Etiket arşivi: akıl

Zeka, Akıl ve Mutluluk Bağlantısı

Doktor genç kız, doktor nişanlısından ayrılma sebebini şöyle anlattı: “Beni doktor olduğum için tercih etti; fakat benden beklentisi hem mesleğimi yapıp hem de bir ev hanımı gibi olmamdı. Bana hiç bir zaman evimize bir yardımcı almayacağımızı çünkü annesinin bugüne kadar evlerine hiç yardımcı almadığını bütün işi annesinin yaptığını kendisinin de eve yardımcı alırsa bunun annesini inciteceğini söylemiş. Annesi her sabah kapıda oğlunun ayakkabılarını çevirir ve onu dua ile uğurlarmış, eşinden de böyle hizmet beklermiş.”

Genç kız da bütün bu beklentileri karşılayamayacağını anlayınca ayrılmış.

Doktor beyin hanımı da kendi ile aynı mesleği yapacak fakat akşam eve gelince o yorgunum diye ayağını uzatıp yatacak karısı da; yemek, bulaşık, çamaşır, ütü, temizlik gibi evin bütün ihtiyaçlarını yapacak ve ayrıca bütün akşam onun etrafında pervane olacak.

zekaŞimdi bu doktor bey, tıp fakültesini başarılı bir şekilde bitirdiğine göre zekasından bir şüphemiz yok fakat belli ki aklı yeterince gelişmemiş. Ev hanımı annenle, akşama kadar dışarıda çalışan bir kadını nasıl kıyaslayabilirsin! İnsan hiç düşünmez mi bu kadın robot mu, akşama kadar dışarıda çalışacak fakat evde de bir ev hanımı gibi her şeye yetişip hiç bir işi aksatmayacak. Git fabrikaya robot siparişi ver! Ev işlerinde düzen istiyorsan bir ev hanımı ile evlen. İnsan bu kadar aklını kullanabilmeli.

Çalışan hanım istiyorsan da ihtiyaç olduğunda yardımcı tutacaksın, yardım edeceksin ve aksayan işleri görmezden geleceksin. Nasıl onun kazancı evin geçimine destek oluyorsa sen de onun işlerine destek olacaksın.

Maalesef ki çok zeki insanlar çok da akıllı olmayabiliyorlar. Akıl düşünme kabiliyetidir. Çocukken düşünme yeteneği geliştirilmeyen kişiler, aklını yeterince kullanmayı öğrenemiyorlar. Doğruyu ve yanlışı ayırt etmek, insanları ve olayları değerlendirip analiz etmek ve ona göre davranabilmek ancak akıl ile mümkündür.

Mesela; akıllı insan kıyas yapmaz.  Her durumu kendi gerçekliği içinde değerlendirir. Baştaki misalden hareketle, çalışan hanımı, ev hanımı ile kıyaslamak yanlış; fakat çalışan hanımla kıyaslamak da yanlış. Hem çalışıp hem de bir ev hanımı gibi her işini yapan hanımlar da var. Onlara bakıp “benim hanım da yapsın” demek çok mantıksız. Zira herkesin taşıyabileceği yük farklıdır. Bekarken ev işi yapmaya alışmış bir hanım, bütün işlerin rahatça üstesinden gelebilecekken, sadece ders çalışmış ya da ailesinin maddi imkanı iyi olduğu için evlerine sürekli yardımcı almaya alışmış birinin ev işlerinde zorlanmamasını beklemek ahmaklık olur.

Yüksek zeka, kişinin mutluluğunun önünde en büyük engel olabiliyor. Kişi zekayı ve başarıyı kendinden bilirse, Allah’ın ikramı olduğunu gözden kaçırırsa kibre düşer. Kibir ise aklın önünde en büyük engeldir. Kişi kibirlendiğinde doğru düşünme yeteneğini kaybeder.

Muhammed İbni Hüseyin: “Az ya da çok insanın kalbine kibir girdiğinde o miktar da aklından noksanlaşır.” demiş.
Kibir, kişiyi bencilleştirir; bencillik de zalimleştirir. Kendini çok değerli gören, başkalarını değersiz görmeye başlar, bu da adalet terazisini bozar.

Hz. Peygamber: “Bir kimse kibirlene kibirlene sonunda zâlimler gürûhuna kaydedilir. Böylece zalimlere verilen ceza ona da verilir.” buyuruyor. Rabbim korusun.

Maalesef günümüz eğitim sistemi zekayı putlaştırıyor. Okulda başarı tamamen not odaklı. Ne kadar bilirsen, ne kadar çok test çözersen, ne kadar başkalarını geride bırakırsan o kadar başarılı sayılıyorsun. Çocukların gençlerin düşünme yetenekleri hiç geliştirilmiyor.  Okul başarısı düşük olan kendini aptal sanıyor; çünkü öyle zannettiriliyor. Oysa öğrencinin zihin başarısı düşük olabilir; fakat merhametli, insanlığı yüksek, akıllı biri olabilir.

Zekaya tapan bir sistemde, kibri köpürtülen ve bireysellik gazı ile benliği putlaştırılan insanların evlilik gibi bencillikten arınarak yürütülebilecek bir sistemi başarı ile götürmelerini beklemek zaten safdillik olur.

Ki dini eğitimler bile, maalesef sadece zihin odaklı ve ezber üzerine. Aklı geliştirme üzerine bir eğitim yok, bilgi yükü var. Bir Kur’an Kursu hocası hanım ile kocası, boşanma aşamasında bana danışmışlardı. Kocanın dini eğitimi yoktu, sadece ibadetlerini yapacak kadar dini bilgi sahibi idi. Erkek aralarındaki problemi şöyle özetlemişti: “Beni cahilsin diye hor görüyor, kendi ilim sahibi olduğunu söylüyor da şeytan da ilim sahibi idi fakat ona bir faydası olmamıştı.” Erkek karısından daha az bilgi sahibi olmasına rağmen, aklını karısından daha iyi kullanıyordu. Ayrıca adam onu ilim sahibiyim diye kandırmamıştı. Her ne olursa olsun evlilik öncesi kabul ettiğin şeyi, sonradan başa kakmak çok ayıp zaten.

Evlilikte mutluluk için, yüksek zekaya değil (normal hayatını sürdürecek kadar zeka yeterlidir)  akla ihtiyaç vardır. Kendi hatalarını görmek, eşini tanımak, onun istek ve beklentilerini göz önünde tutmak, değer verdiğini göstermek, yaşanan tatsızlıklar üzerine düşünüp analiz yapıp kim neye çok sinirlendi bunun sebebini bulup aynı hataları yenilememek, hataları telefi etmeye çalışmak, eşini mutlu edecek şeyleri düşünüp yapmak…

Evlilik hayatında zeka ve tahsil eşe bir övünç sebebi olmamalı. Bir hanım “Eşim bana sürekli “Ben Boğaziçi Üniversitesini bitirdim’ deyip hava atmaya çalışıyor, bu beni çok sinirlendiriyor.” demişti. Kocasının hangi üniversiteyi bitirdiği değil, ne kadar iyi koca olduğu önemli kadın için.

Karı-kocanın zeka, bilgi ya da tahsil yarıştırması evlilik hayatını ciddi olarak zedeliyor. Evlilik bir yarışa, birbirini susturma ve kazanma savaşına dönüyor. Bilgi arttıkça geçinmek zorlaşıyor. Bakıyorsan yüksek tahsil yapmamış olanlar, birbiri ile daha iyi geçiniyor.

Tahsil yükseldikçe kibri yükseltmemek için tevazu elbisesini giymek lazım. Sonuçta bize verilen her şey emanet. Nice zeki insanların sonu akıl hastanesinde bitiyor. Emanet ile övünmek, hava atmak aptallıktan başka bir şey değildir. Şeytan da çok zeki ve bilgili idi fakat çok büyük aptallık etti. Zeki ve aptal olmak hem Allah’ın rahmetini kaybetmeye sebep olur, hem de sevdiklerimizi kaybetmeye sebep olur. 

Sema Maraşlı / Vahdet Gazetesi

Nefis, Akıl ve Vicdanımla Muhasebe

Çok zamandır sesli/sessiz dillendirmeye çalıştığım bu muhasebem, nefis-akıl-vicdan arasında geçerken iradem de klavyeye dokunarak size iletilmesine vesile oldu.

Kırk yılı aşan Risale-i Nur Külliyatının mütalâasında anladığım ile anlatılmak istenilenin muhasebesi hep terlediğim, sıkıldığım ve cevap veremediğim hesaplaşmadır. Üstadımın söyledikleri uyguladıklarımla ne kadar örtüşüyor?

Tabiat gezilerinde gördüğüm bir çiçeğin üzerinde tecelli eden o muhteşem Esma-i İlâhi’yi davranışlarımda ne kadar tezahür ettirebiliyorum ki muhteşem tezahürün adını bile kullanamıyorum burada! Kaldı ki o çiçek üzerinde tecelli eden esma sayısız iken hâla üç beş isimden ötesini anmaya ve anlamaya geçemiyorum. Bu taraftan da satırlara bile yazdırılan “kırk yıldır Külliyatı okuyorum” diye ilânım da var ama işte mütalâam ortada.

Uhuvvet ve ihlâs düsturlarını neredeyse ezbere yakın anlatırken uygulamada bu satırda bile ihlâsı kaçırdığımı fark ettiniz mi? Ümitsizlik vermek için anlatmıyorum bunları, zira muhatabım siz değilsiniz ki! Doğrudan muhatap nefsim olduğu için ona ümidi nasıl verebilirim sorarım şimdi size? Nefsin temize çıkarılmaması lazım, esasından hareketle kardeşler arasında kendimi ne kadar kusurlu gördüm, iftiharda kendimi ne kadar geri çektim, bilemiyorum! Hizmette önde ücrette geride olma prensibi tozlanmaya çoktan başladı.

Üstadın, ele geçen ekonomik imkânların Nurların intişarına kullanılması tavsiyesini bir emir olarak nasıl anladım veya uyguladım acaba? Sattığı koyunların parasını Haşir Risalesinin bastırılmasına sarf eden rahmetli Tahirî ağabey bugün bana ne demek istedi? Dükkândaki sermayenin biraz daha fazlalaşmasını beklerken, arabamın modelini yükseltirken, evin eşyasını değiştirir, ev ve yazlığı en iyi yerde ararken kırk yıldır İktisat Risalesindekilerle beraber Üstadın “azami kanaat, azami fedakârlık,…” diye devam eden azamîlerin ruhsatını mı tercih ettim acaba?

Risale-i Nur’a talebeliğin ilk beş şartı olan; sünnete tabi olmak, farzları yerine getirmek, kebâiri terk etmek ve bilhassa namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmak esaslarından son ikisini atlamamaya ne kadar muvaffak olabildim?

Uhuvvet Risalesinin sonundaki gıybet bahsini okurken gıybet ve dedikodularımla haramdan sakınmada sınıfta kaldığımı üzülerek gördüm.

Yapmaya çalıştığım ibadetlerime güvenen ucbumla, haramdan sakındıracak kadar Allah’tan korkmamın yeterli olmadığını nefsime bir türlü anlatamadım. Sonra da kalkıp âleme nizam vermeme ne demeli?

Yok, yok! Bu böyle gitmemeli! Bu gaflet nereye kadar sürmeli idi? Bu muhasebem çareye yönlendirmelidir. Nefsimin aciz ve sürekli kusurlu olduğunu bilmeliyim. Evvelâ nefsimi günahlardan arındırmalıyım ki kurtuluşa ereyim. Harama hassasiyetimi etkin kılmalıyım. Her şeyin fâni olacağını unutmazken kendimin, nefsimin de bir gün fâni olacağını aklımdan çıkartmamalıyım. Ama Rabbim haydır, bakidir hem birdir. Dolayısıyla benim zannettiğim bütün kemalât O’ndan birer ihsandır. Kemalim, kemalsizlikte, kudretim aczde, zenginliğim fakirliğimde saklıdır.

Mehmet Çetin

Rabbin Kim?

Her şey bir soruyla başladı. Bir soruyla devam ediyor. İlerimizde aynı soru bizi bekliyor. Dün ruhlar âleminde muhatap olduğumuz, ‘Rabbin kim?’ sorusuna, yarın da berzah âleminde cevap vereceğiz. İnsana düşen ise, şu soru kirliliğinde, doğru soruyu bulup onun izini sürmek. Çünkü soru bir yol açar. Yanlış sorular ise, insanı yanlış yollara götürür.

İnsanı şu dünyada yaratan, ona sorma yeteneği veren, cevaplarını da yine dünyada yarattı. Soru sormamızı isteyen O yaratıcı, bize akıl verdi, âlemi de cevap olarak yarattı. ‘Rabbin kim?’ sorusuna sadece dün ve yarın değil, bugün de muhatabız biz. Karşımızdaki dünya hem soru, hem de cevaptır bize.

Hikmet sahibi yaratanımız, kutsal kitaplarıyla, peygamberleriyle bize konuştuğu gibi, yarattığı kâinatla da bize hitap etmekte. İlle de bizimle, bizim gibi konuşmasına gerek yok, her mektup bir konuşmak değil mi, her mesaj bir konuşmak değil mi, her işaret bir şeyler söylemez mi bize? Şu müthiş derecede harikalarla yaratılan evrenden daha açık bir mektup mu olur? Her mevsim elimize gelen meyvelerden daha güzel bir mesaj mı olur? Atomundan güneşine her varlık konuşur bizimle, elimize aldığımız elma sorar: ‘Toprağı alıp elma yapan kim?’

Yumurta sorar: ‘Bende eseri bulunmayan organları, güzelliği, sesi, hayatı kuşa veren, yumurtayı böyle mükemmel terbiye eden kim?’ Tohum sorar, atom sorar, güneş sorar, her şey sorar: ‘Bu mükemmel eserler, cansız, şuursuz, ilimsiz, akılsız varlıkların eserleri olabilir mi?’ Bu sorular aynı zamanda insana verilen cevaplardır. Her şey, tek tek ve bütünüyle kâinat insana der: ‘Beni, ilmiyle ve kudretiyle Allah yarattı, terbiye edip mükemmel hâle getirdi.’

Ve ardından insana sorulur: ‘Senin Rabbin kim? Seni yokken yaratan, her ihtiyacını en güzel şekilde verip, seni besleyen, büyüten kim? Seni imkânlarla donatan, seni sen yapan kim?..’ Yediğinde sorulur: ‘Yediğini yaratan, bedeninde faydalı hâle getiren kim?’ Baktığında sorulur: ‘Gözünü de, görmeyi de, gördüğünü de yaratan kim?’ Duyduğunda sorulur, nefes aldığında, gezdiğinde, düşündüğünde, hayal ettiğinde, sevindiğinde.. sorulur: ‘Rabbin kim? Seni sen yapan kim?’

Bizim hayatımız, bu sorulara verdiğimiz cevaplardır. Dünyada bu sorulara doğru cevapları vermeliyiz ki, berzahta da doğru cevapları verebilelim. Öyle değil mi; cevaplarını sınavdan önce hazırlayanlar başarılı olabilirler. ‘Rabbin kim?’ sorusu, sadece dünün ve yarının değil, bugünün de sorusu.

Ali Suad / Zafer Dergisi

Aklın Tarihi

Hegel’in eserinin adı Aklın Tarihi, filozof tarih boyunca aklın geçirdiği evreleri, dönemleri anlatarak aklın geliştiğini ve emeklediği dönemleri anlatır. Ortaçağ’da skolastiğin hüküm sürdüğü dönemlerde aklı göz ardı etmek bir marifet telakki edilmiş. Aklı hesaba katmadan düşünme klise öğretisine aykırı telakki edilmiş. Bir din adamı incil’i anlaşılır hale getirmek için  bir şeyler yapar, aforoz edilir, onun geçtiği tarladan geçmek bile lanetlenmek anlamına gelir.Onun geçtiği tarladan geçen tavşanın eti yenilmez. Bu papazların dinde tekelcilik yapmalarından ileri gelmektedir.  Lutler’in İncili çevirmesi önemli bir  olaydır, ne zaman ki skolastiğin pençesinden kurtulmuştur  batı toplumu o zaman gelişmiştir. Luther’den  kendisinden yazmış olduğu kitaplardaki heretik fikirlerinden vazgeçmesi istendi.

Luther şöyle bir ifade verdi: “Kutsal Metinler ve akıl yoluyla ikna edilmediğim sürece papalar ve konsillerin otoritesini kabul edemem. Zira bunlar kendi aralarında çelişmekte ve benim vicdanım da sadece Tanrı’nın sözüne bağlıdır. Bu sebeple hiçbir görüşümden dönmüyorum çünkü kişinin vicdanına rağmen yazdıklarını inkar etmesi doğru ve güvenilir olmaz. Tanrı yardımcım olsun”.Luther cesur bir adam çok büyük mücadelelerden geçmiş adeta idam sehpasının ipine baka baka düşünmüş ve yazmış.

Kur’an da aklın bir tarihi var, pagan dönemlerdeki insanların akıl anlayışı bugünkü akıl anlayışına göre zırva. Totemizmden kurtulamamış, hatta Hz Musa’nın ümmeti o sina dağına gidip döndükten sonra bir buzağı yapıp ona tapmışlar, büyük peygamber onları bu halinde görünce elindeki Tevrat metinleri ile çok huzursuz olmuş.ilahi bir din ve peygambere taparken birden bire yine totemizme ve putçuluğa dönmeleri onu çok rahatsız etmiş.HZ peygamberin ümmeti içinde o dönemde akıl farklılıklar gösterir, ama önceki dönemlere göre gelişmiştir. Mucizeler aklın yolunu kapar, insanı klasik vakaların örgüsünden çıkarır. Hz Ebubekir hemen kabul eder, aklı hiçbir deneysel ve mucizevi şey istemez. Hz Ömer ise kızkardeşine duyduğu  Mülk  suresinden  dolayı “şimdi herşey sizin Rabbinizin mi bütün bu varlık, “ kızkardeşi evet der. Hz Ömer “Bizim Kabe’de çokça putlarımız var hiçbirinin bir karış toprağı yok”der. Burda akıl gelişmiş bir akıldır.

Kureyş bir mekan zincirinin altın olmasını ister, Peygamberimiz ona evrendeki değişimi anlatan akli yönü ağır basan bir ayetler gurubunu gösterir, ve bu ayetin o mekanların altın olmasından daha etkili olduğunu söyler. Peygamberimiz insanları akılla düşünmeye davet eder.

Bediüzzaman  Münazarat’da  leitmotif tekrar olarak aklı öne sürer, o bölgenin ahalisine aklı akılla düşünmeyi öngörür. ”İşte, zaman-ı istibdâdın hâkim-i mânevîsi kuvvet idi; kimin kılıncı keskin, kalbi kâsî olsa idi, yükselirdi. Fakat, zaman-ı meşrûtiyetin zenbereği, rûhu, kuvveti, hâkimi, ağası hak’tır, akıl’dır, mârifet’tir, kânun’dur, efkâr-ı âmme’dir; kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça tezâyüd, kuvvet ihtiyarlandıkça tenâkus ettiklerinden, kuvvete istinad eden kurûn-u vustâ hükûmetleri inkırâza mahkûm olup, asr-ı hâzır hükûmetleri ilme istinad ettiklerinden, Hızırvârî bir ömre mazhardırlar. 

İşte ey Kürtler! Sizin bey ve ağa, hattâ şeyhleriniz dahi, eğer kuvvete istinad ile kılınçları keskin ise, bizzarûre düşeceklerdir; hem de müstehaktırlar. Eğer akla istinad ile, cebr yerine muhabbeti istimâl ve hissiyâtı, efkâra tâbî ise, o düşmeyecek, belki yükselecektir. “(Münazarat 33)

Buradaki tarih felsefesinde Kürtlere neler telkin eder Bediüzzaman. Kuvvetin yerine aklı ve muhabbeti koymak gerektiğini söyler. Ortaçağ devletlerinin kuvvete dayandıkları için inkıraza mahkum olduklarını söyler “kuvvete istinad eden kurûn-u vustâ hükûmetleri inkırâza mahkûm olup,”

Türklerin devlet geleneğinde akıl ilk Türk devletlerinde güce dayandığından aynı ırktan olanlar birbirlerini yemişler ömürleri kısa olmuş, islamla tanışınca Selçuklu da aklın geliştiğini görüyoruz, Osmanlı da ise akıl iyice gelişmiş ve altı yüz yüz onlarca milleti bir arada idare başarısını göstermiştir. Münazarattaki akıl kuvvet mukayeseleri islam tarihinden örneklerle anlatılır.Bu kitapların tarih felsefesi kitaplar tutar.

Bediüzzaman “ Türkler sizin aklınız, kürtler siz ise onların  kuvvetisiniz, ikiniz iyi bir adem olursunuz”Burada iki milletin kaderindeki uzlaşma noktasını gösterir.Bin yıl bu topraklarda sayısız  milletler topluluğunu idare eden bir aklı kabul eder,o akıl kırktan fazla milleti bir arada idare etmiş ve herkes o aklı kabul etmiştir,  şimdi o akıldan kopmak vücudu parçalamaktır. İslam dünyası Osmanlılın aklından kopunca bugün iyimi oldular, hayır. O zaman herşeyde olduğu gibi akıl ve kalb ittifakında iki millet bir arada olmalıdır, saadet bununla sağlanır, vücut bir bedendir veya bir ülkedir değişmez.

 

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

İnsanların Aklı İle Dalga Geçmek

Geçen gün bir sınavda görevliydim.Sınav komisyonu başkanı Üniversiteden akademik unvanı olan bir hocaydı. Bu hocanın konuşmalarından ve söylemlerinden her halinden Ak Parti karşıtı olduğu yansınıyordu.

Sınav başlamadan önce sınavda görev alanlara sanki Üniversite de siyaset dersi verir gibi hükümetin eğitim politikalarının olumsuzluklarını iştahlı bir şekilde anlatıyordu.Kendisi konuşurken hiç bir arkadaş ne olumlu ne de olumsuz cevap vermedi.Hoca meydanı boş bulmuş konuştukça konuşuyordu.Sınavda yardımcısı olan diğer  hoca da bu konuşmalardan cesaret alarak başkana şu soruyu sordu.

-Hocam biliyor musun yarın sınav yapılacak hiç bir okula bayan polis memuru verilmeyecek .

Başkan neden polis verilmeyeceğini sorunca arkadaşı pişkin bir tavırla orada oturan hocaları da saf zan ederek

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’IN miting için Şanlıurfa‘ya geleceğini ima eden ” Yarın Recep ivedik 5 geliyor.Bütün bayan polisler oraya gidiyormuş. ” diyerek sözlerindeki eleştiriyi hakarete çevirdi.Bu sözlerden sonra ortam gerildi.

Sınavda görevli  öğretmen arkadaşlardan biri, hocaya isminin önündeki etiketin  kendisine insanların değerlerine ,sevdiği insanlara hakaret hakkı tanımadığını ve sarf ettiği sözlerin hiç hoş olmadığını münasip bir dille aktardı.

Ben de arkadaşlarla birlikte ,kendilerini  uzun süre saygılı bir şekilde dinlediğimizi fakat bu kadar da ileri geri konuşmalarının hiç hoş olmadığını ,ister sever ister sevmez .Başka insanların görüşlerine ve değerlerine saygılı olmaları gerektiğini söyledim.

İşin ilginç tarafı bu hoca Siyasaldan da değildi.Sayısal ağırlıklı olan Mühendislik Fakültesinde bir Öğretim Üyesiydi.

Merak ettim.Adam acaba kendi alanında ulus ve Uluslararası kaç projeye,kaç makaleye imza atmış ?

Kendi alanında yenilik namına ne yapmış?

Siyasetle ilgilendiği kadar kendi alanıyla ilgileniyor mu ?

Zan edersem cevap hiç.Bu tür akademisyenler kendilerinden farklı düşünen insanlara hep farklı gözle bakarlar.Onları küçümserler.Onlara göre her şeyi kendileri bilirler.

Bununla bağlantılı bir hikaye aktarmak istiyorum.

Profesör ve köylü


Profesör Konferans vermek üzere salona girmiş.
Salon, ön sırada oturan yaşlı bir köylü dışında boşmuş. Konuşup konuşmama konusunda tereddüde düşen Profesör sonunda yaşlı köylüye sormuş:
Buradaki tek kişi sensin. Sana göre konuşmalı mı, yoksa konuşmamalı mıyım?

yaşlı köylü cevap vermiş:
“Hocam ben basit bir insanım, bu konulardan anlamam. Fakat ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp bir tanesinin kaldığını görseydim, yine de onu beslerdim.”

Bu sözlere hak veren Profesör konferansa başlamış. İki saatin üzerinde konuşmuş durmuş, konferanstan sonra kendini mutlu hissetmiş, dinleyicisinin de konferansın çok iyi olduğunu onaylanmasını isteyerek sormuş:
-“Konuşmayı nasıl buldun?”
Yaşlı köylü cevap vermiş:
“Hocam sana daha önce basit bir adam olduğumu ve bu konulardan pek anlamadığımı söylemiştim. Gene de eğer ahıra gelir biri dışında tüm atların kaçtığını görseydim, onu beslerdim, ama elimdeki tüm yemi ona verip hayvanı çatlatmazdım.”

Evet birilerine yukarıdaki hikayede anlatıldığı gibi çok bilmişlik taslamamak lazım.Hiç kimsenin aklını hafife almamak lazım.Bazen ummadığı hesaba katmadığı  insan ona ders gibi cevap verebilir. Elinden bir iş gelmez sandığımız nice kimseler vardır ki, kendilerinden umulmayan önemli işler yapabilirler. Hiçbir insanı küçümsememek gerekir. Vesselam…

Hamit Derman

www.NurNet.org