Etiket arşivi: ümit şimşek

Bak Allah’ın Rahmet Eserlerine! Ama İyi Bak!

Kur’ân’ın bize gösterdiği yerde bambaşka bir âlem vardır. Bizim dünyamızdaki karışıklıklara karşılık, orada huzur ve sükûn bulunur. Orası cıvıl cıvıl, rengârenk bir âlemdir.

Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. (Rum Sûresi, 30:50)

Bize imanın hazzını bütün sıcaklığıyla tattıracak bir potansiyele sahip olan bu âyeti hergün tekrar tekrar okusak yeridir:

Ama sadece dilimizle değil, tüm varlığımızla.

Bir de, oturduğumuz yerde değil, âyetin “Bak” diye gösterdiği yerlerde.

Çünkü bu âyet, etrafımıza ördüğümüz duvarların arasından bizi çekip çıkarmakta ve gerçek dünya ile yüz yüze getirmektedir.

Gerçek dünya ile, evet!

Her ne kadar bizim bulunduğumuz yerden bakıldığında bizim dünyamız gerçek gibi görünüyorsa da, bu, âlemler içinde görülmeyecek kadar küçük bir nokta, zaman içinde sözü bile edilmeyecek kadar kısa bir andır. Eğer bu an içinde olup bitenler kâinatın geri kalan kısmı ile bir uyum halinde cereyan etseydi, biz âlemi gerçek rengiyle görmekte zorlamazdık. Fakat işin aslı öyle değildir.

Bu âlem içinde bizim kurduğumuz dünyanın, inşa ettiğimiz medeniyetin donuk, haşin bir çehresi vardır. Orada insanlar birbirinin kötülüğünden korunmaya çalışır. En küçük beşerî ilişkilerden ülkeler arası ilişkilere kadar her seviyedeki ilişkilerde hükmeden, çıkar çatışmalarıdır. Orada bombalar patlar, savaşlar çıkar, insanlar ağlar. Bütün bu kargaşa içinde yaşamaya çalışan insanların günleri, o işten bu işe yetişmek yahut yaralarını sarmak için çabalamakla geçer.

Kur’ân’ın bize gösterdiği yerde ise bambaşka bir âlem vardır.

Orası cıvıl cıvıl bir hayat kaynayan, rengârenk bir âlemdir.

Bizim dünyamızdaki karışıklıklara karşılık, orada huzur ve sükûn bulunur.

Bu dünyada bunalan ruhlar, o âleme girer girmez aradaki farkı hisseder; orada bir saat kalacak olsa, dinlenmiş ve dertlerini hafiflemiş şekilde geri döner.

İşte o âlem, gerçek âlemin ta kendisidir.

O âlem, rahmetin her taraftan tebessüm ettiği âlemdir.

Gerçi o tebessüm, bizim günlük hayatımızdan da hiçbir zaman eksik olmaz. Fakat biz parazitler arasında onu fark etmeyiz. Fark edilecek olsa bile, bir serçe cıvıltısı, bir çiçek açışı, bir gündoğumu, küçük dünyamızın meşgaleleri içinde önemli bir yer işgal etmez.

Her ne kadar bu durum, birçoğumuz için inançsızlık anlamına gelmese de, bir eksiklik anlamına gelir:

İnancımızda rahmetin neş’esi eksiktir.

Herşeyi kuşatan kudretiyle bir Yaratıcımızın bulunduğuna bütün kalbimizle inansak bile, Onun rahmetinin de herşeyi kuşattığından haberdar değilizdir.

İnancımız ve yaşayışımız, birbirini böylece karşılıklı olarak etkiler. Merhamet ve muhabbet gibi kavramlar, hayatımızda olması gereken yere hiçbir zaman yerleşemez.

Fakat Kur’ân, o son derece net ve keskin üslûbuyla bizim dünyamızın karanlıklarını bir anda yırtıyor; bir şimşeğin çakışı gibi âni aydınlığı ve gür sesiyle bize bir şok veriyor.

Bak Allah’ın rahmet eserlerine!” diyor.

İşte, bak. Bak da gör, ölmüş yeryüzünün dirilişinde o rahmet nasıl gülüyor.

Papatyalarla, sarıçiçeklerle, gelinciklerle bezenmiş çayırlara bak.

Çiçeklerini takınıp çayırların üzerinde sıra sıra dizilmiş ağaçlara bak.

Çiçekler arasında, bir şerbet çeşmesinden diğerine uçuşan böceklere, arılara, kelebeklere bak.

Cıvıl cıvıl kuşlara ve yavrularına bak.

Çayırlarda koşuşan kuzulara bak.

Allah’ın rahmetini müjdeleyen rüzgâra bak.

Gökten bulutlarla, yerden derelerle taşınan rahmet hazinelerine bak.

İşte, Kur’ân’ın “Bak” dediği yerde görülenler bunlardır. Ve bunlar, hayatın ta kendisidir. Bizim hayat zannettiğimiz şeyde eksik olan da bundan başkası değildir.

Ölmüş yeryüzünün dirilişine âyetin “rahmet eseri” olarak atıfta bulunması dikkat çekicidir. Oysa bunun bir kudret eseri olarak sunulması bize daha makul gelebilirdi. Gerçi âyetin sonunda “Onun gücü herşeye yeter” cümlesiyle bu husus da vurgulanmıştır; ancak kâinat kitabı bahar sayfalarında rahmetin tebessümünü apaçık gösterdiği gibi, Kur’ân da dikkatlerimizi aynı yere yöneltmekte ve “Bak Allah’ın rahmet eserlerine” buyurmaktadır.

Burası, imanımızda ve o imanı yaşayışımızda, belki de en büyük eksiğimizin ortaya çıktığı yerdir.

Hayata bakarken onun yüzünde ilk olarak gözümüze çarpan şey rahmet olduğu, hayatı yaşarken ilk yansıttığımız şey de rahmet olduğu gün, bu eksiğimizi kapatmışız demektir.

Onun yolu ise, kendi dünyamızın duvarlarını aşarak gerçek hayatla yüz yüze gelmektir.

Yani, Kur’ân’ın gösterdiği yere bakmak, Kur’ân’ın gösterdiği yerden bakmaktır.

Onun da anlamı, rahmeti görmek, bir rahmet ve muhabbet neş’esi içinde yaşamak, o neş’eyi ve o rahmetin eserlerini kendi yaşayışımızla yansıtmak demektir.

Ümit Şimşek

Tekrarlandıkça tekrarlanır; fakat ne usanç verir, ne de ona doyulur!

Risalelerin manevî ders halkasına giren bir kişi, kısa bir süre sonra kâinattaki bir esere baktığı zaman, onun arkasındaki İlâhî fiillerden, kainattaki tüm ilahi fiilleri teşhis edebiliyordu..

Risale-i Nur’ları ellerine geçiren insanlar, kısa bir süre sonra, hattâ bazan risalelerin ilk satırlarından itibaren, kâinatı bir kitap gibi okumaya başladıklarını hissediyorlardı. Bu, bir insan için yeniden doğuş demekti.

Çünkü, daha önce görülmeyen, görülse de önem verilmeyen varlıklar vardı şimdi âlemde. Kışıyla, baharıyla, yeriyle, göğüyle, canlısıyla, cansızıyla, gecesi ve gündüzüyle herşey ve her olay, Yer ve Gökler Rabbinden bir mektuptu ve doğrudan doğruya insanı muhatap alıyordu.

Telif edilen her risale, sanki bu mektupların şifrelerinden bir ikisini daha çözüyor ve insana onu açıkça okutuyordu. Böylece, bir yandan derslerin tekrarlanmasıyla, diğer yandan da yeni telif edilen risalelerin elden ele ulaşmasıyla, insanların önlerindeki kâinat kitabı okuma becerisi de artıyor ve bu beceri artışı, daha fazla okuma iştiyakını doğuruyordu.

Böylece, Nur Risalelerinin manevî ders halkasına giren bir kişiye, kısa bir süre sonra, kâinattaki tek bir esere baktığı zaman, onun arkasındaki İlâhî fiillerden bir tanesini teşhis etmesi yetiyordu; o tek fiil, kâinattaki bütün İlâhî fiillerle omuz omuza verip, onu bütün İlâhî isimlerin Müsemmâsına götürebiliyordu.

Fakat bu bakış açısı ve bu beceri, iradeli bir bakışa ve sürekli temrinlerle bu bakış açısını diri tutmaya ihtiyaç gösteriyordu. Aksi takdirde, dünya hayatının uğraşları, özellikle geçim endişesi ve zamanımızın diğer meşgaleleri, insanın dikkatini hemen dağıtıverme istidadını taşıyordu.

Bediüzzaman’ın talebeleriyle yazışmalarında, onları bu tür oyalanmalara karşı zaman zaman uyardığı görülmektedir. Daha önce de temas edildiği gibi, yeni telif edilen bir risalenin ulaşmasından sonra, bu risale ile ilgili hissiyatı satırlara dökerek Üstada göndermek, onun yakın talebeleri arasında bir geleneğe dönüşmüştü. Öyle anlaşılıyor ki, bu mektuplar, aynı zamanda, Bediüzzaman’a, talebelerinin kavrayışlarını ölçme ve gelişmelerini izleme imkânı da veriyordu.

Nitekim iki risaleye en yakın talebesi Hulûsi Beyden cevap gelmediğinde, Bediüzzaman, bu gecikmenin birtakım dünyevî meşgalelerden ileri geldiği sonucuna varmakta gecikmemiştir.

Öyle anlaşılıyor ki, Hulûsi Bey, o sıralarda bir harita işiyle meşgul olmaktadır; ancak bu maddî işin ayrıntıları, onun “pek keskin zekâsı” önünde geçici bir perde teşkil ederek, manevî âlemlerdeki incelikleri yakalayıp manevî zevkleri tatmasına engel olmuştur:

Gurbet mektubuyla kamer ve zemin ve seyyarata [ay, dünya ve gezegenlere] dair mektubuma cevap verilmemesinin sebebi şu olmak gerektir ki: Gurbet Mektubu, bütün dünyayı unutmak hissiyle yazılmıştır. Sen dünyayı unutmak değil, belki vazife itibarıyla en sathî maddiyatla zihnin meşbû olduğu bir zamanda, herhalde o gurbetteki zevki bulamadın. Ve o Mektubun tam derecesini, muvakkaten perde çekilmiş olan parlak zekâvetin kavrayamadı ki, cevap yazamadı.

Öteki Mektup, çok yüksek ve çok geniş hakaike [hakikatlere] işaret ettiği ve hadsiz âlem-i ulviyenin ve nihayetsiz âlem-i mâneviyenin bir nevi haritasına işaret ettiği için, sâfî, meşgalesiz, arzî ve arzlılardan sıyrılıp yukarıya çıkan bir akıl lâzımdı. Halbuki, benim gayretli kardeşim, o vakit zeminin haritasını alacak bir vazifeyle meşgul olduğundandır ki, o ulvî ve pek keskin zekâvetin, o Mektuba karşı sükûtu iltizam etmeye mecbur olmuş.”

Zaman zaman, insanların dikkatini manevî konulardan çekecek ve son derece değerli ömür dakikalarını, saatlerini ve günlerini gelip geçici meselelerle ziyan etmesine yol açacak bahanelerin güç kazandığı olur. Üç Aylar gibi mübarek mevsimlerin geride kaldığı, yahut bir yandan engin bir tefekkür zemini teşkil ederken diğer yandan da insanın nazarını gaflete yöneltme istidadı taşıyan bahar ve yaz mevsimlerinin yaklaştığı dönemlerde, Bediüzzaman aşağıdakine benzer mektuplarla talebelerini uyarmaktan geri kalmamıştır.

Bilirsiniz ki, yaz mevsiminde dünya gafleti ziyade hükmeder. Ders arkadaşlarımızın çoğu fütûra düşüp tâtil-i eşgale mecbur oluyor. Ciddî hakaikle tam meşgul olamıyor.

Aziz kardeşlerim, bahar ve yazın meşgaleleri, hem gecelerin kısalması, hem Şuhûr-u Selâsenin [Üç Ayların] gitmesi ve ekser kardeşlerimin bir derece hisse alması ve daha sair bazı esbabın bulunması, elbette bir derece neş’eli kış dersine fütur verir. Fakat onlardan gelen fütur size fütur vermesin. Çünkü o dersler, ulûm-u imaniyeden [iman ilimlerinden] olduğu için, bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bâhusus, siz daima bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz.”

Neş’eli kış dersleri, mütevazi evlerde sobaların etrafında halkalanmış mütevazı insanlar arasındaki sohbetlerin uzadıkça uzadığı ve tazelenen çaylarla iyice tatlandığı derslerdir. Bir iman bahsi açılır risalelerin birinden. Büyüleyici cümleler, risaleyi okuyan talebenin dilinden birbiri ardınca dökülür. Hayaller cennet gibi âlemlere kilitlenir. Bir muhabbet pınarı kaynamaya başlar. Duygular keskinleşir. Sohbet ısınır, insanlar ısınır, âlemler ısınır. Kalabalık, görünenin kaç misline çıkar sohbet boyunca, kimse bilmez. Ancak herkes bilir yahut hisseder ki, kendilerinden başka birileri de oradadır, yanı başlarında aynı ders ve aynı tefekkürdedir. Bir tek kanat seslerinin işitilmediği kalır, o kadar.

Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenab-ı Hakkın zîşuur çok mahlûkatı vardır ki, hakaik-i imaniyenin istimâından [iman hakikatlerini dinlemekten] çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemileriniz [dinleyicileriniz] çoktur.

Allah’ın kitabını okumak ve öğrenmek için Allah’ın evlerinden birinde veya başka bir evde bir araya gelen hiçbir topluluk yoktur ki, melekler onları ziyaret ederek etrafında dönmesin. O topluluğa kalp huzuru iner, onları rahmet kaplar. Ve Allah, yüce katında bulunan meleklere onları hayırla anar.”

Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş: Semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.

Görünen âlemlerle görünmeyen âlemlerin gündemleri birbirinden çok farklıdır. Birinde manşetlere çıkan haber, diğerinde hiç işitilmeyebilir. İman ilimlerinin açtığı kapıdan âlemlerin her ikisine birden bakanlar ise, kâinatın asıl gündemini yakalamakta gecikmezler.

Baharın yaklaştığı günlerden birinde karları tebessümüyle eriten bir kardelen, kozasından çıkmış bir kelebek, bu âlemdeki pek çok insanın dönüp de bakmayacağı, baksa da görmeyeceği, görse de o akşamki bir televizyon programının tek bir sahnesi kadar bir değer vermeyeceği işlerdendir.

Fakat nakış nakış İlâhî isimlerin dokunduğu hiçbir hadise, gözden kaçırılacak kadar önemsiz olamaz bu kâinatta. Ve bir Risale-i Nur talebesi bunu bilir. Onun keskinleşmiş duyuları, manevî âlemlerde haber teşkil edeni, manşetlere çıkanı, izleyici toplayanı kaçırmaz. Bir ibretli bakış, bir tefekkür, bir zikir, dünyanın kalabalığı arasında kaybolup gidecek bir küçük hadise değildir; bunu bilir Risale-i Nur talebesi. Her an, nice “sıradan” insanların zikir ve fikirleri rengârenk çiçekler halinde açar ve bu gezegenin manevî simasını bir bahar sahnesine çevirir. Açan çiçeklere onların müştakları doluşur. Görünen âlemlerin yasaları, bir başka biçimde, görünmeyen âlemlerde işler. Biri kelebekleri çağırır çiçeklerin, diğeri melekleri. İman ilimlerinin talebesi, dünya ve içindekilerden daha hayırlısını bulmuş, onlardan daha kalabalık bir dost topluluğu edinmiştir.

Rabbimiz Allah deyip dosdoğru bir yol izleyenlerin üzerine melekler inerler. “Korkmayın,” derler onlara. “Mahzun da olmayın. Dünya hayatında da, âhirette de biz sizin dostunuzuz.”

Dostlar, olup biteni kaçırmazlar. Her söz, her görüntü, her düşünce, her hayal tek tek kayda geçer. Ve bütün bunlar, Yer ve Gökler Rabbine sunulur. Nasıl bir ihtişam içinde, orası ancak o âlemlerden görülür. Ama söz Ona yükselir; bu görülmüş gibi bilinir. Çünkü öyle buyurmuştur Kur’ân’ı gönderen.

Görünen âlemin önemli haberleri, görünmeyen âlemlerde nasıl sıraya giremezse, o âlemlerin haberleri de bizim dünyamızda pek rağbet görmez. Ancak kâinatın hakikatinden haberdar olan, duyuları keskinleşmiş olanlar, dünya kalabalıklarının değil, Allah’ın katında değer taşıyan şeyin peşindedirler.

Dünya hayatının meşgaleleri bu duyuları ve düşünceleri köreltmek üzere her taraftan saldırı halinde olduğu için de, sürekli derslerini tekrarlayarak his ve heyecanlarını diri tutmaya, doymak bilmeyen meraklarını ve kendilerine manevî Cennet hazlarını yaşatan şevklerini arttırmaya çalışırlar.

Onların iman derslerine olan ihtiyaçları, işte bu yüzden içilen su veya alınan nefes gibidir:

Tekrarlandıkça tekrarlanır; fakat ne usanç verir, ne de ona doyulur.

Ümit ŞİMŞEK

Boğaziçili Talebelerden Bediüzzaman Konferansı

Dün (27 Mart) Boğaziçi Üniversitesinde okuyan kardeşlerin daveti üzerine -Ruba VAKFI olarak- düzenlemiş oldukları konferansa daha önce hazırlanan İngilizce broşürlerimizi alıp gittik.

Konferansı diğer yapılan konferanslardan ayıran özellik ise 2-3 tane talebe kardeşimizin düzenlemiş olmasaydı. Kısacası bu konferans bir “Boğaziçi Üniversitesi talebelerinin düzenlediği Bediüzzaman konferansıydı”.

Konferanstan iki hafta önce kardeşler oturup, kendi aralarında “İstanbul’da bir sürü etkinlik olacak, acaba hangilerine katılsak, tamda vizeler haftasına geliyor ama bir şekilde istifadede etmemiz lazım” diye kendi aralarında konuşurken, bir kardeş şakayla “Ya biz neden kendi konferansımızı düzenlemiyoruz ki!” der ama bu espiri mahiyetindeki söz bir anda hakikat olur ve kardeşler 2 hafta önce kafalarında oluşturdukları bu düşünceyi fiiliyata dökmek için harekete geçerler. Başka talebeler olsa “Ya vize haftasına geliyor, ders mi çalışalım yoksa konferans için hazırlıklar mı yapalım?” der ve vaz geçebilirlerdi. Bizim 2-3 boğaziçili kardeşimizse –ki zaten zeki çocuklardır ikisini bir arada götürebilirler- başlarlar faaliyete.

Konferans için birçok kişiye ulaşılır, konuşmacı olarak davet edilirler, son haftaya kaldığı için birçoğu müsait olmayacaktır tabi. Aynı zamanda sponsorda bulmak lazımdır, bu iş öyle bedavaya olmayacaktır. Hamidiye Vakfı’nın da desteğini arkalarına alarak Allah’ın izniyle bunların hepsinin üstesinden geleceklerdir.

Hazırlanan posterleri Boğaziçi Üniversite’sinin birçok yerine asacaklardır. Tabii bi takım kendini bilmezler bazı konferans posterlerini yırtsalar da okulda Üstad’ın konferans posterleri boy gösterip Boğaziçi adeta Üstad’ı vefat yıldönümünde selamlamış ve ona ilgi ve alakasını göstermiştir.

Biz ikindiden önce mekana vardığımızda, konferansı düzenleyenlerden biri olan Tugay kardeşimiz “Abi bugün bir sürü sınav vardı, yarında sınavlarımız var, inşallah sınav bahanesiyle konferansa talebe arkadaşlarımız gelmemezlik yapmaz, sizlerde dua edin sınavlarımızda konferansta iyi geçsin” sözleri birçok şeyi bizlere açıklıyordu. Konferansa sadece erkeklerin davet edilmesi ve sınav günlerine denk gelmesi bizi de korkutmuştu ama konferans başlayıp, sınavdan çıkan talebelerin salonu doldurması ve konuşmacıları büyük bir iştiyakla dinlemesi ise görülmeye değer bir hadiseydi.

Konferans Kur’an-ı Kerimden okunan güzel bir aşr-ı şerif ile başladı.

Konferans davetlileri arasında ilk konuşmayı Hamidiye Vakfı başkanı Cahit Cemal yaptı. Konuşmasına davete icabet edip gelen abilere teşekkürle başladıktan sonra “Risale-i Nur’da Tecdid” isimli gayet güzel bir konuşma yaptı.

Daha sonra 2. Konuşmacı olarak kürsüye Prof. Dr. Faris Kaya hocamız çıktı. Risale-i Nurlarla ilgili İikv’nin faaliyetlerini ve 95 yılından bu yana başlarından geçmiş olan nurlu hatıraları anlattı. Risale-i Nur’ların nasıl kalplere nüfuz ettiğini ve insanların alemini bir anda nasıl değiştirdiğini örneklerle izah etti. Bir iki hatırayı da biz nakledelim.

İran’da yapılan sempozyum sonrasında Mekke’de Seyyidler Cemaatinden bir alime sempozyumdan bahsedildikten sonra. “Siz nasıl böyle bir işe kalkışırsınız, bi kere onlar sünni bile değil şia’dırlar.” Sözleriyle sert çıkan âlime Faris hocamız 4. Lem’a’yı okur ve izah ettikten sonra o alim zat “Yo yo sizin bu yaptığınızı biz yapamazdık, siz bizden 300-400 ışık yılı İslamiyet’e hizmette ilerisiniz.” der ve yirmi civarı talebelerinin bulunduğu ortamda bu âlim şahıs sözlerine şöyle devam eder “Ben bugüne kadar hep ilim tahsilinde bulunmuşum, İslam’a hiç hizmet edememişim, bundan sonraki bütün mesaimi İslamiyet’e hizmete harcayacağım.” Bir profesör bunu söylerse gerisini siz tahmin edin.

Bir diğer hatıra; Rusya’da Türkçe bilmeyen bir zat’ın Risale-i Nur’ları Türkçesinden okuduğunu görünce sorar “Sen neden Türkçesinden okuyorsun, Rusça neden okumuyorsun?” “Tamam, ben Rusça okuyorum ama Türkçesinden aldığım lezzeti Rusçasından alamıyorum.” der o Rus zat cevap olarak.

3. olarak Kürsüye Ümit Şimşek hocamız gelecektir. Kendisi zaman kısıtlı olduğu için az konuşup öz konuşacaktır. “Görüyorsunuz, Risale-i Nur hizmetleri nereden gelip nereye gidiyor. Acaba bizler bu oynanan sahneler içerisinde hangi rollerde olacağız, bu güzel hadiselerin içerisinde bizlerde yer alabilecek miyiz? Bizim vazifemizde bu olmalı.” Manasında bir konuşma yaptı. Dünya Tiyatro’lar gününde bir nebzede olsa hayatımızı tiyatro sahnesine benzetip, tiyatroda doğru rolleri oynamamızı bizden istirham etti. En azından bizim anladığımız buydu.

Daha sonra kürsüye Mehmet Fırıncı Ağabey geçti. Üstadımızın arkada asılı duran Fatih camiinde çekilmiş fotoğrafını göstererek “Üstad hep böyle ciddi mi duruyor, diye bana soruyorlar. Aslında Üstadımızın ciddi bulunduğu haller vardı tabii ki ama bunun dışında latifede çokça yapmıştır.” Deyip hem ciddiyetiyle ilgili hem de yaptığı latifelerle ilgili birbirinden güzel hatıraları naklettikten sonra “Bana Risale-i Nur’ların sadeleştirmesiyle ilgili sorular soruyorlar. Ben sizin tabirinizle, fanatiğim ve Risale-i Nur’ların sadeleştirilmesine karşıyım.” dedi.

Son olarak Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyan hatta yüksek lisans yapan bir kardeşimiz çok kısa bir konuşma yaptı. “Bizler Üstadımızın kulluk cihetine de sımsıkı sarılıp, nafile namazlarımızı, teheccüdlerimizi, tesbihlerimizi, evrad ve ezkarlarımızı aynen Üstadımız gibi bırakmamalıyız, onun gibi itaat etmeliyiz.” Dedi.

Tugay kardeşimizin teşekkür konuşmasıyla konferans son buldu. Konferansın sunuculuğunu ise an itibariyle Moral fm’de sağlık programı yapan Cengiz Tan yapmıştı.

Akabinde akşam namazını kılmak üzere salonun üstündeki camiye geçip akşam namazını kıldık ve kardeşlerin daveti üzerine akşam yemeğini yemek için dersaneye geçtik. Akşam yemeği ve çaydan sonra dağıldık. Cenab-ı Hak yapmış oldukları hizmetleri kabul etsin inşallah.

Ruba Vakfı / NurNet.Org

Konferanstan çektiğimiz bazı fotoğraflar:

Vefatının 52. yıldönümünde ”Bediüzzaman Konferansı” – İstanbul

Vefatının üzerinden 52 yıl geçmesine rağmen hala tam olarak ifade edilememiş, hala gayesinin tersiyle itham edilen ve ne yazık ki muhafazakar kesim tarafından dahi hala tam olarak tanınamamış bu büyük zatı anla(t)mak, farklı yönleriyle ele almak lüzumunu gördük. Aynı zamanda bir ”Boğaziçili Öğrenci Projesi” olarak da diğer konferanslardan farklı olduğunu belirtmek isterim.. bu bir öğrenci etkinliğidir… Bir konuşmasında büyük mütefekkir Cemil Meriç, Said Nursî`yi çok geç tanıdığını hayıflanarak söylüyor ve ekliyor; “Şayet kendisini önceden tanıyıp eserlerini tetkik etme imkânını bulsaydım, hayatımın akışı, yaşayış tarzım bambaşka olurdu” diyor ve aynen şunları ekliyordu: “Üstad Bediüzzaman`ın eserlerini şayet ilk gençlik yıllarımda tanımış, okumuş olsaydım, büyük ihtimalle gözlerimi bu kadar erken yaşlarda kaybetmezdim… Önce Batı`ya yönelerek peşine düştüğüm hakikati, yine Doğu`da buldum. Doğu`da ise, en parlak yıldız olarak Said Nursî`yi tanıdım… Tanzimat`tan bu yana, İslâm tefekkürünü temsil makamında, bir tek onu tanıdım. Başka hiçbir şahsiyet, bu makamı dolduramıyor, hakkını veremiyor.” bu genç yaşımızda sizi Cemil Meriç’e kulak vermeğe davet ediyoruz..

Bu acizane, fakirane ama samimane ve halisane yapılan programda görüşmak dileği ile..
katılımcılar;

Mehmet Fırıncı (Bediüzzman’în Talebesi)
Ümit Şimşek (Araştırmacı- Yazar)
Cihat Cemal (Hamidiye EKV Başkanı)
Prof.Dr. Faris Kaya (İİKV Başkanı)

Mekan: Nafibaba Camii Konferans Salonu (Boğaziçi Üniversitesi Karşısı)

Saat: 27 Mart 2012 Salı – 17:15 – 20:15

Neden Peygamberimize (A.S.M.) salat ve selam ederiz?

O, kâinatı okur, bir elindeki kitabıyla. Tesbihatıyla âlemleri çınlatır. Ve açar ellerini, Rabbinden sonsuzluk ister, kurtuluş ister, kavuşma ister, mutluluk ister.

Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin. (Ahzâb Sûresi, 33:56) “

Bu ayetin tasvir ettiği kâinat, Âlemlerin Rabbinden inen rahmetlere gark olmuş, gökleri ve yeri rahmet dualarıyla çınlayan bir kâinat idi. Ayet, o duaların ve rahmetlerin odak noktasında ise Ahirzaman Peygamberi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı gösteriyordu.

Bu tasvirleri destekleyen başka âyetler de vardır. Meselâ Enbiyâ Sûresinin bir âyeti, Peygamberimize hitaben, “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” buyurur. Bütün âlemlere bir rahmet olarak—âyetin vurgusuyla: ancak rahmet olarak—gönderilen zat için gökler ve yer dolusu rahmet dualarının edilmesinden daha doğal ne vardır?

Bediüzzaman Hazretleri, eserlerinin çeşitli yerlerinde bu manzarayı pek güzel bir şekilde yorumlar. Onun bu yorumu, geçmiş ve geleceğiyle birlikte tüm zaman ve mekânları kuşatan bir bakış açısından çekilmiş bir fotoğraf gibidir:

Orada, bütün varlık âlemini arkasına almış, Yer ve Gökler Rabbini zikreden ve Ona niyazda bulunan bir büyük zat vardır.

O, göklerde ve yerde ne varsa bir kitap gibi okur ve okutur.

Onun nuru altında hiçbir şey karanlıkta kalmaz.

Herşey canlanır, herşey Rabbini zikretmeye başlar.

Yaratılan ne varsa, onun getirdiği kitapla bir anlama kavuşur, bir değer kazanır.

O, bir kâinatı okur, bir elindeki kitabıyla.

Tesbihatıyla âlemleri çınlatır.

Ve açar ellerini, Rabbinden sonsuzluk ister, kurtuluş ister, kavuşma ister, mutluluk ister.

Bütün bunları, ardınca dizilen insan ve cin âlemleri için ister.

Gökler ve yer onu huşu içinde dinler, ona âmin’ler söyler.

İşte o âmin’ler, göklerden ve yerden ona giden salâvatlardır.

Alemlere rahmet olarak gönderilen için, her an âlemler rahmet duası eder, ona her an Alemlerin Rabbinden rahmetler iner.

Dualar gibi, her an onun arkasında dizilenler de artar.

Mahlûkat kafileleri birbiri ardınca dünyaya gelirler.

Ümmetine hergün yeni yeni fertler katılır.

Katılanlarla beraber, rahmete olan ihtiyaçlar da artar.

İhtiyaçlar arttıkça dualar ve âmin’ler de çoğalır.

Çünkü onu gönderen, onunla bütün âlemlere rahmet etmek istemiştir.

Onun için, o rahmet timsalinin mertebesi de sürekli bir yükseliştedir. Sebep olduğu hayırlar onun defterine geçer; salât ve selâmlar onun kadrini yüceltir.

Böylece, o, arkasına aldığı âmin’lerle, Rabbinin katında, niyazı reddedilmeyecek bir mertebeye erişir.

Nihayet, o içten niyazlarla, o güçlü âmin’lerle bir saadet yurdu açılır.

O gün, onun âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olduğunu herkes gözleriyle görür.

Ve inananlar, salât ve selâmlarıyla kendileri için ne büyük bir yatırım yapmış olduklarını anlarlar.

İşte, salâvatın bu anlamı ve önemi sebebiyledir ki, o Yüce Peygamber, “Kim bana bir salât ederse Allah ona on salât eder” buyurmuştur.

Duamın hepsini salâvata ayırayım mı?” diyen bir Sahâbîye onun verdiği şu cevapta da yine aynı hakikatin ifadesi vardır:

İşte o zaman Allah senin bütün sıkıntılarını giderir ve günahlarını da bağışlar.

Alem dolusu salavat..

Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin. (Ahzâb Sûresi, 33:56)

ALLAH Resulünün büyüklüğünü muhteşem bir tablo içinde tasvir eden bu âyet, biz mü’minlere de bu tablonun içinde yer alma çağrısı yapıyor.

Âyetin ilk olarak verdiği haber, Yüce Allah’ın ona salât ettiği şeklindedir. Allah’ın salât etmesi, rahmet anlamını taşır. Ayetin ifadesinde, bir de süreklilik vardır. Bu ise, “Âlemlerin Rabbi, sürekli olarak ona rahmet ediyor, ona rahmetini indiriyor” demek olur.

Bundan başka, Allah’ın meleklerinin de sürekli olarak Peygambere salât etmekte, yani rahmet duası etmekte oldukları haber veriliyor.

Şimdi, âyetin şu kısmının tasvir ettiği âlemleri bir düşünün:

Öyle bir âlem—yahut âlemler—ki, her an Rabbinden gelen bir rahmet yağmuru altındadır.

Bir yandan Âlemlerin Rabbinden rahmet inerken, bir yandan da, o yüce âlemleri dolduran, hadde hesaba gelmez, tasavvurlara sığmaz melek ordularından Ona rahmet duaları yükselmektedir.

İnen rahmet yağmurlarının, yükselen rahmet dualarının odak noktasında ise bir sevgili kul var:

Âhirzaman Peygamberi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.

Âyetin ikinci cümlesi, bizi de bu muhteşem tablonun içinde yer almaya çağırıyor:

Ey iman edenler, siz de ona salât edin, tam bir teslimiyetle ona tâbi olun ve ona selâm verin” buyuruyor.

Bu İlâhî buyruğun yeryüzünde nasıl yankılandığını hep beraber görüyoruz:

Âlemlere rahmet olarak gönderilen o Peygamber yeryüzüne ineli beri, bu gezegen, hiç durmadan ona salât ediyor.

Ona teslim olmuş gönüllerden her saniye milyonlarca salât ve selâm yükseliyor.

Hiç durmuyor salât ve selâmlar.

Yeryüzü, bir nefes aralığı bile vermeksizin, geceli gündüzlü onu selâmlıyor, ona rahmet duaları ediyor.

Koca dünya, bir yandan da minarelerinin diliyle onu yad ediyor.

Henüz güneşin doğmadığı yerlerde onun adı yankılanmaya başlıyor.

Günün kapanışındaki ezanlarda yine onun yâdı var.

Gece ve gündüz birbirinin peşi sıra bu gezegeni dolaşıp dururken, ezanlar da dalga dalga birbirini izliyor. Ezansız bir an geçmiyor yeryüzünde.

Ve her ezanda onun elçiliği âlemlere bir kez daha ilân ediliyor.

Gece ve gündüz gibi, ezanlar ve salât ü selâmlar sarıp sarmalıyor bu şirin gezegeni.

Ve dünyamız, yüz binlerce minaresinden ve milyarlarca gönülden yükselen nida ve dualarla uzayın uçsuz bucaksız derinliklerinde uçup giderken, geçtiği her yerde salât ve selâmlardan yankılar bırakıyor.

Şöyle bir manzaranın bir anlık bir kesitini bile bir fotoğraf karesi halinde gözlerimizin önünde canlandırmamız, bu dünya şartlarında elbette ki mümkün değildir.

Düşünün ki, bu hadise, asırlardır gece ve gündüz demeden sürüp gidiyor.

Üstelik artarak, büyüyerek, gittikçe gürleşen sadalarla yankılanıyor bu ezanlar, bu salât ve selâmlar.

Her an, ona rahmet duası eden ve selâm gönderen dillere yenileri ekleniyor.

Yeryüzü onu böylece milyarlarca dille yad ederken, yüce âlemlerin sakinleri de yine ona rahmet duaları ediyorlar—Rablerinin onlara öğrettiği şekilde.

Yeriyle, göğüyle, âlemler rahmet duaları içinde çalkalanıp dururken, bütün âlemlere böyle bir duayı ilham edenin sonsuz rahmeti de onun üzerine inmeye devam ediyor.

Âlemleri kuşatan bütün bu duaların ve İlâhî rahmetin tam odak noktasında bulunan bir kimsenin asırlar boyunca bu salât ve selâmlarla nasıl bir mertebeye yükseleceğini düşünün, düşünebilirseniz!

Veya, bu kadar uzun bir hesaba girişmek yerine, onun herhangi bir andaki yükselişini düşünmeye çalışın:

Siz bir soluk alıncaya kadar, göklerden ve yerden ona edilen salât ve selâmlar, Âlemlerin Rabbinden ona inen rahmetler nasıl bir yekûn tutar?

Çok şükür ki, âyet, bizden böyle ağır bir hesap istemiyor.

Onun yerine, bize bir çağrı yapıyor:

Allah’ın melekleriyle ve iman eden kullarıyla beraber, o muhteşem tablo içinde yer alarak, âlemlere rahmet olan Zâta (A.S.M.) salât ve selâm gönderme çağrısı.

Ümit ŞİMŞEK