Etiket arşivi: kuran-ı kerim

Genelkurmay’dan Mehmetçik’e Yakışan Karar!

Genelkurmay, askeri liselere seçmeli Kuran-ı Kerim, Hz.Peygamberin Hayatı ve Temel Dini bilgiler Dersine onay verdi. MEB kararı ile onurlu yaşam ve inisiyatif sahibi olma konularının işlendiği temel değerler dersi kaldırıldı şeklindeki haberler üzerine yazılı bir açıklama yaptı. Açıklamada, “6287 sayılı Kanunla ,’Ortaokul ve liselerde, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin Hayatı, isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulur.’ hükmü getirilmiştir. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığının 14 Ağustos 2012 tarihli ve 124 sayılı kararıyla, ‘Kuran-ı Kerim, Hz. Peygamberin Hayatı ve Temel Dini Bilgiler’ dersleri liselerin 2’nci grup seçmeli dersler listesine eklenmiştir” denildi.

Genelkurmay Başkanlığı’ndan yapılan yazılı açıklama şöyle:

“14 Kasım 2012 tarihli bir gazetede; “TSK’dan din dersine onay… Genelkurmay, askeri liselere seçmeli Kuran-ı Kerim, Hz.Peygamberin Hayatı ve Temel Dini bilgiler Dersine onay verdi. MEB kararı ile onurlu yaşam ve inisiyatif sahibi olma konularının işlendiği temel değerler dersi kaldırıldı’ şeklinde ifadeler içeren bir haber yayınlanmıştır. Bu kapsamda; kamuoyunun doğru bilgilendirmek ve oluşabilecek yanlış algılamaların önüne geçmek maksadıyla, konu ile ilgili açıklama yapılması ihtiyacı duyulmuştur.”

“1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 58’inci maddesindeki ‘MEB veya diğer bakanlıklar tarafından açılacak okullar (Askeri Liseler dâhil) ile özel okulların derecelerinin tayini, MEB’e aittir. Askeri eğitim kurumlarının dereceleri MSB ile birlikte tespit edilir.’ hükmü gereği Askeri Liseler (Astsubay Meslek Yüksek Okulları dahil) eğitim ve öğretim faaliyetlerini MEB müfredatına tabi olarak yürütmektedir.”

“6287 sayılı Kanunla , ‘Ortaokul ve liselerde, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin Hayatı, isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulur.’ hükmü getirilmiştir”

“Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığının 14 Ağustos 2012 tarihli ve 124 sayılı kararıyla, ‘Kuran-ı Kerim, Hz. Peygamberin Hayatı ve Temel Dini Bilgiler’ dersleri liselerin 2’nci grup seçmeli dersler listesine eklenmiştir.”

“TSK Ortaöğretim Okulları Yönetmeliği’ne göre; ‘MEB’e bağlı Anadolu liselerinin fen bilimleri alanına denk programö uygulamakta olan TSK Ortaöğretim Okullarında da, bahse konu düzenlemelerin yapılabilmesi maksadıyla;

a. 6287 sayılı Kanun ve Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığının Kararında belirtilen seçmeli dersler, diğer seçmeli derslerle birlikte TSK Ortaöğretim Okullarının Haftalık Ders Çizelgesine dahil edilmiştir.

b. Bu kapsamda hazırlanan haftalık ders çizelgeleri; TSK Ortaöğretim Okulları Yönetmeliğinin 21’inci maddesi gereği onaylanmak üzere MEB’e gönderilmiş ve MEB Talim ve Terbiye Kurulunun 183 sayılı kararıyla 5 Ekim 2012 tarihinde onaylanmıştır.

c. TSK Ortaöğretim Okulları idarelerince; TSK Ortaöğretim Okulları Sınıf Geçme ve Sınav Yönetmeliğinin 5’inci maddesi gereği, öğrencilerin ilgi ve isteklerinin tespiti için seçmeli derslerin tamamı öğrencilerin seçimine sunulmuş ve öğrencilerin seçmeli ders konusundaki tercihlerini belirtir dilekçeleri alınmış ve eğitim-öğretime başlanmıştır.

ç. Haberde kaldırıldığı iddia edilen ‘Temel Değerler Dersi’ Işıklar Askeri Hava Lisesi öğrencileri tarafından tercih edilmiş ve 9’uncu sınıfta haftada bir ders saati olacak şekilde öğretime açılmıştır.

6. Sonuç olarak; TSK Orta Dereceli Askeri Okullarında; eğitim ve öğretim programlarımızın hazırlanması, programların denkliğinin sağlanması, onaylanması ve bilimsel denetimi konularında MEB kriterlerine uygun hareket edilmektedir. Bütün eğitim sistemi yürürlükteki mevzuata uygun olarak düzenlenmiştir.”

DHA

İsteyen Herkes 2 Ayda Hafız Olabilir!

Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hatice Şahin, isteyen herkesin programlı bir çalışma sonucu 2 ayda Kuran-ı Kerim’i ezberleyerek hafız olabileceğini söyledi.

Hatice Şahin, Sakarya Üniversitesi (SAÜ) İlahiyat Fakültesi’nde düzenlenen konferansta Kur’an’ı Kerim’i kısa sürede ezberlemek ve hıfzı uzun süreli devam ettirmek için kendisinin uyguladığı yöntem hakkında bilgi verdi. Önerdiği yöntemin klasik sistemde uygulanan yöntemle aynı olduğunu ancak sistematik olarak bunu daha geliştirdiğini ifade eden Şahin,“Tavsiye ettiğim yöntem doğru uygulandığında hafızlık süresinin kısalması kendiliğinden oluşuyor. İsteyen herkese yöntemi ayrıntılı olarak verebiliriz. Ancak zaman herkes için değişebilir.” dedi.

Kendisinin klasik sistemle hafız olduğunu, geliştirdiği yöntemi 3 yıl 4 aydır uyguladığını ifade eden Şahin, bu süreç içerisinde 60 kadar öğrenci mezun ettiğini dile getirdi. Şahin, bu öğrencilerin 53 gün, 59 gün, 2.5 ay, 3 ay, 4 ay gibi kısa sürelerde hafızlıklarını bitirip yüzde 95′inin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yaptığı hafızlık sınavında başarılı olduğunu kaydetti. Şahin, kendisinin program sayesinde hafız olmayı düşünenlerin rehberliğini ve takibini yaptığını dile getirdi.

Şahin, bu sistemde ezber metodunun doğru yapılmasının çok önemli olduğunu, ezberlemeyi kolaylaştırmak amacıyla, zihnin çalışma mekanizmasının dikkate alınması gerektiğini vurguladı. Bütüne nazaran parçaların ezberlenmesinin daha kolay olacağından ona uygun bir şekilde ezber yapılması gerektiğini dile getiren Şahin, ana hatlarıyla 5 başlıkta topladığı yöntemi şöyle açıkladı:

“1-Hafızlık sürecinin birinci dönem hafızlık hazırlık aşaması ve ikinci dönem hafızlık olmak üzere iki dönem halinde yapılması. Hangi dönemde ne yapılacağının ayrıntılı bir şekilde bu yöntemde belirtilmektedir.

2-Tekrarların yapılmasında bazı hususlara dikkat edilmesi gerekmektedir. Tekrarların gelişi güzel zamanlarda yapılması, ezberi korumaya yetmeyecektir. Dolayısıyla hafızlık esnasında olduğu gibi, ezberi koruma sürecinde de zihnin çalışma sistemi dikkate alınarak oluşturulan tekrar aralıklarının hazırlanan programlarda belirtilen şekilde düzenlenmesi, ezberi koruma çabasına yardımcı olacaktır.

3-Vakitlerin düzenlenmesi çok büyük bir öneme arz etmektedir. Ezber koruma amacıyla yapılacak tekrar vakitlerinin hangileri olması gerektiği yeni yöntemde açıkça ayrıntılı bir şekilde belirtilmektedir.

4- Hafızlığın uzun süreli korunması ile ilgili bazı programlar verilmektedir.

5-Yöntemin başarılı olması için belirtilen hususlar dışında bazı unsurlar daha bulunmaktadır. Bunlar arasında nelerle beslenmek gerektiği, yemek öğünlerinin nasıl düzenleneceği, sosyal aktivitelerin nasıl ve ne şekilde yapılacağı, rehberlik dersleri ve bu derslerde işlenecek konular gibi hususlar bulunmaktadır. ”

53 GÜNDE HAFIZ OLDU

Hatice Şahin’in uyguladığı program sayesinde Ankara Rıfat Mualla Şahin Kız Kur’an Kursu öğrencisi 20 yaşındaki Tuğba Kılıç ise 53 günde hafızlığını tamamladı. Uyguladığı teknikle kısa sürede hafız yetiştiren ve tekniği Diyanet tarafından dikkatle takip edilen Hatice Şahin’in öğrencisi olan Kılıç, hafızlık belgesini Çankaya Müftüsü Abdurrahman Binbir’den almıştı.

YOĞUN BİR ÇALIŞMA PROGRAMI VARDI

Sıkı bir çalışma içerisine girdiklerini ve yemeği dahi 10 dakikada yiyerek çalışmaya devam ettiklerini söyleyen Kılıç, “Sabah namazından öğleye kadar bir önceki gün ezberlediğim sayfaları tekrarlayıp yeni sayfalara çalışıyordum. 12.00-13.00 saatleri arası uyuyorduk. Bu uyku bizi çok iyi dinlendiriyordu. Akşamüstü sadece 1 saat dinlenip gece geç saatlere kadar yine ezber yapıyordum.” diye konuştu.

Esnaflara İşyerlerinde Kur’an-ı Kerim Öğretildi!

Gölbaşı Müftülüğü kapsamında yürütülen Camii dışında Kur’an-ı Kerim öğreniyorum projesi ilk meyvelerini verdi. Proje kapsamında işyerlerinde Kutsal kitabımızı öğrenen 160 Kursiyer sertifakalarını aldı.

Törene Gölbaşı Kaymakamı Ali Edip Budan, Belediye Başkanı, Yusuf Özdemir , İl Müftüsü Ali Öztürkçü ile yetkililer katıldı.

Törende konuşan İlçe müftüsü Mehmet Taştan “Biz müftülük olarak camiiye gelemeyen, camiye küstürülen yada işi dolayısı ile meşgul olan insanalrın ayağına giderek Kur’an-ı öğretmek istedik. Projemizin devamı ile daha çok insana kutsal Kitabımızı öğreteceğiz” dedi.

Proje kapsamında en iyi Kur’an-ı Kerim okuyan 3 kişi çeyrek altın ile ödüllendirildi.

Allah’ın Nuruyla Bakmak: “Feraset” Ne Demektir? Nasıl Olur?

Ey iman edenler! Allah’tan korkarak hareket eder de takva dairesinde bulunursanız, Allah size hakkı batıldan ve doğruyu eğriden ayıracak bir kabiliyet, bir nur verir.” (Enfal, 29)

Mü’minin ferasetinin kaynağı, Allah’ın kalbine ilka ettiği iman nurudur. İman nuru bir kez mü’minin kalbine düşünce, artık o andan itibaren “dünyayı aydınlatan büyük bir elektrik lambasının düğmesine dokunulmuş gibi” her şey aydınlanmaya başlar. Yirmi Üçüncü Söz’de bahsedildiği şekilde, zayıf ve karanlıklı bir ışık veren “kafa feneri”nin yerine, her şeyin hakikatini gösteren bir Güneş devreye girmiş olur.

Olayları dar açıdan değerlendirenlere “At gözlüğüyle bakma!” deriz. Bu deyim o kadar sık kullanılıyor ki, atların mükemmel bir görüş yeteneği olduğunu bize unutturuyor. Halbuki atlara takılan “at gözlüğü”, onların bu üstün yeteneğine set çekmek içindir.

Gerçekten de, ata gözlerini birbirinden bağımsız kullanabilme kabiliyeti bahşedilmiştir. Yani atlarda her göz, bağımsız olarak ayrı cisimleri görebilir. Bu durum atlara, yanlardan, önden ve arkadan görüntü sağlar. Göz merceği kafa yapısının dışına yerleştirilmiş atın gözlerinin her biri, etrafı 160-170 derecelik açıyla görür. Dolayısıyla toplam 320-340 dereceyi bulan görüş açısıyla at, insanlara kıyasla çok daha geniş bir sahayı aynı anda görme imkânına sahip olur.

İşte atların bu özelliği, Kur’an coğrafyasının önemli bir kavramı olan “feraset”i izah etmektedir. Normalde derin bakış sahibi olmaya basiret dendiği halde, Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) hadis-i şeriflerinde “Müminin ferasetinden sakınınız” diye buyurması elbette boşuna değildir. Feraset kelimesinin kökü olan feras, at demektir; dolayısıyla feraset, atın üstün görüş gücü anlamını içinde barındırır.

OLAY VE KİŞİYE YÖNELİK FERASET 

Feraset kavramının atın görüş gücüyle ilişkisini mü’mine uyguladığımızda, bakılmakta olan şey bir olaysa bu olayın önünü, arkasını (zahirini ve perde arkasındaki sebeplerini) görebilme anlamı kadar; geçmiş, şimdi ve geleceği aynı anda görüp değerlendirebilme anlamı da çıkar. Dolayısıyla feraset dendiği zaman, hem “derinlikli” hem de “kuşatıcı” bir bakışla bakabilme kastedilmiş olur.

Mesela, feraset sahibi biri, herhangi bir olaya baktığında daha sürecin başlangıcında olayın nasıl bir sonla neticeleneceğini görüp sezebilir. Said Nursî’nin “Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de (ücretli işçilik) parçalayacaktır” veya daha 1908 yılında söylediği, “Avrupa, bir İslam devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hamiledir, o da onu doğuracak” gibi sözleri, ferasetin ne derece keskin olabileceğine dair verilebilecek çarpıcı örneklerdir. Bu derece feraset sahibi olabilmek için mazi, şimdi ve istikbalin çok derin bir kavrayışla aynı anda kuşatılabilmesi şarttır. Ayrıca, fıtrat ve tekamül kanunlarına da çok derin bir şekilde vakıf olmak gerekir.

Feraset ehli, olaylar kadar kişileri de keskin bir nazarla etüt edebilirler. Kişilere yönelik feraset, onların yüzlerine, konuşma üsluplarına ve hallerine bakarak kalpleri hakkında güçlü sezgilere ulaşabilme yeteneğidir. Bu durum ferasetin aynı maksada hizmet eden üç vasıtasının da (göz, kulak ve kalp) en üst düzeyde kullanıldığını ifade eder. Eğer bunlardan biri ya da ikisi eksik olsa, mesela sadece kafa gözüyle bakılsa, bundan feraset çıkmaz; bakılan kişiye yönelik değerlendirme, sadece onun cismi ve zahirî görünümüyle sınırlı kalır. Bu da gösterir ki, ferasetin asıl mahalli kalptir. Mü’min ancak “kalp gözü”yle bakarak, karşısındaki insanın içindeki (kalbindeki) asıl manayı görebilir. Dolayısıyla, feraset dediğimiz şey, özü itibariyle “kalpten kalbe” gerçekleşen bir olgudur. Olayların da bir nevi kalbi (ruhu) olduğunu düşünürsek, burada da yine bir çeşit kalpten kalbe bir kavrayışın söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Ne de olsa kâinat(ın olayları) ile insan(ın hareketleri) arasında bir benzerlik bulunmaktadır.

“MÜ’MİNİN FERASETİ” NE DEMEKTİR? 

Öncelikle belirtmek gerekir ki, her insanın kendine göre bir feraseti olabilir. Bu noktada tecrübe, önemli bir açılım sağlar. Örneğin, tecrübeli bir öğretmen, yıllar içinde kazandığı marifetle öğrencinin ne diyeceğini ve ne yapacağını bilebilir. Ya da tecrübeli bir esnaf, hangi müşterinin malı satın alacağını, hangisinin uzun bir pazarlıktan sonra bile hiçbir şey satın almadan dükkândan çıkıp gideceğini sezebilir. Veya tecrübeli bir devlet adamı, toplum içinde ne tür gelişmelerin ülkenin geleceği açısından sıkıntı oluşturacağını önceden görüp tedbir almayı düşünebilir.

Bununla birlikte, ferasetin maddi âleme ve manevî âleme bakan iki boyutu vardır. Eğer kişi gözünü ve kulağını dört açtığı kadar kalbini de devreye sokarsa, bu her iki boyutta da mesafe kateder ve nazarı keskinleşir. Burada göz, kulak ve kalbin ne kadar ortaklaşa çalıştığı ve aktif biçimde birbirlerine destek verdiği önemlidir. Bunların beraberce çalışması, maddî ve manevî âlemlerin aynı anda algılanması ve birbirleri üzerindeki etkilerinin daha iyi fark edilmesini sağlar.

Bu anlattığım husus, mü’minler kadar, bir dereceye kadar mü’min olmayanlar için de geçerlidir. Özellikle dünyevî meselelerde. Bir örnek vermek gerekirse, hâlâ çözümlenmemiş bir sorun olan başörtüsü sorununda, ehl-i dünyanın başörtünün üniversiteye girmesi halinde bu ülkede bir şeylerin daha geri dönülemez biçimde değişeceğini hissetmeleri, onlar açısından bir tür “feraset” olarak görülebilir. Veya, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Meclis’e davet edilen ama daha sonra kendisine önerilen görevi kabul etmeyip Şark’ta kendi halinde inzivaya çekilen Said Nursi’nin bir türlü rahat bırakılmaması ve ardından ana gövde itibariyle “iman hakikatleri” hakkında masum kitaplar yazdığı halde, bu kitapların onların yapmak istediklerine ve kurmak istedikleri hayat tarzına en büyük engeli teşkil edeceğini görmeleri de bir tür feraset olarak değerlendirilebilir.

Burada ferasetin hangi kulvarda keskinleştiğini belirleyen husus, kalpte taşınan “kaygı”dır. İnsan neyin kaygısını çekiyorsa, kalbinde ona dair sezgileri güçlenir. Eğer ehl-i dünya gibi bu dünya hayatında nefsin haz ve lezzet anlayışına göre laik bir hayat kurmayı planlamışsanız, kaygı, korku ve hassasiyetlerinizin —dolayısıyla ferasetinizin— bu kulvarda gelişmesi de gayet doğaldır. İşte bu nedenle, ehl-i dünyanın feraseti esas olarak dünyevî meselelerde ama özellikle kendi nefsî arzu ve heveslerine yönelecek maniaların bertaraf edilmesine yönelik olarak keskinleşmiştir.

“ALLAH’IN NURUYLA BAKMAK” 

Mü’minin ferasetine gelince, burada apayrı ve asıl olan ferasetten bahsediyoruz. Çünkü mü’minin ferasetinin kaynağı, Allah’ın kalbine ilka ettiği iman nurudur. İman nuru bir kez mü’minin kalbine düşünce, artık o andan itibaren “dünyayı aydınlatan büyük bir elektrik lambasının düğmesine dokunulmuş gibi” her şey aydınlanmaya başlar. Yirmi Üçüncü Söz’de bahsedildiği şekilde, zayıf ve karanlıklı bir ışık veren “kafa feneri”nin yerine, her şeyin hakikatini gösteren bir Güneş devreye girmiş olur.

Böylece mü’min geçmişi karanlıklar içinde büyük bir mezarlık, geleceği de fırtınalar içinde derin uçurumlar gibi görmekten; etrafının da müthiş canavarlar ve ejderhalarla çevrili olduğu vehminden kurtulur. Geçmişin nuranî insanların taht-ı riyasetinde olan ibadet, hizmet, sohbet ve zikir meclisleri olduğunu, geleceğin de yüksek dağların ardında büyük bir ziyafet ve seyir yerine açıldığını, etrafında canavar ve ejderha zannettiği mahlukların ise insanın hizmetine verilmiş uysal hayvanlar olduğunu anlar.

Bu açıdan bakıldığında, mü’minler olaylara, eşyaya ve insanlara “gündüz gözü”yle bakarken, ehl-i inkâr gece gözüyle bakan kimselere benzerler. Mü’min açısından ortamı gündüz yapan sebep, kalbindeki iman nuru sayesinde hem kendisi ile hem de mahlukat ile Sâni-i Zülcelal arasındaki nispetleri (intisapları) fark ederek, bu bağlantıları okuyabilir hale gelmesidir.

Mesela, bu okuma yeteneği sayesinde mü’min, yeryüzünde görünen temizlik ile Allah’ın Mütahhir ismi arasındaki bağlantıyı okur. Annelerin şefkatinde O’nun merhametini görür. Canlıların rızıklarının hiç şaşmadan kendilerine ulaştırılmasından rezzakiyetin boyutlarını kavrar. Atomun ve gezegenlerin direksiz duruşlarından, Kayyum ismini idrak eder. Böylece, dünyada meydana gelen olayların aslında manevî âlemden maddî âleme doğru yansıyan neticeler olduğunu anlayarak, bütün işlerin başı ve sonunun kendisine bağlandığı bir Allah tasavvuruna kavuşur. Özellikle O’nun sünnetullahı (âdeti) hakkındaki kavrayışı derinleştikçe de, olaylara dair feraseti artar.

Bu okumada Müslümanların elinden tutup onları ferasetin zirvelerine taşıyan vasıta ise, Kur’an-ı Kerim’den başkası değildir: “Bu (Kur’an), Rabbinizden gelen basiretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır).” (A’raf, 203) Bir örnek vermek gerekirse, tarihin seyri konusunda mü’minlerin feraseti Kur’an’daki kıssalar sayesinde keskinleşir. Örneğin, ehl-i dünya için bir toplumun rahat ve konfora erişmiş olması hiç de tedbirli olunması gereken bir vakti hatırlatmaz. Çünkü keyif ve eğlence zamanıdır. Ama vahye muhatap olan bir mü’min, şükretmeyen toplumların en rahat ve konfora eriştikleri dönemde ilahî gazabı üstlerine çekerek helak edildiklerini bildiği için —eğer toplum bu özellikleri taşıyorsa— derin bir endişeye kapılır.

“ALLAH’TAN KORKARAK HAREKET ETMEK”

Bu yola girmiş olan en avamî mü’minin bile feraseti, ehl-i dünyanın en havassı olanlardan daha keskin ve daha isabetlidir. Namaz kılmayan insanın nursuzluğu (güvenilmezliği ve istikrarsızlığı), haram yiyen birinin uğrayacağı akıbet ya da zevke sefaya dalan bir topluluğun akıbeti hususunda, en avamî mü’min bile feraset gösterir. Belki buna dair enteresan tarihî örnekleri ya da bilimsel bulguları söyleyemez ama sezgilerinde çok büyük olasılıkla haklı çıkar. Buna karşın, inançsız biri bilgiçliğiyle baskın çıksa da, iddialarının boşa çıktığına zaman içinde kendisi de şahit olur. Çünkü biri Allah’ın nuruyla, ötekisi nefsinin zulmetiyle bakmaktadır.

FERASET VE HÜKÜM 

Peki ferasetin bir sınırı yok mudur? Örneğin, feraset bir ilim gibi görülüp onun üzerine hüküm bina edilebilir mi?

Hemen ifade etmek gerekirse, feraset delil sayılamayacağı için feraset üzerine bir hüküm de bina edilemez. Mesela, mü’min de olsa “Ben ferasetimle şu kişinin kalbinde inkar tohumları taşıdığını görüyorum” diyerek o kişiyi tekfir etmeye yönelemez. Bu konuda Hz. Peygamber’in Üsame’yi “Kalbini yarıp baktın mı?” (es-Sira, VI, 34) diye azarlaması oldukça manidardır. Ayrıca, kendisi de “Ben insanların kalbini açıp bakmak için gönderilmedim” diye buyurmuştur.

O halde, feraset ehli, karşısındaki kimsenin duruşundan, konuşması ve üslubundan nasıl bir insan olduğunu çıkarsa (sezse) bile, bu doğru zanlarını kesin bir delil olarak öne sürme hakkına sahip değillerdir.

Bu konuda icraatta bulunabilmek için Hızır Aleyhisselam gibi gaybî hakikatlere tam bir vukufiyet sahibi olmak gerekir ki, onun bu ilmi de ferasetten ziyade vahyî bir nitelik arz etmektedir. Nitekim, Kehf Suresi’nde Hazreti Musa’ya yaptıklarının izahını yaparken, “Ben bunları kendiliğimden değil, Allah’ın emriyle yaptım” (Kehf, 82) demesi, onun ilminin feraset-üstü bir noktada olduğunu ve âdeta kaderin hükmî tecellileri doğrultusunda istihdam edildiğini göstermesi bakımından oldukça ilginçtir.

Her şeye rağmen, Allah korkusuyla hareket ederek takva dairesi içinde bulunan bir mü’mine Allah’ın hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayırt edecek bir (sezgi) kabiliyeti vermesi, inananlar açısından çokça şükredilmesi gereken bir husustur.

Mü’minin ferasetinin sakınılacak bir noktaya ulaşmasında iman nuru ve vahiyle birlikte üçüncü önemli unsur ise, takvadır. Nasıl ki ehl-i dünya kalbinde dünyevî ve nefsî menfaatlerinin kaygısını taşıyorsa, mü’minler de kalplerinde Allah korkusu taşırlar. Bu korku ya da kaygı, onları Allah’ın razı olacağı şekilde hareket etmeye, haram ve şüpheli şeylerden sakınmaya, nefsinin arzularını meşru sınırlar içinde tatmin etmeye, maddî ve manevî temizliğe dikkat etmeye, ibadet ve zikirle meşgul olmaya, Peygamber’in (a.s.m.) sünnetine göre yaşamaya yönlendirir. Böylece mü’min, hem nefsinin firavniyetini kırar hem de Allah’ın emir ve yasaklarını kendi nefsi üzerinde tatbik etmekle duygu ve düşünce olarak O’na daha fazla yakınlaşır. Bu mücahede sonucunda mü’minin kalbi, şüphe ve tereddütlerden kurtularak pürüzsüz bir ayna halini alır; ve olaylara ve insanlara Allah’ın baktığı gibi bakmaya başlar ki, “Allah’ın nuruyla bakmak” ifadesinde kastedilen mana budur.

 Ömer Baldık / Moral Dünyası Dergisi

Kur’an ve Güzellik

Bediüzzaman Kur’an ‘ın beyanında güzel bir selaset bulur. Selaset akıcılık demektir. (Sözler)

“Kulleinictimaatülinsüvelcinnüalaenyatübimisli hazelKur’an laayütuna bimislihi velevkanebadühümlibadin zahira” “De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler. (İsrâ Sûresi: 88.) Yukardaki ayetin meali budur.

Bediüzzaman buna güzel kelimesini idhal ederek kendi vechindeki manayı izah eder. “O sûretin bir vechi şudur ki: Yani, Kur’ân’dan tereşşuh etmeyen ve Kur’ân’ın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur’ân’ı tanzîr edemez benzerini yapamaz, demektir. Hem, edememiş ki, gösterilmiyor.”

Eserlerinin güzelliği de kendine ait değil Kur’an‘a aittir. “Kur’ân’ın hakaik-i i’câzını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim. Belki Kur’ân’ın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.” Madem böyledir; hakaik-i Kur’ân’ın güzelliği namına, Sözler namındaki aynalarının güzelliklerini ve o aynadarlığa terettüp eden inâyât-ı İlâhiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin lemeâtındandır(Barla L)

Bediüzzaman Kur’an‘ın üslubundaki güzelliklere işaret eder. Kur’ân’ın üslubunun o kadar acîb bir cemiyeti var ki, birtek sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhît-i Kur’ânîyi(Kur’an ın çevreleyici denizini) içine alır; birtek âyet, o sûrenin hazînesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur’ân’dır. İşte şu, i’câzkârâne îcâzdan(insanı acze düşüren özetleme) büyük bir lûtf-u irşâddır ve güzel bir teshîldir. Çünkü herkes, her vakit Kur’ân’a muhtaç olduğu halde, ya gabâvetinden veya başka esbâba binâen, her vakit bütün Kur’ân’ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar, Kur’ân’dan mahrum kalmamak için, herbir sûre, birer küçük Kur’ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet, birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ, Kur’ân Fâtiha’da, Fâtiha dahi Besmele’de münderîc olduğuna, ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate bürhan ise, ehl-i tahkikin icmâıdır.

Meselâ,”Ve min ayatihi halkıssemavatı velardı vehtilafi elsinetiküm ve elvaniküm “Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Onun âyetlerindendir. (Rum Sûresi: 22.)

Evet, bir sanatlı ve hikmetli yaratan yaratıcıya şehâdet eden alemin sayfalarının birinci derecesi, semâvât ve arzın yaratılışlarının aslıdır; sonra gökleri yıldızlarıyla süsleme ile zeminin canlılarla şenlendirilmesi, sonra güneş ve ayın teshîriyle mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilâf ve deverânı içindeki işlerinin zinciridir. Daha gele gele tâ kesretin en ziyâde intişâr ettiği mahâl olan sîmâların ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına kadar; mâdem ki, en ziyâde intizamdan uzak ve tesadüfün karışmasına mâruz olan ferdlerin sîmâlarındaki teşahhusâtta, farklılığa hayret verici bir hikmetli bir intizam bulunsa, üzerinde gayet san’atkâr bir Hakîmin kalemi işlediği gösterilse, elbette intizamları görünür olan sâir sayfalar kendi kendine anlaşılır; Nakkaşını gösterir.

Hem mâdem, koca semâvât ve arzın yaratılışın aslında sanat eseri ve hikmet görünüyor; elbette kâinat sarayının binâsında temel taşı olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin sâir eczâlarında sanat eseri , hikmetinin nakşı pekçok görünür. İşte şu âyet, gizliyi gösterir açık hala getirir, açık görüneni de gizleyerek , gayet güzel bir az sözle çok şey söylemiş, yapmış olur. “(Sözler)Bediüzzaman Kur’an’ın güzelliklerini anlatırken Rum suresindeki ayetin muhitini çizer , ayetin ana hatlarını verdiği güzelliğin arasını doldurur, harika anlatımlar ve tasvirler gerçekleştirir. Ayet’in göklerin ve yerin yaratılışları, renklerin ve seslerin farklılığı gibi üç şeyinin arasını yaptığı güzel anlatımlarla harika bir tefsir yapar, işin hakikatını anlatır.

İşte Bediüzzaman’ın açtığı ve tafsil ettiği bu hakikatı Kur’an gizliyi açık ve açığı gizli olarak anlatımla az sözle çok şey ifade etmiştir. İşte açma gizleme, gizleme açmalar ve Bediüzzaman’ın ayette ana hatları söylenmiş bu hakikatleri güzelce tafsil etmesi hepsi gayet icazlı bir güzelliktir. Burada güzellik yine farklı bir yönden anlatılmıştır.

Bediüzzaman’ın güzel kelimesi ile yaptığı estetik değerlendirmeler farklılık arzeder.Kur’an’ın bir suresi kainatı içine alan Kur’an’ın ihatalı okyanusunu manasına dahil eder. Bir ayette bütün bir Kur’anı yansıtan hakikatler, durumlar vardır. Bu camiiyyettir, çok büyük muhtevanın küçük bir metne dahil edilmesidir onda özetlenmesidir, birtek ayet bir sürenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur’ân’dır. Bu birbiri içinde olmak bir güzelliktir, simetri , geometri, matematik gibi kolay bir güzellik değildir. Bunu Bediüzzaman i’cazkarane icaz olarak tanımlar.Mucizelik gösteren bir özetleme , bu Allah’a has anlatım mucizesidir, bunun yanında Bediüzzaman bu durumu “lutf-ı irşad” ve ”güzel bir teshil” kolaylaştırma olarak niteler. İzah eder, Allah’ın insanlara yön göstermesini bu kolaylığını ve lutfunu.

Çünkü herkes, her vakit Kur’ân’a muhtaç olduğu halde, ya gabâvetinden veya başka esbâba binâen, her vakit bütün Kur’ân’ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar, Kur’ân’dan mahrum kalmamak için, herbir sûre, birer küçük Kur’ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet, birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ, Kur’ân Fâtiha’da, Fâtiha dahi Besmele’de münderîc olduğuna, ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate bürhan ise, ehl-i tahkikin icmâıdır.”(Sözler)

Kur’ân, kâh olur Allahın yarattıklarını bir tertiple zikreder, sonra o mahlûkat içinde bir nizam, düzen , bir mîzan, bir denge olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle güyâ bir şeffâfiyet, bir parlaklık veriyor ki, sonra o ayna-misâl tertibinden, cilvesi bulunan Allah’ın isimlerini gösteriyor. Güyâ o anlatılan mahluklar, kelimelerdir; şu esmâ, onun mânâları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hulâsalarıdırlar. Mucizat-ı Kur’aniye’nin İkinci Ziya‘sında sekiz ayet nakleden Bediüzzaman, “dünyanın dünyaya bakan yüzünün çirkinliğini, ahirete bakan yüzünün ise güzelliğini anlatır. İşte Kur’ân’ın baştan başa kâinata müteveccih olan âyâtı şu esâsa göre gider, hakikat-i dünyayı olduğu gibi açar gösterir, çirkin dünyayı ne kadar çirkin olduğunu göstermekle beşerin yüzünü ondan çevirtir, Sânie bakan güzel dünyanın güzel yüzünü gösterir, beşerin gözünü ona diktirir, hakiki hikmeti ders verir, kâinat kitâbının mânâlarını tâlim eder. Hurufât ve nukuşlarına az bakar; sarhoş felsefe gibi, çirkine âşık olup, mânâyı unutturup, hurufâtın nukuşuyla insanların vaktini mâlâyâniyâtta sarf ettirmiyor.”(sözler) Bediüzzaman güzel kelimesini birkaç defa tekrar ettiği cümleler kurmaktan özel bir haz duyar. Bu kelimeye ruhsal bir yakınlığı vardır.

Kur’an her şeye güzel bakar. “Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem, her biri birer harf-i mânidar olan mevcudâta mânâ-i harfî nazarıyla, yani, onlara Sâni hesâbına bakar; “Ne güzel yapılmış, ne kadar güzel bir sûrette Sâniin cemâline delâlet ediyor” der. Ve bununla, kâinatın hakiki güzelliğini gösteriyor.“ (Sözler)

Kur’an ile ilgili ifadelerini de kur’an güzelleştirmiştir, “”Kur’ân’ın hakaik-i i’câzını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim. Belki Kur’ân’ın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.” Madem böyledir; hakaik-i Kur’ân’ın güzelliği namına, Sözler namındaki aynalarının güzelliklerini ve o aynadarlığa terettüp eden inâyât-ı İlâhiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.”(Mektubat)

Edebi eserlerden farklıdır Kur’an “Kur’ân’ın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kàbil-i temyizdir.” (Mesnevi)

Önceki mukaddes kitapların güzelliklerini almış bir kitaptır.“Zira Kur’an, bütün kütüb-ü salifenin güzelliklerini ve eski şeriatlerinin kavaid-i esasiyelerini cem etmiş olduğundan usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tadil ve tekmil edicidir.( İ. icaz )

Prof. Dr. Himmet UÇ