Etiket arşivi: hayatı

Bayram Yüksel Kimdir?

Bayram YÜKSEL (1931- 1997)

Bediüzzaman’ın talebelerinden olan Bayram Yüksel, 1931 yılında Bolvadin’in Çoğollu Köyü’nde doğdu. 1945 yılında ilkokulu “pekiyi” derecesiyle bitirince öğretmeni tarafından Köy Enstitüsüne gönderilmek istendi; ancak, babası dindar bir insan olduğundan göndermedi. Bu okullardan mezun olan insanların, dinine ve diyanetine karşı yabancılaşması, halk tarafından benimsenmelerine mani teşkil ediyordu. Babası, Kur’an-ı Kerim’i hıfz etmesini ve öğrenmesini istiyordu.

Çok genç yaşta Risale-i Nur’la tanışarak Bediüzzaman’a talebe oldu (1948). Vatani hizmetini ifa ettiği sırada Kore Savaşı çıkmış olduğundan, Kore’ye gönderilen birliklerimizin içinde yer aldı (1951). Kore Gazisi olarak geri döndü. Bediüzzaman Hazretlerinin vefatına kadar hizmetinde bulunmaya devam etti (1960).

Bayram Yüksel, gerek Bediüzzaman gerekse Risale-i Nur hizmeti konusunda çok sayıda hatıra nakletti. Uzun süre hizmetin içinde yer aldı. Bediüzzaman’ın derslerinde bulundu. Bu yüzden aktarmış olduğu bilgiler, “birinci elden kaynak” olup çok büyük önem arz etmektedir

Bayram Yüksel, Risale-i Nur’la tanıştıktan kısa bir süre sonra henüz daha 16-17 yaşlarında iken kendini hapishanede buldu. Afyon Hapishanesi’nde bulunduğu sırada insanlık dışı muamele maruz kaldı. Gardiyanlar, hem kendisine hem de Üstadına hakaret eder ve tokat atarlardı. Bu durum hem kendisini hem de Üstadını rencide ediyordu. Bediüzzaman, talebelerine hem teselli verir hem de tutuklu olmalarına rağmen zamanlarını en güzel şekilde geçirmelerini sağlardı. Nitekim Bayram Yüksel de hapishanede Kur’an yazını öğrendi.

Bayram Yüksel, vatani hizmetine İskenderun’da başladı. Ancak, Kore’ye gönderilme kararı çıktı. Kore’de Türk askerlerinin kırdırıldığı iddiasıyla kendisini Suriye’ye kaçırma teklifi yapıldı. Ancak, kendisi Emirdağ’a gidip Bediüzzaman Hazretlerinin fikrini aldı. Habere sevinen Bediüzzaman, “Tamam, ben bir Nur Talebesini Kore’ye göndermek istiyordum. Seni ya da Ceylan’ı düşünmüştüm. İnkar-ı Uluhiyete karşı Kore’ye gitmek lazım” dedikten sonra kendisine, hiçbir zaman boynundan çıkarmamak üzere Cevşen verdi ve hiç korkmamasını, İnayet-i Rabbaniye altında olduklarını söyledi. Bir de Japon başkumandana verilmek üzere Risaleler verdi.

Bayram Yüksel’in, Kore’de bulunduğu sırada en çok düşündüğü şey, Üstad’ın verdiği kitapları Japon başkumandana nasıl ulaştıracağı konusu idi. Tokyo’ya tedavi edilmek üzere gönderilmiş bulunan yaralıları alma görevi, kendisinin mensubu bulunduğu tabura verildi ve böylece Tokyo’ya gitme imkanı doğdu. Buraya gelince komutanlarından izin aldıktan sonra, Türklerin bulunduğu camiye gitti. Cami müezzini ile tanıştı. Kendisine çok yakın ilgi gösterildi. Kazan Türklerinden olan müezzin ve diğerleri, Japon-Rus savaşı sırasında, Bediüzzaman’ın İstanbul’da iken tanışıp haberleştiği ve eserlerini gönderdiği komutan tarafından Tokyo’ya getirilerek yerleştirilmiş ve kendilerine cami yaptırılmıştı. Müezzin, Bediüzzaman’ı Rusya’daki esaretinden beri tanıdıklarını söyledi. Japon kumandan vefat etmiş bulunduğundan, Bayram Yüksel eserleri buradaki Türklere verdi.

Bediüzzaman’ın vefatından sonra, iman ve Kur’an hizmetini Ankara ve Isparta’da devam ettirdi. Nur hizmeti, Bediüzzaman ve parmakla sayılacak kadar az sayıdaki talebeleriyle başlamışken, daha sonra ülkenin dört bir yanına yayıldı. Risale-i Nur Külliyatı, başta Arapça ve İngilizce olmak üzere birçok dile tercüme edildi. Bu hizmete paralel olarak yurt dışında bir çok hizmet merkezi vücuda geldi. Bayram Yüksel de muhtelif zamanlarda yurt dışına gitti. Yine böyle bir seyahatten sonra Almanya’dan dönüşlerinde, beraberinde bulunan Ali Uçar ve Mehmet Çiçek’le birlikte, Bulgaristan’da geçirdikleri trafik kazası sonucu vefat etti (19 Kasım 1997).

Risale-i Nur Enstitüsü

Fetva Emini Ali Rıza Efendi Kimdir? (1861-1943)

Osmanlı ulemasının önde gelen isimlerindendir. Medrese eğitimini en üst seviyeye kadar tamamlandıktan sonra birçok görevde bulunmuş ve İstanbul’da Fetva Eminliği de dahil, çok önemli mevkilerde hizmet vermiştir. Tarihimizin üç önemli devrini yaşamıştır. İlimdeki dirayeti, araştırma ve incelemeye önem vermesi, meselelere olan vukufiyetinden dolayı şeyhülislamlar gibi alaka ve ilgi görmüştür.

Risale-i Nur’u okuyup inceleme imkanı bulduktan sonra, her fırsatta takdirlerini dile getirmiştir. Yapılan haksız itirazlara karşı çıkmış ve Risalede ortaya konan meselelere tam destek vermiştir. Eline geçen risaleleri dikkatle incelemiş, İşaratü’l-İ’caz için;“Bu İşârâtü’l-İ’câz, bin tefsir kuvvetinde ve kıymetindedir” şeklinde övgüde bulunmuştur.

Ali Rıza Efendi, 1861 yılında Muğla’da doğdu. Eğitimine medresede başladı. Muğla’nın Kurşunlu Camisi medresesinde müderrislik yapan Hacı Muhammed Zeki Efendi’den ders aldı. Eğitimini tamamladıktan sonra 24 yaşında mezun olup icazet aldı. 

Medreseden mezun olan Ali Rıza Efendi, Muğla’dan ayrılarak İstanbul’a geldi. Yüksek öğrenim düzeyinde eğitim veren İstanbul Fatih Camii medresesine devam etti ve buradan da mezun oldu. Burada müderris Mehmet Neş’et Efendiden ders aldı. Mezuniyetini de bu hocanın elinden aldı.

Ali Rıza Efendi, Fetvahane İlamat Odası’da memurluğa başladı. Bu kurumun görevi, kadılar tarafından verilen kararları temyiz yoluyla incelemekti. Aynı yıl ilmi rütbesi de yükseltilerek medresede hocalık yapmaya başladı ve ders okuttu. Bir süre sonra medresedeki ilmi derecesi yükselince, daha üst seviyede ders vermeye ve müderrislik yapmaya devam etti.

1915 yılında Ali Rıza Efendi, Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi Hanefi Fıkhı Müderrisliğine tayin edildi. Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye tabiri İstanbul için kullanılan tabirlerdendir. Osmanlı devrinde İstanbul yerine; İslâmbol, Dersaadet, Deraliye tabirleri kullanıldığı gibi Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye tabiri de kullanılmıştır. Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi tabiri ise İstanbul’un hilafetin merkezi olması hasebiyle, buradaki medreseleri diğerlerinden ayırt etmek maksadıyla kullanılan bir tabirdir.

Ali Rıza Efendi, yaklaşık bir yıl sonra en üst düzeyde eğitim veren Sahn Medresesinde görev yapmaya başladı. Müderrisliğine devam etti. Eylül 1917 tarihinde Süleymaniye Medresesi Medresetü’l-Mütehassinin kısmında ders vermeye başladı. Burada, alanında uzman olarak görev yapacak kimseler yetiştirilmekteydi. Ayrıca, kadı yetiştirmek amacıyla açılan ve bu maksatla eğitim veren Medretü’l-Kudat’ta da görev yapıp ders verdi.

Ali Rıza Efendi, 18 Ağustos 1916 yılında Fetva Emini oldu. Risale-i Nur’da bu görevinden dolayı, kendisinden eski Fetva Emini Ali Rıza Efendi olarak söz edilmektedir.

Fetva Eminliği, Kanuni Sultan Süleyman zamanında ihdas edilmiştir. Şeyhülislama bağlı olan bu kurumun şer’i konularla ilgili meseleleri çözümlemek, fetvalar hazırlamak, dilekçe yolu ile sorulan soruları cevaplamak, şer’i mahkemeler tarafından verilen kararları incelemek, görevleri arasında yer almaktaydı. Bu kurumun başındaki kişi Fetva Emini idi. Bu makama, en yüksek ilim sahibi olan ve memuriyetleri itibariyle unvanları uygun olanlar arasından seçilirdi. Fetva Eminleri arasından şeyhülislam olanlar da olmuştur.

Ali Rıza Efendi, Bediüzzaman Hazretlerinin üyeleri arasında yer aldığı Darü’l-Hikmet-i İslamiye’de başvekillik görevinde bulundu. Bu göreve de 10 Ağustos 1918 tarihinde tayin edildi. Bu görevi başkan tayin edilinceye kadar sürdürdü. Osmanlının son zamanlarında kurulan ve bir İslam Akademisi mahiyetinde olan Darü’l-Hikmet-i İslamiye; İslam aleminde ortaya çıkan bir takım yeni dini meselelere ışık tutmak, özellikle de İslam’a yönelen hücum ve saldırılara karşı yayın yoluyla cevap vermek ve mukabelede bulunmak maksadıyla kuruldu.

Ali Rıza Efendinin atandığı önemli görev ve makamlardan bir tanesi de Huzur Dersleri Mukarrirliği’dir. Bu göreve de Aralık 1918 yılında getirildi ve üç sene de bu görevi sürdürdü.

Mukarrirler Ramazan aylarında padişahın huzurunda ders veren hocalardır. Bu göreve, medreselerde hocalık yapan müderrisler içinden çok değerli olanlar seçilirdi. Bu kişiler bir çeşit konferans verir, bu konferansı ve dersleri dinleyenler başta padişah olmak üzere şehzade ve bazı saray görevlileri bulunurdu. Bu dersler Ramazanın ilk gününden itibaren başlardı.

Muhtelif görevlerde bulunan Ali Rıza Efendi, çok önemli görevlere atandığı gibi üçüncü rütbeden Mecidi Nişanı ile de ödüllendirilmiş, ayrıca kendisine Anadolu Kazaskerliği makamı ve ünvanı da verilmiştir.

Ömrünü ilmi çalışmalara adayan Ali Rıza Efendi, Risale-i Nur’un yayınlanması ve bazı Risalelerin eline geçmesinden sonra bunları inceleyerek görüşlerini açıkladı. Kendisi, son dönem Osmanlı ulemasının önde gelen isimlerinden biri ve çok müdakkik olması, şeyhülislamlar gibi alaka görmesi, fikirlerinin daha da dikkatle izlenmesine sebep olmaktaydı. Birinci Şua, İşarat-ı Kur’aniyye ve Ayetü’l-Kübrâ Risalelerini inceledikten sonra;

Bediüzzaman, şu zamanda, din-i İslâm’a en büyük hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu ve böyle bir zamanda, mahrumiyet içinde, feragat-ı nefs edip, yani dünyayı terk edip böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her suretle şâyân-ı tebrik olduğunu ve Risale-i Nur, müceddid-i din olduğunu” Hafız Emin’e beyan etti ve “Cenab-ı Hak, onu muvaffak-un-bilhayr eylesin!”  şeklinde duada bulundu. Ayrıca, Bediüzzaman’ın sakal bırakmamasından dolayı bazı kimseler tarafından yapılan itirazlara ve eleştirilere karşılık olarak da,Mevlâna Celâleddin-i Rumî’nin pederleri olan Sultanü’l-Ulema’nın bir kıssasıyla onu müdafaa edip, demiş: “Bu misilli, Bediüzzaman’ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır*” demek suretiyle kendisini savunmuştur. Hoca Mustafa aracılığıyla da şunların iletilmesini talep etmiştir:

Bediüzzaman’a kemal-i hürmetle selâm ederim. Telifatınızın ikmaline hırz-ı can (yani, ruha nüsha olacak kadar kıymettar) ile dua etmekteyim. Bazı ulemâüssû’un tenkidine uğradığına müteessir olma. Zira ‘Yemişli ağaç taşlanır.’ kaziyesi meşhurdur. Mücahedatınıza devam buyurun. Cenab-ı Hak ve Feyyâz-ı Mutlak âcilen murad ve matlubunuza muvaffakü’n bilhayr eylesin.”

Ali Rıza Efendi, Risale-i Nur’un neşriyatını takip ederek yakından ilgi gösterdi. Mucizat-ı Ahmediye risalesini okuduktan sonra da; “Bu tarz-ı ifade ve ispat ve beyanı hiçbir kitapta bulmamışız. Bu şerait içinde böyle eserler hiç kimseye müyesser olmamış”demek suretiyle takdirlerini bildirdi. Bir çok kez kendisini ziyarete giden ve yakın çevresinde bulunanlara, “Bu İşârâtü’l-İ’câz, bin tefsir kuvvetinde ve kıymetindedir” demek suretiyle yemin etmekteydi.”

Bediüzzaman Hazretleri Denizli hapsinden evvel, Risale-i Nur’a birkaç cihetten hücumu hissettiğini söylemesinden kısa bir süre sonra, İstanbul’da ihtiyar bir hoca bir risalenin bir meselesine itiraz etti. Bu itiraza karşılık Ali Rıza Efendi; o itiraza karşı çıkıp reddettiği gibi, Risale-i Nur’un ortaya koyduğu hakikatlere tam destek verdi.

Cumhuriyet döneminde de haytını sürdüren Ali Rıza Efendi, 1927 yılında emekli oldu. Bir ara tutuklanıp mahkum edildikten sonra ömrünün son zamanlarını Üsküdar’da geçirdi. 31 Mart 1943 tarihinde vefat etti.Allah kendisine rahmet etsin.

 **********

*Sakal Meselesine Fetva Emini Ali Rıza Efendinin Cevabı Nedir?

Soru: 

Üstat hazretlerinin sakal bırakmaması konusunda eski fetva emini Ali Rıza Efendiden naklettiği “bazılarının sakal bırakmamaklığına itirazları münasebetiyle, Mevlâna Celâleddin-i Rumî’nin pederleri olan Sultanü’l-Ulema’nın bir kıssasıyla onu müdafaa edip, demiş: “Bu misilli, Bediüzzaman’ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır” cümlesinde bahsedilen kıssanın hangi kıssa olduğunu cevaplarsanız sevinirim.

Cevap:

Sultan Veled adına yazılan ama acaba “Sultanu’l-Evliya Muhammed Veled”e mi ait olduğu, yoksa torunu “Sultan Veled”e mi ait olduğu kesin olarak bilinmeyen “Maarif” isimli esere baktığımız zaman bunun ipuçlarını görmek mümkün. 

Bunları ele alacak olursak: 

1. Anlatılan bir meseleyi herkes kendi fikri ve ilmi seviyesinde anlar. Bir öğretmen 5, 15, 25, 45 ve 65 yaşlarında beş kişiye aynı meseleyi anlatacak olsa farklı şekilde ve anlayacakları tarzda anlatır. Anlamayacağı şeyleri anlatarak kafasını karıştırarak onların inkâr ve itirazlarını celp etmekle kendisini cahil bilmelerini sağlayacak yaklaşımlardan uzak durur. Bunun için peygamberimiz (sav) “İnsanlara akıllarına göre konuşun” buyurmuşlardır. 

2.  Mevlevilerin semaı, neyi ve müziği bazı şeriat âlimleri tarafından haram görülerek ilişilmiştir. Onlar da “Şeriatın zahirini ihmal etmemek şartı ile yapılan müzik ve semaın ve buna benzer hallerin yapanın şeriata bağlılığını artırdığı ölçüde caiz olduğunu ve lâzım da olduğunu” savunmuşlardır. Bu gibi şeylerin müridin ibadet şevkini artırdığına dikkat çekmişlerdir. “Şayet gevşemeye sebep olursa caiz olmaz” demişlerdir. Bu durum “kişinin vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır” diye cevap vermişlerdir. Bu babdan olarak Sultanu’l-Ulema Bahaeddin Veled şöyle der: “Daima Allah’ın zikri ile meşgul olan evliyânın halini şeriata aykırı gören kimse Fırat nehrini testideki sudan, bâdem yağını bademden ayrı gören kimseye benzer. Muhakkikîn yanında mukallidin imanı değersizdir. Dinin gereği ve hakikati şekil ve dilden ibaret olmayıp her şekil ve surete girebilen bir külli hakikattir. Şekil ise o dini izhar eden bir kap ve kadeh gibidir. Sudan habersiz şekille uğraşan mukallit testi ustaları suyun testiyi bozacağını düşünerek testiye suyun konmasına karşı çıkarlar. Hakikatten habersiz İblis yüce Allah’ın Âdeme secde emrine itaat etmeyerek lanete uğradı.  (Bakara, 2:32) Hakikatte ise Âdemin suretine secdenin sureti altında Allah’ın emrine uyma ve ona itaat vardı. Dinlerdeki değişiklikler ve şeriatların değişmesinin hikmeti iman ve din hakikatinin değişmesi değil, farklı zaman ve şartlara göre suretlerin değişiminden ve hakikatin farklı suretlerde tecellisinden ibarettir. Allah katında din İslam’dır.  (Âl-i İmran, 3:19) Bu ezelde böyle olduğu gibi, ebedde de böyle olacaktır. Hakikat asla değişmez. Akıllıya işaret yeterlidir. Gafile ise şerhin faydası yoktur”  (Sultan Veled, Maarif, (1991-İstanbul) s. 25–34) demektedir. 

3.  Genellikle evliya menkıbelerinde şeriatın zahirine göre yanlış gibi sayılan haller ve durumların gerçekte hakikate uygun olduğunu anlatmak için mutasavvıflar Hz. Musa (as) ile Hz. Hızır (as) kıssasını anlatırlar.  (Kehf Suresi, 18:63–80) Maarif kitabında da konuya öyle giriş yapılmıştır. Hz. Musa (as) Kelam-ı İlahiye tam mazhar iken Hz. Hızır (as) dan hakikat ilmini öğrenmek istemesi onlar için örnek teşkil etmiştir. 

Bütün bu mukaddimelerden sonra gerçek şu ki: İstanbul ulemasından Fetva Emini Ali Rıza Efendi, Bediüzzaman hazretlerinin “Birinci Şua” isimli eserine ve sakal bırakmamasına ehl-i dalaletin oyunu ile Abdulhakim Arvasi gibi tarikat şeyhlerinin itiraz etmesi üzerine, onların anlayacağı dilden cevap vermiştir. “Elbette Bediüzzaman’ın bir içtihadı vardır”  (Kastamonu Lahikası, 149) itirazınız anlamsız ve hükümsüzdür demiştir. 

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynak:

  • Risale-i Nur Külliyatı
  • Fıkıh Bahçesi
  • Risale-i Nur Enstitüsü

Hz. Ali (R.A) Kimdir? (598-661)

Hazreti Ali (ra) 598 yılında Mekke’de Kabe’nin içinde doğmuştur. Peygamberimiz (sav)’in amcası Ebu Talibin oğlu olan Ali’yi doğduğunda kucağına alıp bizzat evine kadar götürmüştür. O yıllarda Peygamber(sav) efendimizde Ebu Talib’in evinde kalıyordu. Hazreti Ali'(ra)ye “Ali” isminide Hazreti Muhammed(sav) vermiştir. Annesi Fatıma Binti Esed, Peygamberimiz(sav)’in dedesinin kardeşinin kızıdır. Peygamberimiz(sav)de kendisine “anneciğim” diye hitab ederdi.

Babası Peygamberimiz(sav)i yetim ve öksüz kaldığında yanına alıp 43 yıl himayesinde bulunduran amcası Ebu Talib’tir. Mekke’de kuraklık baş gösterip Ebu Talib’in çocuklarını bakamaz hale getirince Peygamberimiz(sav)in diğer amcalarından Abbas, Ali’nin kardeşi Cafer’i Hazreti Muhammed(sav) de Ali’yi büyütmek üzere yanlarına aldılar.

Hazreti Ali(ra) o günleri şöyle anlatır;

“Çocuktum henüz, o beni bağrına basar, yatağına alırdı, beni koklardı, lokmayı çiğner, ağzıma verir yedirirdi… Ben de her an, devenin yavrusu, nasıl anasının ardından giderse, onun ardından giderdim; o her gün bana huylarından birini öğretir ve ona uymamı buyururdu. Her yıl Hira Dağı’na çekilir, kulluğa koyulurdu. Onu ben görürdüm, başkası görmezdi. Beni omuzuna alır Mekke’nin dağlarında, vadilerinde, sokaklarında dolaştırırdı.

Hazreti Ali(ra) Hatice validemizden sonra Müslüman olan ikinci kişidir.

Peygamberimiz(sav)’i Hazreti Hatice ile namaz kıldıklarını görünce, “Bu ne?” dedi.

Peygamberimiz(sav)de;

-Ya Ali bu Allah’ın seçtiği beğendiği dinidir, ben seni bir olan Alllah’a inanmaya davet ediyorum, dedi

Ali;

“Ben bu hususta babama danışayım” deyince Peygamber(sav) “Ya Ali sana söylediğimi yaparsan yap yapmayacak olursan gördüğünü kimseye söyleme” dedi.

Bütün gece uyuyamayan Ali sabah vaktinde Hazreti Muhammed(sav)in yanına varır. Dünkü davetini kabul etim şahadet getirip namaz kılmak istiyorum” der Hazreti Muhammed(sav);

-Babana danıştın mı? diye sorar.

Hz. Ali;

-Hayır Allah beni yaratırken babama danışmadı, ben Allah’a inanmak için niçin babama sorup danışayım? diye cevap veren10 yaşlarındaki bu çocuk Nur çocuk islam defterinin bir numarası olmuştur.

İlmin kapısı olan Hazreti Ali(ra);

Yemin ederimki ben Kur’an-ı Kerim’den inen her ayetin nerede indiğini neye ve kime dair olduğunu bilirim” diyerek ilminin erişilmezliğini ortaya koymuştur.

Gayb alemi açılsa her şeyi görsem yakinim artmayacak diyebilecek kadarda iman yüklü idi.

Peygamberimiz(sav) kendisine çok güvenirdi Hazreti Ali(ra)’yle kabeye gizlice girip putları yere düşürüp kırmışlardır.

Peygamberimiz(sav) kendisini çok küçük yaşta olmasına rağmen Yemen’e kadı olarak göndermiştir. Gitmekte tereddüt eden Hazreti Ali’ye Allah senin kalbine doğruyu gösterecek dilini doğurlukta sabit kılacak davalılar önünda oturduklarında her ikisinide dinlemeden hüküm verme diye nasihatta bulunmuştur.

Hazreti Ali(ra) “Vallahi bundan sonra hiç tereddüde düşmedim.”diyor.

Peygamber(sav) efendimiz hicret ettiği gece canını ortaya koyup O’nun yatağına yatmış ve bu fedakarlığından dolayı “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla canını satar.” (Bakara/207)ayeti kerimesi nazil olmuştur.

Peygamberimiz(sav) emniyetli bir şekilde Mekke’den uzaklaşınca, İslâm Peygamberi(sav)’ne emanet edilen çeşitli emanetleri sahiplerine iade ederek annesini, Resul-ü Ekrem’in kızı Fatma’yı başka iki kadınla birlikte alıp Medine’ye doğru hareket etmiştir. 450 km lik sarp yolları zorluklarla aşarak Medine’ye vardıklarında Hazreti Muhammed(sav) kendilerini karşıladı, hallerini görünce boynuna sarıldı, ağladı, bağrına bastı.

Hayber’de yetmiş kişinin yerden zorla kaldırabildiği kapıyı omuzlayıp kar makinası gibi yolları açarak zaferin kazanılmasında önemli rol oynamıştır.

Hazreti Ali namazı öyle kılardı ki vücuduna batan bir oku namaz kılma esnasında çıkarmışlar hiç acı duymamıştır. Canın yanmadı mı? diye soranlarada “Kuşu kafesten salıverdikten sonra kafesi parçalayacak olsanız kuşun bundan haberi olurmu?“diye cevap vermiştir.

Orta boylu, buğday renkli, ak ve uzun sık sakallı idi, yüzü çok güzeldi, gözleri genişti, göğsü enli, başı saçsız idi.

Son derece kuvvetli bir hatipti, her nutku belagat şaheseridir.

Nahiv ilminin esasları hazreti Ali tarafından vaz olunmuştur. Halife olmadan önce nasıl yaşıyorsa halife olduktan sonrada öyle yaşamıştır.

Servet sahibi bir adam olmamakla beraber son derece kerim idi.

Harb ederken dahi düşmanlarına acır, haddi tecavüz etmezdi. Hazreti Ali reyinin isabeti ile meşhurdur.

Gecenin karanlığında mihraba gelir, ibadet eder, düşünürdü. Dünya onu hiç aldatmadı.

Hazreti Osman(ra)’ın evi muhasara altına alınınca oğulları ile yardıma koşmuş Hazreti Osman(ra) şehit olduğundada oğulları Hasan(ra) ile Hüseyin(ra)’e fena halde hakaret etmiş, Talha(ra)nın oğlu Muhammed ve Zübeyr(ra)’in oğlu Abdullah’a ağır sözler söylemiş “siz yaşarken onun şehit düşmesine nasıl imkan bıraktınız” demiştir

25 yıl birlikte kaldığı Allah Resulü(sav) efendimizden 586 adet Hadisi şerif rivayet etmiştir.

Hazreti Fatıma ev işlerinde çok yoruluyordu, birlikte Peygamberimiz(sav)’e gidip bir hizmetçi istemişlerdi. Peygamberimiz(sav)’de kendilerine yatarken 33 Allahuekber ,33 Elhamdülillah, 33 Sübhanallah demeniz hizmetçiden daha faydalıdır deyip geri göndermiştir.

Peygamberimiz(sav) Medine’de tüm müslümanları birbirleriyle kardeş yapmış Hazreti Ali(ra)’yide kendine kardeş etmiştir, kızı Fatıma’yıda Hazreti Ali’ye nikahlamış onu damadı yapmıştır.

Tebük seferi hariç Efendimiz(sav) katıldığı tüm seferlere katılmıştır. Bedir savaşında tek başına 20 Uhud’da 9 kişiyi öldürecek kadar kuvvetli ve savaşçı idi Cebrail(as)’da Hazreti Ali’nin yiğit ve fedai olduğunu söylemiştir.

Hendek savaşında Amr Bin Abduved’i öldürerek zaferde önemli bir yeri olmuştur.

Hazreti Ali(ra) Sıffin’de zırhını düşürmüştü. Savaştan sonra bir Hıristiyan’da görünce, “Bu zırh benimdir!” diye dava etmiştir Hıristiyan inkâr edince Kûfe Kadısı Hazreti Şureyh Hazreti Ali (ra)’den şahit istemiştir. Şahitlerden biri oğlu Hasan olunca Kadı, “Evladın babası lehine şahitliği şer’an makbul değildir.” diyerek yeni bir şahit talep etmiştir. Hazreti Ali’nin Hazreti Ali’ den başka şahidi yoktur deyince dava düşmüştür. Kadı Şureyh’in hassasiyeti Hazreti Ali(ra)’nin hoşuna gitmiştir. Davalı ise hayretler içinde kalmıştır Zırhı aldıktan sonra birkaç adım ilerleyip durmuş, sonra geri dönüp, “Bu mahkemenin verdiği hüküm ancak Peygamber’in hükmü olabilir!” diyerek Müslüman olmuş, zırhın Hazreti Ali(ra)’ye ait olduğunu söyleyerek geri vermiştir Hazreti Ali(ra) bu manzara karşısında zırhı geri almayıp bu yeni Müslüman kardeşine bağışlamış, ona bir de at hediye etmiştir .

Hazreti Muhammed(sav)’in vefatında 33 yaşında olan Hazreti Ali Peygamberimiz(sav)’in yıkanması ve kefenlenmesi işlemini bizzat kendisi yapmıştır.

Hazreti Ali yüzünü hiç puta dönmeden islamla şereflendiği için “kerremellahu veche” ünvanını almıştır.

Hazreti Muhammed(sav)’in hem damadı hem de amcasının oğlu olan Hazreti Ali(ra) fitnenin bir kasırga halinden her tarafı kasıp kavurduğu bir ortamda halife oldu. Hazreti Ali(ra)’nin halife oluş şartları tek kelimeyle yürek parçalayıcıydı, gerçekten ilginç bir durum vardı. Bir taraftan kimsenin haksız yere burnunun bile kanamasını istemeyen yeni yönetim; öbür tarafta Müslümanların emiri, Hazreti Peygamber(sav)’in damadı, dünyada iken cennetle müjdelenmiş bir cennet insanı. Hazreti Peygamber(sav)in bile haya ve edebine saygı duyduğu, aynı saygıyı meleklerin bile duyduğunu ifade ettiği bir halifenin yerde duran kanlı cenazesi…

Hazret Ali(ra), 4 yıl 9 ay süren hilafet’i müddetinde Peygamber(sav)’in siretine uyup, hilafet’e inkılap ve kıyam ruhu verdi. Toplumda çeşitli ıslahlara baş vurdu.

Hazreti Ali(ra) çıkan karışıklıkları yatıştırmak için Basra yakınlarında Ayşe, Talha ve Zübeyr gibi İslamiyetin tanınmış simaları ile karşılaştı bu olay Cemel Vakası adıyla bilinmektedir.

“Cemel Vakası Hazreti Ali(ra) ile Hazreti Talha(ra), Hazreti Zübeyr(ra) ve Hazreti Aişe-i Sıddika(ra) arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir:

Bu olayları Bediüzzaman Hazretleri şöyle değerlendiriyor:

“Hazreti Ali(ra), adalet-i mahzayı esas edip,Hazreti Ebubekir(ra)ve Hazreti Ömer(ra) zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muarızları ise Hazreti Ebubekir(ra), Hazreti Ömer(ra) zamanındaki islamın gücü adalet-i mahzaya müsait idi. Fakat,zamanın ilerlemesiyle İslamiyetleri zayıf muhtelif akvam, hayat-ı içtimaiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkül olduğundan, “ehvenü’ş-şerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf “Lillah” için ve İslamiyetin menafii için içtihat edilmiş ve içtihattan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul ikisi de ehl-i cennettir… İkisi de ehl-i sevabdır diyebiliriz. Her ne kadar Hazreti Ali(ra)’nin içtihadı isabetli ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstahak değiller. Çünkü, içtihat eden hakkı bulsa, iki sevap var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihat sevabı alarak bir sevap alır. Hatasından mazurdur.

Bediüzzaman Hazretleri, Hazreti Ali(ra)’nin başına gelenleri ise şöyle yorumluyordu.

“O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere layık idi. Eğer tam muvaffakiyeti siyasiye ve tamamen saltanat olsaydı. “Şah-ı Velayet” unvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktır. Halbuki zahiri ve siyasi hilafetin pek çok fevkinde manevi bir saltanat kazandı ve Üstad-ı küll hükmüne geçti; hatta kıyamete kadar saltanat-ı manevisi baki kaldı.

Peygamberimiz(sav)’e Cebrail (as) tarafından vahiy yoluyla getirilmiş olan ve Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin düzenli okuduğu virdlerden biri olan tüm tazeliğiyle günümüze kadar ulaşan ilim hazinesi,mahlukat ilimlerinin içinde toplandığı “celceletüye” Hazreti Ali(ra)’nin manzumei kasidesidir.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’da Celcelutiye hakkında bazı malumatlar vermiştir. Yazımızda onlarada yer vermeyi uygun bulduk.

“Celcelutiye’nin esası ve ruhu olan, ‘El-Kasemü’l-Cami ve Ed-Da’vetü’ş-Şerife ve El-İsmü’l-Azam (dır.)’ İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın en mühim ve en müdakkik Üveysî bir şakirdi ve İslâmiyet’in en meşhur ve parlak bir hücceti olan Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî (ra) diyor ki: ‘Onlar vahy ile Peygamber(sav)’e nâzil olduğu vakit Hareti Ali(ra)’ye emretti: Yaz. O da yazdı. Sonra nazmetti.’ İmam-ı Gazalî (ra) diyor: “…Şüphesiz o, dünya ve ahret hazinelerinden bir hazinedir.”

Celcelutiye’nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gelecekteki işlerden haber veriyor.

Hazreti Ali(ra)’ın en meşhur Kaside-i Celcelutiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile te’lif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.”

“Celcelutiye, Süryanice bedi’ demektir ve bedi’ manasındadır.

Hazreti Ali, Nehrevan Savaşı’nda rakiplerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu savaştan sonra, Hariciler’den üç kişi Mekke’de Müslümanların siyasi durumları hakkında bazı müzakereler yaptıktan sonra Ali, Muaviye ve Amr bin As’ı öldürmeyi kararlaştırdılar. Bu üç kişiden Abdurrahman bin Mulcem, Ali’yi öldürmeyi üstlendi ve Kufe’ye hareket etti. Ramazan ayının 19. günü şafak vakti namaz kılarken zehirli kılıcıyla Hazreti Ali’yi yaralamıştır.

İbni Mülcem yakalanıp huzuruna getirildiğinde, bunun yemeğini yedirip, istirahatini temin edin. Yaşayacak olursam cezalandırır ya da affederim. Ölürsem cezasını verin, fakat sakın haddi aşıp Müslümanların kanına girmeyin. Zira Allah haddi aşanları sevmez!” buyurmuştur

Hazreti Ali(ra), Abdurrahman bin Mulcem’in kılıç darbesinden sonra şöyle dedi: Kabe’nin Rabbine andolsun ki, kurtuluşa erdim!.

ölümüm aç iken gelsin” diyen Hazreti Ali(ra), oğullarına “Allah’a kulluktan ayrılmayın dünya size gelsede siz ondan kaçın daima hakkı söyleyin her işiniz Allah için olsun” diye vasiyet etmiştir.

İki gün evinde yattıktan sonra, 661 yılında 63 yaşında iken Küfe’de Ramazan ayında âyeti kerimeler okuyarak âhiret sınırına yaklaşmış, sonunda “Lâ İlâhe illallah Muhammedun Rasûlullah” diyerek bu dünyadan çekilmiş cennet yurduna adımını atmıştır. Hazreti Ali(ra)’yi oğulları Hasan ve Hüseyin yıkamışlar namazını Hasan kıldırmış Kabri Irak’ın Necef şehrindedir

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

1)Hadis Ansiklopedisi

2)Sevgi Kutupları

3)Hayatüs Sahabe

4)Risale-i Nur Külliyatı

Not: Ümmetin Yıldızları  ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Cafer-i Tayyar (Cafer Bin Ebi Talib) (R.A.) Kimdir?

Cafer Bin Ebi Talib (r.a)

588 yılında Mekke’de doğdu Hz. Peygamber(sav)’in amcası Ebû Tâlib’in oğludur. Hz.Ali (ra)’nin dört kardeşinden biridir. Hazreti Cafer(ra), Hazreti Abbas(ra)’ın eğitimi altında yaşadı. Künyesi Ebû Abdullah, lâkabı Tayyar ve Zülcenâheyn’dir.

Bir gün Resûlullah(sav) Hz.Ali(ra)’yle beraber namaz kılarken kardeşi Cafer bunu gördü, merak etti. Daha sonra Hz.Ali(ra)’yi buldu ve yaptıkları hareketin ne olduğunu sordu. Hz.Ali(ra)’de bunun Cenâb-ı Hakk’a karşı yapılan bir ibadet olduğunu söyledi. İslamiyet hakkında açıklamada bulundu. Bu sözler Cafer’in çok hoşuna gitti ve hemen orada Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu. Ardından hanımı Esma binti Üveysi’de müslüman olmuştur.

Diğer Müslümanlar gibi, Hz. Câfer(ra)’de müşriklerin akıl almaz eza ve cefalarıyla karşılaştı, ancak O, imanından taviz vermedi.

Zulüm görüp Habeşistan’a hicret eden 92 kişinin içinde Cafer(ra) ve hanımı Esma binti Üveysi’de vardı. Hz.Cafer(ra) Habeşistan muhacirlerinin emiri idi. Habeşistan’da eşi Esma’dan oğlu Abdullah dünyaya geldi. Abdullah Habeş topraklarında doğan ilk Müslüman çocuktur.

Kureyş müşrikleri, muhacirleri Habeşistan’dan geri çevirmek üzere Abdullah b. Ebi Rabia ile Amr b. el-As’ı değerli hediyelerle Habeşistan’a gönderdiler. Elçiler Habeş Necaşisi nezdinde müslümanları kötüleyince, Câfer b. Ebi Talib(ra) müslümanların temsilcisi olarak konuştu ve müşriklere üç soru sorulmasını istedi:

1) Biz Kureyş’in köleleri miyiz?

2) Mekke’de bir cinayet mi işledik ki, zorla iade edilmemizi istiyorlar?

3) Mekke’de mal gasbettik de, üzerimizde başkalarının hakları mı vardır?

Kureyş elçileri bütün bu sorulara olumsuz cevap verdiler. Ancak, puta tapmayı bırakıp İslâm dinine girmelerinin suç olduğunu bildirdiler. Bunun üzerine Necaşi, Cafer(ra)’e İslâm dini ile ilgili sorular sordu.

Hz. Cafer(ra), İslâm’ın getirdiği iman, ahlâk ve fazilet esaslarından söz etti. Necaşî’nin isteği üzerine Meryem Suresi’nin baş tarafından okumaya başladı. Tatlı duygulu bir sesi vardı, Ankebut ve Rûm surelerini de okudu. Bu sırada Necaşî’nin gözlerinden yaşlar akıyordu. İstek devam edince, Hz Câfer(ra) Kehf sûresini okudu. Necaşî, kendisini tutamayarak “Vallahi, bu aynı kandilden fışkıran bir nurdur ki, Musa’da, İsa’da aynı mesajla gelmiştir.” dedi.

Hz. Muhammed(sav)’in bir peygamber olduğuna kanaat getirdi. Bunu açıkladı ve Müslümanları himaye etti.

Yedi yıl sonra tekrar Medine’ye döndüler. O sıralar Hayber feth edilmişti, Peygamberimiz(sav) bilhassa Hz. Cafer(ra)’in döndüğüne çok sevindi. Onu kucakladı, bağrına bastı, alnından öptü ve sevincini şöyle izhar etti:

Ben hangisine sevineceğimi bilemiyorum. Hayber’in fethine mi, yoksa Cafer’in gelişine mi?

Cafer bin Ebu Talip(ra) beliğ bir hatip, takva, tevazu, ilim sahibi, iyilik sever, korku bilmeyen cesaret sahibi, aynı zamanda fakirlikten korkmayacak kadar da cömert biriydi. Fazilet ve güzelliğin en yükseği onda toplanmıştır, zira Peygamber Efendimiz(sav)’e ahlakça ve vücutça en çok benzeyen sahabi Hz.Cafer (ra) idi. O’nun, Peygamberimiz(sav)’in yanında apayrı bir yeri vardı. Peygamberimiz Hz.Cafer için “fakirlerin babası” derdi.

Hz. Cafer(ra), “Ya Allah yolunda büyük bir zafer kazanıp Allah’ın dinine yardım ederim, veya Allah yolunda şehit düşerim“ diyerek ikinci komutan olarak 629 yılında üç bin askerle katıldığı Mute harbinde sayı ve teçhizat bakımından kendilerinden çok üstün olan Rum imparatorluğunun ordusuyla harb ederken 41 yaşında şehid oldu.

Mübarek bedeninde doksandan fazla mızrak, ok ve kılıç yarası vardı. Peygamberimiz(sav) Hazreti Cafer(ra)’in şehadet haberini verdiğinde vefakar hanımın feryatları göklere yükseldi. Allah’ın Rasülü(sav) efendimizin de gözleri yaşlarla doldu. Hüzünle evden çıkıp, etrafındakilere şunları söyledi:

-”Cafer ailesine yemek yapmayı ihmal etmeyin. Çünkü onlar kendi acı derdleriyle meşguller.”

Hz. Cafer(ra)’in savaş meydanında iki kolunun da kesilmesi üzerine, şehadetinden sonra Rasûlullah(sav) ona Cennet’te iki kanat takıldığını haber vererek şöyle buyurmuştur:”Cafer’i, Cennet’te meleklerle birlikte uçarken gördüm.”

Bundan sonra, kuş gibi kanatlanıp Cennet’te uçtuğu hadisle sabit olan Cafer(ra)’e “çok uçan Cafer” anlamında “Câfer-i Tayyâr” lakabı verilmiştir.

Ebedi Cennette nimet ve bolluk içinde olan Hz.Cafer(ra)’dan Allah razı olsun bizlere de O’nun şefaatini nasip etsin Amin..

Çetin KILIÇ / Lüleburgaz

www.NurNet.Org

Diğer Sahabelerin Örnek Hayatları İçin Tıklayınız!

Kaynaklar:

1)Hadis Ansiklopedisi.

2)Ümmetimin Yıldızları.

 

Meryem Cemile (Margaret Marcus) Kimdir?

Meryem Cemile, 1934 yılında New York’ta, Amerika’nın içinde bulunduğu ekonomik buhranın en şiddetli döneminde, dördüncü kuşak Almanya Yahudi kökenli bir Amerikalı olarak dünyaya geldi. New York’un en varlıklı ve kalabalık bir banliyösü olan Westchester’da mahalli okullarda tamamiyle dini bir eğitim alarak büyüdü. Her zaman ortalamanın üzerinde bir öğrenci olarak; kısa zaman içinde elinden kitap hiç eksik olmayan hırslı bir entellektüel, doymak bilmez bir kitap kurdu oldu ve okuma seviyesi öğrenim gördüğü okulun gereksiniminin çok ötelerine çıktı.

Ergenlik çağına girdiğinde; yaşıtlarında çok ender görülen ,son derece ciddi, hoppalıklardan nefret eden bir kişiliğe sahipti. En ziyade dine, felsefeye, tarihe, antropolojiye, sosyolojiye ve biyolojiye ilgi duyuyordu. Okul ve kütüphaneler artık onun ikinci evi haline gelmişti.

1952 yılı yazında Liseden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi Liberal Sanatlar bölümüne girdi. Üniversitedeyken 1953 yılında ağır bir hastalığa yakalandı. Durumu gittikçe kötüye gitti ve iki yıl sonra diplomasını alamadan üniversiteyi terk etmek zorunda kaldı. 1957-1959 yılları arasında hastanelerde tedavi oldu. Hastaneden taburcu olduktan sonra, yazmaya olanak buldu. Marmaduke Pickthall’ın Kuran-ı Kerim tercümesi ve Allame Muhammed Esad’ın “Mekke’ye Giden Yol” ve “Yolların Ayrılış Noktalarında İslam” adlı eserleri ilgisini İslama yöneltti. New York’un Müslüman bölgelerindeki insanlarla kurduğu diyaloglar onu artık tamamiyle İslamiyetle ilgilenen bir insan haline getirdi ve en sonunda Margaret Marcus olan ismini Meryem Cemile olarak değiştirdi.

İslamiyetle ilgili ulaşabildiği İngilizce tüm kaynakları okuduğu bu dönemlerde Meryem Cemile; Aralık 1960’tan itibaren Mevlana Seyyid Ebul Ala Mevdudi ile düzenli olarak yazışmaya başladı. 1962 baharında Mevlana Mevdudi, Meryem Cemile’yi Pakistan’a gelerek Lahor’da kendi ailesinin bir üyesi olarak yaşamaya davet etti. Meryem Cemile bu teklifi bir yıl sonra kabul etti ve Cemaat-i İslami üyesi olup ilerde tüm kitaplarını yayımlayacak olan Muhammed Yusuf Han ile evlendi. Akabinde dört çocuğu oldu. Evli bir kadın için nadir görülebilecek bir şekilde tüm entelektüel ve yazım faaliyetlerine devam etti. Tüm önemli eserlerini hamilelik dönemlerinde yazan Meryem Cemile İslami örtünmeye de son derece riayetkardı.

Onun ateizm ve materyalizme olan nefreti hemen her eserinde görülür. Ona göre İslam; hayatın ve ölümün manasını bildirmede, yaşamın nihai gayesini anlatmada yegane kaynaktı.

Yazının orjinali için tıklayınız

www.NurNet.Org