

Birinci kâr: Fânî mal bekâ bulur…” Yani yaptığın fiillerin yok olup gidici olmadığını, Bakî-i Zülcelal yolunda işlenen amellerin hem kaydedildiği, hem unutulmadığını, hem ziyan olmayacağını, hem de cennet sûretinde sonsuza dönüştürüldüğünü bilmen sana verilen birinci cennettir. Eylemlerinin sonsuzluk sahibi için olması, onları da, dair oldukları şey üzerinden sonsuzlaştırır. Yoksa ‘batıp gidenlerin’ ardından çok ağlayacaktın.

İkinci kâr: Cennet gibi bir fiat veriliyor…” Burada konsantre olunması gereken cennet değil, ‘fiyat’ bence. Bir fiyat veriliyor yani insana. Hemen o güzel işi yaptığı anda. Bunu ben ‘Satmaya bakacağız’ yazımda yeğenimle oynamaktan aldığım lezzet üzerinden örneklendirmeye çalışmıştım. Yaptığınız her iyi şeyin içinde lezzet türünden size bağışlanmış bir küçük cennet var. Ki o cennettir çoğu zaman sizi o iyi işi yapmaya sevk eden.

Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar…” Kullanılış amacı, kullandığımız şeyin değerini arttırdığına göre; yani amacın yüksekliği ve kıymeti, yapılan fiile de artı değer olarak yansıdığına göre Allah rızası için yapılan bir fiilden, kullanılan bir yetenekten, sarfedilen her emekten daha yüksek değeri bulabilecek bir iş, bir âzâ, bir hasse, bir kabiliyet, bir yetenek yoktur. Niyet amellere içirilmiş bir iksir gibidir. “Meselâ, göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, geçici, devamsız bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvat derekesinde bir hizmetkâr olur.” İşte, bu değerleniş, yani ‘hayatını yaşamaya değer kılan anlam’ üçüncü cennetim.

Dördüncü kâr: İnsan zayıftır, belâları çok; fakirdir, ihtiyacı pek ziyâde; âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdânı dâim azab içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar; ya sarhoş veya canavar eder.” İşte, dördüncü cennetin de seni, yaptığın şeyi Allah’ın rızası için, dolayısıyla ona dayanarak ve güçlükle karşılaştığında ona sığınarak yaptığın için buluyor. Kendinden ötesi birşey için yaptıklarında öte olanın da desteğini almış oluyorsun. Böylesi bir dayanak bulan daha dünyada iken bir cennet almış değil midir? “Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler!” tesellisinde bir cennet saklı. Umut aynı cennettir.

Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve âletlerin ibâdeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri en muhtaç olduğun bir zamanda Cennet yemişleri sûretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşâhede, ittifak etmişler.” İşte, bu da, ayetin manasından hemen anladığın, ahirette sana verilecek olan cennet. En muhtaç olduğun zaman o çünkü. Kıyametin dehşetinden yokluğa düşmeye korktuğun an. Dilerim, Allah bizi seninle orada da buluşturur, esması hakkında sonsuza dek konuşturur.

Özetlersem: Cennet aslında sadece bir değil, beş değil, yedi değil, Allah rızası için ve şeriatı dairesinde yaptığımız her güzel şeyde birçok cennet var hemen bizi bulan. Bir küçüğün başını okşamakla onun yüzünden aldığınız tebessüm bile bir cennet. Bir annenin ellerini öpmekle ondan aldığınız dua bile bir cennet. Bir kedi yavrusunun karnını doyurmakla ondan aldığınız ‘miyav’ bile bir cennet. İyi olan herşeyin içinde bir sürü cennet var. Onları her eyleyişinde giriyorsun dünyalarına. Kalbinde hissediyorsun. Ve bu küçük cennetler onların ahirette daha büyük bir cennete dönüştüğünün delili oluyor. Dünya dönüşüyor arkadaşım. Dünya onu nasıl yaşarsan ona doğru dönüşüyor. Sonra seni tekrar bulmak üzere…

Ahmet Ay – hicbisey.com

Tereddüt De Güzeldir Bazen

Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer.” Thomas Mann, Mario ile Sihirbaz’dan.

Taberanî’de nakledildiğine göre; İbn Sa’d es-Saidî (r.a.), Resulullah aleyhissalatu vesselamın şöyle buyurduğunu rivayet eder: Müminin niyeti, amelinden daha hayırlıdır. Münafığınsa ameli, niyetinden daha hayırlıdır. Abdurrahim b. Yahya el-Esved, bu hadisi izah sadedinde der ki:Müminin ameldeki ihlası amelinden daha hayırlıdır. Ebu Talib el-Mekkî aynı hadisi şöyle yorumlar:Niyetler gizlidir ve gizli amellerin sevabı kat kat verilir. (…) Aynı zamanda Allah Teala, bir kula niyeti bahşettiği zaman ihlası da bahşeder ve o kişiyi niyetine gelebilecek afetlerden korur.

Daha bunlar gibi pek güzel izahlar var. Bir tanesini de ben işitmiştim. Diyordu ki: Mümin, bir amele niyet ettiğinde, niyetinde bir saflık vardır. Ama o niyetle amel ettiğinde, işlediği amel, niyetindeki kadar saf kalmayabilir. Örneğin: Bir insan, tam bir ihlas ile cihada niyet edebilir. Ama cihad ederken yaptığı kahramanlıkların ardından insanların iltifatları karşısında (öz nefsinin beğenisi de dahildir buna) ihlasını aynı saflıkta koruması zordur. Yine mesela: Allah rızası için sadaka vermeye niyet eden adam, niyeti amel oluncaya kadar safiyetini bihakkın koruyabilir. Ama amel ortaya döküldüğünde, şahid olanların kendisine göstereceği teveccüh/iltifat karşısında, riyakâr bir tereddüte düşmesi muhtemeldir.

Bütün bu insanî endişelerin yanısıra, ‘Kusur insanın imzasıdır.’ Yaptığı her amele atar onu. Kendisinin olduğunu belli eder. Bu sebeple; niyetken, hayalken veya tasavvurken sorunsuz olan kimi düşler, sahada tamamen insanî vartalarla kusurlu hale gelebilirler. Sen cihad diye kılıcını sallarken, Allah korusun, belki önüne bir masum denk gelir, haddini bilemezsin, incinir. Yahut sadaka niyetiyle bağışta bulunurken, takındığın kem bir tavır, bir fakirin gönül sarayını incitir. Veyahut namaz kıldığın yer necistir, dikkat etmemişsindir, namazına zarar gelir vesaire.

Bana öyle geliyor ki; mümin, ameli ve niyeti arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa, oyunu mutlaka niyetinden yana kullanır. Güvenmez yani amellerine. Ucba düşmez. Hadiste kendisine nasihat edildiği şekilde ‘daha hayırlı olanın’ niyet olduğunu bilir. Amelinden niyetine kaçar. Böyle bir bakış sahibinin, zararlı amelini terketmesi kolaydır. “Niyetim iyi idi. Fakat ne de olsa insanım. Belki de yanlış yaptım/yapıyorum” demesi kolaydır. Çünkü söylem ile eylemin, niyet ile amelin birebir ölçüşmediğini, hadis-i şeriften güzelce ders almıştır.

Mümin, elinden ve dilinden insanların emin olduğu insandır. Fakat aynı mümin, diğer bir yönüyle, asla kendisinden ve akıbetinden veya amellerinden emin olmayandır. Ömerî bir tereddüt taşır içinde her zaman. “Bütün insanlar cennete, bir tek kişi cehenneme gidecek olsa, korkarım ki ben olayım!” der. Zaten onu diğerleri için zararsız hale getiren de bu insanî tereddüttür. “Ya ben yanlıştaysam?” sağlıklı endişesidir. Bu endişe, onu, masivaya karşı daha merhametli, Rabbine karşı daha tevbekâr ve hakikate daima aç bir hale getirir.

Buharî’deki meşhur fitne hadisinde bahsedilen ‘koşanı yürüten, yürüyeni durduran, ayakta olanı oturtan, oturanı yatıran, yatanı uyutan… ‘ müminane tereddüt budur. “Hatalı olan ben miyim?” sorgulamasıdır.

Fakat münafıkta, hadisin de altını çizdiği gibi, işler böyle yürümez. Münafık ahlakının bir yanı ikiyüzlülükse, diğer yanı amelini sorgulatmamaktır. Evet, münafık, konuştuğumuz örneklerden hareketle izah edersek, “Elinden ve dilinden emin olunamayan, ama kendisi her işinin doğru olduğundan kesinlikle emin olan…” insandır. Kalbini de amellerini de sorgulatmaz bu yüzden. İyi niyetli olmasının(!) amellerinin iyi olması için yeterli olduğunu düşünür. Temiz kalbine(!) o kadar inanmıştır ki, elinden yanlış işler sudur edebileceğine ihtimal vermez, verdirmez. İhtar edenleri tekdir, hatta tekfir eder. Bakara sûresinde şöyle anlatılır onların bu hali:

Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler. İyi bilin ki, asıl bozguncular kendileridir, fakat farkında değillerdir. ‘Siz de herkesin inandığı gibi inanın’ dendiğinde, ‘O beyinsizler gibi mi inanalım?’ derler. Oysa beyinsizlerin tâ kendisi onlardır, lakin bunu da bilmezler.

Görüyorsunuz ya, ne kadar açık. Amellerinin sahada sorunlar çıkardığı, bozgunculuk yaptıkları, yanlışta oldukları kendilerine hatırlatıldığında nasıl da daha hayırlı buldukları amellerinin yanında yer alıyorlar! O kadar kendilerinden ve yaptıklarının doğruluğundan emin bir halleri var ki.

“Bakın bütün insanlar sizden farklı bir şekilde düşünüyor. Onların sözlerine kulak verin. Onlar gibi bakın/düşünün/iman edin!” denildiğinde de tepkileri nasıl oluyor? “Yahu acaba biz mi yanlıştayız?” diyeceklerine, farklı düşünenleri aşağılamayı seçiyorlar: “O beyinsizler gibi mi inanalım?

Halbuki aslında bu ‘seçilmişlik algısıyla’ aptallıklarını ortaya koymuş oluyorlar. Tıpkı ters yönde giden Temel gibi: Radyoda “Bir araba ters yöne girmiş. Otobanı birbirine katıyor!” diye duyduğunda “Kardaşum ne bi tanesu? Ha bunlarun hepisu ters yolda!” diyebiliyorlar. Halbuki Bediüzzaman demiyor mu: Gayr-i meşru tarik ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat. Bunların da gayrımeşru tarikleri/yolları onları en nihayet hezimete götürüyor.

O yüzden sen sen ol amellerinden emin olma. İnsanî bir tereddüt hep bulunsun yüreğinde. “Ya ben yanlışsam?” de. “Ya ben yanılıyorsam?” Bu Cenab-ı Hakkın bir lütuf olarak kalbimize bıraktığı, bizi insan kılan, kıymetli bir tereddüttür. Empatiyi ve merhameti arttırır muhataplarımıza karşı. İtirafa ve tevbeye kapı açar. O münafıklara ahlakça benzeme ki; küçük bir zümredirler, ama doğru yolda yalnız kendilerini bilirler, kendi doğrularına uymayan herkesi de tıpkı ayette geçtiği şekilde aşağılarlar. “Ümmetim dalalet üzerine birleşmez!” buyuruyor Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Ümmetin adamı ol. Ümmetle birlikte yürü. Sıradanlığın içinde huzuru bulursun. Bu arada, cadde-i kübraya bir tarif arıyorsan, belki son paragrafı tekrar okumalısın.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Acılarım olmasa hiç arar mıydım?

Ah, başka çare yok galiba, hep yetinmem gerekir. Güzel bir yarayla geldim dünyaya, varım yoğum buydu.” Franz Kafka, Bir Köy Hekimi’nden.

Epeydir aşağılardayım. Hayallerimin aşağısında. Düşlerimin, ideallerimin, planlarımın, potansiyelimin, hedeflerimin aşağısında. Olanlar olabileceklerin aşağısında. Çıkmaya çalışıyorum. Cennet uzakta. Cennet düşlerime yakın. Bunu biliyorum. Olamadığım herşey için üzülüyorum. Eksik kalan her güzellik için. Hata benim. Cennetimle aramızda endişelerim kadar mesafe var. Yürümeye korktuğun yoldur ‘uzak’ dediğin. Düştüğümde de ilk hissettiğim bu idi: Korku ve pişmanlık. Hz. Âdem (a.s.) babamızın ve Havva annemizin cennetten dünyaya indirilişi gibiydi çocukluktan gençliğe çıkmak. Bu kadar yara başka nasıl olur? Belli ki düştüm. Canım acımaya başladı. Yaralarımla acıyı öğrendim. Acılarım bana aramayı öğretti. Yolumdan emin olmadığım her yerde cehennem cennetten daha yakın. Arıyorum. Rehbersizlik beni aşağı çekiyor.

Bu fakir Said, Eski Said’den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya’dan serâya, kâh serâdan Süreyya’ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı.

Her ‘acaba’ bir zebani gibi. Her ikircik zemherir. Bir zakkum-u cehennem ki, telaşımın meyvesi, ismi ‘keşke’. Yanlışlar çok. Yanlışlar bir sürü. Yanlış istemediğin kadar. “Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer!” diyor ya Thomas Mann Mario ile Sihirbaz’da. Aynen öyle. Hata, bildiğin ihtimal hesabı, karelerini alıp çarp dur birbiriyle rakamları, bitmiyor. Her olandan daha üstün bir olabilecek var gibi görünüyor. Bu görünüş olanların en iyilerini bile eksik kılıyor. Mürşidimin dediği gibi:Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Doğru bir tane kalıyor bazen. Çok düzlem içinde bir doğru. Onu seçmem gerekiyor, ama ben, o ‘o’ mu, emin olamıyorum.

Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Daha ilkokulda öğrettiler bize. Doğru tek noktaya bakarak çizilmez. En az iki nokta lazım. Bir tanesi benim, o tamam, fakat ikincisi? Bakmam gerekiyor bir yerlere. Bir nokta daha lazım. Bir noktaya daha ihtiyaç var. Doğru yerde olduğuna emin olduğum bir ikinci nokta. Nerede o?

Ey sıratını çizmek için gayrında bir mihenge muhtaç, gayba iman etmeye muhtaç, ikinci noktayı arayan arkadaşım! İhsanına bak ki, Allah sana bir nokta değil yalnız, bin doğru vermiş. O çizgilerin birbirine paralelliği ve sıklığı bir caddeye dönüşmüş, hatta, cadde-i kübra olmuş. İnsan cinsinden yaratılan doğrular bunlar. Peygamber deniyor onlara. Onların yaşadıklarını kendi yaşanmışlıkların üzerine koyup istikametini öylece çizebilirsin. Pusulalı cetvel gibi şeylerdir onlar. İnsanda vicdan ve akla mantık gibidirler. Onlardan sonra yıldız misal sahabiler var, asfiyalar var, evliyalar var, âlimler var, ârifler var. Peygamberlerin netliğinde olmasa da onlar da cetvel. Onlar da birer varis-i nebi olup yol gösterirler.

İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (…) Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum.

Sünneti hayatıma katmayı bu yüzden seviyorum. Bir netlik katıyor hayata. Bir netlik katıyor seçimlerime. Doktor doğru merceği gözüne taktığı anda gözlerinin yaşadığı sevinç gibi. Herşey berraklaşıyor. Adımlar netleşiyor. Sünnet ümmetin gözlüğüdür. Miyopluğunu alır zamanın. Miyopluğunu alır vahiyden uzaklığın. Takıverirsen gözüne yollar kolaylanır. Hem üzülmezsin de artık, korkmazsın, bunlar korunmuş doğrulardır. Keder durduğu yerden emin olmayanların gönül sıkletidir. Kadere iman edenin kederden emin olmadığını nerede görülmüş? En nihayet, arkadaşım, Bakara 38’de dendiği gibi halimiz: Dedik ki; ‘Hepiniz oradan aşağı inin. Tarafımdan size bir yol gösterici geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç üzülmezler.”

Ahmet Ay – hicbisey.com

Ramazan neden Kur’an ayıdır?

Şunu böyle anlıyorsak yanlış anlıyoruz: Bediüzzaman’ın, Ramazan Risalesi’neO Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, apaçık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân, o ayda indirilmiştir… ayetini zikrederek başlaması, sırf içinde ‘Ramazan’ kelimesi geçtiğinden ötürü değil. Aslında Ramazan Risalesi’nin tamamı bu ayetin tefsiri. Bediüzzaman, kanaatimce, bir ayeti tefsir ettiği zaman, lafızlarının evvelemirde okuttuğunu/anlattığını aktarmakla yetinmiyor. Tefekkür edilen ayetin verebileceği tüm bakış açılarını/açılımları da gönlünde bulundurarak yapmaya çalışıyor tefsirini. Örneğin: Bu ayet-i kerimede, meziyetleri sayılan şey aslında Kur’an iken ve Ramazan sadece onun nazil olduğu zaman olarak zikredilirken, Bediüzzaman’ın tefsiri hiç de böyle durmuyor.

Nasıl oluyor bu? Bediüzzaman ayette geçmeyen(!) bu kadar anlamı nasıl çıkarıyor? Nasıl bu denli zenginleştirebiliyor tefsirini? Bunun açıklamasını kendi dünyamda üç şekilde yaptım:

1) Bediüzzaman, sarf ve nahiv kaideleri başta olmak üzere, belagat ilminin verdiği bütün imkanları bir ayeti okurken zihninde bulunduruyor.

2) Bediüzzaman, tefekkür ettiği ayetle ilişkili olabileceğini düşündüğü, sair bütün okumaları zihninde tutuyor.

3) Bediüzzaman, lafzın evvelemirde söyledikleri dışında, başka sorulara da cevap arıyor ayetleri okurken.

Mesela şöyle soruyor bu ayete: “Neden başka birşeye nisbetle Ramazan ayı zikredilmedi de ‘insanlara doğru yolu gösteren’ ve ‘apaçık hidayet delilleri taşıyan’ ve ‘hak ile bâtılın arasını ayıran’ özellikleriyle birlikte Kur’an’ın yanında zikredildi? Bundaki hikmet nedir?”

Böylesi bir arayış/açlık bence Bediüzzaman’ın tefsirini bizim gibi muhtaçlar için ‘bir başka’ kılıyor. Sahip olduğu sorular onun (ve böylesi soruları bile öğrenmeye muhtaç bizim) ayetlerden istifadesini arttırıyor. Hikmet okumaları; doğru soruları sormak, onlar eşliğinde doğru bakış açısını aramak ve yakaladıktan sonra o eşikten ayrılmamakla yakından ilintili. Yoksa çokları söylüyor: “Ramazan Kur’an ayıdır.”

İyi de Kur’an ayı nedir?

Diğer aylardan farklı olarak ne yapar? Neyi değiştirir? İşte bütün bu soruların cevabı Ramazan Risalesi içinde var.

Fakat öncesinde şunun altını çizmeliyiz:

Bediüzzaman, şu üç meziyetin (1. İnsanlara doğru yolu gösterme. 2. Apaçık hidayet delilleri taşıma. 3. Hak ile bâtılın arasını ayırma) sadece Kur’an’ın değil, Kur’an’ın indirildiği ay olma münasebetiyle, Ramazan’ın da meziyetleri olduğunu düşünüyor. Böyle bir nisbetle beraberce zikredilmelerinin bu yönlerinde bir benzerliğe işaret ettiğini farkediyor/farkettiriyor önce.

Yani; Kur’an varlığıyla bir mü’mine ne yapıyorsa, Ramazan da orucuyla bir mü’mine aynısını yapıyor/yaşattırıyor. Hatta daha ilgili metnin başında Ramazan’ı ve orucunu şeair olarak zikretmesinin ‘hak ile bâtılın arasını ayırma’ ile büyük bir ilgisi var.

Mezkûr eseri boyunca saydığı bütün hikmetleri inceleseniz (ki dokuz nüktedir) her birisi bu üç vecihden birisine tutunuyor. Tabir-i caizse Kur’an’ın bu üç meziyetinin bir ay boyunca oruç ameline dönüşüp hayatlarımıza akmasına biz ‘Ramazan’ diyoruz. Ramazan’da Kur’an’ın özellikle o üç özelliğinin hayata ‘hal’ olarak dahil oluşunu seyrediyoruz. Bir nevi metinde ve kalpte olanın hayata girişi yaşanıyor oruçla… Üst düzey bir farkındalık. Bu fiilî sınanma ve ayrışma da eklendiği için bu ayın Kur’an bereketine daha müsait olduğunu söylüyoruz.

Sadece Kur’an’ın nüzul ettiği ay olmasından dolayı değil, Kur’an’ın bu üç yönünün, bir nevi hayata inen tefsirini de içermesi nedeniyle Ramazan Kur’an ayı. Bu meseleye bütün nüktelerden hareketle sayfalarca delil yazabilirim. Fakat yazıyı uzatır ancak. Keşke bir de bu gözle okusanız o Risaleyi. Eminim siz de fark edeceksiniz. Bediüzzaman, o ayeti çok başka, çok zengin anlamış. Bahtiyar olsun.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Sahiplenmedikçe Çoğalırız Biz

Muhakkak ki Biz sana kitabı hak ile indirdik. İbadetini ihlâs ile Ona yönelterek sadece Allah’a kulluk et. Bilin ki, şirkten ve riyadan uzak hâlis din Allah’a mahsustur. Zümer Sûresi: 39:2-3

İhlas çoğu zaman ‘parçası olmakla’ mutlu olmaktır. Nasıl? Buyurun, cümlelerimin koluna girin, istirham ederim. Sizi, hemence, 20. Lem’a’nın başındaki ‘mühim ve müthiş bir suale’ götürmek isterim:Neden ehl-i dünya, ehl-i gaflet, hattâ ehl-i dalâlet ve ehl-i nifak rekabetsiz ittifak ettikleri halde, ehl-i hak ve ehl-i vifak olan ashab-ı diyanet ve ehl-i ilim ve ehl-i tarikat, neden rekabetli ihtilâf ediyorlar? İttifak ehl-i vifakın hakkı iken ve hilâf ehl-i nifakın lâzımı iken, neden bu hak oraya geçti ve şu haksızlık şuraya geldi?Mürşidimin bu soruyu aktarmasının ardından verdiği ilk tepki ne kadar içten ve ciğeri yanan bir insanın halidir:

Bu elîm ve fecî ve ehl-i hamiyeti ağlattıracak hadise-i müthişenin pek çok esbabından, yedi sebebini beyan edeceğiz. Fakat bir saniye. Bu beyanlarda bir iş var: Bediüzzaman, bu beyanlar boyunca, İslam adına hiçbir kötü seciyeyi kabul etmez veya reform istemez. Aksine; aslın temizliğine ve seciyenin paklığına dikkat çeker. Bütün ‘sebep’lerin ilk satırları bir müdafaa gibidir bu yönüyle. Asıl’ın savunmasıdır. Peki yanlış olan nedir? Neden bütün bu ayrılıklar yaşanmıştır? Okudukça farkedersiniz ki; Yanlış olan, ‘iyi’ olanın, ‘tek olmayı’ istemesidir.

Burası beni alıp Ene Risalesi’ne de götürür. Orada Bediüzzaman’ın;Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder… demesi, yani; marifette bir araç olmak için sahiplik tevehhümünü sağlayan yetimiz, enaniyetimizin, yoldan çıktığında, kendisinin bireysel gücünün yetmediğini düşündüğü yerlerde türü, sınıfı, cemaati veya milleti adına birşeyleri sahiplenmeye başlaması, asabiyete/ırkçılığa yol açması; sahiplenme ve asabiyet arasındaki doğru orantıyı da görmemizi sağlar.

Bireysel sahiplenmeler ‘kibir’i doğururken, toplu (veya topluluk adına) sahiplenmeler de ‘asabiyeti’ doğurur. Nitekim; kulluğun girişi ‘Allah adına’ başlamaksa bir işe, ahiri de ‘Allah’a hamd ederek’ her övgüyü, dolayısıyla sahiplenmeyi, ona bırakmaktır. Yani salih amelin iki ucu vardır: Başı, Onun adına/adıyla yapıyorum’dur. Sonu, bunu yapmak ancak Onun gücüyle oldu ve bu aslında Onundur’dur.

21. Lem’a’ya gelelim: 21. Lem’a, tıpkı 20. Lem’a gibi yine bir İhlas Risalesi. 20.’de Bediüzzaman, güzel niyetlerle ve seciyelerle de olsa, bütünü istemenin veya bütüne tek başına sahip olmayı arzulamanın zararlarını anlatırken; 21’de artık bizi birşeye ikna etmeye çalışır: “Bütünün sahibi olmaya çalışma. Parçası olmakla mutlu ol!” Evet, 21. Lem’a’nın her bir parçası bir ‘parçası olmayı öğrenme’ dersi verir müminlere. ‘İştirak-i emval’ ve ‘iştirak-i sanat’ gibi kavramlarla bizi tanıştırmasından tutun, ‘istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin‘e kadar her bir parçası bu Risale’nin, mümini, büyük hakikatin yalnız parçası olmakla mutlu olmaya çağırır. Cemaat grupları içre okumalarda olduğu gibi küçüklerin kulağını bükme, tektipleştirme, susturma dersi yoktur bu Risalelerde. Aynı fabrikanın ‘tektip çarkı’ olunmadığını kabullenmiş, ama aynı fabrikada birbirine yardım eden ‘özgün çarklar’ olduklarını da unutmamayı hatırlatan, özgürleştirici bir yönü vardır İhlas Risalesi’nin.

Kendimize bir iğne: Bugün Nurcu gruplardan hangisi İhlas Risalesi’ni (Ve de Şefkat Tokatları’nı) küçük kardeşin kulağını bükmeye değil, İslam fabrikası içinde farklı bir ses olabileceğini anlamaya yönelik okumaktadır? Bilakis; bizde İhlas Risaleleri ‘insan yontma metinleri’dir. Fabrika da Nurculardan (hatta Nurcu alt gruplardan) ibarettir. Ve uyumsuzluk göstermek fabrikadan şutlanmaktır.

Peki, ya Bediüzzaman’ın kastettiği fabrika, sizinkiler kadar küçük değilse? O vakit, buradan Çin’e, Çin’den ta Arjantin’e ulaşan bir çizgide âlem-i İslam fabrikasının bütün çarklarının tektip olması mı beklenmelidir? Bu fabrikanın bir parçası Nurcularsa, bir parçası Nakşibendîler, bir parçası Kadirîler, bir parçası Mevlevîler, bir parçası Sunusîlerdir. (Allah hepsinden razı olsun.) Peki Nurcular neden ‘ihlas fabrikasını’ kendi atölyeleri kılığına sokarlar? Neden o atölyelerde ‘Abi diyorsa doğrudur’cu kardeşler yontarlar?

Burada bir nefes: İlgili mektupları okuyanlar, Bediüzzaman’ın, talebeleri içinde merhum Hafız Ali abiye ayrıca bir muhabbeti, bir takdiri olduğunu bilirler. Bunun sebeplerinden birisi de: Hafız Ali abinin, Hüsrev abinin, hat meselesinde kendisini geçmesinden duyduğu mutluluk, bu mutluluk içindeki ihlas ve Bediüzzaman’ın ‘kalbine dikkat ettim, gösteriş değil’ demesidir. Yani bütün kendisinin olmasa da, ortaya çıkan yine de bütüne dair olduğu için, parçası olmakla mutlu oluşudur:

Kardeşlerimizden İslâm Köylü Hâfız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti, çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum: O zat yanıma geldi; ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. ‘O daha çok hizmet eder’ dedim. Baktım ki; Hâfız Ali kemal-i samimiyet ve ihlâsla, onun tefevvukuyla iftihar etti, telezzüz eyledi. Hem Üstadının nazar-ı muhabbetini celb ettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim, gösteriş değil, samimî olduğunu hissettim. Cenab-ı Allah’a şükrettim ki, kardeşlerim içinde bu âli hissi taşıyanlar var. İnşaallah bu his büyük hizmet görecek…

Müminler, hadiste bahsedildiği gibi, nasıl bir binanın taşları olur? Birbirlerini geçmeye çalışarak mı? Hayır, değil. Tektipleşerek mi? Hayır, değil. Birbirlerini başarılarıyla ezikleyerek, ‘gıpta damarını tahrik ederek’ mi? Hayır, hiç değil. Bunların üçü de hayır değil. Peki, ne öyleyse? Müminler, birbirleriyle yarışmadıklarında, dolayısıyla geçildiklerine üzülmediklerinde, hakikaten kardeş olurlar. Hayırda yarışmak, hayrın vücudî ve küllî yanları esas alınırsa; yani varlıksal ve bütünsel yanları; o bütünün kuvvet bulduğu herşeye sevinmektir. Yalnız kendi grubunun maharetinden mutlu olup, ötekinin başarısını duyduğunda “Eh, işte…” ile küçümsemeye çalışmak değildir.

Ben Nurculukta sonlarda gelirim. Ama öndekileri görmekle mutluyum. Bunu aştım. Mısır’da İhvan’ın şanlı direnişiyle iftihar ediyorum. Bunu aştım. Türkiye’de İslamcılığın başarısıyla da iftihar ediyorum. Bunu aştım. Cümle tarikatlerin yaptıkları hizmetlerle, çokluklarıyla, feyizleriyle iftihar ediyorum. Bunu aştım. Dünyanın her neresinde İslam hizmetinde muvaffak olan bir kardeşim varsa onunla da iftihar ediyorum. Hepsini aştım/aşabildim. Çünkü onlarla yarışmıyorum. Biz aynı fabrikanın çarklarıyız. Çarkların boyu farklı olabilir. Yolu farklı olabilir. Ama fabrikanın amacı birdir. İttihad-ı İslam ancak böyle olur.

Her çark, bir diğerine burun kıvıracaksa, abilik veya seçilmişlik taslayacaksa, İhlas Risalesi’ni onbeş günde bir değil, onbeş dakikada bir kere okusanız, yine nafile! Çünkü, çarkları zımparalıyorsunuz onla, özgürleştirmiyorsunuz. Bütünü istiyorsunuz onla, parçası olmakla mutluluk öğretmiyorsunuz. Şunun en büyük dersini ‘dindarlığın tek sahibi olmaya çalışan bir grupla’ almış olmalıyız. Bakın sonları ne oldu? En son devleti de istediler, bu kanlı bir şekilde teşebbüs de ettiler, şimdi ellerinde hiçbirşey kalmadı, kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar. Halbuki biz sahiplenmedikçe artarız. Biz demedikçe ‘biz’ oluruz. Yolumuz, varlıktan değil, fenadan geçer. Fenafilihvan varlığımızdır bizim.

Ahmet Ay – hicbisey.com