Etiket arşivi: sünnet

İsraftan Sakınmak

“Yiyin, için; fakat israf etmeyin”(A’raf  Sûresi, 7/31)

Her Müslümanın, yaşayışının Kur’an-ı Kerîm’in israfı yasaklayan A’raf Sûresinin 31. âyetine ve ilgili diğer âyetlerine ne derecede uygun olduğu hususunda çok dikkatli bir iç muhasebede bulunmasının, büyük lüzumu ve ihtiyacı vardır.

kırık kum saatiA’raf  Sûresi, 7/31. âyetinde israf yasağının yemek ve içmekten bahsettikten sonra beyan edilmiş olması, elbette ki bu yasağın yalnız yemek ve içmekle ilgili olduğu şeklinde dar bir manâda anlaşılmasını gerektirmez. Belki yemek ve içmek, teneffüs etmekten sonra, insanların dünya hayatındaki en mühim maddî ihtiyaçları olduğundan, insana bilhassa bunlardan bahisle, bunlarla kısaca temsil edilen tüm ihtiyaçlarının karşılanmağa çalışılmasında da israfçılıkla haddi aşmaması emredilmiş olabilir.

Bununla beraber, bilhassa içinde yaşadığımız devirde, insanın yemek ve içmekle ilgili israfı, onun israfçılığında ekseriya mühim bir yer tutmaktadır. Günlük hayatımızda dikkat etsek, çevremizde bu israfçılığın çok misallerini görebiliriz. Bunun en başta gelen sebebi, Müslümanların kendileri için en başta gelen rehber olması gereken Peygamberimiz’in (s.a.s.) Sünnet-i Seniyyesini bazen terk ile, batılılaşmanın yanlış tesirlerinin altında kalmalarıdır.

Yediğimiz ekmek; Allah’ın Rezzak, Mün’im, Rahman gibi isimlerinin tecellîlerini de gösteren çok mühim bir nimettir. Dünyanın tüm ülkelerinde bu ayni şekilde kabul edilmese de, yüzyıllardır ülkemizde gıda maddelerinin başında ve büyük bir nimet olarak kabul edilmektedir. Halkımız içinde çok yaygın olan,  “ekmek” kelimesinin yer aldığı atasözlerimiz ve deyimlerimiz de bunu göstermektedir. Yemek yerken bir ekmek kırığını bile israf etmemek, yemeğin bereketinin belki de son lokmada olabileceğini söyleyen Peygamberimiz’in (s.a.s.) sünnetlerindendir. Buna rağmen son zamanlarda ülkemizde, değil bir ekmek kırığını bile israf etmemek, dehşet verici boyutta ekmek israfının olduğuna dair haberler medyamızda tekrarlanarak yer almaktadır.

Ülkemizdeki ekmek israfıyla ilgili haberlerin en son misallerinden biri, 17 Ocak 2013 tarihli bir günlük gazetede Anadolu Ajansı kaynaklı olarak manşet üstünden verilen bir haber başlığındaki “İsraf edilen ekmeklerle bir yılda 120 okul yapılabilir” yazısıyla dikkat çekilmeğe çalışılan olmuştu. Gazetenin iç sayfalarında devam eden bu haberde, Fırıncılar Federasyonu Başkanı’nın Türkiye’deki ekmek israfı ile ilgili verdiği rakamlar yer alıyordu ve bu haberde bildirilen Türkiye’de günde beş milyon adet 300 g.lık ekmeğin israf edilmesi, korkunç bir ekmek israfı rakamıydı.

Ekmek israfıyla alâkalı daha önceki gazetelerde ve dergilerde de çeşitli tarihlerde haber ve yazılar yayınlanmıştı. Bir derginin 6 Mayıs 2006 tarihli sayısında yer alan “Ekmek İsrafı” adlı dosya, tam yedi sayfaydı. Yakın bir tarihte, 29.3.2012 tarihli gazetelerde yer alan diğer bir haberde ise, TBMM ‘de kurulan ekmek israfının önlenmesiyle ilgili alt komisyonun çalışmalarından bahsediliyor ve sadece İstanbul’da 4-5 bin civarında ruhsatsız fırın bulunduğu, bu fırınlarda gramajı farklı ekmekler imal edilmesinin de ekmek israfına yol açtığı bildiriliyordu.

Ülkemizde, fakir mahallelerde dahi çöp varillerine atılmış olarak görülebilen bütün halindeki ekmekler, hakşinas insanlarda bu israftan dolayı bir dehşet hissi uyandırmaktadır. Bu şekildeki ekmek israfçılığının sebebi, nimeti verene karşı şükrü düşünmeyen bazı cahil ve gafillerin, ekmeği ancak günlük ve taze oldukları zaman yemeleri ve üzerinden sadece bir gün geçmiş olsa bile, satın aldıkları ekmeği yemeyip iade de edemeyecekleri için onu çöpe atmalarıdır. Halbuki, ekmek sadece günlük ihtiyaç miktarı kadar satın alınabilir; buna rağmen satın alındığı günde tüketilemezse, bayatlamasını geciktirmek için onu kağıtla sararak veya plastik poşet içinde buzdolabına konulabilir; daha sonra yenileceği zaman da basit bir işlemle ona tekrar ilk günkü nemi ve sıcaklığı verilebilir ve taze ekmek gibi yenilebilir.

Alındığı gün tüketilemeyen ekmekler, dilimlenip evlerin mutfaklarındaki fırınlarda veya fırında olmasa da sadece genişçe tepsilere dizilerek hava ile temasta bırakılıp kurutulabilir ve sonra peksimet gibi yenilebilir. Bundan başka, yemek kitaplarında ve gazete sayfalarında bayat ekmeklerden yapılabilecek çeşitli yemeklerin tarifleri de verilmektedir.

Allah (c.c.) insanları gönderdiği bu dünya hayatında, onları yemek ve içmeğe muhtaç kıldığından, onların zarurî rızkını da verir. Ancak, insanlara hayatı veren Allah (c.c.) olduğu halde insanlardan bazılarının Allah’ın (c.c.) müsaade etmediği şekilde diğer insanların hayatına kasdetmesi ve haksız yere onların hayatlarının sona ermesine sebeb olmaları gibi, Allah’ın (c.c.) taahhüt edip verdiği zarurî rızkın hak sahipleri eline ulaşmaması için de israfçılık, gasp ve hırsızlıkta bulunan bazı şerli insanlar vardır. Dünyada bazı bölgelerdeki açlık problemi, bununla da ilgili olabilir.

 Ekmekten başka yiyeceklerde yapılan israfın misallerini de günlük hayatta hem evlerde hem de topluluk halinde yemek yenilen diğer yerlerde yaygın olarak görmek mümkündür. Topluluk halinde yemek yerken, ortadaki tek kaptan yemek, Sünnet-i Seniyyeye uygundur. Ortadaki tek kaptan herkes yiyebileceği kadar yer; besmeleyle başlanmışsa, mü’minin artığının mü’mine şifa olacağı Hadis-i Şerif’te bildirilmiş olduğundan, ortadaki tek kaptaki yemek bitirilmemiş de olsa, başka mü’minler  Sünnet-i Seniyyeye tabi olduklarını düşünmekle onu döküp israf etmeden, ayrıca sevap alarak yiyebilirler.

Konya, Kayseri ve diğer bazı Anadolu şehirlerimizde, modern çağın İslâm âdabına uymayan bazı değişikliklerine tabi olunmayarak, halen de düğünler hem “velime” adı verilen düğün yemeği verilmek suretiyle Sünnet-i Seniyyeye uyularak yapılmakta ve hem de bu düğün yemekleri gene Sünnet-i Seniyyeye uygun olarak ortaya konulan tek kaplardan yenilmekte ve o yemekler daha sonra israf edilmemektedir.

Toplu olarak yenilen yemeklerde yemek servisi ayrı tabaklarla yapılan bazı yerlerde, bahsedilen Hadis-i Şerife göre, bilhassa maneviyat büyüğü olarak bildikleri mü’minlerin yemek artığını şifa niyetine yemek için âdeta birbirleriyle yarışan mü’minlere rastlanır. Fakat büyük ekseriyetle, devrimizin mü’minleri başka bir mü’minin tabağındaki yemek artığını, onun o yemeğe besmeleyle başlamış olduğunu bilseler de, yemek isteğini göstermezler. Bu durumu göz önüne alarak, topluluk halinde ayrı tabaklarda yemek yenilirken, eğer o yemeği yemek isteği yoksa, başlangıçta servis yapılan tabaktaki yemeği içine hiç çatal-kaşığını sokmadan geri göndermek; eğer tamamı değil de kısmen yenilecekse, gene yemeğe başlamadan onun bir kısmının geri alınmasını istemek veya sofradaki başka birisiyle tabağındaki yemeği paylaşmak, günümüzde ayrı tabaklarda yenilen yemeklerde yemek israfını önlemek için yapılabilecekler arasında olmaktadır.

Toplu yemek yenilen çeşitli yerlerde; lokantalarda, eğitim kurumlarında ve askerî tesislerde, yukarıda bahsedilen hususlara ekseriya uyulmaması sebebiyle büyük miktarlarda yemek artıkları meydana gelmektedir. Yakında bir hayvan besleme tesisi bulunduğu takdirde, yemek artıkları o tesise gönderilerek nadiren de olsa değerlendirilmekte; fakat her yerde hayvan besleme tesisleri bulunmadığından, yemek artıkları ekseriya değerlendirilmeden çöpe atılmakta ve israf edilmektedir.

Bazı ekonomi teorisyenlerinin, dünya nüfusunun artışıyla dünyadaki gıda kaynaklarının üretim kapasitelerini karşılaştırarak, dünyayı açlık tehlikesinin beklediğini söylemelerine rağmen, tüm dünyada bir günde yapılan yiyecek israfı yapılmamış olsa, tüm Afrika kıtası halkını doyurabilecek kadar olduğu da, bilimsel olarak tesbit edilmiştir.

İstanbul Üniversitesindeki öğrencilik yıllarımda bazen Bayezıt Kütüphanesine de giderdim. Kitap kataloglarına bakarken gördüğüm “Garp Âdab-ı Muaşereti” adlı ve cumhuriyetimizin ilk yıllarında yazılmış bir kitabın muhteviyatını da merak edip incelemiştim. O kitaptaki, Sünnet-i Seniyyeye uymayan çeşitli garp âdetlerinden (maalesef günümüzde de bazı Müslümanlar bunlara uyuyorlar) biri de yemeğin salçasını (sulu kısmını) yememek tavsiyesiydi. Başlangıçta yemeğini tabağına koydururken bir Müslüman, çeşitli sebeblerle, yemeğin sulu kısmının tabağına konulmamasını isteyebilir. Fakat, sulu kısmıyla birlikte yemeğin tabağına konulmasını önlemekle ilgili bir teşebbüste bulunmamışsa, tabağındaki yemeği sulu kısmıyla birlikte yemesi icap eder. Bunun aksi, Peygamberimiz’in (s.a.s.) bu mevzudaki sünnetine muhalefet ve yemekte israfa sebebiyet vermek olur.   Rivayetlerde, Peygamberimiz’in (s.a.s.), tabağına konulan yemeği tamamen yediği ve tabağını sanki hiç yemek konulmamış gibi temizleyerek pırıl-pırıl hale getirdiği bildirilmektedir. Şuurlu Müslümanlar, Peygamberimiz’in (s.a.s.) bu sünnetine de uymağa dikkat ve itina gösterirler. “Yemeği sünnetlemek” deyimi bu sebeble halk dilimizde yerleşmiştir. Maalesef toplu yemek yenilen yerlerde,  hattâ Ramazanlardaki iftar sofralarında bile,  Müslümanlar arasında bu sünnete de muhalefet edenlerin misallerine çok rastlanmaktadır. Bazıları, önlerine konulan yemekten birkaç çatal (veya kaşık) miktarı alıp yemek tabağını sulu kısmıyla da sulu olmayan kısmıyla da ileri itip, sanki tabiî bir davranışta bulunuyormuş gibi, nimete karşı israf ve nankörlük yapmaktadırlar.

Bediüzzaman Said Nursî’nin efsanevî avukatı Bekir Berk’in, bir defasında bir lokantada, Peygamberimiz’in (s.a.s.) bu mevzudaki sünnetine ittiba etmiş olmak için yemeğini tamamen yedikten sonra, tabağını da sanki hiç yemek konulmamış gibi temizleyerek pırıl-pırıl hale getirdiğini gören bir garson, bu yapılanın sanki “bulaşıkçılık” olduğunu îma manâsı da taşıyabilecek, biraz müstehzî bir eda ile;

“-Beyefendi, niçin tabağınızı temizlemek için zahmette bulunuyorsunuz; bizim bulaşıkçımız var.”

demesine karşılık, avukat Bekir Berk birden ciddileşip celalli bir eda ile garsona, lokantadaki diğer müşterilerinin de duyabileceği yüksek ve gür bir sesle;

“-Ben, Resulullah’ın (s.a.s.) bulaşıkçısıyım!.”

tokat gibi cevabını vermiş.

Biz de, onun bu davranışından ders alarak, kötü bir batı taklitçiliği ile hareket etmek yerine, Peygamberimiz’in (s.a.s.) yemek-içmek mevzuunda ve diğer mevzulardaki sünnetini- eğer mazur görülebileceğimiz bir manimiz yoksa– kendimiz için esas almalıyız.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, A’raf Sûresi’nin 7/31. âyetinde israf yasağının yemek ve içmekten bahsedildikten sonra bildirilmiş ve israfın bu şekilde haram kılınmış olması, israfın yalnız yemek ve içmekte yapılmaması gerektiğini düşündürmemelidir. İsrafçılık, modern günlük hayatta çok yanlış bir alışkanlık halinde çok yaygın hale gelmiştir; insanların büyük çoğunluğu, içinde bulundukları israfçılık batağının farkında bile olmadan o batağın içinde yüzmeğe çalışmaktadırlar. Bunun ahretteki büyük hesap gününde görülecek zararından başka, fert ve toplum hayatındaki çeşitli zararları, dünya hayatında da görülmektedir.

Modern dünya insanının hayatının bir parçası haline gelmiş ve onunla hemhal olup ünsiyet ettiği israfçılığının tüm misalleri, kısa bir yazı hacmi içerisine sığmayacak kadar çoktur. Herkes kendisini bu mevzuda ciddî bir murakabeye tâbi tutarak,  israfçılık yaptığı mevzuları kendisi tesbit edebilir ve etmelidir.

Mesela: Yiyecek ve içecekten sonra temel ihtiyaçlarından biri olan giyecekler mevzuunda israfçılıkla hareket edip etmediğini de, insan kendi kendine sormalıdır. Allah (c.c.), verdiği nimetini kulunun üzerinde görmek ister; bu sebeble, Allah’ın (c.c.) nimetlerine çok mazhar olmuş bir kişinin insanlar arasında dilenci kılığında, hırpanî ve pejmürde kılık-kıyafetler içinde gezmesi, Müslümanların arasında da hoş görülemez. Fakat bunun yanında, maddî gelirini ve imkânlarını sarf etmek mevzuunda doğru bir sarf sırasına uyum göstermeden, üzerinde yabancı markalar bulunan giyim eşyalarına sadece o markaları için, emsallerinin 5-10 misline varan ücretler ödeyerek gösteriş yapmak da, açıkça israftır. Hem de o yabancı markalardaki isimlerin sahiplerinden bazılarının cinsî sapık bile oldukları o sektörün içinde bulunanlar tarafından söylenmektedir. O marka giyeceklere müşteri olacaklar, giyecek markasındaki gerçek şahıs isimleri sahiplerinin ahlakî kişiliklerini de biliyorlarsa, onu da göz önüne alarak o markalı giyeceklere özenti hislerini kontrol etmelidirler ve o markalı giyeceklerle gösteriş yapmaktan kaçınmalıdırlar. Buna dikkat ve riayet edilmediği takdirde, o yabancı markalı giyim eşyalarını gösteriş için çok yüksek ücretle satın almakta israfçılık ve saçıp savurma yapılmış olmanın  yanında, belki ayrıca bir manevî mesuliyet daha yüklenilmesi tehlikesi de vardır.

İslâm dininde israf, yukarıda verilen âyet mealinden de anlaşılacağı gibi kesin yasaktır ve haramdır. Allah (c.c.),  A’raf Sûresi 7/31. âyetinden başka En’âm sûresinin 6/141. âyeti ve İsrâ Sûresi 17/26-27. âyetlerinde israf etmekten ve israfçılıkta ileri giderek saçıp savurmaktan kesin olarak yasaklamakta ve böylelerinin “şeytanın kardeşleri” olduğunu, şeytanın ise Rabbine karşı çok nankör olduğunu, Furkân Sûresi 25/67. âyetinde de, mü’minlerin vasıflarından birinin  onların infak etmekte israf da cimrilik de yapmayacağı olduğunu bildirmektedir.

Yalnız, yukarıda bazı misallerini verdiğimiz, yemek-içmek ve giyinmek mevzularında değil; her mevzudaki israftan hem kendimiz sakınmalı ve hem de tesir sahamızdakilere israftan sakınmayı tavsiye etmeğe ve onlarda israftan kaçınmak ahlâkını yerleştirmeye çalışmalıyız. Çünkü israfçılık, geniş manâsıyla düşünülecek olursa, beşeriyetin en dehşetli hastalığıdır.

En büyük israf, en büyük sermayede yapılacak israf olabilir. İnsana verilen en büyük sermaye ise, onun ömür müddetidir. Ömrünü zararlı veya faydasız şeylerde israf eden, en büyük sermayesini israf ile ahretteki ebedî saadetini kaybetmekle, telafisi mümkün olmayan en büyük iflas tehlikesiyle karşı karşıya olacağını bilmelidir.

Bu mevzuyla alâkalı âyetler, hadisler ve onlardan süzülmüş manâları ihtiva eden dinî eserler, insanın ahretteki iflas haline düşmemesi gerektiğine önemle dikkat çekmektedir.

Bediüzzaman Said Nursi de, Kur’an ve hadisten süzülmüş manâlar halinde,  Risale-i Nur Külliyâtının çeşitli yerlerinde israfsızlık mevzuunun önemine vurgu yapmaktadır. Lem’alar adlı eserinde Ondokuzuncu Lem’a olan “İktisatRisalesi”, “İsm-i Azam Risalesi” olarak da bahsedilen Otuzuncu Lem’anın İkinci Nüktesi ve Üçüncü Nüktesi, Yirmidördüncü Mektub Birinci Makam son paragrafı bu mevzuda verilebilecek misallerden bazılarıdır. Şualar adlı eserinde ise, “Beşinci Şuanın İkinci Makamı ve Meseleleri” başlığı altında âhirzamana ait müteşâbih (teşbihle, benzetme yoluyla ifade edilmiş) hadislerden bahsederken, ilk olarak “Birinci Mesele”de, hadiste âhirzamanda gelecek İslâm deccali olan Süfyan’ın elinin  delinecek olmasında kastedilen manânın, sefahet ve lehviyât için gayet israf ile elinde mal durmaması ve israfâta akması  olabileceğini söylemekte  ve “Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli hırs ve tamâı uyandırarak, insanların o zaif  damarlarını tutup, kendine musahhar eder diye, bu hadis ihtar ediyor. ‘İsraf eden  ona esir olur, onun dâmına düşer’ diye haber verir” demektedir.

İsrafsızlığın önemini, lüzumunu iyi anlamağa çalışmak ve bu anlayışımızı hem kendi hayatımıza aksettirip hem de tesir sahamızdakilerle de paylaşarak, onları da israftan alıkoymağa çalışmak gayret ve faaliyetlerimiz içerisinde helal gıda arayışı içinde olmak da, dünya hayatımızda tüm şekilleriyle israftan sakınmağa çalışmamızın mühim hassasiyet ve uygulama alanlarından biridir ve dünya hayatımızın sonunda bizi bekleyen ebedî saadetimizin  kaybını önlemek için, dikkate alıp ona göre yaşamamamız gerekenler arasındadır.

Mustafa NUTKU

Biz Her şeyi “O”ndan (asm) Öğrendik!

Zor zamanlardı. Dünya kederleri bir bir çökmüştü omzuma. Kurduğum ve duyduğum hiç bir cümle avutmuyordu beni. Kanayan yaralarım vardı. Kitap sayfaları ve insanlar üflesinler diye yaralarıma, medet umuyordum her birinden. Oysa 14 asır önce söylenen ne varsa bakmak lazımmış, bilemedim. Sonra bir kitabın arasından;

İnsan ne için yaratılmışsa ona o kolaylaştırılır.” hadis-i şerifi çıktı bahtıma. İşte dedim istediğim bu, bana zor gelen ne varsa yaratılış gayeme ters oluşundanmış. Asıl yolculuk bundan sonraymış.

Güven duygumu kaybettiğim zamanlar oldu. Çetin bir imtihanın arifesindeydik hepimiz. Ağzımızdan çıkanı eğip bükmek hayatın bir parçasıydı. Hep bu cümleyi hatırlattım kendime. Nasıl da güvenilmez, bir de namaz kılıyor diyenlerin sayısı çokken, ağzımızdan çıkan her bir kelime bir senet değil mi bedeli ağır olan? Başkaları gibi olmamak için unutmamam lazım.

Müslüman elinden ve dilinden emin olunan kişidir.”

İnsanları çok iyi tanıdığımı düşündüm geçmişte. Duygularım hiç değişmez, sevdiğim her kişi hayatımın her döneminde benimle olur sandım. Omzumda ve kalbimde yaralarım yoktu henüz. Güven en büyük sermayemdi. Neden böyle söyledi, neden böyle yaptının derdine düşerken büyüdükçe, çok ve azın arasında gezinirken duygularım, yolumu yine bir ışık aydınlattı;

Sevdiğini ölçülü sev! Çünkü o,bir gün nefret ettiğin kişi olabilir. Nefret ettiğinden de ölçülü nefret et. Çünkü o, bir gün sevgili dostun olabilir.”

Galiba hepimiz yavaş yavaş bencilleşiyoruz. Her şeyin en iyisi benim olsun diyenlerimizin sayısı arttı. Kalbime soruyorum o da aynı cevabı veriyor. Ama Efendimiz yine yine uyarıyor, hizaya çekiyorum kalbimi…

Hiçbiriniz kendisi için istediğini (mü’min) kardeşi için istemedikçe (gerçek) iman etmiş olamaz.”

En çok utanma duygusunun kaybetmemiş olanları sevdim. Utanma duygum asla beni terk etmesin istedim büyüdükçe. Çocukca masumiyet benimle kalsın, normalleşmesin hiç bir şey. Nasıl olsa kimse görmüyor duygusu sardıkça benlikleri, utanma perdeleri bir bir yırtıldı. Çözüm yine Resulden geldi;

İnsanların Peygamberlerden öğrene geldikleri sözlerden biri de: “Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” sözüdür.

Nasıl mümin oluruz, cevap “O”nda…Nasıl baba , nasıl anne,nasıl eş oluruz hepsi “O”nda.Ücreti veren miyiz cevap yine “O”nda..

İşçiye ücretini, (alnının) teri kurumadan veriniz.

Sevginizi nasıl gösterirsiniz. Ya da birini sevme nedeniniz nedir? Neden Allah’sa eğer yine bir müjde var hepimize; İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş olamazsınız

Verilmiş sadakan vardır.”Ne çok kullanmışızdır kim bilir bu sözü ömrümüzde. Bir ihtiyaç sahibinin giderilmiş hizmeti sevinç olarak dönmüş “an”ımıza. Nedir sadaka sorusunun cevabı yine “O”ndan;

(Mümin) kardeşine tebessüm etmen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yol göstermen sadakadır. Yoldan taş, diken, kemik gibi şeyleri kaldırıp atman da senin için sadakadır.”

En çok evliliği konuşuyoruz bugünlerde. Televizyondaki izdivaç programları evi, arabası ve maaşı olanların iyi bir eş olacağını öğütlüyor ruhumuza. Ruhlar yorgun, evlilikler virane. Oysa kulak kabartsak geçmişten gelen sese;

Kişi zevcesinin yüzüne baktığı vakit, zevcesi de onun yüzüne bakarsa Allah her ikisine de rahmet nazarıyla bakar. Keza erkek hanımının ellerini avucunun içine alınca o da zevcinin ellerini tutarsa parmaklarının arasından günahlar dökülür.”

Şöyle durup ardıma baktığımda ne varsa çözümsüz, Efendimizin cümleleriyle kolaylaşıvermiş. Ardına bakanlar ve yaşamı “Onunla kolaylaştıranlar bir kere daha anımsayacaktır Efendimizin güzel cümlelerini. Modern zamanlar sevdiklerimize dair unutmamamız gerekenleri cep telefonuna not ettiğimiz çağrılarla hatırlamamızı sağlıyor. Peki Efendimiz(s.a.v)’in doğum gününü bize ne hatırlatır. O’nun cümleleri bize neyi anlatır?

Tuğba Akbey İnan

Kaynak: cocukaile.net

 

İslamiyete göre Kıyafet Seçimi ve Giyim Adabı II

İslam kıyafeti, sadece tesettürün sağlanmasıyla gerçekleşmez, başka esaslar da arar. İşte bunlardan biri dikkat çekici olmamaktır. Aksi takdirde, Allah kıyamet günü, kişinin işlediği suça muvafık bir ceza ile cezalandırıp onu zillete atacaktır.

İbnu’l-Esir bunu, “rengi,  herkesin giydiği elbiselerin  rengine muhalefetle dikkatleri kendine çeken elbisedir, sahibi böylece hâsıl ettiği istiğrabla tekebbür eder” diye açıklar.

Dikkat çekmek her zaman renk farklılığı ile olmaz. Giyilen elbisenin şekli, tarzı da dikkatleri kendine çekebilir. Bir başka ifade ile bölgenin umumi ve mutad modasına ters düştüğü için şu veya bu yönüyle garabet arzederek  dikkatleri üzerine çeken her çeşit elbise bu gruba girmeli  ve yasak olmalıdır. Nitekim bu elbise “şeriate ve örfe uymayan kıyafet” diye de tarif edilmiştir.

Hz.İbnu Ömer(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Kim şöhret elbisesi giyerse Allah ona zillet elbisesi giydirir.”

Bir rivayette de şöyle denmiştir: “…Kıyamet günü Allah ona onun aynısını giydirir, sonra içinde ateşi tutuşturur.” (Ebu Davud, Libas 5)

Kılık kıyafet, kişinin içtimâî statüsünü de tayin eden bir faktördür. İslam dini, herkesin kendine uygun kıyafeti taşımasını esas kabul etmiştir. Erkek kadına, kadın erkeğe kılık kıyafetiyle, konuşma  tarzıyla, hatta ayakkabı giyişinde dahi benzememelidir.

Buna göre kadınların erkek elbisesi giymesi caiz olmadığı gibi, erkeklerin de kadın kıyafetlerini andıran elbiseler giymesi caiz değildir. Yani erkek erkek gibi, kadın da kadın gibi giyinecektir.

Hz.Ebu Hureyre(r.a) anlatıyor: “Resulullah(a.s.v) kadın elbisesini giyen erkeğe ve erkek elbisesini giyen kadına lanet etti.” (Ebu Davud, Libas 31, 4098)

İbnu Ebi Müleyke anlatıyor: Hz.Aişeye(r.a): “Kadın, erkeğe mahsus ayakkabı giyer mi?” diye sorulmuştu: “Resulullah(a.s.v) kadınlardan erkekleşenlere lanet etti!” diye cevap verdi. (Ebu Davud, Libas 31, 4099)

Kıyafetler kibre sevk edici olmamalıdır. Övünmek için, gösteriş için elbise giymek; elbisenin şeklini kibri hatırlatacak şekilde yapmak caiz değildir.

İbnu Ömer(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v): “Kim elbisesini gururla yerde  sürürse, kıyamet günü Allah ona rahmet nazarıyla bakmaz!” buyurdu. (Tirmizî, Libas 9)

Giyilecek elbise temiz olmalıdır.

Hz.Âişe(r.a) Peygamber Efendimizin(s.a.v) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Yâ Âişe, bu iki elbiseyi yıka. Bilmez misin elbise tesbih eder ve kirlenince tesbihi kesilir.” (Ramûz, c.2/500-4)

Elbise helâl olacaktır. Bu meyanda olarak ipek, erkekler için haram, kadınlar ise helaldir.

Hz.Ali(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) bir miktar ipek alıp sağ avucuna koydu, bir miktar da altın alıp sol eline koydu sonra da: “Şu iki şey ümmetimin erkek kısmına haramdır!” buyurdu. (Ebu Davud, Libas 14)

İbnu Ömer(r.a) anlatıyor:  Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Dünyada ipeği, ahirette nasibi olmayanlar giyer.” (Buhârî, Libas 25)

Dinimiz, vücud hatlarını gösterecek darlık ve incelikte olan  elbiselerin giyilmesini tecviz etmemiştir. Zira elbise örtünmek ve mahrem yerleri namahremlere göstermemek içindir.

Giyilen dar, vücut hatlarını gösteren, şeffaf, göz alıcı ve dikkat çekici elbiseler erkek veya kadını, giyinik oldukları halde çıplak durumuna düşürmektedir.

Tesettür, Allah(c.c) Hazretlerine hayâ edip, terbiyesiyle itaat eden, âhiret saâdetini de sağlayan, kurtuluşa da sevk eden kendisi için gerekli bir görev, her mü’min hanım ve erkeğin ibadetinin sağlam olması için de şart, farz ve İlâhi bir emirdir.

Buna göre, tesettürün dinen makbul olabilmesi için bazı şartları vardır, onlara dikkat etmek gerekir:

-Elbisenin vücudu gösterecek tarzda ince olmaması,

-Nazar-ı dikkati çekecek kadar süslü ve renkli olmaması,

-Vücudun hatlarını gösterecek şekilde dar olmaması gerekir.

Resûlullah(s.a.v); Hanımların en şerlisi, açılıp saçılan ve böbürlenendir. Onlar münafık sıfatı taşımaktadırlar. Onlardan cennete en azı, çok az sayıda gireceklerdir.” buyurmuştur. (Câmiü’s-Sağir, 3/392, 4092)

Hz. Ümmü Seleme’den(r.a):  Bir gece Resûl-i Ekrem(s.a.v) uyandı ve “Sübhanallah, bu gece ne fitneler indi, ne hazineler açıldı! Dünyada nice giyinik hanımlar var ki âhirette çıplaktırlar.” buyurdu. (Tecrid T. 1/95)

Bir defasında Efendimiz(s.a.v) bir sahabisine şöyle buyurmuştu: “Hanımına söyle, elbisesinin altına bir  astar koysun da bedenini vasfetmesin!” (Ebu Davud, Libas 39)

Elbise giyilirken sağdan başlamak ve yeni elbise giyince dua etmek sünnettir.

Hz.Abdurrahman İbni Ebû Leyla’nın(r.a) rivayetine göre Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: Sizden biri yeni bir elbise giydiğinde: “Bana vücudumu kendisi ile örtebileceğim ve hayatımda onunla güzelleşeceğim elbise ikram eden Allah’a hamd olsun” desin. (Ramûz, c.1/62-2)

Giyilecek elbisede ifrat ve tefrite dikkat ederek israfa gidilmemelidir.

Hadiste, insan haysiyetine yakışmayacak derecede düşük bir kıyafetin yasaklanması yanında, kişiye kibir telkin edecek çok pahalı bir kıyafet de yasaklanmaktadır. Böylece, “Her işin hayırlısı, vasat olanıdır” hadisi kıyafette de cari olmaktadır.

Çok düşük kıyafet kişiyi ruhen sefilleştirip, insanî itibarını da haleldar edeceği gibi, yüksek bir kıyafet de israfa kaçmaktan öte, ruhta mezmum olan tekebbür  hissini doğurabilecek, normal insanların uzaklaşmasına ve kişinin yalnızlaşmasına sebep olabilecektir.

İbnu Ömer(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v)  şu iki kıyafeti yasakladı: “Çok yüksek kıyafet,  çok düşük kıyafet.” (Rezin tahriç etmiştir, Kütüb-ü Sitte, 5267)

Resûlullah Efendimiz(sav); giydikleri elbisede herhangi bir renk üzerinde ısrar etmemişlerdir. Öyle ki; beyaz, siyah, sarı, yeşil ve kırmızı renklerden yapılmış elbiseleri çeşitli zamanlarda giymişlerdir.

İklim icabı, beyaz rengi tercih ettikleri gibi Müslümanların da beyaz giymesini tavsiye etmişlerdir. Bunun dışında, renk tercihini zevklere bırakmışlardır. Ancak çok dikkat çekici ve itici renklerin giyilmemesi tavsiye edilmiştir.

İbnu Abbas(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Elbiselerden beyaz olanları giyin. Çünkü onlar en hayırlı giyeceklerinizdir. Ölülerinizi de beyazla kefenleyin.” (Tirmizî, Cenaiz 18; Ebu Davud, Tıbb 14)

Her işte olduğu gibi ayakkabı giyerken de sağdan başlamalı, çıkarırken ise ilk önce sol teki çıkarmalıdır.

Efendimiz(s.a.v) evden çıkarken önce sağ, sonra sol ayakkabısını giyer, “Allahın adıyla çıkıyorum. Allah’a güveniyorum. Günahlardan korunmaya güç yetirmek, ibadet ve tâate kuvvet bulmak ancak Allah’ın yardımıyladır.” anlamında “Bismillah, tevekkeltü alellah, velâ havle velâ kuvvete illâ billâh.” derdi. (Riyâzü’s-sâlihîn, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, V, 354-356)

Hz.Ebu Hureyre(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Biriniz ayakkabı giyince sağdan başlasın, çıkarırken de soldan başlasın; ya ikisini birlikte  giysin, ya ikisini birlikte çıkarsın.” (Müslim, Libas 67)

Hasan Tayfur

Bir Selam Ver Ama Selam Olsun

Bir mekâna giriyoruz veya bir tanıdığa rastlıyoruz ve ilk kelamımız ne oluyor genelde? Muhtemelen su kelimeler dökülür dilimizden: “Selaaam, günaydın, hayırlı sabahlar, iyi günler, iyi akşamlar veya selam aleykum”. İşte en geç bundan sonra bir klasik selamlaşmanın getirdiği samimiyetsiz konuşma geçer tanıdıklarımızla: “Nasılsın? —İyiyim, sen nasılsın? Bende iyiyim!

İster iyi olun ister kötü, cevabımız hep aynı olmuyor mu? Belki de dertleşmeye ihtiyacımız var ama çoğunlukla klasikleşmiş bir selamlaşma ve konuşma yapıyoruz ki, bu samimiyeti ve güveni sarsıyor ve açık konuşamıyoruz. Bu konu her ne kadar önemli ise de başka bir bahis olduğundan girmeyip “selamlaşma” konusunu ele almak istiyorum.

Dinimizde selamlaşmanın hükmü

Selam vermek sünnet, selamı almak ise farzdır. Selam veren sünnet sevabı aldığı gibi, karşısındakine de farz işlettiği için onun kadar sevap alıyor. Selam veren kişinin unutmayacağı şey selam vermenin sünnet olması ve o kimseye duada bulunduğudur. Bu niyet ile verilen selam o kişiye sevap kazandırır. Sünnet olduğu unutulup, alışkanlık haline gelmişse ve şuursuzca selam verilirse, sevap olmaz. Yaşadığımız ahir zaman olması hasebiyle sünnetlere daha da sık sarılmamız gerekir. Hadisi Serifte Resulullah efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Ümmetimin fesada düştüğü bir zamanda, sünnetime sımsıkı sarılan şehit sevabı kazanır.” (Taberani)

Ayrıca unutmamak lazım ki, müslümanın müslüman üzerinde olan hakları vardır. Buharide geçen bir rivayette efendimiz, “müslümanın müslüman üzerindeki beş haktan biri de selam vermektir” dediğini unutmamalıyız.

Selam’ın anlamı nedir?

Selam, emniyet, huzur, selamet, sağlık, barış, rahatlık, iyi netice, kurtuluş gibi manalara gelir. Selam vermek, bir kimseye yapılacak en güzel duadır. Selam, (Ben müslümanım, benden sana zarar gelmez, selamettesin) manasına, selamet üzere ol, müslüman olarak öl manalarına da gelir. Bu sebeple dinimizde selamlaşmanın önemi büyüktür. Müslümanların yanına girerken, çıkarken, karşılaşınca, ayrılırken mutlaka selam verilmelidir! Bu husus müslümanlar arasındaki sevgiyi pekiştirmeye vesile olur.

Selamlaşmanın önemi

Selam vermek o kadar önemlidir ki, biriyle karşılaştığınızda veya telefonda konuşmak istediğinizde, kelam etmeden yani konuşmaya başlamadan önce selam vermek lazım gelir. Bunu bize Resulullah’ın şu hadisi şerifi bildiriyor: “Selam vermeden söze başlamayın. Selam vermeden konuşana cevap vermeyin.” (Hakim)

Mümin evine girdiğinde ev halkına selam vermeli. Eğer evde kimse yoksa “Esselamü aleynâ ve alâ ibadillahissalihin (Allah’ın selamı bizim ve Salih kulların üzerine olsun)” demelidir. Unutmamak lazım ki müslümanın evinde rahmet melekleri bulunur. Böylece hepsine selam vermiş oluruz. Bu durumun bize nice faydaları vardır ki şöyle: “Evine girerken selam veren, Allah’ın himayesinin garantisi altındadır.” (Ebu Davud)

Özet

Son olarak bir konuya daha değinelim. Selam’ı yaymak ve selamlaşmanın önemin sebeplerinden biri de “Selam “ Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinden biri olduğudur. Kuranı Kerimin on iki yerinde Allahu Teâlâ mümine selam verdiğini tespit edebiliriz. Selam’ı yaymak Allah’ı razı eden bir amel olduğunu Peygamberimiz bize bildirmektedir. Daha önce belirttiğimiz gibi selamlaşmak müminler arasındaki muhabbeti arttırdığı gibi selam vermeyenler cimri olduğunu belirten bir sürü hadisi şerif vardır.

Günaydın, iyi günler, hayırlı sabahlar, iyi aksamlar gibi kelimelerin hiç biri, müminler arasındaki selamlaşma ameliyle denk değildir. Bu kelimelerin bir mahsuru yoksa bile, “Es selamu Aleykum” ve “Ve aleykum selam” demenin yerini almaz ve sünnet olan selamlaşmayla alakası yoktur.

Selam vermek ve yaymak niyetiyle, şuurlu bir şekilde bu amele devam etmeyi Allah (c.c.) bizlere nasip etsin. AMIN!

“Selam, Allah-ü Teala’nın isimlerinden bir isimdir ki, onu Allah (c.c.) selamlaşmak için yeryüzüne koymuştur; o halde aranızda selamı yayınız.” (İmam Ahmed)

Arif Ağırbaş

https://twitter.com/Arif_Agirbas

arif.agirbas@hotmail.de

Efendimiz’e Üstadımızın Bakışının Bir Nebzesi

Bediüzzaman’ın eserlerinde peygamberimiz, farklı perspektiflerden anlatılır. Kitap piyasasında belki yüzü aşkın Peygamberimizin hayatı isimli eser vardır. Bütün bu eserlerde kronolojik bir seyirde Peygamberimizin kutlu doğumundan ölümüne olaylar anlatılır. Bediüzzaman O’nu eserlerine yansıtırken, yine yapılmayanı yapmış, yeni bir sentez getirmiştir orta yere.

Bediüzzaman evvel emirde peygamberlik kurumunun insanın ve evrenin anlamını ortaya çıkarmakta lüzumunu, mantıki ve akli gerekçelerini anlatır. Bu isbatlar Haşir Risalesinde ve 19. Mektub’un başında verilmiştir. Orada genel anlamda peygamberlik ve özelde peygamberimizin gönderilmesinin akli gerekçelerini anlatır.

Bundan sonra onun hayatına mucizeleri gibi olağan üstü bir pencereden bakmış, mucizeler adı altında onun, arkadaşlarının, savaşlarının, mücadelesinin karakter özelliklerini verir. Eser terkibi ile mucizeler gibi görünse de Peygamberimizi anlatmada kimsenin aklının ucundan geçmediği bir kanevada Resullullah’ı (ASM) anlatmıştır. Peygamber hayatı ile ilgili eserlerde olmayan ve az olan bir şey var, bunu Üstad-ı muhteremimiz düşünmüştür. Peygamberin hayatını okurken duygulanır ve ağlarız. Ama, “Onu nasıl sevmeliyiz, ona nasıl benzemeliyiz?” konusu biraz havada kalır. Bediüzzaman olayın ana noktasını bulmuştur. Onun sünnetine uymak, bu da yine kapalı bir cümle; nasıl uymak. Bediüzzaman “Peygamberimiz nasıl sevilir?” konusunda bütün eserlerinde mesajlar verir. Onun Sözler isimli eseri Peygamberin varlığa, insana bakış açısının muhassalıdır.

YA RESULALLAH ! NEDEN BÖYLE OLDU?

Birinci Söz’de Bismillah’ı anlatır.

Peygamberimiz bir gün bir kaç kişi ile yemeğe oturur, yemeğe daha sonra bir kişi oturur, bir süre sonra yemek biter. Bu bereketin kesilmesi sahabeden birinin dikkatini çeker, o Cenab-ı Nebi’ye derki; “Ya Resullallah bu neden böyle oldu?” o ise fem-i mübarekinden söyle konuşur: “Sonradan oturan, Bismillah demediği için yemeğe şeytan da katıldı ve yemek kısa sürede bitti.

CENNET GARANTİSİ

Dördüncü Söz’de namazı anlatır:

Namaz ne kadar kıymettar ve muhim ve hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır.” Bu cümle Resulullahın namaz öğretisinin bel kemiğidir. Namaz’ını vaktinde cemaatle kılan kişiler cennet garantisini almıştır, ama vaktinde kılınmayan namazlar ve cemaatle kılınmayan namazlar için böyle bir sigorta yok. Ölürken bile son sözlerini namaz ile bitiren bir Nebi’nin namaz konusundaki tutumu Bediüzzaman’ın diğer eserlerin de anlatılmıştır.

Haşre inanmak ve öyle yaşamak

O’nun hayatının en önemli bir misyonu ve Kur’an’ın üzerine özellikle vurgu yaptığı bir konudur. Şimdi onun Haşri anlatırken takındığı tutum hasta aklı tedavidir, dolayısı ile Peygamber’in evren yorumu konusundaki sünnet fikrinin yansımasıdır. O eseri okuyan Peygamberin örgütlediği sünnete uyan kişidir. Yoksa sünnet, “Suyu nasıl içelim?“, gibi muamelata taalluk eden şeyler demek değil, asıl büyük sünnet imanın altı rüknü ile kainatı ve insanı ve Allah’ı yorumlamaktır.

ALLAH’IN DİNİ VE DAVET

Sonra sevginin ölçüsünü verir, Onuncu Söz’ün İkinci Hakikatında, kainatı bu kadar güzelliklerle yaratan Allah’ın tanınması gerekir, yaratmak tanımayı gerektirir. Sonra bu güzel kainatı ve güzel nimetleri süsleyen, insana kendini sevdirmek istiyor demektir, bu sevdirmeye verilecek cevap ibadetle sevmektir. Yani sevginin yolu peygamberin dikkat ettiği ibadeti yerine getirmekle olur. Bir zat Ona(ASM) gelir müslüman olmak istediğini söyler. Resulullah ona yapması gereken şeyleri anlatır, o da; “Efendim, ben varlıklı bir adamım, zekat veremem çok olur, sonra ben korkak bir adamım savaşa gidemem” der. Resulullah celallenir: “Be adam zekat vermeden, cihat yapmadan nasıl cennete gideceksin?” Ve yüzüne bakar, gözleri ile karşı karşıya gelen adam; “Bir anda içimdeki bütün tereddüdler gitti. Kabul ettim” der.

İşte en büyük sünnet her devrin şartlarında cihat, herkes Allah’ın dininin kendisine gelmesinde getirenlerin meşakkatini hiç düşündü mü?

SOSYAL HAYATIN İLACI VE TEDAVİSİ: SÜNNETLER

Kur’an’ın her harfi için binlerce insan öldü, o zaman biz de her gün bir veya yarım saatimizi hizmete verelim. O zaman sünneti anlarız. Risale-i Nur’a sünnetin yansımaları sünnet adı altındaki bölümler ile sınırlı değil, bütün eserler onun sünnetinin bütün vecheleridir. Onun sünneti aklın ve kalbin, toplumun marazlarına ilaçtır, bu onun ifadesinin bir başka şekilde ifadesi.

Şimdi Bediüzzaman bu akli, kalbi ve ictimai marazların hepsine çareler düşünür.

Felsefi sekamete, gençlik çılgınlıklarına, ihtiyarların umarsızlıklarına, hanımların yanlış tutumlarına daha nice bahislerde sünnetin telkinini yapar. Mirkatü’s-Sünne isimli risalesinde Resulullah’ın sünnet anlayışını çok yönlü olarak ifade eder ve sünnete uymanın ne kadar mutlak bir zorunluk olduğunu anlatır. Bu devirde sünnete uyanın yüz şehidin sevabını kazanacağını söyler. Kapı açılsa çeşitli savaşlarda ölmüş kefenli yüz ölünün odamıza girip bize; “Niye sünnete uymuyorsun, bak biz yüz şehit Allah için öldük, sen sünnete uy bizim kadar şehidin sevabını kazanacaksın” dese, biz ne deriz, ölmesek sünnete uyarız.

DÜNYA FİKİR VE DİN TARİHİ VE RİSALE-İ NUR

19. Söz Bediüzzaman’ın Peygamberimizin bütün mücadelesini, kişiliğini, olaylara bakış açısını anlatan bir büyük kitap olacak kadar büyük çekirdek fikirlerden oluşan bir eser. O kısa bölüm onun icmal gücünün dehasal bir görüntüsüdür. On Dört Reşha’nın her birini oluşturan cümlelere on örnek versen koca bir kitap olur. Sadece bir cümle alalım:

Hem o nur ile kainattaki harekat, tenevvüat, tebeddülat, tagayyürat manasızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp birer Mektubat-ı Rabbaniye birer sahife-i ayat-ı tekviniye birer meraya yı Esma-i İlahiye ve hem alem dahi bir kitab-ı hikmet-i samedaniye mertebesine çıktılar.” Bu cümle bütün Risale-i Nur’un kozmik bahislerinin özetidir. Bütün Risale-i Nur bunun açılımıdır. Dünya fikir ve din tarihinin en önemli sorunu alemdeki değişimlerin, başkalaşmaların, nevilerin ne manaya geldiği konusudur, bu bin yıllık bir kozmik bocalamadır. İşte Bediüzzaman’ın Peygamber-i Zişanımıza bakış açısına bir cümle ile baktık.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer  / www.risaleakademi.com